sumeyye
Sun 19 September 2010, 01:56 pm GMT +0200
PEYGAMBERİMİZ VE SÖZ –2
Allah Resûlü, mekteb-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmildi. Maddî-ma’nevî yapısının sağlamlığı, duygularının duruluğu, düşüncelerinin rasâneti ve meâliyâta açık vicdanının enginliğiyle, Hakk’ın mesajlarını olduğu gibi almaya, alıp orijinini koruyarak insanlığa aktarmaya müsaid ve müstaid bir fıtratta yaratılmış, özü ve ruh safveti korunmuş, beşerî tâlim ve terbiyenin, tâlim ve terbiyedeki beşerî sistemlerin te’sirine karşı kapalı kalmış; sonra da vahiyle donatılarak insanlığa gönderilmiş olma ma’nâsında, mekteb-medrese görmemiş bir mürşid-i kâmil-i mükemmeldir.
O’nun tabiat ve seciyesi, zâhir ve bâtın duyguları, akıl ve muhâkemesi, peygamberlik vazifesiyle o denli münâsebet içindeydi ki, Hak’tan gelen hiçbir mesaj, hiçbir ilham esintisi en küçük bir değişikliğe uğramadan, kırılmadan, O nurdan menşûrun mâhiyet-i nûrâniyesinde billûrlaşır, sonra da tenezzülât dalga boyunda gelir hedefine ulaşırdı.
Bu, en temiz kaynaktan fışkırıp akan ve gelip temizlerden temiz bir gönüle boşalan; sonra da en latîf, en nazîf, en fasîh bir lisanla beşerî idrâke göre seslendirilen her türüyle ilâhî mesaj, O’nun peygamberliğinin emâresi, risâletinin delîli olduğu gibi, yürüdüğü o çetrefilli yollarda da zâdı-zahîresi, ışığı-burağı ve hasımlarına karşı hücceti ve bürhanıydı: O, muhatablarına Hakk’ın mesajlarını sunarken, aynı zamanda peygamberliğini de haykırır ve elçiliğini ilân ederdi. Keza O, muhataplarının müşkillerini halledip ihtiyaçlarını karşılamada vahyin o sırlı, sihirli cevher hazînelerini kullandığı gibi, hasımlarını ilzâm edip susturmada da yine aynı elmas kılıcı isti’mâl ederdi.
Kur’ân O’nun için her şeydi; hava idi, su idi.. silah idi, zırh idi.. kale idi, burç idi.. ve burçlarda dalgalanan bayrak idi... O, Kur’ân’la soluklanır.. O’nunla bulutlar gibi göklere kadar yükselir.. O’nunla rahmet damlaları gibi yeniden yerdeki varlıkların imdadına koşar.. O’nunla zulmetlerle savaşır, O’nunla şerlerden ve şerîrlerden korunur.. O’nunla gürler ve O’nunla ışık olur her yana yağardı.
Ancak, hikmetin lisân-ı fasîhi o Beyan Sultân’ı, hiçbir zaman bitip-tükenme bilmeyen o kenz-i ilm-i İlâhî’nin yanında kendine teveccüh eden pek çok sual, halledilmesi gerekli olan pek çok müşkil, ümmetiyle alâkalı dînî, içtimâî, iktisâdî, siyasî pek çok mesâil vardı ki, sonsuz ilmin mir’ât-ı mücellâsı ve vâridât-ı sübhâniyenin mehbiti, menzili, merkezi, meşcereliği sayılan kalb-i pâk-i Ahmedî ve lisân-ı nezîh-i Muhammedî ile cevaplayıp müşkilleri hall, mübhemleri şerheder ve Kur’ân’la gelen pek çok mutlak emri takyîd, mukayyedi ıtlâk, husûsîyi ta’mîm, umûmîyi de tahsîs buyurarak, Kur’ân mesajının yanında kendi ifade ve beyanlarının rükniyetini ihtarda bulunurdu. Zâten; cihanşümûl peygamberliği ile bütün insanlığı muhatap alan ve bütün insanlara muhatap olan bir mübelliğ, bir mürşid, bir muslih ve bir müceddidin başka türlü olması da düşünülemezdi.
Peygamber Efendimiz (sav); peygamberlikle serfirâz kılındığı dönemde, ilk muhâtapların "çarşı-yı ticâretlerinde en ziyâde revaçta olan meta’, fesâhât ve belâğat meta’ıydı.” Daha sonraki dönemlerde, zekâ, söz ve beyân üstünlükleriyle dünyaya hükmeden ve cihanı hâkimiyetleri altına alan bu edîb ve zekî millet; İlâhî mesajın o mübarek ve münevver mümessilini, ister “vahy-i metluv-i Kur’ân” olsun, ister onun dışındaki mesaj, irşâd, hutbe, nutuk ve tâlimat gibi şeyler de hep O’na karşı hayranlık duymuş ve O’nu takdîr etmişler; O da her zaman kendini dinletmiş, kabul ettirmiş ve hiçbir zaman onlardan tenkîd almamıştır. Şayet, O’nun söz, beyân ve düşüncelerine karşı en küçük bir tenkit, en önemsiz bir itirâz vuku’ bulmuş olsaydı, bugüne kadar gelen O’nun düşmanları, böyle bir şeyi değerlendirecek, allayıp-pullayacak, köpürtüp-abartacak; herkese ve dünyanın her yanına onu ulaştırarak binbir velvele koparmak isteyeceklerdi. İsteyeceklerdi; zîra böyle bir durum, O’nu sarsmak, yıkmak, nazardan düşürmek ve çürütmek için en utandırıcı iftirâlara kadar, her vesîleyi meşrû sayanların arayıp da bulamadığı bir şeydi. Oysa ki, O’nun ifade, beyân ve kelâm gücü hakkında, Firavunun, seyyidinâ Hz. Musâ için söylediği kadar dahi bir şey söylenmemişti, söylenememişti ve söylenemezdi de...
O’nun zirvesinden yükselen öyle gürül gürül bir sesi ve soluğu var idi ki, dost da, düşman da o sese ve soluğa hayranlık duyuyor ve o insanüstü beyân karşısında iki büklüm oluyorlardı.
Ashâb-ı Kirâm arasında, Hz. Lebîd, Hansâ, Ka’b, Hassan ve İbn-i Revâha gibi yüzlerce söz üstâdı, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Ali, Muâviye, Amr b. As ve İbn Abbâs gibi yüzlerce hatîp, yüzlerce hukukşinâs ve yüzlerce hikmet erbâbı hemen her mes’elede O’nu üstâd, mürşid ve rehber kabul ettikleri gibi daha sonraki asırlarda hadîsin devâsâ hâfız ve yorumcuları, tefsirin müdakkik dâhî imamları, fıkhın emsalsiz, beşerüstü müçtehidleri, dinin çağları aşan eşsiz müceddidleri, mâneviyât iklimi-nin binlerce evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîni, kelâmın, mantık, muhâkeme ve fünûn-u müsbete allâmeleri ve daha yüzlerce değişik sahada binlerce fen ve ilim adamı, O’nun deryâlar gibi beyân cevherlerini, her zaman en feyyaz, en bereketli, en duru, en aldatmaz bir kaynak bilmiş, O’na müracaatta bulunmuş, O’na sığınmış ve açlıklarını, susuzluklarını, o semâvî sofrada gidererek itmi’nâna, doygunluğa ulaşmışlardır.
Evet, O’nun sünneti dünden bugüne, müctehidlerin en yanıltmaz me’hazi, ma’rifet semasında pervâz edenlerin en güçlü kanadı, ilim adamlarının en duru kaynağı, evliyâ ve asfiyânın da en nûrânî vâridât menbaı olmuştur. Şeriatın müteaddit ilimleri, tasavvufun muhtelif yolları, kevnî ve enfüsî ilimlerin özü ve hülâsası hep O’nun o nurânî söz cevherinden fışkırıp çıkmıştır.
O, varlığın bidâyetinden nihâyetine, insanoğlunun yaratılışından, gidip cennet veya cehenneme ulaşmasına, vicdanların ma’rifet-i rabbaniyeye uyanmasından; ötede Cemâlullâhı müşâhede etmelerine, îmân ve itikattan, ibâdetin en ince teferruatına kadar pek çok mevzûda ve her mevzûnun gerektirdiği dil ve edâ ile her şeyi o kadar mükemmel anlatmıştır ki, Kur’ân istisnâ edilecek olursa, O’nun beyânına denk başka bir beyânın bulunduğunu söylemek mümkün değildir.
Allah’ı; zât, sıfât ve isimleriyle, hem de mevzûnun gerektirdiği incelik ve hassasiyetle fevkalâde bir muvâzene içinde; kıyamet ve haşr ü neşri, hesap ve cennet u cehennemi, ümitle gürleyen bir ürperticilik ve hazza inkılâb eden bir dehşet içinde; melâike, ruh, cin ve şeytanı, gaybın esrârengizliği ve buğulu bir kristal arkasında; îmânı, ameli, amelde ihlâsı; tohumun istidâdı, toprağın kuvve-i inbâtiyesi, yağmurun hayâtiyeti ve baharın renklerle soluklayışı şeklinde öyle bir resmeder ki, insan O’nun çizdiği o muhteşem tabloları seyrederken, temiz fıtratların îmânla nasıl neşv ü nemâya hazırlandığını, İslâmla nasıl boy atıp geliştiğini, ihlâsla nasıl bir tûbâ-i cennet hâlini aldığını âdetâ görür gibi olur.
O’nun beyanlarında namaz; oturup-kalkan, insana arkadaş ve yoldaş olan, onun yalnızlığını gideren ve ışığıyla onun yollarını aydınlatan.. abdest; can gibi, kan gibi insanın damarlarında dolaşan, ırmaklar gibi onun kapısının önünde akan, akıp akıp her türlü isi-pası temizleyen.. ezân, kâmet; selviler gibi boy atıp salınan, ses şoku yapıp şeytanların ödünü koparan ve bir revh u reyhân olup namaza gidenlerin ruhlarını saran.. zekât, sadaka; tıpkı birer köprü gibi birbirinden kopmuş yığınları bir araya getiren, sağlam bir lehim gibi parçaları bütünleştiren.. oruç; bir kalkan gibi sahibini koruyan, onun cennete girmesine yardım için, cennet surlarında sırlı bir kapı hâline gelen ve elinde kâsesi bir sâki gibi ona kevserler sunan.. hac; bir terzi gibi yırtıkları yamayan, bir gassâl gibi lekeleri yıkayan ve umumî bir meşveret meclisi gibi bütün inananları bir araya getiren.. cihad bir fedâi gibi göğsünü gerip cehenneme giden yolları kapayan, bir teşrifatçı gibi cennet yollarını açıp, insanlara “buyur!” eden ve şefkatli bir baba gibi inat edenleri zincirlere vurup firdevslere doğru sürüyen.. zikir, dua; telsiz, telefon gibi Yaratan’la yaratığı birbiriyle buluşturan, birbiriyle konuşturan, emr-i bil-ma’rûf nehy-i ani’l-münker; birer trafik memuru, birer kapıcı gibi, yol başlarını, kapı önlerini tutup, yoldan geçip-geçmeme, kapıdan içeriye girip-girmeme işlerini idare eden.. sıla-i rahim; bir anne gibi kucağını açıp bekleyen, insanlarla dâvâlaşan ve mürâfaa olan, onlarla konuşan, vaadlerde bulunan, inhirâf edecekleri endişesiyle onları tehdit eden, yakasından tutup hırpalayan birer canlı motif hâline gelir ve dinleyenleri âdetâ büyüler.
Evet, O’nun bütün bu hususları bir kaneviçe gibi tasviri, tasvirde kullandığı malzemenin husûsiyetleri; beyânındaki hareket, işaret, resim ve mûsikî gücü, bütün edebî san’atları tekellüfsüz ve yerli yerinde kullanması, her biri başlı başına birer mücelled isteyen mevzûlardır.
Bu itibarla, O’nun değişik mevzûlarla alâkalı, değişik tahliller isteyen, değişik söz ve beyanlarını, ilerdeki mütefennin araştırmacılara havale ederek, burada sadece, hemen herkesin bildiği mübarek birkaç sözüne, onlardaki muhteva derinliğine, beyan gücüne, ifâde rasânetine işaret edip geçeceğiz.
1-Ameller Niyetlere Göredir
Buhâri, Müslim ve Ebu Davud, Hz. Ömer’den naklediyor:
“Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin hicreti, Allah ve Rasûlü (rızası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya veya nikahlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.”
Bu sözlerin, Allah Rasûlü’nden şerefsüdûr olmasına, hicret sebep olduğu için, bu sözde ana tema hicrettir. Zira, rivayete göre İki Cihan Serveri bu sözü şu hâdiseye binaen ifade buyurmuşlardır:
Mekke’den Medine’ye herkes Allah için hicret ediyordu. Ancak ismini bilemediğimiz bir sahabi, sevdiği Ümmü Kays adındaki bir kadın için hicret etmişti. Şüphesiz bu zat bir mü’mindi ama, niyet ve düşüncesi davranışlarının önünde değildi...
O da bir muhacirdi ama, Ümmü Kays’ın muhaciriydi. Ancak Allah için katlanılabilecek bunca meşakkate o, bir kadın için katlanmıştı. İsim zikredilmeden, bu hâdise, Allah Rasûlü’nün yukarıda zikrettiğimiz mübarek sözüne mevzu olmuştur. Sebebin husûsiyeti, hükmün umûmiyetine mâni değildir. Onun için bu hadîsin hükmü, umumidir, her işe ve herkese şâmildir.
Niyet
Evet, sadece hicret değil, bütün ameller niyete göredir. İnsan hicret etmek istediğinde niyeti, sadece Allah ve Rasûlü olursa, bunun karşılığı olarak Allah ve Rasûlü’nü bulur. Bu namazda da, oruçta da, zekatta da hep böyledir. Yukarıda zikrettiğimiz bir hadîste de ifade edildiği gibi, Allah’ın hakkını gözeten insan, Rabbini hep karşısında bulur. Bu buluş, O’nun rahmet, inayet ve keremi şeklinde olur. İnsan, bunları bulduğunda coşar, kendinden geçer ve secdeye kapanarak Rabbine yakınlığını arttırmaya çalışır... Ve Rabbine yaklaştıkça da bütün amellerine bu duygu, düşünce hakim olur. Bu hakimiyetin gölgesinde, her şeyin değişip başkalaştığı âleme geçtiğinde, yani kabirde, berzahta, haşirde, sıratta da yine Rabbini hep karşısında bulur. Şayet amelleri, onu Livâü’l-Hamd’e ulaştırabilirse, orada da İki Cihan Serveri’ne mülâki olur ve tasavvurlar üstü bir maiyyete erer.
Halbuki, niyeti Allah olmayan bir insan, bütün sa’y ü gayretine rağmen, eğer hicretten maksadı bir kadınsa, bütün o meşakkatler cismaniyete ait zevkler için çekilmiş.. ve bir ma’nâda katlandığı her şey hebâ olup gitmiş sayılır.
Hep cismaniyetini yaşayan, hep bedenî hayatla oturup kalkan, hiçbir zaman vicdan ve ruhunun sesine kulak asmayan bir insan, boşa oturup kalkacak, şurada-burada ömrünü beyhude tüketecek ama, kat’iyen hayatını Cenâb-ı Hakk’ın rızasına göre ayarlayan insanların elde ettiği neticeyi elde edemeyecektir. Zaten başka bir hadîslerinde de Efendimiz: “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” buyurmaktadır. Zira insan, ne kadar gayret ederse etsin, niyetindeki ameli yakalayamaz. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetidir ki, yapılan amelden ziyade, içteki niyete göre muamele etmektedir. Dolayısıyla, insanın niyetinin, ona kazandırdığı elbette yaptıklarından daha fazla olacaktır. Evet işte bu yönüyle de mü’minin niyeti amelinden daha hayırlıdır.
Mevzuyla alâkalı olması yönünden şu hadîs’e de dikkatinizi rica edeceğim. Efendimiz bir hadîslerinde:
“Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o salah bulursa bütün ceset salah bulur; eğer o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin o, kalptir” buyurmaktadır.
İhlasınız olursa zemini bulup serptiğiniz bütün tohumlar hayattar olur. Başlangıçta rüşeymler gibi zayıf ve çelimsizdirler ama, zamanla salınan selviler haline gelirler. Ve siz, ötede onların gölgesinde yaşarsınız. Evet, onlar, sizin niyetlerinizin sıhhati ölçüsünde serpilir gelişir ve cennet meyveleri halinde karşınızda arz-ı endâm ederler.
Niyetle insanın âdet ve alışkanlıkları, birer ibadet hükmüne geçer. Akşam yatarken gece ibadetine niyetli olan bir insanın, uykudaki solukları dahi zikir yerine geçer. Zaten böyle olmasaydı, bu kadar az zamanda, bu kadar az amelle cennet nasıl kazanılırdı ki?.. Evet, eğer mü’mine ebedî bir hayat verilecekse, bu onun ebedî kulluk niyetine bahşedilmiş bir lütuf olacak ve dolayısıyla da ona ebedî cenneti kazandıracaktır. Diğer kutupda kâfir için de durum aynı şekildedir. Yani o da ebedî cehenneme müstehak, demektir.
Evet biz, niyetimizdeki ebedî kulluk düşüncesiyle cennete hak kazanıyoruz. Kâfir de niyetindeki ebedî nankörlük azmiyle. Evet, amellerin en küçüğünden bila-istisnâ, en büyüğüne kadar bütününe değer ve kıymet kazandıran ve âdetâ onlara hayatiyet kazandıran ancak ve ancak niyettir.
Hatta, iyiliklerde sadece niyetin kazandırdığı çok şey vardır. Meselâ bir insan, bir haseneye niyet etse de onu yapamasa yine bir sevap alır. Eğer onu yaparsa, durumuna göre bazan on, bazan yüz, bazan da daha fazla sevap kazanır. Halbuki kötülükler, niyette kalsa günah yazılmaz, yapıldığı zaman da sadece bir günah yazılır. Elbette ki her kötülüğün günahı da kendi cinsinden bir cezayı gerektirir.
Hicret
Bu arada hadîste, hicrete ayrı bir ehemmiyet verildiği de gözden kaçırılmamalıdır. Gerçi husûsi ma’nâsıyla hicret bitmiştir. Zira Allah Rasûlü:Mekke fethinden sonra hicret yoktur” buyurmaktadır. Fakat umûmi ma’nâsıyla hicret devam etmektedir ve kıyamete kadar da devam edecektir. Çünkü, hicret, cihadla ikiz kardeştir, beraber doğmuşlardır ve beraber yaşayacaklardır. Cihadın kıyamete kadar devam edeceğini de bildiren yine bizzat Efendimiz’dir. O, bu mevzuda şöyle buyurmaktadır: “Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir.”
Evet, anadan, babadan, yardan, yârandan ayrılıp, muhtaç bir gönüle, hak ve hakikatı anlatabilme uğruna memleketini terkedip, diyar diyar dolaşan her dâvâ adamı, her inanmış insan, hiç bitmeyen bir hicret salih dairesi içindedir ve bunun sevabını da mutlaka görecektir.
Diğer taraftan, Allah ve Rasûlü yolunda yapılan hicrete lütfedilecek belli ve muayyen bir sevaptan bahsedilmemektedir. İhtimal ki bu türlü amellerin sevabı ötede birer sürpriz olarak verileceğine işaret içindir. Melekler bu ameli, aynıyla yazarlar; mükafatını da Cenâb-ı Hakk, bizzat kendisi takdir buyurur.
Hadîsin başındaki hasr’ı ifade eder. Böylece ma’nâ; ancak ameller, niyetle amel haline gelir.. demek olur ki, bu da niyetsiz hiçbir ibadetin makbul olmadığı ma’nâsına gelir. Nitekim insan, niyetsiz bin rekat namaz kılsa, senelerce aç kalsa, malının hepsini sarfetse, hacca ait rükünlerin hepsini niyetsiz olarak ve haccı kasdetmeden yerine getirse, bu insan ne namaz kılmış, ne oruç tutmuş, ne zekat vermiş ne de hacca gitmiş olur. Demek ki bütün bu hareket ve davranışları ibadet haline getiren insanın niyetidir.
Günahlardan Hicret
Mevzua bir kere daha göz atacak olursak görürüz ki, Allah Rasûlü, evvela, niyet gibi şümullü bir mevzuyu üç kelime ile izah etmiş; ardından da hicret gibi, çok muhtevalı bir hususa iki üç cümleyle işarette bulunmuştur.. günahları terk etme ma’nâsına gelen hicretten başlayarak, kıyamete kadar cereyan edecek olan, hak yolundaki bütün hicretleri, bütün muhaceretleri, “sehl-i mümteni” bir üslupla hem de bir iki cümleye sıkıştırarak ifade etmek, ancak beyanı lal ü güher o Zat’ın işi olabilir. Şu hususu da açmak yararlı olacak; en büyük muhacir günahlardan uzaklaşan ve Allah sevgisinin dışında kalan bütün sevgileri kalbinden silip atandır. Bir gün İbrahim b. Edhem, Rabbine şöyle dua eder: “Ya Rabbi, Sen’in aşkına tutuldum. Sen’den gayrı her şeyi terk edip huzuruna geldim. Seni gördükten sonra, bakışlarım başka şey görmez oldu...”
O, tam bu dualarla dopdolu olduğu ve bu duanın manevî atmosferi içinde bulunduğu bir sırada, Kâbe’nin kenarında oğlunu görür. Oğlu da onu görmüştür. Senelerin verdiği hasret, ikisini birbirine koşturur. Tam sarmaş dolaş olurlar ki, hâtiften bir ses gelir: “İbrahim, bir kalpte iki sevgi olmaz!”
İşte o zaman İbrahim ikinci çığlığı basar: “Muhabbetine mani olanı al, Allahım!” Ve oğlu ayaklarının dibine yığılıvermiştir.
Rahmet-i İlâhîye Hicret
Günahlardan kaçıp Rabbin kapısını çalma, O’ndan af fermanı gelinceye dek, kapıdan ayrılmama, bu da bir hicrettir. Şu yakarış bunu ne güzel ifade eder:
“İlâhî, günahkâr kulun sana geldi.
Günahlarını itiraf edip sana yalvarıyor.
Eğer affedersen bu Sen’in şanındandır.
Eğer kovarsan, Sen’den başka kim merhamet edebilir.”
Daha önceleri işleyip durduğu günahları terkettikten sonra, bir daha aynı günaha dönmeyi, cehenneme girmekten daha ızdırap verici bulan bir insan, hep hakiki ma’nâda hicret yolundadır.
Helâl hudutlarının son sınır taşlarını, mayınlı bir tarla gibi görüp oralara yanaşmayan; eline, ayağına, gözüne, kulağına, ağzına, dudağına dikkat eden bir insan, ömrünün sonuna kadar hep hicret ediyor demektir. Bu insan, ister insanlar arasında bulunsun, isterse bir köşede uzlete çekilsin, mukaddes göç gönlünün derinliklerinde onun sadık yoldaşıdır. Ancak uzlette, hicretin ayrı bir buudu vardır. İnsan orada “Üns billah”a ulaşır ve İlâhî nefehatla serfiraz kılınır.
Meseleyi özetleyecek olursak, ayrıca, hadîs-i şerif şu hususlara da delâlet, hiç olmazsa, îmâ ve işarette bulunmaktadır:
a-Niyet, amelin ruhudur; niyetsiz ameller ölü sayılır.
b-Niyet, hasenâtı seyyiâta, seyyiâtı da hasenâta çeviren nurlu ve sırlı bir iksirdir.
c- Amelin amel olması niyete bağlıdır; niyetsiz hicret, turistlik; cihad, bâğîlik; hac, aldatan bir seyahat; namaz, kültür fizik; oruç da bir perhizdir. Bu ibadetlerin, insanı cennetlere uçuran birer kanat haline gelmesi ancak niyet mülâhazasıyla mümkün olur.
d- Ebedî cennet, ebedî kulluk niyeti, ebedî cehennem de ebedî inkâr ve ebedî küfür kastının neticesidir.
e- İnsan niyeti sayesinde, çok küçük bir cehd ve az bir masrafla çok büyük ve çok kıymetli şeyler elde edebilir.
f- Niyet kredisini iyi kullanabilenler, onunla dünyalara talip olabilirler.
g- Dünya ve kadın, nîmet olmaya müsait yaratıldıkları halde, o nîmetlerin sû-i istimâli veya onlarla olan münâsebetlerin şer’î kıstaslara göre ayarlanamaması neticesinde, bu nîmetler Allah ve Resûlünün hoşnutluğuna alternatif olabilir. Dolayısıyla da kazanç kuşağında insana her şeyi kaybettirebilirler...
İşte, bunlar ve bunlar gibi daha nice mes’eleler var ki, herbiri başlı başına birer kitab mevzûu olduğu halde zerrede güneşi gösterebilen ve deryayı damlaya sıkıştırmaya muktedir olan bir Söz Sultanı’nın beyanında, bu koskoca muhtevayı ifade için üç-beş kelime yetmiştir.
2- El ve Dil Belası
Yine cevâmiu’l-kelim’den, Buhâri’nin naklettiği bir hadîste Efendimiz, şöyle buyurmaktadır :“Gerçek müslüman, elinden dilinden müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir. Hakiki muhacir de, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.”
ALINTI