saniyenur
Thu 26 July 2012, 11:49 am GMT +0200
Peygamberlikten Önceki Hayatından Deliller
Kur'ân Hz. Muhammed'in nübüvvetten önceki hayatından da O'nun doğruluğuna deliller getirir. O'nun sâde ve dürüst hayatı kendisine eleştiri yönelten muhaliflerine karşı başlı başına bir delildir: "...Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım..." (10:16). Bu âyet, Kureyş müşriklerinin eleştiri ve taleplerine cevap ile ilim sahibi kimselerin ellerine de delil vermektedir.
Bu âyet Hz. Muhammed'in "Kur'ân'm muharriri olduğu, ancak Kitab'ı Allah'a nisbet ettiği" iddiasına karşı güçlü bir delildir. Aynı zamanda Rasûlullah'in Allah tarafından, bu Kitâb'ın sahibi tarafından gönderildiği iddiasını da teyid etmektedir. "Siz onun peygamber olmadan evvelki hayatının kırk yılına bizzat şahit oldunuz. O sizin şehrinizde doğdu; çocukluğunu orada geçirdi; gençlik ve orta yaşlarını gözleriniz önünde yaşadı. Sizin aranızda yaşadı ve sizlerle -sosyal, ailevî, iktisadî pek çok münasebetleri oldu. O denli tanıyorsunuz ki, O'nun hayatının size gizli kalmış hiçbir yönü yok. Peki, bu hayatı içinde O'nun bu Kitâb'ın yazarı olduğunu gösterebilecek herhangi bir emareye rastladınız mı? Siz hiç akletmez misiniz?"
Kur'ân'da sorulan bu soru Hz. Muhammed hakkında Mekke'de herkesin çok iyi bildiği iki Özelliği ihtiva ediyordu: Birincisi, nübüvvetten önceki kırk yıllık hayatı boyunca ne bir eğitim ve öğretim gördü, ne de böylesine çevresindekilerce bilinmeyen eşsiz sözlerle dolu bir Kitâb'ı yazmasmı(!) sağlayabilecek kimselerle bir mesaisi oldu. Hiç kimse O'ndan hiçbir zaman Kur' ân'ın değişik sûrelerinde ele alınan meseleler hakkında hiçbir şey duymamıştı. Hatta akraba ve yakın arkadaşları bile böyle meselelerle ilgili herhangi birşey işitmemişler; kırk yaşına gelip Risaletini ilân öncesine kadar, kendisine böyle bir iddiaya doğru tedricî bir gelişme gösterdiğine dair bir alâmete şahit olmamışlardı. İşte bu, Kur'ân'ın, kendi zihninin bir icadı olmayıp kendisine kendi dışından gönderildiği vakıasına yeterli bir delil oluşturuyordu. Çünkü bir insanın aniden ve daha evvelki hayatında tekâmül ve gelişimini belli eden hiçbir işaret olmaksızın böyle bir Kitâb husule getirmesi imkânsızdır. Nitekim müşrikler bu sözleri kendisine bir öğreten olduğunu ileri sürmeye başladıklarında, Mekke'nin kimi akıllı zevatı bu ithamı saçma bulmuşlardı. Ancak bundan daha saçma olan başka bir şey daha vardı ki, müşrikler, bırakın Mekke'yi, koskoca Arabistan'da bile Kur'ân'daki sözlerin bir benzerini üretebilen tek bir kişi kırk yıl süresince bilinmeyen bir köşede gizli kalmış olamazdı.
O'nu bu kırk yıl boyunca temayüz ettiren ikinci özellik, onun mükemmel şahsiyeti idi. O'nun bir defa bile yalan söylediği, aldattığı, sahtekârlık, hilebazlık ve kurnazlık veya buna benzer fiiler işlediği görülmemiştir. Aksine onunla ne derece bir ilişki içerisine girmiş bulunursa bulunsun bütün insanlar onun dürüst, namuslu, güvenilir, artniyetsiz olduğu gerçeğine her zaman şehadet etmişlerdir.
Bir misal olarak, iyi bilinen tarihî bir gerçek zikredilebilir: Nübüvvetinden beş yıl önce, Kabe yağmurlarla hasara uğramıştı. Yeniden inşası sırasında, Hacer-ül Esved'i yerine yerleştirme şerefini başkasına kaptırmak istemeyen Kureyş kabileleri arasında bir çekişme baş göstermişti. Sonunda, ertesi sabah Mescid-i Haram'di ilk giren kişinin bu meselede hakem olması konusunda anlaştılar. Ertesi sabah Mescid-i Harama ilk giren kişi Hz. Muhammed oldu. Bunun üzerine herkes sevinçle "Muhammed-ül Emin geldi, biz onun hakemliğine kesinlikle razıyız" diye bağırdı. İşte Allah, daha kendisini Rasûl tayin etmeden ne kadar "emin" bir kişi olduğu gerçeğine şahit olsunlar diye Kureyş'i biraraya toplamıştı. Bu yüzden, hayatında hiç yalan söylememiş ve hiçbir hileli davranışta bulunmamış bir kimse hakkında, kendi edebî eserini(!) Allah'a nisbet ettiği, sistemli ve ısrarlı bir şekilde onun İlâhî Kaynaktan geldiğini iddia ettiği şeklinde bir suçlamada bulunabilmesi için, kimsenin haklı bir nedeni olamaz.
İşte bu yüzden Allah, Rasûlü'ne onların saçma iddialarını şunları söyleyerek reddetmesini salık verir: "Ey Kureyş halkı! Bu saçma ithamda bulunmadan önce akl-ı seliminizi kullanın. Çünkü ben ne kavminiz dışında biriyim, ne de yabancıyım. Bana Allah tarafından vahyolunduğunu bildirmeden önce kırk yıl aranızda yaşadım. Bu geçmişime bakarak, Allah'tan bir bilgi ve emir gelmeksizin Kur'ân'ı Allah'ın Kitâb'ı olarak sizlere sunabileceğimi nasıl olur da beklersiniz?" (The Meaning of the Quran, c. V, sh. 19-20). Daha sonra Kur'ân Kureyşlilerin ithamlarım şu sözlerle reddetmektedir: "Sen, Kitâb'ın senin kalbine bırakılacağını ummazdın. Ancak Rabb'inden bir rahmet olarak (bu Kitâb senin kalbine düşürüldü). O halde kâfirlere arka olma." (28: 86).
Ve yine Hz. Muhamraed'in nübüvvetine delil olarak bu âyet de zikredilmektedir. Aynen Hz. Musa'ın bir peygamber olarak tayin edilip azim bir görevle gönderildiğinin farkına varmaması gibi Hz. Muhammed de aynı ruh hâli içindeydi. Nitekim Musa aley-hisselâm böyle bir şeyi hiç ummamış ve temenni etmemişti, ancak bir seyahat sırasında aniden çağrıldı ve daha önceki hayatiyle hiç ilgisi olmayan bir göreve tayin edildi. Mekke halkı Hz. Muhammed'in Hira mağarasından indiği bir günün öncesine kadar, O'nun sürdürdüğü hayat tarzını gayet iyi biliyordu. Nelerle meşgul olduğunu, konuştuğu mevzuları, ilgi ve faaliyetlerinin mahiyetini tamamen bilmekteydiler. Şüphesiz O hakikatin, doğruluk ve dürüstlüğün tecessüm etmiş bir hâli; asalet, emniyet, başkalarının hakkına riayet ve insanlığa hizmetin bir timsaliydi. Ancak bu hayat şekli hiç kimsenin aklına böyle doğruluk timsali bir kimsenin ertesi gün peygamberliğini ilan edeceği fikrini çağnştırma-mıştı. En yakın dost, akraba ve komşuları arasında bile O'nun bir peygamber olmaya hazırlandığını söyleyecek tek kimse yoktu. Hiç kimse daha önceleri O'ndan Hira mağarasın-daki o inkılâbı andan sonra günlük konuşması hâline geliveren konular ve meselelerle ilgili tek bir kelime duymamıştı. Kureyş halkı O'ndan Kur'ânî şekil içinde işitmeye başladığı bu tür kelimelere, terimlere, bu tür bir konuşma tarzına başvurduğuna şahit olmamıştı. Hiç va-zetmemişti, hiçbir zaman bir tebliğde bulunmamış ve bir hareket başlatmamıştı; ve hiçbir fiili O'nun sosyal meseleleri çözecek bir program veya dinî ya da ahlâkî bir reform hazırlığı ile uğraştığına asla işaret etmiyordu. O inkılâbı andan bir gün Öncesine kadar, hayatını meşru ve dürüst yollardan kazanan bir tacir olarak sürdürüyor, ailesi ile mutlu bir hayat yaşıyor, misafir ağırlıyor, fakirlere yardım ediyor, akrabalarıyla iyi geçiniyor ve bazen bu yoğun hayatından ayrılıp ibadet için inzivaya çekiliyordu.
Böyle bir insan için birdenbire dünyayı yerinden sarsan konuşmalar yapmak, inkılâbı bir mesajı tebliğ etmek, hususi bir literatür, aktif bir hayat anlayışı, temelli bir düşünce, ahlâk ve sosyal hayat sistemi getirmesi çok büyük bir değişiklikti. Ayrıca psikolojik olarak da böyle bir değişikliğin hiçbir ön hazırlık ve zihnî gayret sonucu oluşması mümkün değildir. Böylesi bir gayret ve hazırlık olsaydı bile yine de çeşitli safhalardan geçmek zorundaydı ve bu safhalar kişinin içinde yaşadığı toplumdan gizli kalamazdı. Hz. Peygamber'in hayatı böyle tedricî bir gelişmenin merhalelerinden geçmiş olsaydı Mekke'de yaşayan yüzlerce kişi ortaya çıkar ve "Bu adamın birgün bu kadar ileri gideceğini size söylememiş miydik?" derlerdi. Fakat tarih Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber 'in aleyhine pekçok söylentiler ortaya atmış olmalarına rağmen, hiç kimsenin Mekke'de böyle bir şey söylediğini kaydetmemiştir.
Bir başka delil: Hz. Muhammed hiçbir zaman kendisi peygamberliği diliyor veya ümid ediyor değildi; bilakis kendisine peygamberlik görevi verilmesi hiç beklenmedik bir şekilde oldu. Bu, vahyin başlangıcı ile ilgili hadislerde zikredilen olayla da desteklenmektedir. Cebrail ile karşılaşmasından ve kendisine Alâk sûresinin ilk ayetlerinin inzalinden sonra Hz. Muhammed korkudan titreyerek Hira'dan hızla evine döner ve hanımına "Beni örtün, beni örtün!" der. Bir süre sonra kendisine gelince başından geçenleri hanımına anlatır ve "Galiba hayatım tehlikede" der. Hanımı "Hayır! Allah seni asla üzmez. Sen akraba haklarını gözetir, haklıyı desteklersin; fakire yardım eder, misafirlerini ağırlarsın ve her İyi işe katılmaya hazır bulunursun." der. Daha sonra Hz. Peygamber'i ehli Kitab içinde salih ve âlim bir zât olan amcasının oğlu Varaka b. Nevfel'e götürür. Olup biteni dinleyen Varaka hiç tereddüt etmeden şunları söyler: "Sana gelen kimse, Musa'ya da gelen Namusu ekber (Cebrail-İlâhî Elçi) ile aynı. Keşke genç biri olsaydım da, kavminin seni süreceği zamana kadar ya-şasaydım." Hz. Peygamber sorar: "Kavmim beni yurdumdan çıkaracak mı?" Varaka cevap verir: "Evet, senin getirdiğini getirip de kavminin düşmanlığına maruz kalmamış bir tanesi geçmedi bu dünyadan."
Bu olay bir bütün olarak, bu tür beklentileri olmayan sade bir kişinin birdenbire olağanüstü bir tecrübeyle karşı karşıya kaldığında içine düştüğü durumu tüm tabiîliğiyle ortaya koymaktadır. Eğer Hz. Muhammed peygamber olma hevesi taşısaydı, kendisi gibi bir adamın peygamber olması gerektiğini düşünseydi, zihnini yoğunlaştırarak Cebrail'in bir mesajla gelmesini bekliyor olsaydı, mağarada geçirdiği tecrübeden mest olur ve dağdan o hâlde İnerek doğrudan kavmine gider ve peygamberliğini ilân ederdi. Fakat, tam aksine, gördüğü şey karşısında zihni karışmış, eve titreyerek dönmüş ve örtüye bürünerek yatağa girmişti. Kendisini biraz toparladığında hanımına mağarada inzivada iken başına geleni anlatmış ve endişe ve korkularını ifade etmişti. Halbuki bu durum, bir peygamber adayı olduğunu düşünen kimsenin durumundan ne kadar da farklıdır!
Dahası, bir kimsenin hayatını, tutku ve düşüncelerini eşinden daha iyi kim bilebilir? Eğer bir kadın kocasının peygamberliğe aday olduğunu ve merakla Cebrail'in gelmesini beklediğini önceden bilmiş olsaydı, cevabı Hz. Hatice'nin sözlerinden çok daha farklı olurdu ve meselâ şöyle derdi: "Sevgili eşim, niye bu kadar telâşa kapılıyorsun? İşte uzun süredir beklediğin şeye kavuştun. Şimdi, bir aziz gibi davran. Ben de hediye ve ikramları toplamak için hazırlanayım." Fakat onbeş yıllık hayat arkadaşlığı boyunca kocasını tanıdığı kadarıyla şeytanın onun gibi salih ve fedakâr birine musallat olabileceğine bir an bile ihtimal vermediği gibi, Allah'ın O'nu zorlu bir imtihana tâbi tutacağım da aklından geçirmedi. Demek ki, Hz. Peygamber ne görmüşse doğru İdi ve hakikatin ta kendisi idi.
Aynı intiba Varaka b. Nevfel için de geçerlidir. O bir yabancı değildi. Aksine Hz. Peygamber'in kabilesinden biriydi ve ayrıca kayınbiraderi olarak yakın bir akrabaydı. Hz. Peygamber kendisine geldiği vakit âlim bir Hıristiyan olarak Peygamberlik, Kitab ve Vahyi uydurma ve sahtesinden ayırdedebilir-di. Hz. Peygamber'den yaşça da çok büyüktü ve çocukluğundan beri hayatı gözleri önünde geçmişti. Bundan dolayı Hz. Peygamber ona mağarada başından geçenleri anlatınca hiç tereddütsüz, gelenin Hz. Musa'ya ilâhî mesajı getiren melekle aynı varlık olduğunu söyledi. Çünkü aynı şey Hz. Musa'nın da başına gelmişti. O da temiz ve salih bir kimseydi. Hz. Peygamber, Hz. Musa gibi tam şuurlu bir halde iken ve ansızın aynı tecrübeye tâbi tutulmuştu. Bu sebepten dolayı Varaka b. Nevfel hiç tereddüt göstermeden, hiçbir yanılmanın ve şeytanî bir vesvesenin karışmadığı kesin sonucuna vardı. Varaka, bu emin adamın herhangi bir arzu ve istek izhar etmeden gördüğü herşeyin kesinlikle Hakikat olduğunu anladı. Bu, Hz. Muhammed'in peygamberliğine öylesine apaçık bir delil teşkil eder ki, mâkûl bir insan onu kolay kolay inkâr edemez. Bu sebeple bu olay Kur'ân'da birkaç yerde delil olarak zikredilmiştir. (The Meaning of the Qur'an, c. IX, sh. 123-28).
Şûra suresinde bu delil şu sözlerle tekrar edilmiştir: "İşte sana da böyle emrimizden bir ruh (kalblere can veren bir Kitâb) vahyettik. Sen Kitâb nedir, iman nedir bilmezdin..." (42:52). Bu ayet Hz. Muhammed'in önceleri peygamberlik ve İlâhî Kitâb hakkında bir-şey bilmediğini; ve kendisine bir Kitâb nâziI olacağım hiç düşünmediğini ve beklemediğini açıkça göstermektedir. Yine bunun gibi Al-lah'a inanıyor olmasına rağmen imanın diğer değişik şartlarından haberdar değildi. Mekke'den hiç kimse onun bu bilgilere sahip olduğunu ve kendilerine anlattığını söyleyemez. İleride peygamber olacağını bilen bir şahsın bundan, olay gerçekleşmeden Önce başkalarına bahsedeceği kesindir. Bunun böyle olmayışı Hz. Muhammed'in doğruluğuna delildir. Ve öyle kesin bir delildir ki, Kur'ân değişik kelime ve ifadeler İle O'nun görevinin Hak olduğunu Özellikle belirtirken bundan birkaç kez bahsetmiştir. Yunus sûresinde mealen şöyle ifade edilir: "De ki: 'Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi..." (10:16). Hz. Muhammed 'in saf ve faziletli hayatı ve bu hayatm sahabeler üzerindeki hayret uyandıran mucizevî etkisi Kur'ân'ın ulvî ve mükemmel Öğretileri... bütün bunlar peygamberler ve İlâhî Kitâb'Iarın öğretileri hakkında bazı bilgileri olan kişilere gizli olmayan Allah'ın apaçık âyetlerindendir. Bu sebeple de bu kişilerin Hz. Muhammed'in peygamberliğinden şüphe etmeleri çok zordur: "Hayır, o (Kur'ân) kendilerine bilgi verilenlerin göğüslerinde bulunan açık açık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi, zâlimlerden başkası inkâr etmez." (29:49).
Yukarıda mealini verdiğimiz Şûra suresinin sözkonusu âyetinin devamında şöyle denilmektedir: "...Biz onu (vahyettiğimiz o Kitâb'ı), bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola götürüyorsun." (42:52). Burada Hz. Muhammed'in zâtından Allah'ın açık bir ayeti olarak sözedilmektedir. Çünkü peygamberlikten önceki ve sonraki hayatı, okur-yazar olmamasına rağmen Kur'ân-ı Kerîm gibi mucizevî bir Kitâb sunması, talimatı ve telkinleri sayesinde yüzbinlerce sahabînin hayatında eşi görülmedik bir nkılâba yol açması, temiz bir hayat sürmesi, tevhid İnancı, güzel ahlâka sahip olması, söz ve fiildeki birlik ve dengeyi kurma konusunda gösterdiği azim ve kararlılığı; bütün bunlar kendisinin Allah'ın rasûlü olduğunun inkâr edilmez delilleriydi. (Mevdûdî, Sîret-ı $er-ver-i Âlem, c. I, ss. 122-123).