- Paleologoslar'ın Şehri

Adsense kodları


Paleologoslar'ın Şehri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 7 June 2012, 02:30 pm GMT +0200
Paleologoslar'ın Şehri
Önder KAYA • 54. Sayı / TARİH


Paleologoslar’ın devraldığı Konstantinopolis harap olmuş bir vaziyetteydi. Latinler ele geçirdikleri şehri yağmalamaları, zenginliklerin Avrupa’ya taşınması ve önemli ekonomik getirilerin Venediklilerce kullanılması sonrasında, Konstantinopolis’te kurulmuş olan Haçlı Krallığı kısa sürede ekonomik darboğazın içine düştü. Sonuçta Bizans imparatorlarından kalma saray ve anıtlar bakımsızlıktan harabe haline gelmişlerdi. Latinler’in kente katkıları yok denecek kadar azdı. Şehir surlarının bazı yerleri onarılırken, Ortodoks dinî yapıları da Dominiken ve Fransisken tarikatlarına verilmişti ve bu sayede az da olsa onarım görmüşlerdi. Bunlardan biri bugün Vezneciler semtinde bulunan Akataleptos Manastırı ya da Osmanlı devrindeki adı ile Kalenderhane Camii’dir. Fransisken keşişlere tahsis edilen bu yapının güneydeki yan şapeline Aziz Fransis’in hayatına dair bazı sahneler bezenmiştir. Pentopoptes Manastırı ya da Osmanlılar zamanındaki adı ile Eski İmaret Camii de Benedikten keşişlerine bırakılmıştı. Buna karşılık kuruluş tarihi 6. yüzyıla kadar çıkarılan Khora Manastırı, barındırmış olduğu pek çok kutsal emaneti kaybederken, Fatih Parkı’nda bugün harabelerini görebildiğimiz Aya Poliektos Kilisesi’nin pek çok değerli parçası Venedik’e gönderildi ve San Marko Katedrali’nin inşasında kullanıldı.

8. Mihael Paleologos, kenti elde ettikten sonra Venediklilerin bulunduğu Haliç kıyısındaki bazı semtleri ateşe vererek Latinler’in son bakiyelerinin de buradan silinmesine gayret eder. Yine bugünkü Kadırga semtine yakın bir bölgede bulunan Kontaskalion Limanı’nı geliştirerek kentin ticari merkezi konumuna getirmeye çalışır. Böylece Haliç bölgesine ve burada bulunan İtalyan yerleşimlerine alternatif bir merkez oluşturmayı hedefler. Paleologoslar, Osmanlı fethine kadar 192 yıl ellerinde tuttukları bu kenti imar konusunda çok önemli adımlar attılar. Toprakların son derece küçülmüş olması başkent açısından bir şanstır, zira imar faaliyetlerinin önemli bir kısmı bu sayede Konstantinopolis’e kanalize olacaktı. Şehir gerek imparatorlar ve gerekse de devlet erkânı tarafından elverdiğince önemli anıtlarla süslenmeye çalışıldı. Bu dönemde bilhassa dinî mimari açık biçimde ön plana çıkar.

8. Mihael Paleologos hem şehri yeniden Bizans İmparatorluğu’na kazandırmış hem de hızla ihyasına girişmiş bir şahsiyet olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim bugün, onun ve yakın çevresinin ön ayak olduğu pek çok yapı ile karşılaşırız. İmparatorun eşi Teodora, 10. yüzyıl başlarında Bizans donanması komutanlarından Konstantinos Lips tarafından temelleri atılan Lips Manastırı’nı ele alarak eklemeler yapmak suretiyle genişletir. Bugün Aksaray semtinde ve Vatan Caddesi üzerinde bulunan bu yapı aynı zamanda Paleologos ailesinin mezar şapeli olarak da kullanılıyordu. Osmanlı zamanında yeniçeri kışlalarına oldukça yakın bir bölgede bulunan yapı, 1496’da vefat eden Fenarizade Ali Efendi tarafından zaviyeye çevrilecek, 4. Murat’ın sadrazamlarından Bayram Paşa tarafından da elden geçirilecekti. Günümüzde eser Molla Fenari İsa Camii adıyla yaşıyor. Mihael’in bir diğer kızkardeşi Maria da, Çapa-Topkapı arasında abidevi bir başka manastıra imza attı ki, bugün Topkapı yakınlarında bulunan Manastır Mescidi’nin işte bu kompleksin bir parçası olduğu sanılıyor.

İmparatorun yeğenlerinden Teodora da, ikona yanlısı olduğu için öldürülen Giritli Aziz Andreas anısına 8. yüzyılda inşa olunan Kadınlar Manastırı’nı yeniden elden geçirdi. Latin istilası sırasında harabe haline gelen bu eseri bir kilise ve manastır kompleksi olarak inşa ettirdi. Eser, Bizans’ın son dönemlerinde en çok rağbet edilen dinî merkezlerden biri olmuş, Osmanlılar zamanında ise II. Bayezid ve oğlu Yavuz devri sadrazamlarından Koca Mustafa Paşa tarafından kendi adıyla camiye çevrilmiştir ki, bugün de yapının bulunduğu semt Paşa’nın adını taşıyor. İmparatorun bir diğer yeğeni Mihael Glabas da, Haliç’e hâkim bir tepe üzerinde Hz. Meryem’e ithaf ettiği Pammakaristos Manastırı ve Kilisesi’ni inşa ettirir. Sonraki yıllarda Paleologos ailesinin bazı üyelerinin de gömüldüğü bu yapı, İstanbul’un fethinden sonra 1455-1586 yılları arasında “patriklik merkezi” olarak da kullanıldı ve III. Murat devrinde Fethiye adıyla camiye çevrildi.

İnşa değil, ihya

Paleologos ailesinin şehre belki de en ilginç katkısı ise Fener semtinde bulunan ve Ortodoks dünyasının İstanbul’da halen faal en eski dinî yapısı olan Panaia Muhliotissa ya da halk dilindeki yaygın söyleyişle “Moğollar’ın Meryemi” kilisesi. Temelleri 10. yüzyıla kadar dayanan kilise, bugünkü haline 8. Mihael’in kızı Maria Palailegina marifetiyle kavuştu. Söz konusu prensesin oldukça ilgi çekici bir de öyküsü var: Mihael, kızını Anadolu’daki Türkmenler’e karşı bir ittifak oluşturmak amacıyla bölgeyi kasıp kavuran Moğol lideri Hülagü Han’la evlendirmeye karar verir. Görüşmelerden sonra genç prenses 1265’te İran’ın yolunu tutar. Ancak yolda Hülagü Han ölür. Durumdan haberi olmayan prenses, İran’a vardığında normal şartlarda üvey oğlu olacak olan Abaka Han’la evlenmek zorunda kalır. Budist olan Abaka, eşinin de etkisiyle Hıristiyanlara karşı hoşgörülü bir politika takip eder. 20 yıl sonra Abaka Han’ın ölmesiyle prenses Maria baba ocağına döner ve harabe haline gelmiş olan eski bir kiliseyi ele alarak onartır. Hayatının son demlerini de bu kilisenin yakınlarında inşa ettirdiği Kadınlar Manastırı’nda geçirir.

8. Mihael’den sonra da şehirdeki imar çalışmaları devam etmiş ve dönemin genelinde olduğu üzere sıfırdan bir takım yapılar inşa etmek yerine, önceden var olan yapıların ihyası suretiyle Konstantinopolis’e yeni bir çehre kazandırılmaya çalışılmıştır. Bu yapılar içinde en önemlisi bugün de turistlerin en çok ilgisini çeken ve hakkında pek çok araştırma yapılan Kariye Müzesi veya Khora Manastırı’dır. Yapının tarihi çok eski devirlere kadar çıkarılsa da, Justinyanus’un Khora Kilisesi’ni yeniden inşa ettirdiği bilinir. 11. yüzyıldan itibaren Bizans imparatorlarının ikamet için bugünkü Sultanahmet Meydanı’ndan Marmara Denizi’ne kadar uzanan sahada bulunan Büyük Saray yerine Edirnekapı’dan Ayvansaray sahiline kadar uzanan Blakherna Sarayı’nı tercih etmeleriyle yapının da önemi artar. Ancak Khora, Latin istilası sırasında diğer pek çok yapı ile aynı kaderi paylaşır. Khora’yı yeniden ele alan ve bu eserle de adını tarihe yazdıran kişi ise değerli bir âlim ve devlet adamı olan Teodor Metokhites’tir. Eserin girişindeki mozaikten de anlaşılacağı üzere Hz. İsa’ya sunulan bu yapıyı 14. yüzyıl başlarında yeniden ele alan Metokhides, yapının içini son derece güzel fresklerle süslemiştir. Genellikle Hz. İsa’nın yaşamından kesitlerin işlendiği bu freskler, son devir Bizans bezeme sanatının en nadide örnekleri olarak karşımıza çıkar. Metokhides, Khora’yı yeniden görkemli bir şekilde hayata döndürmekle kalmamış, ihya ettiği bu esere gümüş kaplar, ipekli dokumalar ve zengin bir de kütüphane bağışlamıştır. 1328’de gerçekleşen bir saray darbesi ile Trakya’ya sürgün edilen Metokhides, 2 sene sonra kendi inşa ettirdiği manastırda inzivaya çekilmeye mahkûm edilir ve hayatını burada noktalar. Manastır içinde Metokhides için inşa olunan bölüme ise ilerleyen yıllarda şehrin bazı soyluları ve Paleologoslar’dan bazı kişiler gömüleceklerdir. 2. Bayezid zamanında Sadrazam Atik Ali Paşa tarafından camiye çevrilen manastırın içindeki şaheser bezemeler bir müddet korunmuşsa da, 17. yüzyıl’dan sonra tümüyle alçıyla sıvanmak suretiyle kapatılmıştır. Ancak yine de bazı yerlerde mozaikler seçilebildiğinden 19. yüzyıl’da Osmanlı başkentine gelen gezginler tarafından, yapıdan “Mozaik Camii” diye bahsedilmeye başlanınca Avrupa’da da şöhreti artmıştır. 1945’te müzeye çevrilen eser, 12 yıllık bir çalışma sonrasında restore edildi. Günümüzde Paleologoslar devrinin en büyük sanat şaheserlerinden biri olarak ziyaret edilebiliyor.

Yaklaşan son

Bizans için işler 14. yüzyıl’ın sonlarından itibaren hiç de iyi gitmez. 1389’da Osmanlı tahtına geçen Yıldırım Bayezid, şehri iki kez kuşatır. İlk muhasarada Niğbolu Kalesi’ne saldıran Haçlılar, ikincisinden ise Anadolu’ya giren Timur sayesinde kurtulan Bizans’ın Konstantinopolis’i, adım adım mutlak sonuna doğru gitmektedir. Yıldırım’ın çocukları arasında yaşanan Fetret Devri’nde de Musa Çelebi şehri yoklar. Fatih’in babası II. Murat’ın kuşatması ise, isyan eden kardeşi şehzade Mustafa nedeniyle başarısız olur. Bu felaket yıllarında İstanbul artık iyiden iyiye küçülmüş, nüfus açısından da boşalmıştır. Kente gelen seyyahlar bu durumu seyahatnamelere ve çizdikleri gravürlere yansıtırlar. Kent 1344’te şiddetli bir deprem yaşar, ardından da maruz kalınan veba salgını şehri iyice boşaltır. 1430’larda şehre gelen Fransız seyyah Bertrandon De La Broquiere, bir zamanlar kentin can damarı olan Ayasofya ve Hipodrom Meydanı’ndan bahsederken şu ifadeleri kullanır; “Ayasofya’nın önünde çok güzel bir alan var. Burası eskiden güzel duvarlarla kapatılmış saraya benzer bir yermiş, bana söylendiğine ve görünüşünden de anlaşıldığına göre burada yarışlar yapılırmış.” Gerçekten de kent nüfusu son devirlerde büyük ölçüde Haliç kıyısına toplanmış, daha iç kısımlarda yer alan bölgeler ise manastırlara ve tarlalara dönüşmüştü. İspanya’nın Kadiz şehrinden yola çıkarak Semerkant’a Timur’un huzuruna elçi olarak giderken Konstantinopolis’e uğrayan Klavijo bu durumu “şehirde birçok tepe ve vadi, bu vadilerde de ekili alanlar var. Kentin en kalabalık yeri ise Haliç kıyısında ve Galata’ya açılan kapıların bulunduğu yerlerdi” diyerek ifade eder.

Paleologoslar’ın yönetimindeki Konstantinopolis’te, İtalyan kolonileri de yükselişe geçmiş, şehrin tarihinde önemli bir yer işgal etmişlerdi. Konstantinopolis, 10. yüzyıl’dan itibaren İtalyan şehir devletlerinin sistemli yerleşimine sahne olmuştu. Nitekim şehrin ilk İtalyan misafirleri Amalfi, Piza ve Venedikliler idi. İtalyanların ticari açıdan Eminönü semtini tercih ettikleri biliniyor. Bölge gerek Boğaz’dan Marmara Denizi’ne geçiş noktası üzerinde olması ve gerekse de Haliç gibi doğal bir liman bölgesine sahip olması nedeniyle onlar için biçilmiş kaftandı. 11. yüzyıl’dan itibaren Bizans’ın İtalya, Balkanlar, Anadolu gibi farklı cephelerde, güçlü rakiplerle mücadele etmek zorunda kalması, imparatorların donanma yerine kara ordusunu ön plana çıkarmalarına neden oldu. Böylelikle Bizans gün geçtikçe denizlerdeki hâkimiyetini yitirirken, İtalyan şehir devletlerine muhtaç bir konuma geldi. Kentte ekonomik açıdan İtalyan egemenliği o noktaya gelecekti ki imparatorluğun son yüzyılında Cenevizliler’in gümrük geliri, Bizans’ın gümrük gelirinin neredeyse yedi katından daha fazla olacaktı.

Bu döneme kadar Bizans’ın egemenliğini tanıyan Venedik, bu yüzyıldan sonra ticari menfaatlerinin sekteye uğradığı durumlarda Konstantinopolis’i ve Bizans’a ait Ege adalarını yağmalamaktan çekinmedi. 1204’te kentin Venedikliler kanalıyla Haçlılar’a kaptırılması, 1261’de kente yeniden sahip olan Bizans imparatorlarını bir dizi tedbir almaya sevketti. Bu tedbirlerden belki de en önemlisi şehrin ana parçasının Latinler’den temizlenerek onların Galata tarafına atılmasıydı. Esasen Galata tarafına atılanlar Cenevizliler’di. Zira Bizanslılar şehirlerini geri aldıktan sonra Venedik’in en büyük rakibi olan Cenevizliler’e yanaşmışlar ve deniz güvenliği konusundaki açıklarını bu şekilde kapatma yoluna gitmişlerdi. Yine Bizans imparatorları ilerleyen zamanlarda bağımsız hareket etmelerinden korktukları için Cenevizlilere her ne olursa olsun yerleşimlerinin etraflarını korunaklı surlarla çevirmemelerini de şart koşmuşlardı. Ancak buradaki koloninin önce 1296’da Venedikliler’in, sonra da 1302’de Katalanlar’ın saldırısına uğraması karşısında Cenevizliler yerleşimlerinin etrafını 15 metre genişliğinde hendeklerle çevirme izni aldılar. Batı’daki Osmanlı ilerleyişi, taht kavgaları ve Balkanlar’da yaşanan sıkıntılardan istifade ile Cenevizliler zamanla hendek çevresine inşa etmiş oldukları yüksek binaların arasını duvarla birleştirmek suretiyle kolonilerinin etrafını kuşatmayı başardılar. Fatih şehre girdiğinde Galata kolonisi ile ayrıca görüşmüş ve Cenevizliler kentin anahtarlarını Sultan’a savaşsız takdim etmişlerdi.