sumeyye
Sat 1 September 2012, 02:38 pm GMT +0200
3- Ölüyle Dua Manâlı Tevessül:
Caiz Görenler:
Caiz Görenler:
(a) Tasavvuf erbabı, bu gibi hususlarda, hiçbir mahzur görmemişler, hatta bunun lüzum ve faydasından bahsetmişlerdir. Onlara göre, resul ve velilerin kabirlerini ziyaret etmenin en önemli gayesi budur. En mühim ve en faydalı kabir ziyaret şekli de budur. Evliyaya dua ederek onlara faydalı olmak veya kabirlerinden ibret alarak istifade etmek, ekseriya türbe ve yatır ziyaretçilerinin aklından geçmez. Bütün türbelere, dergâhlara, âsitânelere, tekkelere, yatırlara ve tarikat ehline hâkim olan anlayış, düşünüş ve inanış budur. Tasavvuftan sağ ya da ölü şeyhlerin yeryüzündeki insanlar için, ALLAH katında şefaatçi ve yardımcı olacaklar inancı erken başlamıştır. Bütün tarikatlarca makbul bir veli sayılan Ma’ruf Kerhî (ö. h. 200), müridi Seriyyu’s-Sakatî’ye şöyle demiştir: “ALLAH’a bir ihtiyacın olursa, beni vasıta ve vesile kılarak iste. ALLAH’tan hacetini bana and içerek dile”, Bağdat sûfileri
“Maruf Kerhî’nin kabrinin her derde deva olduğu tecrübeyle sabittir” diye itikad etmişlerdir. Sûfiler tıpkı diri mürşidler gibi ölü evliyanın ruhlarının sağ insanları terbiye ve irşad ettiklerine, bazı velilerin öldükten sonra da dünyada tasarrufta bulunduklarına, bu âlemdeki nizama ve hadiselere yön verdiklerine itikad ederler. Tasavvufun, bilhassa nakşibendîlerin bu konudaki inançlarını Reşahat’tan takip edelim:
“Şeyh Ebu’l-Hasan Harakâni’nin vefatı (ö. h. 425), Şeyh Bayezid Bistami’nin vefatından (ö. h. 234) bir müddet sonra vâki olup, Şeyh Bayezid’in ona terbiyetleri zahirî ve surî olmayıp, ruhanîdir” Tasavvufta uveysiyet tarîki ve ruhanî nisbet denilen bu inanç, bütün tarikatlar tarafından kabul edilmiştir. Fakat
“Ölü aslandan, diri tilki daha iyidir” diyerek bu hususa fazla değer vermeyen mutasavvıflar da bulunmaktadır. Başı darda kalan bir müridin,
“Yetiş ya pir, destur ya pir” diyerek, uzaklarda bulunan şeyhinden yardım istemesi, mürşidine rabıta yaparak manevî himayesine sığınması da sözkonusu inançla ilgilidir. Denebilir ki, önemli ölçüde tasavvuf bu inançtır. Şeyhlerin ölü olarak evliyanın ruhlarıyla irtibat ve münasebet kurmaları, tarikat silsilelerine verilen önemde de kendisini göstermektedir. Tasavvufta ziyaret, şefaat ve vesile denince, akla gelen budur. Zahir ulemasının devamlı surette yadırgayacağı bir şekilde, mutasavvıfların türbelerine önem vermelerinin, hatta bu gibi yerlere bir çeşit kutsiyet izafe etmelerinin sebebi bu inançtır. Bundan dolayıdır ki, bu inançlarını tenkit edenlere, mutasavvıflar sert tepkiler göstermişlerdir. Şahısla tevessülde geçen hadislerdeki “vesile, tevessül, şefaat ve bihakkı’s-sâilin aleyk” ifadeleri, mutasavvıfların görüş ve hareket tarzlarının mesnedi olarak kullanılmıştır. Fakat bu hadisler, sağ insanların ALLAH katında vesile ve şefaatçi olabileceklerini göstermektedir. Hz. Peygamber’in kabri varken, sağ olan Hz. Abbas’ın vesile ve şefaatçi kılınması da dikkat çekicidir. Mutasavvıflar, bu konuda ölüleri sağlara kıyas etmişlerse de, bu kıyas eksiktir. Zaten, kıyas eksik olmasaydı, bu meselede ihtilaf bulunmazdı.
“Ey iman edenler! ALLAH’tan korkunuz ve O’nun yanında vesile olacak şeyler arayınız” [558] âyeti de bu konuda sarih değildir. Sûfiler için, kıyasa esas alınan başka bir husus da, dua esnasında ameli vesile ve şefaatçi kılmanın cevazının ittifakla sabit oluşudur. Yağmurlu bir havada mağaraya giren ve mağaranın ağzının yuvarlanan taş tarafından tıkanması sebebiyle burada mahsur kalan üç kişi ihlasla yaptıkları iyi amelleri ALLAH katında vesile, vasıta ve şefaatçi kılmışlar ve bunun faydasını da görmüşlerdir. Mutasavvıflar, şahısla tevessülü amelle tevessüle kıyas etmek istemişlerdir. Bu ve benzeri naslar, bu meselede, kesin bir hüküm ihtiva etmediğinden, Tekke ile Medrese arasındaki anlaşmazlık devam etmiştir.
(b) Fıkıhçılar, hadis âlimleri ile selefiyeciler, tasavvuffuri bu görüşünü hiçbir zaman kabul etmemiş, daima tenkit konusu yapmıştır. Bunlardan bir kısmı, mutasavvıfları ağır ve sert, diğer kısmı yumuşak ve ölçülü bir biçimde tenkit etmişlerdir. Bu konudaaşırı ve sert hükümler vermekten kaçman Hanefi âlimlerinin görüşü şöyledir:
“Bir adamın dua esnasında: ALLAH’ın resul, nebi ve velilerin hakkı için dileğimi kabul eyle, falan zatın hürmetine hacetimi yerine getir demesi mekruhtur, hoş bir şey değildir. Zira Hâlık üzerinde mahlukun hakkı yoktur”. İmam-ı Azam’dan sonra günümüze gelinceye kadar bütün Hanefî fıkıh âlimlerinin
“Bu meselede kerahat vardır, bu husus mekruhtur” demeleri, iyi ve hoş bir şey değildir, yapılmaması lâzımdır, selef bunu yapmamıştır, bidattir” manasına gelmektedir. Hanefîler
“Kerahat ve mekruh deyimlerini haram olduğuna İnandıkları, fakat kesin delil bulmadıkları meselelerde kullanırlar” görüşünde olanlar, Ebu Hanife’ye ait görüşleri, sert tutumların delili olarak kullanmışlardır. Malikî, Şafiî ve Hanbelî fıkıh âlimleri de, bu konuda Hanefîler gibi düşünmüşlerdir. Hatta hanbelîler, biraz ileri giderek, bu nevi hususların haram olduğunu dahi ileri sürmüşlerdir. Fakat, umumiyetle fıkıhçı görüş, sûfilerin kabir ziyareti konusundaki kanaat ve tutumlarını küfür ve şirk olarak nitelemekten dikkatle kaçınmış, bu görüş ve tutum sahiplerini kâfir ve müşrik olmakla itham etmekten önemle sakınmıştır.
Caiz Görmeyenler:
Kabir ve türbe yapımı ve ziyareti konusunda mutasavvıfları sert tenkit edenlerin başında İbn Teymiye, talebeleri İbn Kesir ile Birgivî, Kadızadeler ve Vehhabîler gelmektedir. Bunlar, genellikle, tasavvufun bu konudaki görüşünü ve tutumunu bid’at, dalâlet, küfür ve şirk saymışlardır. İbn Teymiye’ye göre, kabir ziyaretlerinin bir kısmı şeriata uygun, bir kısmı da aykırıdır. Şer’i olmayan ziyaretler, sonradan çıkmış çirkin bid’atlerdir. Bir müslümanın kabirdeki ölü için -kendisi için değil- dua etmesi ve kabristandan ibret alması, şer’i ziyaretin gayesidir. Bu maksatla kabir ziyaret etmek ve ölü için dua etmek müstehaptır. Ziyaret edilen kabirden ihtiyaçların görülmesi dileğinde bulunmak, ölünün bu konuda vasıta, vesile ve şefaatçi olacağına inanmak, kabul edilmesi daha çok muhtemeldir diye kabir yanında dua etmek bid’attır, şeriate zıttır, şirk cinsinden bir davranıştır. Sahabe bu şekilde ve bu maksatla ne Hz. Peygamber’in kabrini, ne de başka birini ziyaret etmiş değildir. Yeryüzünde ilk defa şirk, salih insanların kabrini ziyaret etmek ve onların ruhlarından yardım istemek suretiyle ortaya çıkmıştır. Nuh (as) kavminin Vedd, Sua’, Yeûs, Yeûk ve Nesr adını verdikleri putlar salih insanların heykelleriydi. [559] Putçuluğun, heykelciliğin ve resimciliğin kökeni ölülerin ruhundan yardım istemektir.
İbn Teymiye’ye göre, ruhundan yardım ve medet taleb etmek maksadıyla, Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret etmek dahi caiz değildir. Bu konuda, şöyle demektedir:
“Dört mezhep imamına göre, Hz. Peygamber’in kabrinin yanına ziyaret maksadıyla varan bir kimse, Rasulullah’a selâm verirken İmam-ı Azam’a göre yüzünü kıbleye çevirmesi, diğer üç imama göre kabre çevirmesi icabeder. Fakat ziyaretçi ALLAH’a dua edip kendisi için bir şey isteyecekse, dört mezhep imamına göre de hücreye değil, kıbleye yüz çevirmesi gerekir”. İmam Malik, Rasulullah’ın kabrini ziyaret eder, selâm verir, sonra sırtım kabrin duvarına dayar ve kıbleye yönelerek kendisi için dua ederdi. İbn Teymiye’ye göre Rasulullah’ın kabrini ziyaretle ilgili hadislerin hiçbiri sahih değildir, bir kısmı uydurma, bir kısmıysa zayıftır. Onun için, bunların hiçbirine güvenilmez. İbn Teymiye, Rasulullah’ın kabrini, Hz. Âişe’nin hücresinde bulunduğunu, hiçbir sahabenin kolay kolay buraya giremediğini, onun için sonradan ortaya çıkan şekliyle Ravza ziyaretinin ilk asırlarda bilinmediğini ileriye sürmektedir. Ona göre, ihtiyaç arzetmek şefaat dilemek veya orada yapılan duanın daha faziletli olduğuna inanmak maksadıyla, peygamberin kabrini ziyaret etmek bid’atçilerin ve müşriklerin ziyaret şeklidir. [560] İbn Teymiye’nin görüşlerinin, cebren tatbikat sahasına konulmasından Vehhabîlik doğmuştur. Vehhabîliğin kurucusu, yardım ve şefaat istemek gayesiyle Rasulullah’ın kabrinin ziyaret edilmesinin, günah olduğunu söylüyor ve vefat ettikten sonra Hz. Peygamber’in ruhunun kimseye faydası olmadığını anlatmak için,
“Şu elimdeki değneğin faydası var, fakat Rasulullah’ın faydası yoktur” diyordu. Vehhabîler tevhid inancına uymuyor diye, Hicaz’da inşa edilen türbe ve kabir üzerindeki mescidleri yıkmışlar, buralara gidip ölülerin ruhundan yardım, şefaat ve meded talebeden kimselerin katledilmeleri gerektiğini, zira bunların müşrik olduklarını iddia ederek dediklerini kısmen gerçekleştirmişlerdir. Abduh ve Abduhcu cereyan, bu konuda geniş ölçüde İbn Teymiye ve Vehhabîleri takip etmiştir. Mutasavvıfların, Abduh’u neden mahkum ettiklerini anlamak için, bu gibi hususların da gözönünde bulundurulması gerekir. İmamların kabirlerine, sûfilerin, evliyanın mezarlarına verdikleri önemden daha çok ehemmiyet veren Şiîler ile Vehhabîler arasında şiddetli bir düşmanlık vardır.
Sonuç:
Başı oldukça kavgalı olup tevessül meselesinde titizlik gösterilen nokta, tevhid inancının korunmasıdır. Bilindiği gibi, dua bir ibadettir ve ibadet, ancak ALLAH’a yapılır; yardım da -vasıtalı veya vasıtasız- yalnız ALLAH’tan gelir: “Ancak sana kulluk eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz.” [561] Tevessülü caiz görmeyenler, şirke sapılmasından korkmuşlar, caiz görenler ise tevessül edenin şirk koşmadığını söylemişlerdir.
Kabir ve kabir ziyareti konusunda bahsedildiği şekilde şiddet göstermenin, hele bunu kesin bir hüküm halinde ortaya koymanın haklı olduğunu söylemeye imkân yoktur. Kul ile ALLAH arasında bazı hallerde vesile ve vasıtalar koymanın caiz olduğunu gösteren sahih hadisler mevcuttur. [562]
İbn Teymiye, -biraz da muasırlarının davranışları sebebiyle- bu meselede ifrata düşmüştür. Tevhid inancını korumak gibi, iyi ve yüce bir niyeti vardır; bununla me’cur olabilir. Onun karşısındakiler de, zaman zaman sert ve insafsız davranmışlar, neticede İslâm‘ın yasakladığı tefrika doğmuştur.
Bu konuda, mutasavvıfların ve tarikat ehlinin, şunu bilmeleri ve gereğine riayet etmeleri icabeder: Türbe ve kabir yapmak veya buralarda gömülü bulunan ölülerin ruhundan yardım istemek konusunda dayandıkları deliller, açık ve kesin olmaktan uzaktır. Kanaatlerini savunmak veya muhaliflerinin görüşlerini çürütmek için başvurdukları aklî ve naklî delillerin hepsi zannîdir. Zannî delillere dayanarak muhalifleri kâfir, bid’atçi ve sapık olmakla suçlamak, asla caiz değildir. Bu meselede, muhalifleri hoş görmek ve kanaatleriyle başbaşa bırakmak suretiyle, kendi telakkilerinin doğru olduğuna inanmak mutasavvıflar için zaruridir.
Uygulamada, her tevessül edenin şirk koştuğu iddia edilemez. Her üç çeşit tevessülü usulünce kullanan, istediğini ALLAH’tan isteyen, yardımı ondan bekleyen; ancak kendi aczini, kusurunu, günahını bildiği için bir ALLAH sevgilisini araya koyan, onun hatırı için isteyen kimseye
“Sen şirk koştun, haram işledin” denemez.
Bu bahiste kelâm, fıkıh ve hadis âlimleri, özellikle selefîye mezhebi mensupları, şu hususları gözönünde bulundurmak zorundadırlar: Mutasavvıfları tenkit etmek veya onlara karşı kendi görüşlerini savunmak için istinad ettikleri aklî ve naklî deliller, kesin ve açık olma özelliğine sahip değildir.
“Mutasavvıflar arasında âdet olan türbe inşaı ve kabir ziyareti, Hz. Peygamber zamanında yoktur, bunlar sonradan çıkan bid’atlerdir” demek, “bu meseledesarih bir nas yoktur” mânâsına gelir. Bu meselede, hükmü açık ve kat’i bir ayet ve hadis olmayınca, delil diye ileri sürülen nasların zandan başka bir şey ifade etmeyeceği aşikârdır. Bu hususta, mutasavvıfları müşriklere kıyas etmek, en azından adalet, insaf ve hakkaniyet ölçülerine sığmaz. Sonradan ortaya çıkan bu meselenin hükmünü, kıyas yoluyla mutasavvıfların anladığı şekilde de, zahir ulemasının anladığı tarzda da anlamak mümkündür. O halde, bu gibi zannî delillere dayanarak mutasavvıflara bid’atçi, sapık ve müşrik demek nasıl caiz olur? Zahir ulemasının bu meselede yapacağı şey, mutasavvıfları hoş görmek ve kanaatleriyle başbaşa bırakmak suretiyle kendi görüşlerinin doğru olduğuna inanmaktır.
Şu çizgide birleşmek mümkündür: Ölüler ile tevessülün, lüzum ve zaruretine dair bir nas yoktur. Bunu inkâr eden, ehli sünnet camiasından çıkmaz. ALLAH’a ortak koşmadan, O’nun sevdiği bilinen veya zannedilen, ölü yahut diri bir kul vasıta kılınarak Allah’a dua etmek mânâsında bir tevessülü yasaklayan bir nas da yoktur; şu halde bunu yapanlar da kınanamaz. Ancak, türbelerin etrafında toplanan, dede ve tekkelere kurbanlar kesen, adaklar adayan, ellerini kaldırarak ölülerden medet, imdat, şifa... bekleyen kimselerin hatalı hareket ettikleri, imanlarını tehlikeye düşürdükleri bir gerçektir; onlara yolun doğrusunu göstermek mürşidlerin görevidir.
Bugün, ne mutasavvıfların, ne de zahir ulemasının caiz görmesi mümkün olmayan kabir yapma ve mezar ziyaret etme şekilleri de mevcuttur. Kabir ve ölü konusunda şeriata, tabiata ve akla zıt olan bir yığın zararlı gelenekler ortalığı istila etmiştir. İlk defa yapılacak şey, müteşerriler ile mutasavvıfların birbirlerinin kusur ve ayıplarını sergilemeleri değil, el ve işbirliğiyle bahis konusu çirkin bid’atleri ortadan kaldırmalarıdır. İslâm’ın itikad ve ibadet anlayışına uymayan hatalı inanç ve amelleri ortadan kaldırmanın yolu, cebir ve şiddet değildir. Bilgisizlik sebebiyle, bu meselede yanlış bir yol tutanları bid’atçi, sapık ve kâfir diye itham ederek mahkum etmek, hatta hapis ve idam edilmelerinin caiz olduğuna fetva vermek, Vehhabîlerin başlangıçta başvurdukları fevkalade hatalı ve sakıncalı bir usûldür. İslâm’ın metodu bu değildir. Kabir ve ziyaret konusundaki hatalı inanç ve davranış şekillerini bir mücadele konusu olarak değil, bir irşad, telkin, terbiye ve talim konusu olarak görmek gerekir. Din eğitimini yaygınlaştırmak ve genel bilgi seviyesini yükseltmek, bu çeşit bâtıl itikatları ve hurafeleri kaldırmanın en faydalı yoludur. Bu yolun netice vermesi, zamana bağlıdır. Bu, çabuk ve kolay halledilecek bir konu değildir. Yanlış da olsa, belli bir manevî kaynaktan gıda alarak ruhlarını besleyenlerin bu kaynakla irtibatları kesilince, mutlaka doğrumeşru ve sıhhatli başka bir kaynaktan beslenmelerinin sağlanması lâzımdır. Zararlı ve mahzurlu maddelerden gıda alan kimselerin, bu iş yasaklanmadan önce kendilerine faydalı ve sıhhî gıda maddeleri gösterilmez ve temin edilmezse, yasaklama işi başarılı olmaz, tersine lüzumsuz bir huzursuzluk meydana getirir. Başkalarının düşünüş, inanış ve davranış biçimini kesin bir delile dayanmadan ve kat’i bir zaruret bulunmadıkça tenkit konusu yapmaktan sakınmalıdır. Zaruret bulununca da usûlüne göre tenkit edilir. Bir kimsenin en aziz varlığı vicdanî kanaatlerini ve inançlarını, -bunlar yanlış bile olsa- kolay mücadele konusu yapmamalıdır. Bu hususta yapılacak hesap hatası, tehlikelere yol açar, fayda temin etmez, zarara sebep olur. Başkalarını hoş görmek dinî ahkamı bütün teferruatıyla tebliğ etmeye teferruatıyla tebliğ etmek, başkalarını hoş görmeye engel olmamalıdır.