- Put üreten bir varlık olarak insanoğlu

Adsense kodları


Put üreten bir varlık olarak insanoğlu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Tue 30 November 2010, 04:46 pm GMT +0200
Put Üreten Bir Varlık Olarak İnsanoğlu

 Putçuluğun Doğasına Dair Kısa Bir Değerlendirme


Putçuluk insana yabancı bir olgu değil, onunla içli dışlı. Kaynağı insan olan, yani insanın üretip geliştirdiği, onun kucağında doğup gürbüzleşen bir algılama biçimi. Bir noktadan sonra ona egemen olan, onu yoğuran, yönlendiren hatta inşa eden bir fenomen. Bu açıdan bakıldığında putçuluğun tarihinin insanlığın tarihi kadar eski olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı tevhitçi inanışın tarihinin de insanoğlunun tarihi kadar eski olduğunu söyleyebileceğimiz gibi. Birinin varlığı diğerinin varlığına bağlı. Tevhitçi anlayış olmasa putçuluğun, putçuluk olmasa tevhitçi anlayışın ne olduğunu algılamakta ciddi sıkıntılar çekeceğimiz muhakkaktır. Bu nedenle bunlardan birini ancak diğerinin varlığı ile anlayabiliyoruz. Her birinin ne olduğunu veya ne olmadığını diğeri belirleyip tanımlıyor.

 

Kısacası tevhitçilik varsa putçuluk, putçuluk varsa tevhitçilik vardır. Sosyal hayattaki yansımalarının ne anlama geldiğini, yine bunların sosyal hayatta birlikte var olmaları sayesinde anlıyoruz. Birinin varlığı diğerinin varlığını doğuruyor. Aslında insanlık tarihi dediğimiz şey bunların çatışmasından başka bir şey de değil. Gerek birey olarak gerekse toplumsal olarak biri diğerine galebe çalsa da mutlak anlamda ve yeryüzünün bütününü kapsayacak şekilde diğeri üzerinde egemen olamıyor. En azından bugüne kadar böyle olagelmiş.

 

İnsan bir put yapıcısı, tıpkı bir put kırıcısı olduğu gibi. Yapan ve yıkan o. Bozanın ve düzeltenin kendisi olduğu gibi. İnsan: iki boyutlu bir varlık. Yeryüzündeki iyiliğin ve kötülüğün mimarı/sorumlusu. Melek ve şeytan… İçindeki “fücur” ve “takva” boyutu (Şems:91/8) sosyal hayatında “puta tapınma” veya “tek olan Allah’a yönelip bağlanma” olarak tezahür ediyor. Bu nedenle putçuluğun ne olduğunu anlamak biraz da insanın kim ve ne olduğunu anlamaya bağlı. Yeryüzünde “kan akıtan, fitne çıkaran” (Bakara:2/31) zalim ve cahil birisi olduğu gibi ilahi rahmete mazhar olmuş birisi… İyiliğin ve güzelliğin yayıcısı, rahmet ve merhametin taşıyıcısı. İçindeki “fücur/şeytani” boyutu, “takva/meleki” boyutuna galebe çaldığında, “ebedi yaşam ve mutlak egemenlik”in peşinde koşmaya başlıyor. Bu koşturmaca içerisinde önce kendi putunu sonra da güç yetiremediklerinin putunu dikiyor. “Mutlak egemenlik ve ebedi yaşama tutkusu” (Araf:7/20–22) ve Taha:20/117–121) onu tevhit çizgisinden uzaklaştırarak putçuluğa düşürdü, düşürüyor.

 

İnsanoğlu bu duruma, aklını köreltip örtmesi sonrasında hırsını kendisine kılavuz yapınca düşüyor. Çünkü hırs, nerede ve ne zaman duracağı bilinmeyen deli bir kasırga, amansız bir tayfun, önündeki her engeli yıkan vahşi bir sel gibidir. Bir kez fırtına kopmaya görsün ulaştığı her şeyi yok eder. Bu yok ediş, aynı zamanda bir yok oluştur, kendisini tüketip helak edinceye kadar sürer. Bunun sosyolojik anlamı bireyin veya toplum hayatının sona ermesi, barış ve huzurun yok olması, zulüm ve adaletsizliğin, dolayısıyla fakirliğin egemen olması demektir. Sel ve fırtına gibi afetler nasıl ancak ortaya çıkmadan önce gerekli tedbirler alınarak engellenebilirse, putçuluk, başka bir deyişle insanın mutlak egemenlik ve ebedi yaşama tutkusu da ancak akıl rehber edildiğinde engellenebilir. Çünkü akıl insanoğluna bu tutkusunun ne anlama geldiğini ve kötü sonuçlarını gösterebilecek, aynı zamanda barış ve mutluluğun nerede olduğunun veya nasıl elde edilebileceğini de ona anlatabilecek yegâne araçtır. Aslında Yaratan, onu bunun için yaratmıştır. Resullerin ve dolayısıyla ilahi vahiylerin gönderiliş amacı da aklın üstündeki örtüleri kaldırmak içindir. Çünkü özgürlüğe giden yol aklın rehberliğinden geçer ve akıl insanı gerçeklere götürür. Ama aklını örten insanoğlu İbrahim kıssalarında anlatıldığı gibi en basit gerçekleri bile göremez de hırsının peşinde bu çölden o çöle savrulur durur.

 

“DOĞRUSU İbrahim de o'nun yolundan gidenlerdendi, Rabbine tertemiz bir kalp ile yönelmişti, babasına ve halkına şöyle seslenmişti: “Siz neye tapıyorsunuz? Bir yalan[a] -Allah'tan başka güçler[e]- [boyun eğmek] mi istiyorsunuz? Öyleyse âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?”

 

Sonra yıldızlara gözünü dikti ve “Ben kesinlikle [gönlümden] rahatsızım!” dedi, bunun üzerine onlar ona arkalarını döndüler ve uzaklaşıp gittiler. O da onların tanrılarına gizlice yaklaştı ve “Ne o! [Önünüze konulmuş nimetlerden] yemiyor musunuz? Neyiniz var ki konuşmuyorsunuz?” dedi. Sonra üzerlerine yürüyüp onlara sağ eliyle vurdu. Bunun üzerine diğerleri koşarak o'na doğru geldiler [ve yaptığından dolayı o'nu suçladılar].O, “Siz” dedi, “kendi ellerinizle yonttuklarınıza mı tapıyorsunuz? Oysa sizi de, sizin yonttuklarınızı da yaratan Allah'tır!”

 

Onlar, “Bir odun yığını hazırlayın ve o'nu yanan ateşin içine atın!” diye bağırdılar. Ona kötülük yapmak istediler, ama Biz [onların planlarını bozduk ve böylece] onları küçük düşürdük.” (Saffat:37/83-98)

 

 “GERÇEK ŞU Kİ, Biz [Musa'dan] çok önce İbrahim'e (de) sağduyu vermiştik; ve o'na [yön veren saiki] biliyorduk, babasına ve halkına: “Kendinizi bu kadar yürekten adadığınız bu biçimsel nesneler (temasil) nedir?” dediği zaman,“Biz atalarımızı bunlara tapar bulduk” diye cevap verdiler. [İbrahim:] “Doğrusu, siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içindeymişsiniz!” dedi. “Sen [bu sözle] karşımıza çıkarken tamamen ciddi misin -yoksa o şakacı insanlardan biri misin?” diye sordular.

 

[İbrahim:] “Yoo!” dedi, “Ama sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir; yani, onları O yoktan var edip düzene sokmuştur: ve ben de bu gerçeğe tanıklık edenlerden biriyim!” Ve [içinden:] “Allah'a yemin olsun, siz arkanızı dönüp uzaklaşır uzaklaşmaz putlarınızı yere sereceğim!” diye ekledi. Ve en büyükleri dışında [putların] hepsini paramparça etti; belki dönüp (bu olup biten için) ona başvururlar diye.

 

[Dönüp de olanları görünce:] “Kim yaptı bunu tanrılarımıza?” diye sordular, “Her kimse, o'nun çok zalim biri olduğundan kuşku yok!” İçlerinden bazıları: “İbrahim denen bir gencin o [tanrı]ları diline doladığını işitmiştik” dediler. [Berikiler:] “Onu insanların karşısına çıkarın, [aleyhine] tanıklık etsinler!” dediler. [İbrahim onların yanına getirilince, o'na] “Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın, ey İbrahim?” diye sordular. [İbrahim:] “Bu işi, belli ki, şu yapmıştır, putların en irisi yani: ama en iyisi, siz kendiniz onlara sorun; tabii, eğer konuşmasını biliyorlarsa!” Bunun üzerine birbirlerine dönüp: “Doğrusu, asıl zalim olan sizlermişsiniz!” dediler. Ama çok geçmeden yine eski düşünce tarzlarına döndüler ve [İbrahim'e:] “Bu [put]ların konuşamadıklarını kendin de pekâlâ biliyorsun!” dediler. [İbrahim:] “O halde” dedi, “Allah'ı bırakıp da, size hiçbir şekilde ne yararı ne de zararı dokunmayan şeylere mi tapınıyorsunuz? Yazıklar olsun size de, Allah yerine tapınıp durduğunuz bütün bu nesnelere de! Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”

 

“Eğer (bir şey) yapacaksanız” dediler, “bari o'nu yakın da, böylece tanrılarınıza arka çıkmış olun!”(Enbiya:21/52-68).

 

Bu ayetler, akıl tutulmasının sonunda neler olabileceğini, bir resulün aklın üstündeki örtüyü azıcık açması ile insanların, içinde bulundukları durumun vahametini fark ettiklerini, nasıl bir karanlık içinde olduklarını gördüklerini gözler önüne seriyor. Ancak ayetler, insanların, putçuluğun karanlık yüzünü görmelerine rağmen, çıkarlarının aklı daha fazla rehber edinmelerine izin vermediğini, çıkarlarının veya toplumsal yönlendirmenin aklın önüne geçtiğini de ifade ediyor. Çıkarların veya aklın rehberliğini insanoğlu kendisi seçiyor. İradeleri üzerindeki çıkar ve toplum ipoteğini fark etmelerine rağmen böyle bir seçim yapıyorlar. İbrahim’in yırttığı örtüyü tekrar dikiyorlar ve böylece fırtına ve selin önündeki yegâne engeli kaldırarak, kendi tercihleri olarak acı sonlarını hazırlıyorlar. Bir insanlık tarihi özeti aslında bu. Günümüzde de çok farklı şeyler olmuyor.

 

İnsan niçin ve nasıl bir psikoloji ile put veya putlar üretir veyahut kendisi bir put haline dönüşebilir? Sanırım, insanın hırsı, kendini yeterli ve her şeye layık görmesi, bu sorunun ilk cevabı olabilir. Ama bu, yeterli ve tek cevap değil. İnsanın kendini yeterli görmesi ve tüm faziletlerin, tüm artı değerlerin kendinde olduğu kuruntusu onun doğası ile ilgili bir durum. Daha doğrusu onun şeytani boyutunun bir yansıması. İblis’in Âdem’e “secde” etmesi, yani insanın meleki boyutunu teslim edip onu kabullenmesi çağrısını, “onu topraktan beni ateşten yarattın, ben ondan hayırlıyım” (Araf:7/11–13), diyerek reddetmesi, kendini beğenmişliğini ve istiğnasını zaten gözler önüne seriyor. Toprak ve ateş, insanın doğasındaki iki yönü, iki yanı… Toprak, barışı, rahmeti, üretimi, bereketi, doğurganlığı; ateş ise gücü, yakıcılığı, korkuyu ve yok ediciliği sembolize ediyor. Toprak insanın melekî yönüne, ateş de şeytani ve kendini yeterli görme yönüne karşılık geliyor. İşte İblis, bu yok edici gücünden dolayı kendisini üstün görüyor. Yani güce tapınmanın sembolik bir ifadesi olarak tezahür ediyor.

 

Putçuluk da bu güce tapınmanın başladığı noktada ortaya çıkmaya başlıyor. Putçuluk, insanoğlunun, melek/takva/toprak boyutunu mahkûm ederek (bir noktadan sonra katlederek) şeytani/fücur boyutunun zihnine/yüreğine ve bedenine/davranışlarına egemen olma olayı olduğu için bir anlamda insani bir durumdur. İnsani bir durum olması, olanın makul ve makbul olduğu anlamına gelmez. Sadece insanın çok boyutluluğunu ve yapıp ettiklerinden sorumlu olduğunu, yapanın da yıkanın da kendisi olduğunu ortaya koyar. İnsanın meleklerden yüce olabileceği gibi şeytandan daha alçak olabileceğini de gösterir. Cenneti kazanmak ne kadar insani bir durumsa, cehennemi hak etmenin de o kadar insani bir durum olduğunu ifade eder. Çevre şartları ne olursa olsun, o, bu iki yanından birini özgür iradesi ve eylemleri ile seçer. Ya adalete teslim olur ya da gücü kutsar. Kabil ve Habil kıssasındaki Kabil tiplemesi de (Maide:5/27–31) gücü kutsayan insanın serüvenini anlatır.

 

Gücün egemenliğinde, emeğin, adaletin, barış ve merhametin sözü geçmez, tersine bunlar zararlı ve ortadan kaldırılması gereken, düşünce, söz, davranış ve eylemler olarak kabul edilir. Gücün kendine göre bir adaleti ve emek anlayışı vardır. Bu kavramların esas işlevi gücü ve güçlüyü daha egemen hale getirip kutsamaktır. Güç karşısında içten bir boyun eğiş, saygı ve tazim göstermedir. Zaten putçuluk da tam anlamıyla budur. Bu kavramlar gücün egemenliğinde onu pekiştirip “ebedi kılmak” için yeniden üretilir. Güce tapınan kimse ya kendisini mutlak güç olarak görür, kendisi dışındakilerin kendisine kulluk etmesini ister. İstemesinin ötesinde onları, buna zorlar. Tüm imkânlarını bu yolda harcar. Egemenliğinde kimse ortak olsun istemez. Tek güç, tek otorite kendi gücüdür. Dolayısıyla kendisi bir tiran, bir put olur. Ya da kendisi mutlak güç olamıyorsa, gücü ve güçlüyü kutsayarak ona tapınmaya başlar. İşte putçuluk ile ilgili ritüeller/ayinler ve putçuluk çeşitleri de bu noktadan sonra ortaya çıkar.

 

Ancak her tapınma puta tapıcılığın bir yansıması değildir. Tapınmanın, Türkçedeki kullanımıyla biraz problemli ve kulağı tırmalayan bir yanı bulunsa da genel anlamıyla nötr bir kelimedir. Neye, nasıl tapındığı kelimeyi olumlu veya olumsuz kılar. Tapınma, insanın doğasından gelen bir teslim olma bir dinginleşme, kendi kendisine yetmeme, belkide tanrı değil insan olduğunu anlama durumudur. İnsan, gücünün, yapıp edebileceği şeylerin bir sınırı olduğunu fark ettiğinde, yaratan değil, yaratılan olduğunu anladığında, en önemlisi de ölümlü bir varlık olduğunu yaşayarak gördüğünde kendisinden çok daha güçlü bir varlığın bulunduğunu hisseder. Bu hissediş onu çevresini daha dikkatli gözlemlemesine neden olur. Tüm karmaşıklığına rağmen her şeyin bir uyum ve düzen içerisinde devridaim ettiğini görür. Hissi hayrete, hayreti saygıya dönüşür. Kendisine güven gelir, içine huzur dolar. Çevresi ile yatay bir ilişki kurar. Kendisi tiran olmadığı gibi, başkalarının da kendisine tiran gibi davranmasına izin vermez. Çevresindeki canlı cansız her bir varlığa saygı ve sorumluluk duymaya başlar. Yeryüzündeki güzellikleri keşfeder, bu güzellikleri yok etmek için değil, geliştirmek için çalışır. Şükrünü ifade etmenin yollarını arar. Bunun için aklını rehber edinir. Derin bir huşu ve mutmain olmuş bir gönül ile secdeye kapanır. İşte bunun adı tapınmadır. Bu tapınma insanı putçuluğu değil tevhide götürür.

 

Ancak, kaynağı sevgi ve saygı değil, korku ve çaresizlik olan, üstelik anlamaya dayanmayan bir tapınma insanı putçuluğa götürür. Çevresindeki güzellikleri göremediği gibi olup biteni de anlamaz. Çünkü korku aklı devreden çıkarır, ümitsizliği yayar ve güce, güç olduğu için tapınır. Güç ile ilişkisi korkuya dayalı olduğundan, korkusunu gidermek için aracılar kullanır. Çünkü kendisinden sadece korkulan gücün, ne zaman nerede ne yapacağı belli olmaz. Bu nedenle onu teskin etmesi gerekir. Tek başına ona ulaşamayacağı için, ona ulaşacağını umduğu, kendisinden güçlü, ondan güçsüz azgüçlüler vasıtasıyla ona ulaşmaya çalışır. Bu da bir tapınma olsa da gerçekte bunun adı putçuluktur.

 

İnsanların nasıl bir tapınma içerisinde olduklarını anlamak için günlük hayatlarına bakmamız yeterlidir. Sosyal hayatta ilişkiler nasıl belirlenmiştir? Sosyal hayattaki ilişkiler yatay mı seyretmektedir yoksa piramitsel midir? Piramitsel düzenler, güce ve otoriteye dayalı ilişki biçimlerinin birer göstergesidir. Bu tür toplumlarda tapınmanın da piramitsel yapı arz ettiği görülür. Bu, aracılar yoluyla tapınma biçimidir ve nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin bunun adı putçuluktur. Modern toplumların genelinde dini konular dâhil tüm sosyal ve siyasal ilişkiler pramitsel bir düzen içerisinde işler. Topluma kast sistemi egemendir. Elbette bu kast sisteminin en kemikleştiği yer zihinlerdir. Tapınma da zaten oradan başlıyor. Tapınaklar bu işlerin düzene konulduğu yerlerdir. Çok zaman mabetler de içlerinde sıra sıra dizilmiş putlar olmasa da, anlayışlardaki bozulma ve tahrifatın bir sonucu olarak bu anlamda bir aracılık mekânı işlevi görürler.

 

İnsanlık tarihi dediğimiz şey, insanoğlunun meleki ve şeytani boyutunun çatışma tarihi olmasının yanında aslında bir mabedler ve tapınaklar tarihidir. Belki de tapınaklar veya mabedler bu çatışmanın fikirsel üsleridir. Bunu hemen hemen bütün inanışlar için söyleyebiliriz. Bunun en belirgin örneği de Hıristiyanlığın kilisesidir. Hem geçmişteki işlevi açısından hem de tanrı ile bir bağ kurulması adına kilisenin içine yerleştirilen figür ve heykellerin gördükleri işlevler açısından… Herhangi bir kiliseye girdiğinizde bunu kolaylıkla görebilirsiniz. Bu boyutta olmasa bile cami ve mescitlerde de bu anlama gelebilecek görünümler söz konusudur. Neredeyse bütün cami ve mescitlerde, Allah, Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin isimlerinin yazıldığı levhalar görürüz. Bunlar sonuçta birer levhadır, suret değildir ama insanların zihinlerinde uyandırdıkları şey açısından sorunlu olduğunu düşünüyoruz. Bu kıymetli şahsiyetlerin, en azından Resulullah dışındakilerin isimlerinin, cami duvarlarında yer alıyor olması bunları eleştiri ve tartışma dışı bırakarak, kutsal bir objeye dönüşmelerine yol açmaktadır. Ayrıca bu isimlerin Allah ismi ile birlikte zikredilmesi kiliselerde eleştirdiğimiz durumları çağrıştırmaktadır. Bu isimler ilk önceleri siyasi bir amaçla Müslüman toplulukların bu şahsiyetler üzerinden bölünüp parçalanmalarını önlemek amacıyla yazılmışlarsa da bugün bu amacın çok ötesine geçildiği kanaatindeyiz.

 

Tarihten günümüze insanoğluna kalan en önemli miras tapınaklardır. Ülkemizde olduğu gibi dünyanın her yerinde durum ayınıdır. Ören yerlerini gezdiğimizde, geçmiş kültürel mirasları incelediğimizde bu durum açık bir şekilde görülür. En ilkelinden, en görkemlisine kadar milyonlarca örnekle karşılaşmak mümkündür. Tapınaklar daima hayatın en merkezi noktasını işgal edegelmişlerdir. Tapınaklar ve mabetler genellikle aynı topluluk içinde yaşayan insanların kaynaşıp yakınlaşmasını sağlayarak, sosyal yardım kurumları gibi çalışmalarına rağmen zaman zaman da (Bu zaman zaman genelde çok zamandır.) eli kanlı yöneticilerin toplumu sevk ve idare etme aracı olarak kullanılmışlardır.

 

Günümüzde de durum çok farklı değildir. Üstelik ismi tapınak ve mabet olmayan ancak aynı işi gören yeni kurum ve yapılar inşa edilmiştir. Eski tapınaklarla yarışırcasına inşa edilen bu devasa ve görkemli kültür sarayları ve alışveriş merkezleri, tiyatrolar, sinemalar, stadyumların hem idaresi hem de bunlara yüklenen misyon tapınak ve mabetlerle aynıdır. Buraların müdavimleri de buralarda bir tapınakta ibadet ediyormuş duygusu içerisinde hareket etmektedirler. Buralar birer ticaret, kültür ve spor merkezleri olmalarının ötesinde birer kutsal mekandır. İsimler ve mekânlar değişmiştir ama yüklenen misyon aynıdır. Bu yerlerin eskilerinden isimleri dışında fazla bir farkları yoktur. Buralar da bir ölçüde modern insanın tapınma yerleridir. Çünkü tapınma dediğimiz şey, en genel anlamıyla, kişinin kendisiyle barışık olmasını sağlar. Elbette tapınma, insanın yaptıklarını meşrulaştırıcı bir işlev de görür. Bu açıdan bakıldığında bu modern merkezlerin binlerce rahip ve irili ufaklı sanemlerle/putlarla dolu olduğunu söyleyebiliriz. Modern günah çıkarma merkezleridir buralar.

 

Putçuluğun çok çeşitli formları vardır ve hemen hemen hepsi de Tanrı’nın yeryüzündeki yardımcısı/gölgesi, işlerinin takipçisi, tamamlayıcısı olarak kabul edilir. Bunlar cansız nesnelerle temsil edilebileceği gibi hayvan, bitki ve insan gibi canlı varlıklarla da temsil edilirler. İnsan, inek ve incir ağacı gibi… Tüm putlar, niceliği ne olursa olsun tapanı Tanrıya yaklaştırma işlevi görürler. Tanrı hayatın dışında, sıradan insanın kendisine ulaşamayacağı kadar yüce ve uzak bir noktada ise o insana düşen şey aracılar kullanarak ona yaklaşmaktır. Tanrı ile kullar arasında bulunan aracılar, yani yöneticiler, rahipler, din adamları vs.ler insanlar tanrıdan çok kendilerine yönelsinler diye tanrıyı hayatın merkezinden hergün biraz daha uzaklaştırmaktadırlar.

 

Oysa İslam’ın Allah’ı çok yakındadır. Hayatın içinde, insanların arasındadır. Yetimin gözyaşında, fakirin hüznü ve sevincindedir. O bize çok yakındır. Hatta bize bizden de çok yakındır. Bu nedenle ona ulaşmak için aracılar kullanmaya, putlar icad etmeye gerek yoktur. Kendi özümüze yönelmemiz, çevremize bir göz atmamız, onu bulmamız için yeterlidir. O bize şah damarımızdan daha yakındır.( Vakıa:56/85).


Mehmet Yaşar Soyalan