- Peygamber s.a.v. Sevgisini Yerleştirmek

Adsense kodları


Peygamber s.a.v. Sevgisini Yerleştirmek

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Eslemnur
Sat 16 October 2010, 01:58 pm GMT +0200
C. Peygamber (s.a.v.) Sevgisini Yerleştirmek

Kelime-i şahadetin ikinci yarısı, yani "Muhammed (s.a.v.) Allah'ın elçisidir" sözü ancak peygamber sevgisiyle gerçekleşir. Selef ve onları takip eden müslüman nesiller, bu sevgiyi çocukların zihnine ve gönlüne yerleştirme hususunda gereken gayreti göstermişlerdir. Çünkü bu sev­giyle çocuğun his ve duygulan harekete geçer, islam! şuur ve hassasiye­ti artar, her türlü iyiliğe yönelir, tüm problemleri çözülür, maruz kaldığı bela ve musibetler önemsiz hale gelir.

Görülmektedir ki, genel olarak insan psikolojisi yetişme döneminde, çevresindeki en güçlü şahsiyete benzemeye çalışır. Hareket ve davranışında ona özenir, onu örnek ve model olarak kabul eder. îsiamî eğitim, büyük-küçük herkesin Rasulüllah'ın (s.a.v.) şahsiyetine bağlanmasını istemektedir. Çünkü O, sağlam bir model, değişmeyen ve alternatifi olmayan bir örnektir. O, istisnasız tüm insanların en kâmili ve bütün peygamberlerin en üstünüdür.

insan ruhunun dûçâr olduğu stres ve sıkıntılar, her tarafta yaygınlaşan psikolojik ve sinirsel rahatsızlıklar, işte bu sağlam model­den uzaklaşmanın ve Allah'ın Rasulünü örnek almamanın bir neticesi­dir. Yoldan çıkmış nesillerin, bir kimlik boşluğu/bunalımı içinde yaşadıklarını, mevsimden mevsime değişen, Rabbani yol ve metoddan tamamen uzaklaşmış, sapmış ve tükenmiş aktörlerin arkasında koştuklarını, kendilerine asrın mütefekkirleri ve aydınları adını veren -ki şeytan onların kafalarına üflemekte ve beyinlerini yıkamaktadır, on­lar da bunu parlak bir fikir sanmaktadır- bazı kişilere takıldıklarım müşahade ediyoruz. Böylece gelişmekte olan çocuğun, izinden gideceği sürekli ve canlı bir şahsiyetin ne kadar önemli olduğunu-görmekteyiz. Rasûlullah'a (s.a.v.) tabi olmaktan daha faziletli bir yol var mıdır?

1. Peygamber (s.a.v.) sevgisini yerleştirmekle ilgili hadisler:

Ali'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur:

"Çocuklarınızı üç haslet üzerine terbiye edin: Peygambe­rinizin sevgisi, ehl-i beyt sevgisi ve Kur'an tilaveti." [31]

Enes'den (r.a.) rivayet edildiğine göre de bir adam, Rasûlullah'a (s.a.v.) "Kıyamet ne zaman (kopacak)?" sualini sormuştu. Rasûlullah (s.a.v.) "Kıyamet için ne hazırladın?" deyince, adam "Hiçbir şey. Ancak ben Allah ve Rasulünü seviyorum" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) "sen sevdiklerinle berabersin" buyurdu.

Enes derki: "Ben Peygamber'i (s.a.v.), Ebu Bekir'i ve Ömer'i sevi­yorum. Onları sevmekle onlarla beraber olacağımı umuyorum." [32] Malumdur ki Enes, henüz on yaşında küçük bir çocukken gelmiş ve on sene Rasûlullah'a hizmet etmiştir.

2. Peygamber (s.a.v.) sevgisini çocuklara nasıl yerleştirebiliriz?

Sahabe çocuklarının hayatını; onların peygamber sevgisini nasıl kazandıklarım ve hayatlarında peygamberlerinin herşeyden önemli ve değerli varlık haline nasıl geldiğini düşündüğümüzde, onların şu sıfatlarla muttasıf olduklarını görürüz:

a) Rasûlullah'ın (s.a.v.) sesine kulak vermek ve derhal emirlerini yerine getirmek:

Şüphesiz, verilen bir emri hemen yerine getirmek fazla sevgiden kaynaklanmakta ve sevginin bir delili ve göstergesi olmaktadır, işte Ebu Talib'in oğlu Ali (k.v.)... Peygamber'in (s.a,v.) İslama davetine he­men koşmuştu... Hem de hiç bir kimseye danışmadan. Çünkü mesele, iman ve akide meselesiydi. Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. Herke­sin tercih ettiği bir akidesi vardır. O, henüz sekiz yaşında iken hem gizli ve hem de açık safhalarında ilk islam davetiyle birlikte yaşıyordu. Hem de bir korku ve ürperti olmadan Peygamber (s.a.v.) ve zevcesi Hatice ile birlikte Mekke yollarında gizli olarak namaz kılıyordu. Birgün ba­bası Ebu Tâlib onu görmüştü. Ama Ali hiç korkmuyor ve endişe etmi­yordu.

Sonra işte Enes (r.a.)... Küçük çocukken gelmiş on sene Rasûlullah'ın (s.a.v.) hizmetinde bulunmuş, çocukların nezdinde en çok sevilen şeyden uzak kalmış, fedâkârlık etmişti. Rasûlullah'ın (s.a.v.) se­sine kulak veriyor ve emrini derhal yerine getiriyordu. Hemen oyunu bırakıyor ve O'nun emrine itaat ediyordu. Enes der ki: "Rasûlullah (s.a.v.) bana uğramıştı. Ben de çocuklarla birlikte oyun oynuyordum. Bize selam verdikten sonra beni bir işi için gönderdi."

Esasen bu, emir beklemenin de Ötesinde bir davranıştır. Sahabe­nin çocukları doğru ve gerçek sevginin doruk noktasına ulaşmıştı. Sev­gili peygamberlerinin ihtiyaçlarını gözetlerler, o konuşmadan veya birşey söylemeden hemen yerine getirirlerdi. Şüphesiz bu davranış pey­gamber sevgisinin değer ve boyutundan kaynaklanmaktaydı.

İbn Abbas der ki; Peygamber (s.a.v.) helaya girmişti. Ben de he­men abdest suyunu (hazırlayıp) yanına koymuştum. Bunun üzerine: "Bunu kim koydu?" buyurdu. Kendisine durum anlatılınca, "Allah'ım! Onu (İbn Abbas'ı) dinde derin anlayış (fekâhet) sahibi kıl" buyur­du. [33]

Enes de şöyle der: Rasûlullah (s.a.v.) helaya gelirdi. Ben ve Ensardan bir çocuk temizlik yapması için O'na bir su kabı (matara) götürürdük. [34]

Sahabe çocuklarının Rasûlullah’a (s.a.v.) bey'at etmesi de bir nevi hemen verilen bir emre koşmak demektir. Esma bint Ebi Bekr, hicret ettiğinde Abdullah b. ez-Zübeyr'e hamile idi. Küba'ya geldi ve orada Abdullah'ı doğurdu. Sonra lohusa iken tahnik[35] yapması için Rasûhıîlah'a (s.a.v.) gitti. Rasûlullah da (s.a.v.) ondan çocuğu aldı ve kucağına koydu. Sonra bir hurma istedi. Aişe der ki: Hurmayı arayıp bulmak için biraz bekledik. Nihayet Rasûlullah (s.a.v.) hurmayı çiğnedi sonra onu çocuğun ağzına attı. Böylece çocuğun midesine inen ilk şey Rasûlullah'ın (s.a.v.) tükrüğü oldu. Esma şöyle devam etti: Sonra Rasûlullah (s.a.v.) çocuğu sıvazladı, dua etti ve ona "Abdullah" ismini koydu. Abdullah yedi veya sekiz yaşında bey'at etmek üzere Rasûlullah'a (s.a.v.) geldi. Bunu ona babası Zübeyr emretmişti. Rasûlullah, çocuğun kendine doğru geldiğini görünce gülümsedi. Sonra çocuk ona bey'at etti." [36]

işte sahabe çocukları böyle peygamber sevgisiyle büyüdü. Tabii onları buna anaları ve babalan sevkediyordu. Bir kimse gençliğinde nasıl yetişmişse, ihtiyarlığında da öyle olur.

imam Nevevî, yukardaki hadis hakkında şunları söyler:

"Bu, tebrik ve teşrif (kutlama) bey'atıdır, teklif (sorumluluğu ge­rektiren mükellef olma) bey'atı değildir. Zira Abdullah, mükellef olma yaşının altındaydı. [37]

Rivayete göre, Rasûlullah (s.a,v.), Hasan, Hüseyin, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. ez-Zübeyr dışında bir çocuktan bey'at almadı. [38]

b) Çocukların Peygamber'e (s.a.v.) eziyet eden düşmanlarla savaş etmesi:


Abdurrahman b. Avf (r.a.) diyor ki: Bedir savaşının yapıldığı mey­danın ortasında sağ yanıma bir çocuk dikilmiş: "Amcacığım! Bana Ebu Cehl'i göster" diyordu. Abdurrahman ona: "Yavrucuğum! Ebu Cehil'den sana ne! Ne yapacaksın onu?" deyince çocuk: "Vallahi eğer onu görürsem asla bırakmayacağım. Gerçekten o, Allah'ın Rasûlü'ne eza ve­riyordu" dedi. Gördüm ki sol yanımda bir çocuk da öncekinin sorduğunu soruyordu. Sonra savaş kızışıyordu. Abdurrahman b. Avf iki çocuğa yöneliyor ve onlara şöyle diyordu: "Aradığınız adam işte şu, işte Ebu Ce­hil!" Hemen ikisi küçük kılıçlarıyla Ebu Cehil'e koşarlar. Her ikisi de Allah ve Rasûlünün düşmanına önce vurma şerefine nail olmak istiyor­du, ikisi birlikte kuvvetli bir darbe indirince Ebu Cehil yere serilir. Bunun üzerine her ikisi de müjdeyi ulaştırmak için RasulüIIah'a (s.a.v.) koşuyor ve şöyle diyorlardı: "Onu öldüren benim ya Rasulallah!" Ra-sulüllah da (s.a.v.) onlara "Kılıçlarınızı bana gösterin bakalım!" der ve gerçekten de kılıçların üzerinde kan izi görünce onlara: "Evet, her ikiniz (birlikte) onu öldürmüşsünüz" der. [39]

Doğrudan veya dolaylı olarak Rasûlullah'a (s.a.v.) dil uzatan ve eziyet veren kimselere karşı mücadele konusunda selef-i salihin çocukları da aynı yolu takib etmişlerdir.

Bahreyn sakinlerinden bir grup çocuk, ucu eğri deynekle oynanan top oyunu oynamak için çıkmışlardı. Bahreyn piskoposu da orada otu­ruyordu. Birden top piskoposun kucağına düştü ve onu tuttu. Çocuklar topu ondan ne kadar istedilerse de vermekten çekindi, içlerinden bir çocuk, ''Muhammed (s.a.v.) hakkı için istersem onu bize verirsin değil mi?" dedi ama yine -Allah lanet etsin- piskopos vermedi ve Rasulüllah'a (s.a.v.) sövdü. Bunun üzerine bütün çocuklar deynekleriyle onun üzerine geldiler ve ölünceye kadar mel'un adama vurmaya devam ettil­er. Derken bu hâdise halife Ömer b. el-Hattab'a (r.a.) götürüldü. Yemin ediyorum, Hz. Ömer, çocukların bu piskoposu öldürmelerine sevindiği kadar hiç bir fetih ve elde edilen ganimete sevinmemişti. O şöyle dedi: Artık şimdi islam izzet buldu ve güçlendi. Peygamberlerine sövülen küçük çocuklar öfkelenmişler ve zafer elde etmişlerdir. Piskoposun kanı da heder olmuştur; herhangi bir diyet sözkonusu değildir. Allah Teâlâ daha iyi bilir. [40] Müslüman bir çocuk, Rasûlullah'a (s.a.v.) kötülük eden ve sû-i edepde bulunanlardan intikam alamazsa, fasıkların ve münafıkların sözlerini ve meydana gelen olayı Rasûlullah'a (s.a.v.) ve O'ndan sonra da mü'minlere nakleder.

Tefsir kitaplarında "Andolsun, en üstün olan en alçak olanı oradan elbette çıkaracaktır" [41]ayetinin nüzul sebebi hakkında İbn Sa'd ve İbn Ishak şu hâdiseyi nakletmektedir:

Rasûlullah (s.a.v.)[42] suyun yanında iken, su almaya gelen in­sanlar da gelip toplanmıştı. O esnada Hz. Ömer'le birlikte, Ğıfar oğullarından atam çeken işçisi Cehcâh b. Mes'ud da bulunuyordu. Der­ken Cehcâh ile Avf b. el-Hazrec oğullarının müttefiki Sinan el-Cühenî birbirini sıkıştırmışlar ye kavga etmişlerdi. Sinan "Ey Ensar yetişin!" diyerek, Cehcâh da "Ey muhacirler yetişin!" diyerek bağırmışlardı.

Bunun üzerine Abdullah b. Übeyy Ibn Selûl öfkelenmişti. Yanında da kavminden bir grup insan vardı. İçlerinde henüz yeni yetme bir çocuk olan Zeyd b. Erkam da bulunuyordu. Abdullah b. Übey "Onu yaptılar ha, öyle mi?" (Mekke'nin müslüman muhacirleri) şehrimizde sayıca bize rekabet ettiler ve bizim üzerimize geldiler. Vallahi, bizimle şu Kureyş kılıklıların durumu tıpkı adamın "Besle kargayı oysun gözünü!" sözüne benzemektedir. Ama vallahi eğer Medine'ye dönersek, elbette en üstün olan en alçak olanı oradan çıkaracaktır." Sonra etrafındaki Medineli kavmine dönerek şöyle dedi: "işte bu, sizin kendi­nize yaptiklarmızdir. Onları memleketinize siz soktunuz ve mallarınızı onlarla siz bölüştünüz. Ama şimdi vallahi siz ellerinizdekini tutup onla­ra birşey vermezseniz, yurdunuzdan başka bir yere; kendi memleketle­rine dönerler." Zeyd b. Erkam bütün bunları işitmişti. Hemen Rasûlullah'a (s.a.v.) gitti -ki o esnada Rasûlullah (s.a.v.) düşmanından uzaklaşmıştı- ve olup bitenleri O'na bildirdi.

c) Sahabe çocuklarının Peygamber'in (s.a.v,) sevdiği şeyleri sevmesi:

Enes b. Malik (r.a.) diyor ki: "Peygamber (s.a.v.) ile birlikte bir terzi çocuğun yanına girmiştik. Çocuk, Peygamber'e (s.a.v.) içerisinde tirit olan bir tabak sundu. Tiritin üzerinde kabak da bulunuyordu. Çocuk işine yöneldi. Derken Peygamber (s.a.v.) kabağı araştırmaya başladı. Bunu görünce ben de kabağı araştırmaya ve onu Peygamber'in (s.a.v.) önüne koymaya başladım. O zamandan beri ben kabağı hâlâ sevmekteyim." [43]

d) Sahabe ve selef çocuklarının hadis-i şerifleri ezberlemesi:

Mahmud b. er-Rabî' (r.a.) diyor ki: "Ben beş yaşımdayken Peygam­ber'in (s.a.v.) bir kovadaki sudan ağzına alıp yüzüme püskürttüğünü hatırlıyorum." [44]

Hz. Ali'nin oğlu Hasan'a (r.a.) Rasûlullah'tan (s.a.v.) neyi ezberle­diği sorulunca şu cevabı vermiştir: Rasûlullah'tan (s.a.v.) şunu ezberle­dim: "Seni şüpheye' düşüren şeyi bırak da düşürmeyene bak! Çünkü doğruluk rahatlıktır; sükun ve emniyettir. Yalan ise şüphedir."[45]

Semura b. Cündeb diyor ki: Rasulüllah'ın (s.a.v.) zamanında ben bir çocuktum. Ondan (bazı hadisleri) ezberliyordum. Ancak beni burada söz söylemekten alıkoyan, benden daha yaşlı olan kimselerdir."

îbn Abbas diyor ki: "Bir gece teyzem Meymune'nin yanında kaldım. Nihayet müezzin (Bilal) gelerek Rasûlullah'a (s.a.v.) sabah na­mazını haber verdi. Rasûlullah (s.a.v.) hemen namaza çıktı ve şöyle dua ediyordu:

"Allah'ım! Benim kalbime bir nur, dilime bir nur» kulağıma bir nur, gözüme bir nur, arkama bir nur, önüme bir nur, üstüme bir nur, altıma bir nur ver! Bana büyük bir nur ihsan eyle!" [46]

Ebu Cuhayfe anlatıyor: Peygamber (s.a.v.) Mekke'de Ebtah adı ve­rilen yerde kendisi için kızıl bir deriden yapılmış bir çadırın içinde iken yanına geldim. Derken Bilal, Peygamber'in (s.a.v.) abdest suyunu çıkardı. Orada bulunanlardan kimisi ondan hemen bir miktar su elde etmiş, kimisi de serpintisine nail olmuştu. Bilahare Rasûlullah (s.a.v.) kırmızı bir elbise (hülle) içinde çıktı. Onun inciklerinin beyazlığını hâlâ görür gibiyim. Abdest aldı, Bilal de ezan okudu. Ben onu şu tarafa bu tarafa yani, sağa ve sola dönerken takip etmeye başladım. "Haydi namaza haydi felaha!" diyordu. Sonra Rasûlullah (s.a.v.) için (sütre olmak üzere) ucu demirli bir deynek dikildi. O da kalktı, ikindi namazım iki rek’at olarak kıldırdı, önünden eşek ve köpek geçiyor ama engellenmiyordu. Sonra Medine'ye dönünceye kadar namazları hep iki rek'at olarak kıldırmaya devam etti."[47]

Şimdi, ünlü alim ve büyük mücahid İbn Teymiyye'nin çocukluk dönemiyie alâkalı ilginç bir olay nakledelim. Muhammed b. Ahmed Abdulhâdî "el-Ukûdü'd-Dürriye min Menakıb-ı Şeyhi'l-İslam İbn Teymiyyye” adlı eserinde der ki: Zeka üstünlüğü, hafiza gücü ve pratik an­layışlarıyla Şamlıların müstesna bir yeri vardır. Halebli bir alim Şam'a gelerek:

"Çeşitli bölgelerde duydum, burada Ahmed b. Teymiyye adında hafızası çok sağlam ve çok kuvvetli bir çocuk varmış, belki onu görebilirim düşüncesiyle gelmiştim" deyince, terzi bir adam ona şöyle dedi:

'Burası, onun medresesinin yoludur. Şu ana kadar o gelmedi. Yanımızda biraz otur, medreseye giderken buradan geçer." Halebli alim biraz oturduktan sonra iki çocuk geldi. Terzi: "işte şu yanında büyük yazı malzemesi bulunan çocuk Ahmed b. Teymiyye'dir" deyince, alim zat onu çağırdı. Elindeki yazı malzemesini çocuktan alıp baktıktan son­ra ona şöyle dedi:

"Yavrum! Bunu sil de   ben sana yazacağın başka şey dikte edeyim."

Çocuk söyleneni hemen yaptı. Halebli alim ona onbir veya onüç hadis metni yazdırdı ve "Bunu bana oku!" dedi. Çocuk onları yazdıktan sonra yalnız bir defa düşündü/tekrar etti. Sonra onu Halebli alime verdi ve:                                                                                               

“Beni dinle" diyerek en güzel bir şekilde o hadisleri okudu. Bu­nun üzerine o zat ona:

“Yavrum! Bunları sil" dedi. O da hemen dediğini yaptı ve alim zat, seçmiş olduğu birkaç hadis senedi daha yazdırdı. Sonra çocuğa: Bunları oku" dedi. O da öncekinde yaptığı gibi baktı ve yine ilkinde olduğu gibi onları da dinletti. Bunun üzerine Halebli alim ayağa kalka­rak şöyle dedi: "Eğer bu çocuk yaşarsa, onun elbette büyük ve önemli bir yeri olacaktır. Çünkü böylesi görülmemiştir." [48]

aa) Hadis ezberleyen çocukların ödüllendirilmesi:

ibrahim b. Edhem diyor ki: Babam bana "yavrucuğum! Hadis tah­sil et. Ne zaman bir hadis duyar ve onu ezberlersen sana bir dirhem [49]var" derdi. Ben de bundan dolayı hadis öğrenmek isterdim." [50]

bb) Hadis öğrenme karşılığında selef çocuklarının alimlere hizmeti:

Süfyan b. Uyeyne diyor ki: Babam Kûfe'de sarraf idi. Derken çok borçlanınca Mekke'ye taşındık ve öğle namazı için mescide döndük. Ben mescidin kapısına varınca, eşek üzerinde yaşlı bir adam bana:

"Oğul! Şu hayvanı tut da mescide girip namaz kılayım" dedi. Ben de ona:

"Bana hadis nakletmeden bunu yapmam" dedim. O:

"Hadisi ne yapacaksın?" diyerek beni küçük gördü. Ben de:

"Sen hadis rivayet et" deyince O:

"Cabir bana Abdullah'tan, o da İbn Abbas'tan" diyerek bana se­kiz hadis nakletti. Bunun üzerine ben onun eşeğini tuttum ve bana nak­lettiği hadisleri ezberlemeye başladım. Adam namazını kılıp çıkınca şöyle dedi: "Rivayet ettiğim hadislerin sana ne faydası oldu? Sadece beni alıkoydun." Ben de:

"Sen   bana   şöyle   şöyle   hadis   naklettin"   diyerek   bana söylediklerinin hepsini ona tekrarladım. Bu durum karşısında O:

"Allah seni mübarek (bereketli) kılsın! Yarın hadis meclisine gel..." dedi. Meğer o Amr b. Dinâr'mış. [51]

cc) Selef-i salibin çocuklarının hadis öğrenimi için hicret ve yolculukları:

Ali b. Âsim babasının hadis öğreniminden bahsederken der ki: Babam bana ytizbin dirhem verdi ve: "Git, yüzbin hadisin dışında sen­den başka birşey istemiyorum" dedi.

Ali h. Asım söz konusu ilim yolculuğunu şöyle anlatır: Mansûr ile görüşmek üzere ben ve.Hüşeym, Vasıftan Kûfe'ye hareket ettik.

Vasıftan çıkıp birkaç fersah yürüdüğümde Ebu Muaviye [52]veya bir başkası ile karşılaştım. Ben, "Nereye gitmek istiyorsun?" deyince o, "Üzerimdeki borcu ödemek için çalışıyorum" dedi. Ona dedim ki: "Benimle birlikte dön! Çünkü dört bin dirhemim var, bunun ikibinini sana veririm." Ben döndüm. Ona da ikibin dirhem verdim. Sonra çıktım, Hüseyin Kûfe'ye sabah, ben de akşam vaktinde girdim, Hüşeym gitti, Mansur'dan kırk hadis işitti. Ben de hamama girdim. Sabah olun­ca çıktım, Mansur'un kapısına geldim. Ama bir cenaze ile karşılaştım. "Bu nedir?" diye sordum. Orada bulunanlar, "Mansur'un cenazesidir" dediler. Ağlayarak bir müddet oturdum. Orada bulunan yaşlı bir zat bana: "Ey delikanlı! Neden ağlıyorsun?" dedi. Ben de: "Şu şeyh (hadisçi) den hadis dinlemek üzere gelmiştim ama o ölmüş" dedim. O zat bana: "Bunun anasının evlendiği günü/düğününü gören kimseyi (ki, o zât bu ifadeyle kendisini kasteder) sana göstereyim mi?" dedi. Ben "Evet" deyince, o zat: "Yaz! İkrime, Îbn Abbas'tan bana rivayet etti" dedi. Ben de bir ay ondan hadis yazmaya başladım. Ona dedim ki: "Allah sana merhamet eylesin! Kimsin sen?" O da bana şu cevabı verdi: "Sen benden bir aydan beri hadis yazıyorsun, beni tanımadın mı? Ben Husayn b. Abdirrahman'ım." İbn Abbas'a kavuşabilmem için yedi veya dokuz di­rhem gerekiyordu.[53] Bu yüzden îkrime İbn Abbas'dan işitiyor, sonra geliyor bana rivayet ediyordu.[54]

Malının yarısını sarfeden, zamanını tüketen ve vatanını terkeden şu delikanlının fedâkârlığına bir bakın! Şeyh Mansûr ile görüşemedi ama Allah Tealâ ona şeyhlerin şeyhi ve hocaların hocası Husayn b. Abdirrahman'ı nasip etti. Şüphesiz bu, ilim tahsili yolunda çok ihlaslı olmanın ve Rasulüllah'a (s.a.v.) olan samimi sevginin bir göstergesidir.

dd) Kız çocuklarının hadisleri ezberlemesi:


ez-Zebidî diyor ki: Malik b. Enes'in, ilmini yani, Muvatta'ını ez­berleyen bir kızı vardı. Kız, kapının arkasında dururdu. Hadis için ge­len öğrenci hatâ ettiği zaman kızı kapıyı çalardı. Malik de durumu he­men anlar, öğrencinin yeniden okumasını ister ve yanlışını düzeltirdi.[55]

ee) Çocuklar, hadis rivayeti ve hadis fıkhına[56]önem veriyorlardı:


Mü'minlerin annesi Aişe (r.a.), yeğeni Urve b. ez-Zubeyr'e şöyle demişti: "Yavrucuğum! Bana gelen habere göre sen benden bir hadis yazıyormuş sun. Sonra dönüp tekrar (başkasından) yazıyormuşsun!" Urve: "Senden onu bir şekilde işitiyorum sonra dönüyorum ama o hadisi başka bir şekilde dinliyorum" deyince, Aişe (r.a.): "Peki mânâda bir değişiklik işitiyor musun?" suâlini sordu. Urve de buna "hayır" cevabını verince, Aişe (r.a.): "Bunda bir sakınca yok" dedi.[57]

e) Çocukların Rasûlüllah'ın (s.a.v.) siret ve hayatını öğrenmesi ve bunun onlar üzerindeki tesiri:

Sahabe ve selef, çocuklarına Peygamber'in (s.a.v.) sîret ve yaşayışını öğretme hususunda hırs ve hassasiyet göstermiş, Kur'an eğitimiyle birlikte onlara siyer dersi vermişlerdir. Çünkü siyer yani, Peygamber'in (s.a.v.) hayat tarzı, Kur'an'ın mânâ ve hükümlerinin bir tercümanıdır. Aynı zamanda siyer, insanın duygu ve ruh dünyasını et­kiler ve onlan harekete geçirir. Beşeriyeti dalaletten hidayete, batıldan hakka ve câhiliyye karanlıklarından islâm nuruna kavuşturmada sevgi ve cihadın mânâ ve fonksiyonunu ihtiva eder.

Sahabeden Sa'd b. Ebî Vakkas'ın oğlu Muhammed'in oğlu ismail der ki: "Babam bize Peygamber'in (s.a.v.) savaş ve seriyyelerini öğretirdi. Ve derdi ki: Yavrucuğum! Bunlar babalarınızın şeref levha­larıdır. Bunları dile getirmeyi ihmal etmeyiniz." [58]

Hz. Ali'nin torunu Zeynelâbidin (r.a.) der ki: "Biz Kur'an sûrelerini öğrettiğimiz gibi, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) savaşlarını da öğretirdik." [59]

Şimdi büyük davetçi ve üstün ahlâk sahibi Ebu'l-Hasen Ali en-Nedvi ile birlikteyiz. Bu büyük âlim "Medine'ye Giden Yol" adlı kit­abında "Faziletini unutamadığım kitap çocukluk günlerimde siret yol­culuğu" başlığı altında bize başından geçen bir hadise anlatmaktadır. Sözkonusu siyer kitabının, bu büyük alimi, bu büyük davetçi ve mücahidi nasıl sarstığını ve nasıl etkilediğini birlikte görelim.

"Bugün, üzerimde büyük tesiri va faydası olan -olmaya da devam eden- bir kitaptan bahsedeceğim. Bu kitabın değerli müellifini her za­man rahmetle anmaktayım. Müellif bu kitabı vasıtasıyla kanaatimce imandan sonra hatta diyebilirim ki imanın bir parçası olan en kıymetli hediyeyi bana vermiştir. Sözünü ettiğim bu kitap, -Allah rahmet eylesin- el-Kâdî Muhammed Süleyman el-Mansûrfûrî'nin "Sîret ti Rahme-ti'1-Âlemîn" adlı eseridir. Bu kitabın ilginç bir hatırası vardır:

Allah rahmet eylesin en büyük biraderim[60], küçüklüğümde okumam gereken kitapların seçiminde oldukça başarılıydı. Bana ilk ola­rak Hindistanlı bir yazarın "Sîret Ü Hayri'l-Beşer" adlı kitabını ver­mişti. O, Rasûlüllah'ın (r.a.) suretiyle ilgili kitapları okumaya çok düşkündü. Çünkü o, sîret, akide ve ahlakın oluşturulmasında, imanın sağlamlaştırılmasında bu kitapların en büyük etkiye sahip olduğunu iyi biliyordu.

Bu yüzden ben siyer kitaplarım alıp okuma sevgisi ve hırsıyla yetiştim. Birgün, "Sîret ü Rahmeti'l-Âlemin" kitabına gözüm ilişti. Ben kitap kataloglarına, ilan ve reklamlarına çok bakardım, iki cildi basılan bu kitabı hemen mektupla istedim. Henüz on veya onbir yaşımda idim. Küçük bütçem onu satın almaya da müsait değildi. Fakat özellikle sözünü ettiğim asırda çocuklar, iktisat bilgisi ve bütçe disiplinini dik­kate almıyor, his ve içgüdüleriyle hareket ediyorlardı.

Nihayet postacı, küçük köyümüzün postanesinden aldığı kitabı ge­tirdi. Baktım ama ödemeli olarak gelen kitabın bedelini ödeyecek du­rumda değildim. Allah rahmet eylesin anam da -yetim çocuğunun gönlünü almaya düşkün olmasına rağmen- parayı ödeme hususunda mazeret beyan etti. Çünkü o anda parası yoktu, Baktım, bu işte, küçük efendimiz Umeyr b. Ebî Vakkas'ın başvurduğu şefaatçiden/vasıtadan başka kendim için bir çıkar yol göremedim. Rasûlüllah (s.a.v.) küçük sahabi Umeyr'in şefaatçisini kabul etmiş, Bedir savaşma katılması için ona izin vermişti, işte bu şefaatçi/vasıta, Allah ve salih kulları nezdinde kabul gören ve duyulan günahsız ve tertemiz gözyaşı ve ağlamadır. Öyle de oldu. Şefkatli anamın kalbi bundan dolayı rikkate geldi, yumuşadı. Kitabın bedelini bulup ödemek için elinden gelen gayreti gösterdi ve ben de kitabı aldım. Kitabı okumaya başladım. Kitab da kal­bimi harekete geçirmeye ve sarsmaya başladı. Tabîi bu, sert ve rahatsız edici bir sarsıntı değil, yumuşak bir sarsıntıdır. Soğuk altında taze ve yumuşak dalın titrediği gibi, kalbim de bu kitap için titriyor ve coşuyordu, işte, büyük fatihlerin ve kahramanların biyografisi ve hayatı hakkında yazılan kitaplarla, Peygamber'in (s.a.v.) sîreti ve hayatı hakkında yazılan kitaplar arasındaki fark budur. Birincisi kalbi sıkıştırır ve rahatsız eder. ikincisinin ise rahat ve huzur veren hoş bir sarsıntısı vardır.

Nefsim bu kitaba cevap vermeye ve onu kolaylıkla hazmetmeye başladı. Sanki onunla bir randevusu vardı. Bu kitabı okurken garip bir lezzet duydum. Bu, küçüklüğümde bildiğim bütün lezzetlerden ayrı bir lezzetti... Hâlâ da yufka yürekli ve duygu yüklüyümdür. Bu; aç bir günde çok arzu edilen güzel bir yemeğin; yorucu ve yoğun bir meşguliyet ve araştırmadan sonra nefes alma ve dinlenmenin; bayram gününde giyilen yeni bir elbisenin; çok istenen bir oyunun; müsabakadaki bekleyiş ve zaferin; eski bir dostun veya değerli bir mis­afirin ziyaretinin lezzeti değildir. Bu, bunlardan hiçbirine benzemeyen bambaşka bir lezzettir. Bu, tadım bildiğim ama tamtamadığım bir lez­zettir. İtiraf etmeliyim ki, bugüne kadar onu dikkatle tavsif edemedim ve bir kelime ile açıklayamadım. Söyleyebileceğim son şey şudur: Bu ru­hun lezzetidir. Çocuklar ruhi lezzeti duymazlar ve bilmezler öyle mi? Hayır vallâhî... Çocuklar açıklamaktan aciz olsalar da, daha sağlam bir duygu ve daha ince bir ruh yapısına sahiptirler.

Bu alâka uyandıran ve coşku veren kitapta Kureyş'ten İslâm'a gir­ip de, çeşitli işkencelere reva görülen ve bütün bunlara sabır ve metane­tle hattâ lezzet ve sürurla tahammül eden müslümanların başından geçenleri okuyordum. Tüm bunlar karşısında burada, birçok güçlü, zen­gin ve hayatında mutlu sanılan insanın bilmediği bir lezzet bulun­duğunu hissediyordum. O da, hak ve doğru yolda dövülmek, inançtan dolayı baskı ye işkence görmek, Allah yolunda zulüm ve eziyete maruz kalmaktır. Kuvvet ve zafer lezzeti bu lezzete denk olamaz. Ben kendi nefsimin bu lezzet ve bu şerefle mutlu olmayı temenni ettiğini -ömürde bir defa da olsa- gördüm.

Peygamber'in (s.a.v.) Mekke'den, Medine'ye yaptığı hicreti oku­dum. Yazarın anlattığı bu hadiseden daha canlı ve daha etkili bir kıssa bilmiyorum. Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) Medine'ye giriyor. Bütün gönüller O'na bağlanmış, bütün gözler O'na dikilmişti, insanlar kabile kabile ge­liyor, ihlas ve samimiyetle "Bize buyurun Ya Rasûlallah!" diyordu. -Anam babam kendisine feda olsun- Rasûlüllah da (s.a.v.) "Deveyi kendi haline bırakınız! Zira o memurdur; uygun olanı yapacaktır" buyuruyordu. Sonra deve bugünkü mescidinin kapısına çöküyor ve kalkmamak için de dayatıyordu. Bu en büyük şeref Ebu Eyyub el-Ensârî'nin oluyor; Rasûlüllah'ın (s.a.v.) yük ve eşyasını alıyor evine koyuyordu. Ben, Allah'ın kendisine verdiği bu şereften dolayı Ebu Eyyub'un duyduğu se­vinci ve misafiri ağı rlam asındaki ihlas ve samimiyetini okuyordum. Bütün bunları okuyor ve kalbimin benden ayrılıp Rasûlüîlah'ın (s.a.v.) devesine arkadaşlık ederek kafile içinde Medine'ye girdiğini hissediyor, bütün bunları gözlerimle adeta görüyor gibi oluyordum.

Kralların, fatihlerin, büyüklerin ve zenginlerin bir ülkeye girişlerinin zayıf ve temelsiz olduğunu, insanlar arasındaki sevgi ve samimiyetin geçici ve eriyip yok olduğunu biliyor ve düşünüyordum. Bu manzara benim ruhumda ve hafızamda canlandı.

Vefa, ihlas, kahramanlık, inanç ve güzel ahlakta tarihin daha büyüğüne, daha ilginç ve daha güzeline şahit olmadığı bir kıssayı, Uhud savaşını okuyordum. Enes b. Nadr'ın (r.a.) oturup da kendilerini tehlik­eye atan ve "Rasûlüllah (s.a.v.) öldürüldü!" diyenlere söylemiş olduğu şu söz beni gerçekten çok etkiledi: "Rasûlüllah'tan sonra yaşayıpta ne ya­pacaksınız; O'ndan sonra yaşamanın ne zevki kalır? Rasûlüllah'm (s.a.v.) öldüğü gaye uğruna ölünüz." Şunları söyleyen bir sahabinin sözü de beni çok sarstı: "Gerçekten ben Uhud'un ötesinde Cennet'in kokusu­nu duyuyorum." Onun son arzusu Rasûlüîlah'ın (s.a.v.) huzuruna götürülmekti. Artık o, dünyasının son günlerini yaşıyordu. Derken, canım verirken onu getirdiler ve Rasûlüîlah'ın (s.a.v.) huzurunda son nefesini verdi.

Ebu Dücane (r.a.), Rasûlüllah'ın (s.a.v.) önünde kendini nasıl siper etti? Koruyup kollamak için Rasûlüîlah'ın (s.a.v.) üzerine eğilirken, ok­lar Ebu Dücane'nin sırtına yağıyordu. Peygamber (s.a.v.) sevgisi ile alâkalı daha nice hadisler... Ben bu kitabı okumayı sürdürürken, bazan içimden ağlamak gelirdi ağlar, bazan da coşku gelirdi güler ve sevinir­dim. [61]

f) Anaların, çocuklarına bereket olması için Hasûlüllah'ın (s.a.v,) eser ve eşyasına düşkünlüğü:

Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor: Peygamber (s.a.v.) Ümmü Süleym'in evine girer de o yokken yatağında uyurdu. Birgün yine gelerek yatağında uyudu. Hemen ümmü Süleym'e gidilerek: "işte Peygamber (s.a.v.) evinde senin yatağında uyudu" denildi. Ümmü Süleym hemen geldi. Peygamber (s.a.v.) terlemiş ve teri yatağın üzerindeki deri parçasına toplanmıştı. Bunu gören Ümmü Süleym çantasını açtı. Teri kurulamaya ve onu kavanozuna sıkmaya başladı. Derken Peygamber (s.a.v.) uyandı ve: "Ne yapıyorsun ey Ümmü Süleym?... dedi. O da: "Ya Rasûîallah! Çocuklarımız için bunun bereketini umuyoruz" deyince, Peygamber (s.a.v.): "isabet ettin" buyurdu.[62]

Bu ince ruhla, Rasûlüllah'a (s.a.v.) olan yüce sevgiyle, büyük bir alaka ve hırsla akıllı ana, Peygamber'in (s.a.v.) eser ve bıraktığı şeylerle yavrusuna faydalı olmak için elinden geleni yapıyordu. Rasûlüîlah (s.a.v.) "isabet etin" sözüyle bu davranışı benimsediğini göstermekteydi.

g) Sahabe çocukları Peygamber'in (s.a.v.) şemail ve yüce vasıflarını ezberlerlerdi:


Tâbîûndan Salih b. Mes'ud der ki: Ebu Cühayfe'ye (r.a.): "Bana Peygamber'den (s.a.v.) bahset!" dedim. O da: "Rasûlüllah beyaz tenli idi. Sakalı ağarmaya başlamıştı" dedi.[63]

Peygamber'in (s.a.v.) vefatında buluğ çağına henüz yeni yaklaşmış olan küçük sahabî Ebu Cuhayfe, başka bir rivayette de Rasûlüllah'ı (s.a.v.) şöyle tanıtıyor: "Ben Rasûlüllah'ı (s.a.v.) gördüm. Şurası, yani alt dudak ile çene arası beyazdı. Kendisine: "O gün sen kim gibiydin; duru­mun nasıldı?" diye sorulunca, "Okun tüyünü takıyordum" cevabım ver­di.[64]

Hz. Ali'nin oğlu Hasan (r.a.) der ki: Dayım Hind b. Ebi Hâle'ye Rasûlüllah'm (s.a.v.) hilyesini (yani evsaf ve onun şemailini) sordum. Dayım Vassaf idi.[65]Bu konuda onunla ilgili birşey anlatacağını umuyordum, O şöyle dedi:

"Rasûlüllah (s.a.v.) saygın ve herkesten hürmet görürdü. Yüzü ayın ondördü gibi parlardı, Orta boylu ve vakar sahibi idi. Saçı ne kıvırcık ne de düzdü. Saçı kendiliğinden ikiye ayrılabilirdi. Özellikle ayırmaya çalışmazdı. Beyaz tenli ve parlak idi. Geniş alınlı idi. Kaşları gür ve mükemmeldi. Kaşlarının arası açık olup burada öfke halinde be­liren bir damar bulunuyordu. Burnu ince ve güzeldi. Burnunda bir nur vardı. Yükselen bu nuru farkedemeyen ve düşünemeyen kimse, burnu­nun uzun olduğunu zannederdi. Sakalı gürdü. Göz bebeği siyah, yanak­ları biçimli idi. Ağzı biraz büyük idi. Dişleri seyrek, ince ve beyazdı. Göğsünün ortasından göbeğine kadar uzanan kıllar ince ve güzel görünüm arzediyordu. Vücudu düzgündü. Cüsseli ama eti sık idi. Karnı ve göğsü eşitti. Göğsü ve omuzlarının arası genişti. Kemikleri kalın idi. Vücudu pırıl pırıl parlardı. Boyun ile göbek arasım çizgi gibi kıllar bağlamıştı. Memelerinde kıl yoktu. Kolları, omuzları ve göğsünün üst tarafı kıllı idi. Bilek kemikleri uzundu. Avuçları genişti. El ve ayakları inceydi. Uzuvları uyumlu ve güzeldi. Bilek ve ökçe kemikleri dolgun, ayaklanmn alö çukurca idi. Ayaklan yumuşak ve pürüzsüzdü, öyleki üzerinde su durmaz hemen akardı. Yürüdüğünde ne acele ne de yavaş yürürdü. Adımını yumuşak, eşit ve dengeli atardı. Yine, yürüdüğünde, iniş ve engebe bir yerden; yukarıdan aşağıya iner gibi yürürdü. Döndüğü zaman tüm bedeni ile dönerdi. Bakışı vakurdu. Yeryüzüne bakması, gökyüzüne bakmasından daha uzun sürerdi. Bakışının ekseri­sinde ibret ve tefekkür vardı. Ashabını önüne alırdı. Karşılaştığı kim­seye ilkin kendisi selam verirdi." Dedim ki:

"Bana Peygamber'in (s.a.v,) konuşma şeklini anlat!" O da şöyle dedi:

"Rasûlüllah (s.a.v.) devamlı hüzünlü ve düşünceli idi. Rahatı yoktu.  Gereksiz  yere  konuşmazdı.  Sükûtu uzundu.  Konuşmaya başladığı zaman dolgun ve güzel konuşur ve tane tane, kısa ve öz konuşurdu. Lüzumsuz konuşmazdı. Herhangi bir şekilde hakka saldırıldığı zaman, zafer elde edinceye kadar O'nun öfkesi karşısında durulmazdı. Kendi nefsi için öfkelenmez ve kendi nefsi için zafer ve in­tikam peşinde olmazdı, işaret ettiğinde tüm eliyle işaret ederdi. Taaccüp ettiği zaman elinin tersim çevirirdi. Konuştuğu zaman sağ eli­nin baş parmağını sol elinin içine alırdı, öfkelendiği zaman onu yenme­sini bilir, sevindiği zaman da gözlerini yumardı. Gülüşünün ekserisi te­bessümden ibaretti ve bir dolu tanesi/inci gibi parlardı.

Hasan der ki: Bunlan bir süre Ali'nin oğlu Hüseyin'den (r.a.) gizle­dim. Ona anlattıktan sonra da bu konuda beni geçmiş olduğunu gördüm. Babasına Rasûlüllah'm (s.a.v.) girişini, çıkışını, oturuşunu, şekil ve şemailini sordu. Sorulmadık hiçbir şey de bırakmadı."[66