- Öyleyse biz neye savaştık?

Adsense kodları


Öyleyse biz neye savaştık?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ehlidunya
Mon 16 August 2010, 01:58 am GMT +0200
    

      

Öyleyse biz neye savaştık?

   
Ispartalı Erdoğan Tüzün ağabeyden dinledim. Şöyle diyordu: "27 Mayıs'tan sonraydı. Yine Kur'an yazısını öğretmeye ve öğrenmeye çalışanları şikâyet edip Isparta Ağır Ceza Mahkemesi'ne vermişler. Bunu da tezgahlâyan bir taharri memuru idi.

Sanık sandalyesinde rüştiye mezunu olup yedek subay olarak harbe katılan İstiklal gazilerinden Atina'da dört sene esarette kalmış Hüsrev Altınbaşak ve İstiklal Savaşı'nda yedi yerinden yaralı, hatta oyuk oyuk yara izleri belli Semerci Badi oğlu Mustafa da vardı. Ayakları tutmadığı için bu yatalak gaziyi bir kilime sarıp öylece mahkemeye getirmişlerdi. Mustafa Badioğlu'nun kulakları da iyi duymuyordu. Onun için savcının iddianamesini tam anlayamadığı için yanında oturan Hüsrev Altınbaşak'a, 'Hüsrev Ağa ne diyor bu?' diye sordu. O da 'Dini istismar edip, devletin temel nizamını yıkmaktan bizim cezalandırılmamızı istiyorlar.' dedi. 'Öyle mi diyorlar?' dedikten sonra mahkeme heyetine döndü, ceketinin yakasının arkasına astığı İstiklal Madalyası'nı tuttu: 'Bunların yüzünden bu madalyayı açıktan asamıyor ve gizliyorum... Biz bu din ve devlet için savaştık. Dini niçin istismar edecekmişim? Devleti niçin yıkacakmışım? Ben bu devlet yıkılmasın diye savaştım. Her tarafım yara bere içinde... Hem yerimden kalkamıyorum, bu devleti bu halimle nasıl yıkacağım? Bu devlet bu kadar zayıf mı ki, bizim gibilerle yıkılsın? Alın bu madalyayı...' diyerek koparıp atmaya çalıştı. Engel oldular. Ağır Ceza Mahkeme Reisi Sıdkı Bey İstanbullu imanlı, namazında niyazında bir beyefendi idi... Bu sözleri dinledikten sonra, taharri memuruna "Sen ne yapıyorsun böyle? Şu zavallı gazinin sarsılmadık yeri kalmamış. Bu mu devleti, bu haliyle yıkacak? Seni mahkemeyi boş yere meşgul etmekten içeri atarım. Bir daha böyle saçma şeylerle bizleri meşgul etme!.." dedi. Sonra da men-i muhakeme kararı verdi.

Sonra Badioğlu semerci Mustafa'yı yine getirdikleri kilime sarıp evine götürdüler. Gerçekten trajikomik bir olay yaşanıyordu. Türkiye'de o zaman böyle olay yaşanmamıştı maalesef...

Ama arkadan 12 Mart 1971'de asker yine idareye el koydu ve sıkıyönetim ilan edildi... Hüsrev Altınbaşak ve arkadaşları toplanıp Eskişehir Askerî Mahkemesi'nde yargılanmaya başladı. Emekli olduktan sonra CHP'nin İçişleri bakanı olan İrfan Özaydınlı da o zaman sıkıyönetim komutanı idi. Dindarlara son derece düşman olan bu kişi mahkemeyi de baskısı altında tutuyordu. Sıkıyönetim savcısı da tam kendisi gibiydi. Birçok üst rütbeli subay merakla mahkemeyi takip ediyordu. Ama, devamlı bu dindarların çok câhil ve ülke için çok zararlı insanlar olduğunu her vesile ile herkese telkin ediyordu. Savcı aynı minvalde ithamlarına devam ederek, "Bunlar belki okuma yazma bile bilmez, bu câhiller ülkeyi mahvediyor." diyor. Hüsrev Altınbaşak, kendisini tanıtırken "İstiklal Harbi'nde yedek subay olarak bulundum ve yüzbaşı rütbesiyle ayrıldım." deyince, mahkemede bulunan subaylar derhal ayağa kalkıp mahkeme salonunu terk ediyorlar. Yani, "Siz bizi aptal mı sanıyorsunuz? Cihan Harbi'nde, Milli Mücadele'de subay olan bir insan câhil olabilir mi? Kimi kandırıyorsunuz?" demek istiyorlardı.

Darbelerden bu millet çok çekti... Üniversitelerden ve devletin en mühim noktalarından yetişmiş ve değerli vatan evlatları bu kanunsuz müdahaleler neticesi sökülüp atıldı. Bunlardan birisi de bilim tarihini kökten değiştirecek araştırmalara imza atmış olan ve hâlen Frankfurt'ta yaşayan Prof. Dr. Fuat Sezgin hocamızdır


 ABDULLAH AYMAZ