hafız_32
Thu 30 September 2010, 01:15 pm GMT +0200
Birinci Bölüm
ÖZEL İLİŞKİLERDE MUAŞERET ESASLARI
Konumuza Peygamber Efendimizin bir hadisi ile başlamak istiyorum. O (s.a.v.) buyuruyor ki: «Büyüğümüzün hakkını vermeyen küçüğümüzü sevmeyen bizden değildir.»[8]
Şüphe yok ki, bu hadiste sözkonusu edilen "Büyüklerin Hakkından maksad, onların layık oldukları mertebeye konulmaları ve hak ettikleri saygı ve hürmedin kendilerinden esirgenmemesi-dir. "Bizden değildir" sözünden maksat da, gerçek mü'minlerle bir arada yaşamaya layık görülmemelerindendir. Yoksa, böylesi hadisleri "dinden çıkar, kafir olur" manasında anlamamak gerekir. "Büyüklerimiz" tabiriyle de, genel olarak anne ve babalar, öğretmenler, din ve takvaca üstün olan mü'minler, insanlık yararına ve hayrına hizmet etmekte olan ilim adamları ve yaşça büyük olup toplumca saygı ve hürmete layık görülen her insan kastedilmiştir denilebilir.
Şüphe yok ki, her büyüğün üstünde bir büyük vardır. Büyüklerin de üstünde en büyük (ekber) olan Allah Teâlâ vardır. Aziz ve celil olan Allah'ın da en büyük olarak kulları üzerinde hakkı vardır. Özellikle insanlara her an için yenilenen ve tekrarlanan nimetlerinden dolayı Cenâb-ı Hak'kı zikretmek, şükretmek ve hamd ü sena etmek aklı başındaki her kul için önemli bir görevdir. Allah Teâlâ'nın, zamanın tesbit edilebilen en küçük bir parçasında dahi bizlerden ilişki ve ihsanım kesmesi, bizlerin helaki anlamındadır. O halde her an Allah'a muhtaç olan adil bir kulun görevi her an Onu zikretmektir. Yüce Rab'mı tanımak, Onun hakkı olan ta zım ve hürmet görevini ifa etmenin de âdâb ve erkanı sözkonusudur. Şimdi de Allah'ı zikir ve itaat görevi ifa edilirken uymamız gerekli olan âdâb'dan bahsedeceğiz.[9]
I. Allah İle İlişkilerde Âdâb
Cenab-ı Hak, Kur'ân'ında: «Ben cinleri ve insanları, ancak buna ibadet etsinler diye yarattım» [10]buyurmaktadır.
ibadet kelimesi lügatta, boyun eğmek, içten gelerek emre itaat etmek, saygı duymak, yardım istemek ve emre itaatin en son sınırında bulunmak... gibi anlamlara gelmektedir.
Araplar, çok gidilip gelinmesi sebebiyle üzerinde tümsek ve çukur kalmamış, yola "Tarikun Zû abade" adını verirler. Yani "dümdüz olmuş yol" demektir. Çok sık ve sağlam dokunmuş kumaşa da "sevbün zû abede" demektedirler, işte Arapçada ibadet kelimesi bu manaları taşıyan bir kökten türetilmiş bir kelimedir. Öyleyse ibadet, içerisinde isyan bulunmayan itaat anlamına gelmektedir, denilebilir. Çünkü ibadet, isyanın zıddıdır. ibadet içerisinde isyan ifade eden bir hal ve durum bulunursa, bu hal ve durum, ibadeti ibadet olmaktan çıkartır.[11]
Emre itaatin en son derecesi anlamına gelen ibadet sözcüğünün, Allah'dan başkası için kullanılması Din1 en caiz değildir. Çünkü en büyük nimet ve ihsanın sahibi olan Allah (c.c.) emir ve yasaklarına boyun eğip ibadet edilmeye de ziyadesiyle layıktır. O'ndan başka ibadete layık hiçbir vaylık mevcut değildir.[12]
insanlar de birbirlerinin emir ve yasaklarına itaat eder, boyun eğerler. Ama mü'minler, "Allah'a isyan olan yerde kula itaat caiz olmadığı" için, insana itaatin ibadet derecesine uymazlar. Çünkü kayıtsız, şartsız itaat ancak Allah içindir. Bu sebeple insanın insana ibadet etmesi, taparcasına bağlanması caiz değildir, "sana ibadet ediyorum", "sana tapıyorum", "kayıtsız şartsız emrine amadeyim"... gibi sözler, son derece tehlikeli olduğu için mü'minlerm böylesi sözleri ağızlarına almaları doğru olmaz. [13]
A- İbadette Samimi Ve İhlas Sahibi Olmalı
Aziz ve celil olan Allah'ın emir ve yasaklarına itaat ederken istekli olmak ve içten gelerek yapmak gerekir, isteksiz olarak veya başka maksadları Önplana çıkartarak yapılan itaat ibadet olmayacağı kelimenin anlamında açıktır. Çünkü ibadette içtenlik, samimiyet ve ihlas esastır. Allah (c.c.), Hz. Meryem'e hitapla: «Meryem, Rabbına gönülden gelerek boyun eğ, secde et, rüku edenlerle birlikte sen de rüku et»[14] buyururken, müslümanlara da «Sizden, Allah'a ve peygamberine içten gelerek itaat eden ve hayırlı işler yapanlara mükafaatlarını iki kerre veririz. Ayrıca onlar için cömertçe rızıklar hazırlamışızdır.»[15] ayetiyle ibadetlerin içtenlikle yapılması tavsiye edilmektedir.
Allah'tan başkasına ibadet edenler, Allah'a ibadetlerinde ortak koşanlar, Allah'la beraber başka niyetleri de ibadetlerinde birleştirenler... ibadet ve taatte ihlası yani sırf Allah için olmak özelliğini kaybettikleri için onların itaatlerinin Allah indinde hiçbir değerinin olmadığına dair pek çok ayet ve hadisler vardır.
Bu ve daha bir çok ayetlerden anlaşılıyor ki, Allah'ın razı olacağı itaat ve ibadetlerin mutlaka gönülden gelen arzu ile yapılması ve sırf O'nun için olmasıdır.
Hz. Peygamber ibadetlerin en güzelini "ihsan" sözü ile, meşhur Cibril hadisinde şöyle açıklamıştır: «İhsan, senin Allah'ı görüyor gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmesen de, o seni mutlaka görüyor şuurunda olarak itaat etmendir.»[16] Bu demektir ki, Allah'ın huzurunda ibadet maksadıyla durduğun zaman samimi, ihlaslı ve dikkatli olmak, ibadet âdâb ve erkanına riayet etmek ve hata ve kusur işlememeye gayret göstermek gerekir. Neyi niçin yaptığının farkında olmadan, ibadetlerin adab ve erkanına uymadan, sırf yapmış olmak için yapılan itaat de ibadet sayılmamaktadır. [17]
B- Allah Hakkında Konuşurken Sözlere Dikkat Etmeli
Genellikle insan, nimetlerden istifade ettiği, zaman zaman fayda gördüğü yahut iyilik ve ilgisini umduğu kimselere karşı minnet duyguları taşırlar. Kendisine iyilik eden şahsa saygı ve hürmet gösterme arusunda bulunur, söz ve davranışlarıyla da bu duygusunu izhar etmeye çalışır. Mesela kibar bir insan, çok fazla saygı duyduğu bir büyüğüne "sen" demeyi laubali bulur ve "siz", "sizler" şeklinde hitabetmeyi tercih eder. Hatta daha fazla saygıya layık gördüğü Jbirisi için siz sözcüğü de onun yanında hafif kalacağı için, "zât-ı Âlileri", "Zât-ı Devletleri" gibi daha fazla büyültücö ifadeler kullanmaya çalışır.
insanların bir nezaket olarak söyledikleri bu sözlerin benze: lerine, daha doğrusu saygı değer birine saygılı ifade kullanma üslûbuna Kur'ân-ı Kerim1 de de yer verilmiş olduğunu görmekteyiz. Mesela:
Kur'ân'm Özeti olarak nitelendirilen Fatiha sûresinin başından bir kaç ayeti burada arz edebiliriz. «Hamd âlemlerin Rab':, olan"Allah içindir. (O), Rahman ve Rahimdir. (O), Din Gününü', (hesab günü) sahibidir.»[18] denilirken her an Allah'ın huzurunda bulunan bir kulun, Allah Azze ve Celle'nin huzurunda kendir: muhatab olarak görmeme gibi bir tevazu duygusuyla, karşısında olmayan birisiyle konuşuyormuş gibi bir ifade kullanarak, yan muhatab sıygası yerine gayb sıygası ile sûreye başlaması tefsir lerde, Allah Teâlâ'mn öğrettiği güzel bir nezaket kuralı olarak değerlendirilmektedir. Çünkü yüce olan mutahabı karşısında şah sın kendisini acz içerisinde görmesi ancak bu şekilde ifade edilebilirdi! denilmektedir.[19]
Yine Kur'ân'da Allah Azze ve Celle, Vahdaniyyetinin kesil buna inancımızın da tam olmasına rağmen/kendisinden bahsederken bazen "ben" yerine "biz" tabirini kullanmaktadır: «Hi: şüphe yok ki, zikr'i biz indirdik, O'nun koruyucusu da biziz.[20] «Ölüleri diriltecek olan da muhakkak biziz biz.»[21] ayetlerinde o duğu gibi...
Bu iki ayette görülüyor ki, Yüce Rabbımızm bu şekildeki ifa deleri, muhakkak ki azamet ve büyüklüğünü belirtmek içindi: yoksa ortaklarının bulunduğu anlamında değildir. Bu ve benzer ayetleri okuyan mü'minlerin de Allah'ın bu azametini manada k: bul ettikleri gibi lafızlarla da ifade etmeleri gayesiyle Kur'ân'6 yer verilmiş olabilir! [22]
C- Allah'tan Gelen Her Şeyi Saygı İle Karşılaman
İnanıyoruz ki, hayır ve şerr, her şeyin yaratıcısı Allah Teâla-dandır. Kul yaptıklarıyla imtihan olunmak maksadıyla, dünyada akıl ve iradesi ile birlikte serbest bırakılmıştır. Kişi aklı ile neyi uygun görür ve iradesini de neye yönlendirir ve karar verirse, Allah da onu yaratır. O, hayırlı olanları isteyerek ve severek, şerr olanları da istemediği halde adaleti sebebiyle yaratır. Bu konu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle ifade edilmektedir. «İyilik ederseniz, kendi lehinize iyilik etmiş olursunuz; kötülük de ederseniz, o da kendi aleyhinizedir.»[23] Başka bir âyette de: "Kim hayırlı bir iş yaparsa kendinedir. Kim de kötü bir iş yaparsa kendi zararmadır. Sonra Rabbınıza döndürülür, yaptıklarınızdan hesap verirsiniz."[24]
Bu ayetlerde açıkça ifade ediliyor ki, her ne yaparsa, isteyen kul, yaratan da Allah'tır. Allah'ın yaratması da ona, istediği şeyi yapma izin ve imkanı vermesi anlamında değerlendirilebilir. Bu durumda insanın, kendi leh ve aleyhine istediği ve yaptığı şeyden dolayı başkalarını suçlamasının, doğru bir tavranış olmadığı her akıllı insanın bileceği bir gerçektir.
Bir de Allah Teâlâ kullarının imanlarmdaki samimiyetlerini, Allah yolundaki sabır ve sebatlarım denemek, muvaffak olanları kat kat ecirlendirmek maksadıyla zaman zaman onları çeşitli belalara mübtela kılmaktadır. Mesele,«lnsanlar, sadece inandık demekle terk edilip, bazı musibetlerle imtihan olunmayacaklarını mı zannediyorlar1?»[25] buyurmuştur. Başka bir ayette de: «Biz, elbette sizleri biraz korku, biraz açlık, biraz da mal, can, evlat... nok-sanlaştırmasıyla deneriz. Başlarına bir musibet geldiği zaman "înnâ lillahi ve innâ ileyhi râcVûn" diyerek sabredenleri müjdele.»[26]
Bu durum Kur'ân'da açık açık ifade edilmiş olmasına rağmen bazı müslümanlar arasında,eşini,çocuğunu veya bir yakınım kaydeden; ev, mal veya canı zarara uğrayan mü'minler, cehaletleri sebebiyle Allah'a serzenişte bulunur, isyankâr davramşlar içerisine girerler! Gerçek mü'mine yakışmayan bu nevi davranışlarıyla insanlar Kur'ân'da şöyle tanıtılırlar: «insan sabrı kıt ve hırsına düşkün olarak yaratılmıştır. Kendisine bir zarar dokununca feryadı basar, hayır isabet ettiği zaman da cimri kesilir.»[27]
Halbuki hakiki mü'min, acısı ne kadar büyük olursa olsun, sabır ve dua ile Allah'a sığınarak: "înnâ lillahi ve innâ ileyhi râci'ûn" sözleriyle istirca'da bulunurlar... Kur'ân'da Yakub (a.s.) böyle bir davranışı ile bize örnek gösterilmiştir. Kardeşleri, akşamleyin gelip, Yusuf u kurt yedi dediği zaman olayın şokunu, "sabır ne güzel dayanaktır"[28] sözüyle atlattı. Yine Hz. Peygamberin "Allah'ım, senden dolayı yine sana sığınırım" mealindeki duası da bizlere, bu konuda başka bir örnektir. Çünkü Allah'dan başka sığınacak başka bir varlık mevcut değildir. Allah'a" karşı edebli olmanın daha güzel bir örneğini de Kur'ân'da İbrahim (a.s.)'in şahsında görmekteyiz. İbrahim, Nemrud'a Allah'a tanıtırken: «Benim sahibim, ancak âlemlerin Rabb'ı olan Allah'dır. Beni yoktan var eden, doğru yola eriştiren O'dur. Beni doyuran ve içiren de O'dur. Hasta olduğum zaman bana şifa veren de O'dur.»[29] demiştir. İbrahim (a.s.)'m sözlerine dikkat edilirse görülecektir ki, ibrahim (a.s.) iyi ve güzel olan şeyler için "veren O'dur" derken, hastalığı için, aynı üslubu devam ettirerek, "beni hasta ettiği zaman..." ifadesini kullanmayıp, "ben hasta olduğum vakit" demiştir. Çünkü böyle bir ifadede ne de olsa şikayetçi olma anlamı hisse-düebilir! İbrahim (a.s.) böyle bir ifade tarzını terbiyesine ve nezaket ölçülerine uygun bulmamış olacak ki, tüm nimetleri Allah'a isnad ederken, hastalığını kendisine hamletmiş ve "hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur" demiştir. Sabrın timsali olarak Kur'ân'da söz konusu edilen Eyyüb (a.s.), uzun yıllar hastalık çekmesine rağmen hiçbir zaman halinden dolayı Allah'a karşı isyanda bulunmamış, sadece şu sözü ile halini Rabbma arzetmekle yetinmiştir: «Rabbma dua ettiği zaman Eyyüb'ü de an: şüphesiz hastalık canıma tak dedi; halbuki sen merhamet edenlerin en merhametlisisin, diye nida ettiler.»[30]
Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) de Rabbmdan kıblenin mescid-i Aksa'dan mescid-i Haram'a değiştirilmesini içteıılik-le arzu ettiği zaman araya söz bile koymadan sade bir bakışla muradını Rabbı'na iletmişti. «Kıblenin değiştirilmesi isteği ile gözünü semaya çevirdiğini şüphesiz biz gördük. Seni, hoşnut olduğun kıbleye çevireceğiz.»[31]
Velhasıl Kur'ân iyice tedkik edilirse görülecektir ki, beşer sözü olarak nakledilen sözlerde iyilik ve hidayet hep Allah'a isnad edilirken, kötülükler asla Allah'a isnad edilmemiştir, beşer kendisine isnad etmiştir.
Aynı nezaket örneğini Rasûlullah (s.a.v.)'in okuduğu Kur'ân'ı dinlemek üzere gelen mü'min cinlerde de görmekteyiz. Allah Teala cinlerin mü'minlerinin lisanı ile olayı Kur'ân'da şöyle anlatmıştır: «... Biz nereden bilelim, yeryüzündekiler için istenilen şer midir, yoksa Rab'lan, onlar için hayır mı murad etmiştir?»[32] Burada da şerrin istenmesi, doğrudan doğruya Allah'a isnad ettirilmemiş. Fakat hayır tereddüt edilmeden O'nu isnad ettirilmiştir.
Kamil mü'minlerden birinin duası da şöyledir: «Allah'ım, hayrın tamamı senin elindendir. Fakat şerri sana asla isnad edemem.»[33]
Bir insanlar da zaman zaman bu nezaket kurallarına uyarak kötülükleri asla saygı değer büyüklerimize isnad etmeyiz. Hatta kötülüğün ve hatanın sebebi o kişi bile olsa, yine de onu suçlamamak için suçu kendimize yüklemez miyiz? Meselâ amirden kaynaklanan hatalarımızın çoğunu, "benim hatam olmuştur efendim" diyerek geçiştirmeye çalışmaz mıyız? Saygıdeğer büyüğümüze bir meseleyi naklederken, anlamadığını fark ettiğimiz zaman, onu suçlamamak için, "Galiba ben anlatamadım efendim" veya konuyu ben size yanlış intikal ettirmiş olabilirim" diyerek suçu ona yıkmamak için kendimiz yüklenmez miyiz?
Öyleyse kul olarak nasıl bir sıkıntı içerisinde olursak olalım, Allah'dan geleni sabır ve dua ile, ağırbaşlılıkla karşılamak gerekir. Sabırsızlık edip de Allah'a serzenişte bulunmak nezaketsizlik ve haddini bilmemek anlamına gelir. Özellikle Allah (c.c.) için kullanılması caiz olmayan sözler sarf edilmemelidir. Zira bunlar mü'minlere yakışmaz!... [34]
D- Feleğe Kahretmek
Yine müslümanlar arasında oldukça yaygın ve yanlış bir gelenek mevcuttur. Her Önüne gelen feleğe kahreder, sövüp sayar... Bu durum folklorumuza o kadar yerleşmiştir ki, sebebi kendimiz olan kötülüklerde hep feleğe söverek rahatlamaya çalışırız!.
Felek, lügatta gök yüzü boşluk, sema... gibi anlamlara gelmektedir. Mecazî olarak da insanın kaderine hükmettiği bilinen, görünmez ve bilinmez bir güç ve sembol olarak ebedi eserlerde kullanılmaktadır. Kaderden şikayetler, kadere kafa tutmalar hep feleğe söylenmiştir. "Evin yıkılsın felek", "Kambur felek"... gibi sözler de hep bu maksadla söylenen sözlerdir.
Araplar da başlarına gelen acı ve kederlerin sebebi olarak hep zaman (dehr)'ı suçlamaktadırlar. Başlarına gelen hastalık, ölüm, mallarına gelen felaketleri hep zamana yükler "Ya haybete'd-Dehr" ifadesini çok kullanırlar, "Bizi ancak zaman helak eder" sözü de araplar arasında yaygındır.[35]
Şikayetlere dikkat edilirse, görülecektir ki şikayetlerin hepsinin arkasında, hayrı da şerri de yaratan Allah bulunmaktadır. Kader de zaman da Allah'ın yarattıkları değil mi? Kul kendi kaderini ve zamanını kendisi çizip değerlendirmiyor mu? "Suç samur kürk de olsa kimse üzerine giyinmez" özdeyişinde de ifade edildiği gibi kul, kendi suçunu kendi üzerine almak istemiyor, yaratıcının Allah olduğunu biliyor ve direk olarak O'nu da suçîayamıyor. Böylece felek denilen sembol kelime ile içini döküyor, başına gelen belanın intikamım hakaretamiz sözlerle ondan alıyor ve güya yüreğini ferahlatıyor!.. Ama farkında olarak veya olmayarak Allah'a ve Kadere isyan ediyor!
Bir hadis-i kudside Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur. «Ademoğlu zamana sövmekle bana eziyet ediyor. Dehr benim, bütün işlerin yaratıcısı da yine ben»[36] O halde felek kim oluyor? Zamanın insan üzerindeki etkinliği de olabilir; tabii ki değildir. Ama yukarıda da değindiğimiz gibi kul, farkında olmadan Allah'a isyan ediyor!..
Anlaşılıyor ki mü'min inancı gereği felek kelimesini bu anlamda asla ağzına almamalı, Türkü ve şarkımıza da girmiş olan bu ifadeyi asla kullanmamalı ve başkalarım da ikaz etmelidir. [37]
II. Hz. Peygamberle İlişkilerde Âdâb-I Muaşeret
İnsanların, işgal ettikleri makamlara, verdikleri hizmetlere ve toplum içerisinde hak ettikleri saygınlığa göre protokolde yer aldıkları, medenî hayatın bir gerçeğidir.
Hiç şüphe yok ki, Hz. Muhammed (s.a.v.), gerek Allah'ın son peygamberi, gerekse bu makamın icabı olarak, onca zulüm ve işkencelerle engellenmesine rağmen, yılmadan, yorulmadan, gece gündüz demeden, ömründe bir gün olsun tatil yapmadan, işine ara verip aksatmadan... tebliğ görevini harfiyyen yerine getirmesiyle biz müslümanlara, hatta tüm insanlara vermiş olduğu üstün hizmetleri sebebiyle insanlık tarihinin protokoldeki en Önde gelen aynı zamanda her inanan tarafından en fazla sevilip sayılmağa ziyadesiyle layık olan mümtaz bir şahsiyettir. Bugün yeryüzünde bir milyar müslüman varsa, bugün biz müslümanlar Allah'ı tanıyor, sadece O'na ibadet ediyor, âdi şeyleri kendimize ilah edinme zilletine düşmüyorsak, insanlık vasıflarımızla birlikte insanca yaşıyorsak... bu nimetlerin tamamını, O'nun (s.a.v.) üstün performansla çalışması sonucu tebliğ görevini başarı ile sonuçlandırmasına borçluyuz... [38]
A- Bir İnsana Sevgi Onu İlahlaştırmamalı
Ancak bir insana saygının dinimizce en Önemlisi, o şahsı yine bir insan olarak kabul edip, onu il anlaştırmadan ve şahsına karşı gösterilecek sevgi ve saygıda bu espriyi asla gözardı etmemektir. Çünkü saygıdeğer bir şahsa karşı duyulan aşırı sevgi, bazan onun, bir insan olmaktan çıkartılıp, ilahlık mertebesine yücelttiğine tarih şahittir. İşte bir insana sevginin bu derecesi, dinimizce asla caiz değildir.
Tarih boyunca bir çok insanların kendisi gibi bir insana tapınmaları, hristiyanlık âleminin Hz. İsa'yı ilahlaştırması, O'nu ilah veya ilahın bir unsuru olarak kabul etmeleri, şiilerin Hz. Ali ve O'nun soyundan gelenlere aşırı derecedeki bağlılıkları... bizce, sevginin dozunun kaçırılması ve ifrat derecesine yükseltmelerinin kötü bir sonucundan başka birşey değildir.
Bu sebeplerle sahabe-i kiram Asr-ı Saadet'te Allah Teâlâ'mn,
«De ki: "Ben de sizin gibi bir beşerim, ancak (aramızdaki tek fark) bana vahyediliyor olmasıdır."» [39]ayetinde de ifade edildiği gibi Rasûlullah'la ilişkilerinde daima O'nu bir beşer olarak kabul ettiler ve saygının sınırını aşmadılar. Pek seyrek de olsa aşırı gidenleri, Rasûlullah (s.a.v.) zamanında ikazla buna izin vermemiştir.
Nakledildiğine göre Habeşistan'a hicret edip de geri dönen müslümanlardan biri Rasûlullah (s.a.v.)'la ilk karşılaşır karşılaşmaz, derhal secdeye kapanır. Sahabenin bu halini gören Allah rasûlü, ona hemen kalkmasını söyler ve:
— Bu davranışınla sen ne yapmak istiyorsun? der. Rasûlullah (s.a.v.)i canı gibi seven sahabi şöyle cevap verir:
— Ya Resûlallah, Habeşistan halkını gördüm ki, Necaşi'nin huzurunda, ona saygıları sebebiyle yere kapanıp secde ediyorlar. Ben kendi kendime düşündüm ki, böyle bir saygı tezahürüne Allah'ın Nebisi her insandan daha fazla layıktır. O halde O'na karşı biz neden böyle saygı göstermeyelim, diyerek bu davranışta bulundum, dedi.
Bu samimi sözleri dinledikten sonra Rasûlullah (s.a.v.), îslâm dininin insana verdiği değeri ifade eden şu tarihi sözünü söyler:
«-Hayır, Allah'tan başkasına asla secde edilmez. Eğer insanın insana secde etmesi caiz olsaydı, kadının kocasına secde etmesi emredilirdi?»[40]
Bu olay ve hadisten de anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, diğer herhangi bir insanın kendisinin dahi ilahlaştmlmasma veya o derece bir saygı tezahürüne katiyyen müsaade etmemiştir.
Şu halde sahabe-i kiram zamanında olduğu gibi bizde Rasûlullah (s.a.v.)'ın sevgisi, beşer sınırları çerçevesinde kalmalı, tıpkı hristiy ani arda olduğu gibi O'nu ilahlaştırma derecesine götürülmemelidir. Gerek Medine-i Münevveredeki ziyaretlerimizde, gerekse Uzaktan, O'nun hakkındaki düşüncelerimizi asla ifrat derecesine vardırmamalıyız. Allah'a ait olan ve kul ile paylaşılması mümkün olmayan ilahlık vasıflarım O'na ve diğer insanlara asla isnad etmemeliyiz. O'nu (s.a.v.), daima bir insan ve Allah'ın en son peygamberi olarak kabul edip ilk saygımızı böyle ifade etmeliyiz.
Bu önemli noktaya işaret ettikten sonra şimdi de Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamberle sahabe arasındaki ilişkelerde Allah (c.c.)'m vahiy yoluyla beyan ettiği Muaşeret esaslarını açıklamaya çalışalım. [41]
B- Önüne Geçilmemeli
Büyüklerin bulunması gereken yerlerde küçüklerin görülmeleri, aklı ermeyenlerin karar verme mevkiinde bulundurulmama-ları, lafta ve sözde yolda ve erkânda had ve hududun tanınmaması... toplum anarşisine sebebiyet veren etkenlerden sadece birkaç tanesidir. Bu düzensizliğin önlenmesi ve toplumun disipline edilebilmesi için mutlaka insanlar arasında saygı ve sevgi bakımından büyük-küçük anlayışının yerleştirilmesi; her insanın layık olduğu yere konulması, sosyal hayatın nizam ve intizamı için şarttır. Bu münasebetle Yüce Rabb'ımız Kur'ân-ı Keriminde şöyle buyurmaktadır: «Ey îman edenler, Allah ve Rasûlüniln önüne geçmeyiniz, Allah'tan korkunuz. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve görendir.»[42]
Ayet-i Celilenin lafzmdaki mana açık olmakla beraber, kast edilen mananın daha iyi bir şekilde anlaşılması için, ayetin nüzul sebebine bir göz atmamız çok faydalı olacaktır.
Nakledildiğine göre temim oğullarından bir grub Hz. Pey-gamber'e gelerek, kendileri için aralarında birini emir tayin etmesini isterler. Bu istek üzerine Rasûlullah (s.a.v.) henüz söze başlamadan, Hz. Ebu Bekir ileri atılır ve:
— Sizin eirdriniz Kaa' b. Mabed olsun der. Hz. Ömer de, onun değil Akra b. Habis'in emir olmasının daha uygun olacağını söyler Hz. Ömer'in bu teklifine sinirlenen Hz. Ebu Bekir:
— Sen bana rağmen neden ikinci bir ismi teklif ettin? diyerek O'na.kızar. Hz. Ömer:
— Hayır, ben senin zıddına konuşmak istemedim, der ve aralarında bir münakaşa başlar. Rasûlullah (s.a.v.)'in yanlarında bulunmasını hiç düşünmeden seslerini yükseltirler.[43] işte bu olay üzerine Allah (c.c.) yukarıda mealini verdiğimiz ayetleri göndererek, hoş karşılanmayan bu davranışlarından dolayı sahabenin ileri gelen önemli iki şahsiyetini tehdit dolu bir ifade ile ikaz etti.
Bu olay ışığında ayeti tekrar anlamaya çalışırsak şöyle bir neticeye varabiliriz: gerek Temim oğullarına emir tayin edilmesinde ve gerekse herhangi bir konuda söz söylemek gerektiği zaman, bir nezaket icabı olarak önce Rasûlullah (s.a.v.)'in konuşması beklenmeliydi. O fikrini beyan ettikten sonra kendilerinden, sizce kim olsun? diye sorarsa, o zaman Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in fikirlerini söylemeleri icab ederdi. Fakat durum, böyle olmadı, Hz. Ebu Bekir, Rasûlullah'ı beklemeden öne atıldı, fikrini açıkladı. Sonra da Hz. Ömer fikrini açıkladı ve bu da yetmiyormuş gibi Allah'ın Nebisinin yanında yüksek sesle birbirlerine kızıp taı-tıştılar... işte bu iki tavırları sebebiyle de Allah Teala'dan ikaz aldılar. [44]
C- Yanında Saygısızca Yüksek Sesle Konuşulmamak
Saygıdeğer bir büyüğün yanında yüksek sesle konuşmak, ona karşı saygısızlığın sebebi olarak değerlendirilmeye müsaittir. Bu sebeple Allah Teala mü'minlere hitapla «Ey iman edenler, seslerinizi Nebi'nin sesi üzerine çıkartmayınız...»[45] ayeti ile Hz. Peygamberin yanında bağıra çağıra yüksek sesle konuşulmasını yasaklamıştır. Aksine Rasûlüne saygı maksadıyla yanında normal sesle, hatta normalin de altındaki kısık bir sesle konuşulmasına işaret etmiştir.
Allah'ın âyetin sonunda da: "... bu sebeple amelleriniz boşa gider de siz, hiç farkında olamazsınız" buyurması, muhatap kendileri olduğu için Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'i çok üzdü. Yaptıkları hatayı anlayıp sıkıntı içerisine girdiler. Hiç düşünmeden yaptıkları hataya çok pişman oldular. Bu ikaz üzerine Hz. Ebi Bekir. Rasûlullah'a: "Allah'a yemin olsun ki, bundan sonra seninle ancak bir sırdaşım gibi konuşacağız" dedi. Hz. Ömer'de: "Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra Rasûlallah sormadıkça yanında hiçbir şey konuşmayacağım" diyerek derhal haklarında gelen ayetler karşısında, yaptıklarına pişmanlık duyarak kendilerine çekidüzen verdiler.[46]
Hem ayetteki maksud mananın daha iyi anlaşılması, hem de sahabeyi yücelten örnek vasıflarım belirtmek maksadıyla, bu ayet karşısında kendisim suçlu hissedip evine kapanan Sabit b. Kays (r.a.)'ı da burada sözkonusu etmeden geçemeyeceğim. Nakledildiğine göre, «Seslerinizi Nebi'nin sesi üzerine yükseltmeyiniz. Amelleriniz boşa gider de siz bunun farkında olmazsınız» ayetini işitince, Sabit b. Kays, yaratılış icabı sesi yüksek olan biri olduğu için, bu ayetin kendisi hakkında geldiğini zannederek çok üzülür ve : "eyvah, benim bunca salih amelim boşa gitti" diyerek evine kapanır, günlerce ağlar.
Uzun zaman çevresinde görmediği için Rasûlullah (s.a.v.) Sabit b. Kays'ı araştırır. Bir komşusu, "Ya Rasûlallah, Sabit benim komşumdur. Size ben ondan haber getirebilirim," der ve O'nun evine gelir. Bir de ne görsün, Sabit b. Kays evinin önünde oturmuş ağlıyor. - Başka bir rivayete göre, bir odada kendini kilitlemiş, hakkımda bir hüküm gelmedikçe ben buradan çıkmayacağım, demiş ve günlerce içeride ağlamıştı- Komşusu, Rasûlullah (s.a.v.)İn kendisini aradığını söylemesi üzerine birlikte Hz. Peygamber'e gelirler. Rasûlullah (s.a.v.) O'na, neden bir-kaç gündür görünmediğini sorunca, Sabit şöyle cevap verdi:
— Ey Allah'ın Nebisi, biliyorsun Allah, «sesinizi Nebi'nin sesi üzerine yükseltmeyiniz. Sonra amelleriniz boşa gider de siz farkında olmazsınız» ayetini indirdi. Bense yaratılış icabı yüksek sesli bir insanım. Öyle sanıyorum ki, benim tüm amellerim boşa gitti, dedi.
Rasûlullah (s.a.v.) O'na:
-Hayır, sen bu ayette kast edilenlerden değilsin. Çünkü sen sesini kasten yükseltmiyorsun. Ayet karşısındaki bu tavrından dolayı, bilakis sen cennetliklerdensin, buyurdu.[47]
Bu hadise gösteriyor ki, ayette kast edilen mana, Rasûlul-lah'ın yanında sesini bir tartışma sonucu, veya kasıtlı olarak yükseltenlerle ilgilidir. Yoksa yaratılışı icabı sesi yüksek olanlar ve elinde olmayarak yüksek sesle konuşanlar saygısız addedilmemektedirler.
Rasûlullah (s.a.v.)İn bulunduğu mecliste, sürekli olarak konuşup, O'nun konuşmasını engelleyen kimselerin bu davranışı da -sesi yükseltme olmasa da susturma anlamına geleceği için-Allah'ın Nebisine saygısızlık olduğu da bu ayetin tefsiri sadedinde söylenmiştir. [48]
D- Rasûlullah, Adı Ve Lakabıyla Çağrılmamalıdır
İnsanların birbirlerine Ahmet, Ali, Osman... gibi adlarıyla; tbn Ömer, Muaz b. Cebel gibi künyeleri ve Ebu Hureyre (kediciklerin babası) gibi hoşlandıkları lakaplarıyla çağırmaları, sahabe arasında normal yaygın bir davranıştır. Fakat Hz. Peygamber'in adı veya lakabı ile çağrılması Allah (c.c.) tarafından normal kabul edilmemiş, yasaklanmıştır. «Birbirinize sözle çağırdığınız gibi O'na da sözle çağırmayınız.»[49] âyeti ile Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimize "Ya Muhammed", "Ya Eba'l-Kasım" şeklinde adı ve lakabıyla çağrılmasını, saygısızlık addedip, hoş karşılamamıştır. Çünkü O, Allah'ın elçisi olma özelliği ile bu konuda diğer insan gibi değildir.
Yüce bir makam sebebiyle özel bir saygınlığa sahip olan bir kimsenin, isimle de olsa makamından uzaklaştırılması, onu diğer insanlar, yani makamsız insanlar seviyesine indireceği için saygıda kusura sebep teşkil edebilir. O sebeple Peygamber'e nida edileceği zaman, diğer insanlara olduğu gibi adı, künyesi ve lakabıyla değil de, makamım da zikrederek "Ya Rasûlallah", "Ya Nebiyal-lah" şeklinde çağırmak gerektiği sahabeye hatırlatılmıştır.
Zaten Rasûlullah (s.a.v.) de, kendisine künyesiyle çağrılmaktan hoşlanmazdı. Bir gün birinin arkasında "Ya Ebal-Kasım" diye çağırması sebebiyle geri dönen Allah'ın Nebisi, "bana adımla çağırabilirsin. Fakat künyemle bir daha çağırma" buyurdu.[50]
Bu ayet ve Hadisi gözönünde bulunduran islâm Büyükleri, Hz. Peygamber'e adı ve künyesi ile çağırmanın O'na karşı saygısızlık anlamına geleceğinde ittifak etmişlerdir. Zamanımızda da makam sahibi amirleri adıyla çığırmanın ayıp kabul edildiği ve makamı ile, Müdür Bey, Amir Bey... denilmesi gerektiği gibi... [51]
E- O'na Argo Sözler Söylenmemelidir.
Her dilde bir kaç manaya gelebilen bazı tabirlerin olduğu muhakkaktır. Bu tabirlerin, daima kullanıldıkları yere göre manalandınldıkları da bir gerçektir. Bazan söz sahib, böyle bir kelimeyi yerinde kullansa dahi dahi bu sözler yerine göre yanlış anlaşılmaları ve şamataya sebep olabilirler. Bu nedenle, bir büyükle konuşan kimselerin çok dikkatli olmaları, kelimeleri seçerek yerinde kullanılmaları bir hassasiyet meselesidir. Bu konuya da bir âdâb-ı muaşeret kaidesi olarak Kur'ân'da yer verilmiştir
Nakledildiğine göre sahabeden biri Hz. Peygamber'e gelerek: "bizi de gözet, sözlerini anlayabilmemiz için teenni ile konuş" anlamında "ra'ma ya Rasûlallah" dedi. Orada bulunan yahudiler-den bir grub, bu sözü duyar duymaz, aralarında fisıldaşıp gülüşmeye başladılar. Bu yahudiler, kendi aralanndabu sözü argo bir tabir olarak "gözet gözetmez olasıca" anlamında kullandıkları için, sahabinin maksadı bu olmadığı halde Rasûlullah hakkında bu sözü dillerine dolayıp: "biz O'na gizli sövüyorduk, kendi ashabı açıktan sövüyor" diyerek, Rasûlullah ve mü'minleri biraz üzmüşlerdi...
Bu şamata üzerine Allah Teala, «Ey iman edenler, ra'ma demeyin, unzurna deyin ve söze de iyice kulak verin. Kafirler için şüphesiz acıklı bir azab vardır.»[52] ayetini indirerek müslümanlan bu konuda dikkatli ve hassas davranmalan için uyardı.
Görülüyor ki, her zaman sözü söyleyenin niyeti değil, bazan da işitenin maksadı değerlendiriliyor. Bu sebeple müslümanlar bu çirkin olayı aklılanndan çıkarmayarak, daima Hz. Peygamberin yanında konuşurlar veya ona hitap ederlerken saygı bakımından en anlamlı ve düzgün sözler söylemelidirler. Kötü niyetli kimselerin istismarlanna sebep olabilecek nitelikleri elastiki sözler ve argo tabirleri kullanmamadırlar.
Bu âyeti ile Allah (c.c), mü'minlere güzel bir nezaket kaidesi ve edeb örneği daha vermiştir. [53]
F- Evinde Rahatsız Edilmemeli
Evlerin korunmak, istirahat etmek, huzur ve sükun içerisinde vakit geçirmek için olduğu aklen bilinebileceği gibi Kur'ân-ı Kerim'de de sabittir.(Bkz. Nahl, 16/80) Binaenaleyh evinde istirahat halinde bulunan bir kimse ile görüşmek icabediyorsa, o şahsın huzurunu kaçırmamak ve istirahatına mani olmamak da medeni her insanın düşünmesi gereken bir konudur. Bu edeb kuralı, genelde her insan için özel olarak da saygıdeğer büyükler için hardan çıkartılmayacak güzel bir davranış biçimidir. Söz konusu büyük Rasûlullah (s.a.v.) olunca, iş daha da ciddiyet kazanmalım Çünkü Ashabı, O'nu canlarından da çok sevmektedirler. "Canım sana feda olsun ya Rasûlallah", "Anam babam sana feda olsun Allah'ın Nebisi"... gibi sözler, Hz. Peygamberin, "Ya Muaz!",Ti Ali!"... diye her çağırışında sahabenin içtenlikle söyledikleri som-ridir.
Nakledildiğine göre Allah'ın Nebisi bir gün öğle vakti, eviice istirahate çekilmiş bulunuyordu. Temim oğullarından gelen vs-miş kişilik bir grub Rasûlullah'ın sevgili eşlerinin odalarını teke teker dolaşarak, topluca ve yüksek sesle "Ya Muhammed, dışr çık, seninle görüşeceğiz" diyerek oda oda Rasûlullah'ı aramışlardı.
Vaktin uygunsuzluğu çağırma şeklinin kabalığı, ve AIiı Rasûlünün istirahatine engel olmaları gibi bir çok yönden edeb i-şı bu davranış, onların, Allah Teala tarafından sert bir dille kırkmalarına sebep olmuştur:
«Şüphe yok ki, sana odaların gerisinden çağıranların eksrisinin aklı ermiyor. Eğer onlar kaba davranmayıp sen yanlarsa kendiliğinden çıkıncaya kadar beklemiş olsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah merhamet edici ve affedicidir.»[54]
Bu ayet-i celilesi ile Allah Teala temim oğullarını hem ayot mış, hem de bu nezaketsizliklerini, maksadlarma ulaşmamalının sebebi olarak göstermiştir: "Eğer onlar sabretselerdi..." ifaât-si bunu söylemektedir.
Güya, bu yetmiş kişilik grup, Beni Anber esirleri için şefaic olarak gelmişlerdi. Tabii ki, bu edeb dışı davranışları sebefe şefaatçiliklerinde maksadlarına tam olarak ulaşamadılar. Zcı Rasûlullah (s.a.v.) esirlerin bir kısmım fidye karşılığı, diğer bir kısmını da fidyesiz olarak salıverdi.
Ayetin tefsirine göre şayet bunlar o şekilde kaba davranmayıp biraz nazik olsalardı belki de Rasûlullah, esirlerin tamaz£i fidye almadan salıverecekti, denilmektedir. Fakat bu insanlcs-teme âdabına riayet etmedikleri için öyle davrandı ve onları. İsteme adabına uymadıkları için bir nevi cezalandırmış oldu... [55]
G- Evine İzinsiz Girilmemeli
Varh-Vakitli birinin evine dalmak, izin almaya gerek duymadan içeri girmek, saatlerce birinin evinde oturup sohbet etmek, Özellikle yemek vaktini gözeterek evde bekleyip yemeğine ortak olmak... gibi davranışlar da medeni insanlar için oldukça kaba ve çirkindir.
Bu gibi davranışlar bazan samimiyet ve teklifsizliğin ifadesi olarak nitelendirilseler de tamamen yanlış ve edeb dışı nezaketsizliklerdir.
Aynı davranış biçimleri sahabenin bazılarında da zaman zaman rastlanılıyordu. Sahabeden bazıları, Özellikle yaşlı ve kimsesiz olanlar, yemek vaktini gözeterek Rasûlullah'ın evine geliyor, bazıları sohbet etmek üzere gelip saatlerce orada oturuyor, bazıları da davetli oldukları düğün yemeğini yedikten sonra sohbete dalıp, ev halkını huzursuz ediyorlardı! Bu davranışlar sebebiyle gelen ayet-i celile sahabeyi bir konuda daha ikaz edip eğit mistir.
«Ey iman edenler, Peygamberin evine yemek için davet edilmeksizin, vaktini de gözetmeksizin olur-olmaz girmeyin. Ancak davet edildiğiniz zaman ve tam vaktinde giriniz. Yemeği yedikten sonra da sohbete dalıp kalmadan hemen çıkıp gidiniz. Çünkü sizlerin bu davranışlarınız peygamberi üzüyor. O size gidin artık demekten utanıyor. Ama Allah, hakkı açıklamaktan asla utanmaz.»[56] ayeti ile Allah (c.c), ince düşünmeyen bir takım insanların samimiyet zannıyla yaptıkları şeyin ne kadar rahatsız edici bir davranış olduğunu, özellikle de Hz. Peygamberi üzdüğünü açıkça ifade etmiştir.
Bu ayet, Allah Rasûlü'nün Hz. Zeyneb ile evlendiği gün verdiği düğün yemeğinden sonra sohbete dalıp evde oturanlar hakkında indirildiği söylenmektedir.
Burada naklettiğimiz ayet-i kerimenin ışığında anlaşılıyor ki, Allah Teala sahabe-i kiramı âdâb-ı muaşeret konusunda ne kadar güzel biçimde eğitmiştir. Kur'an'ın eğitiminden geçen sahabe-i kiram, haklarında gelen her ayeti içtenlikle benimseyip gereğini seve seve yerine getirmekle hatalarını telafi etmişlerdir. Rasûlullah ile ilişkilerinde nezaket kurallarını harfiyyen yerine getirerek bu konuda da biz müslümanlara örnek olmuşlardır. [57]
III. Hz. Peygamberin Hanımlarıyla Âdâb
A- Hicap (Örtünme) Ayeti Gelmeden Önceki
Hicap ayeti gelmeden Önce mü'minler, eski âdetleri üzere Nebî (s.a.v.)'in evine girip çıkıyorlar, sohbet ediyorlar, bazan da zevcat-ı tahiratla birlikte aynı sofrada yemek dahi yedikleri oluyordu. Onlar da sahabenin hiçbirisinden kaçınma lüzumunu setmiyorlardı.[58]
Bu ilişkiler normal olarak bu şekilde devam ederken, bazanda Rasûlullah (s.a.v.)'ın —gayr-ı ihtiyarî de olsa— hoş ufak, tefek, nahoş olaylar da olmuyor değildi. Meselâ:
Bir gün Rasûlullah evinde, hanımlarıyla beraber yemek yerken, tesadüfen eve gelen Hz. Ömer de davetlerine uyarak oturmuş, beraber yemek yiyorlardı. Aynı kaba uzanan Hz.Aişe (r.a.)'nin eli gayr-ı ihtiyarî olarak Hz. Ömer'in eline değimiş Peygamber de bunu görmüştü. Onlarsa bunun hiç farkında değillerdi.. Buna rağmen Rasûlullah (s.a.v.) bu manzaradan hoşlanmamış; eşini kıskanma duygusu sebebiyle gördüğü bu durumda çok üzülmüştü.[59]
Ayrıca tesettür (örtünme) ile ilgili ayet-i kerime gelmeden önce, Hz. Peygamberin hanımlanyla diğer kadınlar ve cariyeler arasında giyiniş bakımından pek fazla bir fark mevcut değildi. Onlar da geceleri defi hacet için dışarı çıktıkları zaman[60] özel kıyafetleriyle tanınma durumları olmadığı için— bazan cariye zannıyla kötü insanların sataşmalarına ma'ruz kalma tetaaa olabilirdi.[61] Bilhassa bu durumlara çok üzülen Hz. Ömer Rasûlullah (s.a.v.)'a: «Ya Rasûlallah, yanlarına insanların taleri de, bozukları da girip çıkıyorlar. Hanımlarımza söylesenizde Örtünseler»[62] diyor ve bu konuda Cenâb-ı Hakkın mutlak ar emr-i ilahisini bekliyordu.
Allah-u Teala;
«Nebî, mü'minlere kendi nefislerinden daha evlâdır. Onun hanımları da onların analarıdırlar.»[63]
B- Hicap (Örtünme) Ayetinin Getirdiği Esaslar
Allah teâlâ mü'minlerin Hz. Peygamber (s.a.v.)in hanımları ile münasebetlerinde esas olmak üzere Kur'an'da, «Sizin, Allah'ın Elçisine eziyet etmeniz doğru olmadığı gibi kendisinden sonra zevcelerini de nikahlamanız ebediyyen caiz değildir. Çünkü bu Allah nezdinde büyük bir günahtır.»[64] ayet-i kerimesini inzal buyurdu ve bununla da hiçbir kimsenin, Nebî'nin hanımlarını «ni-kahlasam» düşüncesine imkan bırakmadı.[65]
buyurmuş, bu ayetle Allah (c.c.) hem Rasûlul-lah'ın hem de hanımlarının sahip oldukları şeref ve haysiyetlerini muhafaza çemberi içine almış oldu. Bu ayet-i kerime, getirmiş olduğu ahlakî. te'dibî ve Rasûl'e ta'zimi âmir özelliği bakımından; zevcat-ı tahiratla ilgili tüm kötü düşünceleri bertaraf edici, mükemmel bir muaşeret kaidesidir. Bundan sonra hiçbir kimsenin peygamberin hanımları hakkında fena bir niyet taşıması mümkün olmayacağı gibi Rasûlullah da bu gibi konularda asla eziyet görmeyecektir.[66] Zira bu ayetle onlar, mü'minlerin anaları olmuştur... [67]
Konuşma Âdabına Riayet
Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamberin hanımlarının özel durumları sebebiyle edeb kaidelerine daha fazla Önem vermelerini, dolayısıyla yabancı erkeklerle konuşurken, konuşma tarzlarına da dikkat etmelerini beyama:
«Ey Nebî'nin hanımları, siz diğer kadınlardan herhangi birileri gibi değilsiniz. Eğer Allah'tan korkuyorsanız, size yabancı olan (nikâhı helâl olan) erkeklerle konuşurken, onlara yumuşak söz söylemeyin. Sonra kalplerinde maraz (kötülük) bulunanlar tamah ederler. Onlara ma'ruf veçhile söz söyleyin.»[68] buyurmuştur. Ayrıca,
«(İhtiyaç yokken dışarı çıkıp dolaşmayın)[69] evlerinizde oturunuz. Evvelki cahiliyet (devri kadınları gibi kırıla-döküle ve süslerini göstere göstere) [70]yürüyüşü ile yürümeyin.»[71] buyurmuş ve maksadı da, «Ey ehl-i beyt, (bu emur ve yasaklarla) Allah (c.c.) ancak sizden (her türlü kötülükleri) gidermek ve sizleri tertemiz yapmak diler»[72] ayeti ile açıklamıştır.
«Nebl'nin hanımlarının diğer hanımlar gibi olmamalarının» anlamı şudur:
Peygamber hanımı olmak, O'nun taht-ı nikâhında bulunmak her hanıma nasip olmayan özel bir şereftir. Sırf bu şerefi nail olmak için kendisini nikahlamasını Rasûlullah'dan isteyen kadınlar vardı.
Tabiî ki her nimet bir külfeti de beraberinde getireceği için Nebî (s.a.v.)'in hanımlarının sorumlulukları da büyüktür. Onlar da tıpkı kocaları (s.a.v.) gibi kişilikleri, yaşayışları, davranış biçimi... gibi hâl ve tavırları ile diğer kadınlara Örnek olmalıdırlar. Herhangi bir kadında görülebilecek fahiş hareket, göze batan durum Nebî'nin hanımlarında bulunmamalıdır...
"Erkeklerle konuşurken onların gönlünü çelebilecek" nefsî duygularını harekete geçirecek şekilde çok kibar ve etkileyici bir sesle degil de, pek kaba da olmamak şartıyla uygun bir tarzda konuşma âdabı diğer mü'min kadınları içinde sözkonusudur. Çünkü "ayetin nüzulünün hususiliği mümkün umumiliğine engel değildir.» [73]
[8] Ebu Davud, Edeb, 4943.
[9] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/249.
[10] Zariyat, 51/56.
[11] Bkz. Lisan, ABD maddesi.
[12] Zemahşerî, Keşşaf, 1/62; Razî, Mefatihu'1-Ğayb, 1/242 vd.
[13] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/250.
[14] Al-i İmran, 3/43.
[15] Ahzab, 33/31.
[16] Buharı, Tefsir, VI/20.
[17] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/250-251.
[18] Fatiha, 1/3.
[19] Zemahşeri, Keşşaf, 1/63; Kurtubî, Tefsir, 1/1450; Ebu Hayyan, Bahru'- Muhît, 1/24.
[20] Hicr, 15/69.
[21] Yasin, 36/12.
[22] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/251-252.
[23] İsra, 17/7.
[24] Casiye, 45615.
[25] Ankebut, 29/1.
[26] Bakara, 2/155-157.
[27] Mearîc, 70/19,21.
[28] Yusuf, 12/55.
[29] Şuara, 26/7-80.
[30] Enbiya, 21683.
[31] Bakara, 2/144.
[32] Cin, 72/10.
[33] Sabunî, Ahkam Ayetleri, Tefsiri, 1/43.
[34] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/253-255.
[35] Casiye, 45.
[36] Buhari, Edeb, VI/166, Müslim, K. Elfaz, 2246.
[37] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/256.
[38] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/257.
[39] Kehf, 13/110.
[40] İbn Mace, Nikâh, 1853.
[41] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/257-259.
[42] Hucurat, 49/1.
[43] îbn Kesir, Tefsir, IV/205.
[44] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/259-260.
[45] Hucuat, 49/2.
[46] Ibn Kesir, Tefsir, IV/206.
[47] İbn Kesir, Tefsir, IV/206.
[48] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/260-261.
[49] Hucurat, 49/2.
[50] Buharı, Buyu', 49.
[51] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/262.
[52] Bakara, 2/104.
[53] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/262-263.
[54] Hucurat, 49/5-6.
[55] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/263-264.
[56] Ahzab, 33/53.
[57] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/265.
[58] İbnu Kesir, Tefsir, IH/505.
[59] İbnu Kesir, Tefsir, III/505.
[60] O zaman, her evin kendisine ait özel tuvaleti bulunmadığı için genelde akşamın karanlığı beklenir, ihtiyacın giderilmesi için kadınlar "Menas denilen bir araziye giderlerdi.
[61] Kurtubî, el-Câmi, XIV/227.
[62] Kurtubî, a.g.e., XIV/227.
[63] el-Ahzâb, 33/6.
M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/266-267.
[64] el-Ahzâb, 33/53, Bkz. Kurtubî, a.g.e., XIV/227.
[65] Çünkü, îbnu Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre, «Rasûlullah vefat etse de Hz. Aişe'yi ben nikâhlasam» diyecek kadar ileri gidenler olmuş; elbette ki, duyunca Rasûlullah buna çok üzülmüştü. (Bkz. Kurtubî, a.g.e., XIV/227)
[66] Îbnu'l-A'rabî, el-Akkâm,lIV1508.
[67] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/267.
[68] el-Ahzab, 33/32.
[69] İbnu Kesir, a.g.e., III/482
[70] Kadı Beydavî, Envaru't-Tenzil, 11/245.
[71] el-Ahzab, 33/33.
[72] el-Ahzab, 33/33.
[73] M. Zeki Duman, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/267-268.