- Ortadoğuda Diktatör Temizliği

Adsense kodları


Ortadoğuda Diktatör Temizliği

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Wed 6 July 2011, 03:45 pm GMT +0200
Dünya Hali

Mart 2011 147.SAYI

Sadık ŞANLI kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı.

Ortadoğu’da Diktatör Temizliği: Mübarek de Devrildi

Mısır’da her şey 7 Haziran 2010’da iki polisin bir internet kafede kimlik kontrolü yapmasıyla başladı. Polisler, Halid Said isimli 28 yaşındaki bir gencin, “Neden kimlik kontrolü yapıldığı” sorusuyla karşılaştılar. Bu soruya sinirlenen polisler sokak ortasında genci dövmeye başladılar. Hüsnü Mübarek’in yönettiği bir polis devleti olan Mısır’da, bir vatandaş polise nasıl soru sorabilirdi! Ertesi gün Halid Said’in cesedi tanınmaz bir halde bulundu.

Olayın duyulmasından sonra Mısırlı gençler Facebook’ta “WeareallKhaledSaid” (Hepimiz Halit Said’iz) isimli bir grup kurarak polis şiddetine karşı tepkilerini dile getirdiler. İskenderiye şehrinde de çeşitli protesto gösterileri başladı. Polis, Halid Said’i kendilerinin öldürmediğini, gencin, “uyuşturucu yuttuğu” için öldüğünü açıkladı. Halbuki Halid Said’in morgda çekilen ve Facebook’a yüklenen fotoğrafları gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. Bu, on yıllardır diktatör zulmü altında ezilen, günden güne fakirleşen, geleceğe dair umudu yok olan Mısırlılar için bardağı taşıran son damlaydı. Mısır’da baskıcı rejime duyulan öfke o kadar büyüktü ki, hangi din, mezhep, ideoloji ve sınıftan olduğu fark etmeksizin, kısa zamanda yediden yetmişe 500 bini aşkın Mısırlı, Halid Said için oluşturulan Facebook grubunda toplanarak sesini yükseltmeye başladı. Bu başkaldırı 31 yıllık baskıcı Hüsnü Mübarek rejiminin yıkılması için geri sayımı da beraberinde getirdi. Artık her şey, bir kıvılcımın çakmasına bakıyordu.

Beklenen o kıvılcım Ocak ayında Tunus’ta gerçekleşen ve Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeden kaçmasıyla sonuçlanan halk ayaklanmasıyla çakmış oldu. Bu olay üzerine 25 Ocak’ta ayaklanan milyonlarca Mısırlı, 18 gün süren protestolar sonucu Mübarek’in istifa etmesine sebep oldu. Mübarek’ten yönetimi devralan asker ise, muhalefete söz verdiği biçimde Mısır Meclisi’ni feshetti, Anayasa’yı askıya aldı, yeni bir Anayasa yapılması için ülkenin en saygın hukukçularından oluşan bir komisyon kurdu ve 6 ay sonra seçim yapılmasına karar vererek, ülkede sivil bir yönetime geçileceğinin ilk işaretlerini verdi.

Tunus’ta kıvılcımı çakan, Mısır’da büyüyen ve iki diktatörü deviren yangın şimdilerde Cezayir, Yemen, Fas, Ürdün, Umman, Libya ve Bahreyn gibi diktatörlükle yönetilen diğer Ortadoğu ülkelerine sıçramış durumda. Bölge halklarının talepleri ise, Mübarek’in devrilmesi sonrası Mısır’ın en örgütlü grubu olan İhvan-ı Müslimin’in kurduğu siyasi partinin isminde somutlaşıyor: “Özgürlük ve Adalet”. Ve bu yangın, bölge tüm diktatörlerden temizlenmeden ve Ortadoğu halkları haklı taleplerine kavuşuncaya kadar söneceğe benzemiyor. Özetle, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün son İran ziyareti sırasında uçakta gazetecilere söylediği gibi; “Mısır dersinden herkes nasibini alacak!”


Yine İhmal, Yine İşçi Ölümü

Yakın zamanda Ankara Ostim’de iki farklı işyerinde gerçekleşen patlamalar ve Kahramanmaraş Afşin-Elbistan Termik Santrali’ne kömür üretimi yapan sahada dört gün arayla gerçekleşen iki göçükte onlarca işçinin hayatını kaybetmesi ve birçoğunun yaralanması, iş ve işçi güvenliği konularını yeniden gündeme getirdi.

Türkiye çok fazla insanını işyerlerinde ihmallere kurban vermiş bir ülke. İnsan hayatını ve emeğini önemseyen, işçi ve işyeri güvenliğini sağlayan bir anlayış halen ülkemizde gelişebilmiş değil. Bunun başlıca nedenleri ise, çalışma hayatı, iş ve işçi güvenliği ve sağlığına yönelik evrensel normlara uygun yasalarımızın olmaması ve işyerlerinde yaşanan ihmalleri önleyebilecek denetim ve yaptırımların sağlıklı bir şekilde uygulanamayışı. Bu düzenlemeler yapılmadıkça yeni işçi ölümleri ve yaralanmalarının gerçekleşmesi kaçınılmaz.

Oysa Avrupa Birliği’nin iş sağlığı ve güvenliğine yönelik yasa ve uyarıları iç hukuka aktarılsa, işyerlerinin bu yasalara uyup uymadığını denetleyecek teftiş personeli artırılsa, işyerlerindeki ölüm ve yaralanmaların büyük oranda önüne geçilecek. Aksi takdirde ülkemizdeki on binlerce ruhsatsız ve işçi güvenliğinden mahrum işletmeye yenileri eklenmeye devam edecek. Sayıları hali hazırda yaklaşık 800 olan teftiş elemanlarının yetersizliği nedeniyle insanlarımız yaralanmaya, ölmeye devam edecek. Büyük çapta maddi kayıpların ülke ekonomisine vereceği zararların önüne geçilemeyecek.


Ortadoğu’da Türkiye Algısı


Ülkemizde Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren şekillenen resmî tarih söylemi doğrultusunda oluşmuş “Arapların Türkleri sevmediği”ne dair yaygın bir kanı var. Bu kanıyı genel olarak Ortadoğu’daki Arap halklarının Osmanlı Devleti’nin yıkılışı sürecinde Batılı emperyalist ülkelerle işbirliğine gittiklerini özetleyen “Araplar bizi sırtımızdan vurdu” türü söylemler besliyor.

Halbuki 1911 yılında Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı bölgedeki Arap halklarıyla birlikte savaşan ünlü Osmanlı istihbaratçısı Kuşçubaşı Eşref Bey’in “Şehir merkezlerinde İngiltere ve Fransa’nın menfaatleriyle sarhoş olan ve siyaseti meslek olarak benimseyenler haricindeki büyük kitle, bilhassa bedevîler devletimize sadık idiler. Biz Trablusgarp’ta yerlilerden gördüğümüz alaka ve sadakati her tarafta göreceğimizi düşünüp tedbirler alsaydık ne Şerif Hüseyin ihaneti olurdu, ne Filistin’i ne Suriye’yi ne Irak’ı bu kadar hazin dekorlar ve şartlar içinde kaybetmezdik…” sözleriyle dile getirdiği gibi, Arap halklarının Osmanlı’yı sırtından hançerlediği söyleminin bir gerçekliği yok.

Öte yandan yaptığı önemli araştırmalarla adından söz ettiren Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV), geçtiğimiz ay yayımladığı “Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2010” isimli bir raporla, “Arapların Türkleri sevmediği”ne dair yaygın kanının gerçek olmadığına dair önemli bir araştırmayı kamuoyu ile paylaştı.

TESEV’in 25 Ağustos-27 Eylül 2010 tarihleri arasında 8 Ortadoğu ülkesinde (Mısır, Ürdün, Lübnan, Filistin, Suudi Arabistan, Suriye, Irak ve İran) 2267 kişi ile telefon ve yüz yüze görüşme yöntemiyle gerçekleştirdiği araştırma sonucuna göre, bu ülkelerde Türkiye’ye sempatiyle bakanların sayısı yüzde 85 (Bu rakam İran hariç diğer 7 ülkede 2009 yılında yapılan araştırmada yüzde 75 idi) oranında. Bu rakam, tüm Ortadoğu ülkelerinde en sevilen ülkenin Türkiye olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.

Bununla birlikte bölge halkının yüzde 76’sı Türkiye’nin Ortadoğu’da önemli bir aktör olduğunu, yüzde 78’i Türkiye’nin bölgede daha aktif bir rol oynaması gerektiğini, yüzde 66’sı Türkiye’nin bölge devletleri için önemli bir model olduğunu belirterek, Türkiye’nin bölgeye yönelik politikalarına destek veriyor. (İçerisinde hayli ilginç daha birçok bilgi barındıran raporun tamamına http://www.tesev.org.tr/ adresinden ulaşılabilir.)

TESEV’in raporu da ortaya koyuyor ki, son yıllarda ekonomik, politik ve kültürel bir yakınlaşma içerisinde olduğumuz bölge halklarının Türkiye’ye bakışı son derece olumlu. Türkiye halkının da bölge halklarına yeni bir bakış açısı geliştirmesi, ortak bir gelecek kurmak açısından oldukça önemli. Bunun önünü de öncelikle “Araplar bizi sırtımızdan vurdu”, “Kurttan post Arap’tan dost olmaz”, “Ne Şam’ın şekeri, ne Arab’ın yüzü” gibi gerçekliği olmayan ve içinde ırkçılık barındıran birtakım sözleri lügatımızdan silmek olacağını bilmemiz gerekiyor.


Faili Meçhulleri Araştırma Komisyonu Nihayet Kuruldu

“Oğlumu, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden bir gün sonra aldılar. Onu son olarak askerlerin arasında götürülürken gördüm. ‘Cemil..’ diye seslendim. Askerlerin arasından bana döndü. Göz göze geldik. ‘Annem..’ diye seslendi. Oğlumdan duyduğum son söz bu oldu. Sonra, bir gün geri döner de beni evde bulamaz diye 30 yıldır komşuya dahi gidemedim!”

Bu sözler, geçtiğimiz ay Başbakan tarafından kabul edilen kayıp yakınları (Cumartesi Anneleri) arasında bulunan ve 80 darbesi sonrası Ardahan Göle’deki evinde gözaltına alınan ve bir daha da kendisinden haber alınamayan Cemil Kırbayır isimli vatandaşın annesi 103 yaşında Berfo Nine (Kırbayır)’ye ait. Berfo Nine’nin dile getirdiği bu trajedi, uzun yıllardır binlerce insanı mağdur etmiş bir ülke gerçeği. Medyaya da sıklıkla yansıyan rakamlarla, ülkemizde son 30 yılda güvenlik güçleri içindeki çeşitli örgütlenmelerin işlediği iddia edilen yaklaşık 17 bin faili meçhul cinayet var. Sadece 1980-2000 arasında gözaltına alındıktan sonra kaybolan 713 kişi var. Emekli bir amiralin “1993-96 arasında işlenen faili meçhul cinayetler devlet politikasıydı!” sözü ise ürpertici gerçeği tüm netliğiyle ortaya koyuyor. Kayıp yakınlarının ilk kez bir başbakan tarafından kabul edilmesi ve şikayetlerinin dinlenmesi bu sorunun çözüme kavuşması noktasında önemli bir milat. Görüşmeden hemen sonra TBMM İnsan Hakları Komisyonu bünyesinde çalışacak “Faili Meçhulleri İnceleme Komisyonu”nun oluşturulması ise ülkede adalete güven duygusunu zedeleyen bir sorunun ortadan kaldırılması adına önemli bir adım. Kısa bir zamanda ülkemizin bu gerçekle yüzleşmesi, faili meçhul cinayetler ve kayıplara sebep olan sorumluların cezalandırılarak kayıp yakınlarının mağduriyetlerinin giderilmesi toplumsal barışın sağlanması için büyük kazanım olacak.

    Kısa Kısa

    Ülke kamuoyunda uzun bir süredir tartışılagelen ve “Torba yasa” olarak isimlendirilen 234 maddelik tasarı TBMM’de kabul edildi. 10’u geçici olan toplam 234 maddeye göre, vatandaşların devlete olan başta vergi ve SGK prim borçları olmak üzere birçok borcu ve para cezaları yeniden yapılandırılırken, emekli aylıklarının ve kısa çalışma ödeneğinin artırılması, darbe mağdurlarına emeklilik hakkı, kadın memurun doğum izninin artırılması, işverene sigorta prim desteği olmak üzere pek çok yeni düzenlemeye yer verildi. Yapılan bu düzenlemeler ülke nüfusunun tamamına yakınını ilgilendirdiği için, özellikle borçların yeniden yapılandırılmasına yönelik yasal sürelerin kaçırılmamasında fayda var.

    ***

    Uzun bir süredir gündemde bulunan Balyoz Darbe Planı Davası’nda geçtiğimiz ay önemli bir gelişme yaşandı. Davanın görüldüğü Beşiktaş 10. Ağır Ceza Mahkemesi, 6 Aralık 2010 tarihinde Gölcük’teki Donanma Komutanlığı’nda ele geçirilen 43 klasör dolusu belgeyi inceleyerek, Dijital Veri Raporlama Sistemi yoluyla belgelerin gerçek olduğuna ve dönemin komutanlarının onayından geçtiğine hükmetti. Böylece “belgelerin sahte olduğu”na yönelik iddialar geçerliliğini yitirirken, mahkeme “kuvvetli suç şüphesi” bulunduğu gerekçesiyle ikisi eski kuvvet komutanı, 26’sı general, toplam 162 sanığın tutuklanmasına karar verdi. Bu karar ise darbecilikle hesaplaşmaya devam eden ülkemiz için önemli bir adım olarak tarihe not düşüldü.

    ***

    Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun gerçekleştirdiği ve Şubat ayı başında açıkladığı “Hanehalkı İşgücü Araştırması”na göre Türkiye’de 2010 Kasım ayı itibarıyla işsizlik oranı bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 2,1 puan azalarak yüzde 11’e geriledi. Son bir yıl içinde 1 milyon 113 bin kişi daha iş sahibi oldu. Bir başka kuruluş olan Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin Ocak 2010 verilerine göre ise toplam ihracat son bir yıl içerisinde yüzde 13,4 artışla 115 milyar 754 milyon dolara yükseldi. Bu veriler ülke ekonomisinin iyiye gittiğini ortaya koymakla birlikte, Türkiye’nin ekonomik ve demografik potansiyelinin oldukça altında. Bu sebeple gerek istihdamı, gerek ise ihracatı artırmaya yönelik politikaların kamu ve özel sektör işbirliğiyle devam ettirilmesi ülke ekonomisinin geleceği için bir zaruret.

    ***

    Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) 65 ülkede 15 yaş altı öğrencilere yaptığı PISA 2009 sınavının sonuçlarına göre Türkiye’deki öğrencilerin yüzde 25’i okuduğunu anlamıyorken, yüzde 42’si ise basit matematiksel problemleri çözemiyor. Üç yılda bir yapılan sınavlara göre, Türkiye’de 2006 yılından bu yana okuma oranında yüzde 7’i, matematiksel işlemlerin çözümünde ise yüzde 10’luk bir iyileşme gözlense de, ülkemiz halen dünya standartlarının oldukça gerisinde. Bu durumun düzelmesi için eğitim sisteminde gerekli iyileştirmelerin hızla gerçekleştirilerek, kalifiye personel ve araç-gereçlerle eğitim yapılması ve kitap okuma oranının artırılmasına yönelik girişimlerde bulunulması önem kazanıyor.