rabia
Mon 17 May 2010, 02:10 pm GMT +0200
Ölüm Pazarı
(Bir göçmen yüreğin, bir ara oturmuş olduğu parka giderek; Türkmenistan şehitlerinden aldığı dersi, o parkın bir zamanlar beraber oturduğu asil çocuklarına anlatmak istediği bir mevzu ile karşınızdayım...)
O günler...
Yıllar önceydi. Bir büyük şehrin kıyıda kalmış bir mahallesinde, bir takım gençler, çocuklar vardı. İdealisttiler. Kendilerince, kendilerinden beklenmeyecek düşünceleri, dışarıdan görülemeyecek derinlikleri vardı. Yaşları onüç, onbeş, onyediydi belki, belki olsa olsa yirmiydi.
O sıradan kenar mahallenin mütevazı bir parkı vardı. Yer yer tahtaları sökülmüş tahta sıraları vardı parkın. Oralarda adet, sıraların oturulacak yerine ayaklarını koyup, yaslanacak yerine oturmaktı. Bir de kuruyemiş yiyip kabuğunu tükürmek adeti vardı. Mevsim sonbaharsa eğer, rüzgar eser, yağmur yağar, kuruyemiş kabuklarını sürükler götürürdü. Hele gecesi yağmurlu güz sabahları... Park, çimenler, sıralar, hepsi pırıl pırıl olurdu.
Bu satırları yazan miskin göçebe, o parkın bir ademoğlu tarafından süpürgeyle temizlendiğine hiç şahit olmamıştır.
O günler...
Yıllar önceydi. O parkta asil kavaklar vardı. Heybetli kavaklar vardı. O mahallenin mütevazı parkında, tıpkı saray bahçelerinde, cami avlularında olduğu gibi, 'asumana ser salan kavaklar bunlar,' diyebileceğiniz kavaklar vardı. Ve çevrenin sefaletine rağmen, mevsim güzse eğer, o parkta da her guşeden altun akup gelür idi.
Mevsim güzdü. Göç mevsimiydi.
Parka gelirlerdi sık sık. Bir takım idealist gençler, çocuklar vardı. Onları gören bir miskin göçmen yürek vardı bir de.
O günler...
O günlerden bir gün. Ki mevsim güzdü. Akşamdı. Yağmur yağmıştı ikindi suları. Park yıkanmıştı. Kuru yapraklar akmış, yeni yapraklar düşmüştü yer yer. O bir takım sıradan görünümlü küçük devler parktaydı. Büyükçeleri sordu:
- Nasıl ölmek istersiniz?
Küçük kalpler heyecanla çarptı. Küçük ağızlar açılmadı ama. Miskin göçmenin kalbi titredi. Ki şahitti. Ki belki şahit olsun diye oradaydı.
Soru tekrar soruldu gerçek kavaklar arasında. O an kavak yelleri esmiyordu hiç birinin başında, kavaklar arasında olsalar da. Ciddi, mağrur, mahzun kavaklar arasında, sıradan sıraların yaslanacak yerine oturmuş çocukluk kulaklarına yeniden çarptı, kalp kapılarını bir daha çaldı soru.
- Hani, sizin elinizde olsa. Nasıl ölmek isterdiniz?
En küçüğün bir büyüğü, çekine çekine söz aldı. Sert saçları sarı sarıydı. Gözlerinde merhametle sevgi arası bir parıltı taşırdı hep. Söze başlarken dudakları titredi. Ağzından çıkan sözlerin yoğunlaşıp kaderi olacağından korkuyor gibiydi. Ya da belki söylediklerinin kaderi olması ihtimaliyle sevinç duyuyor gibiydi.
- Ben bir savaşta ölmeliyim. Ama bu eski zaman savaşlarından biri olmalıydı. Göğüs göğüse; okların, kılıçların konuştuğu bir savaş. Ben bir savaşta ölmeliydim. Beni bir yer imdeki işaretten tanısaydı bir yakınım.
Ki İbni Cahş hayranıydı, çok dinlemişti. Ve ilave etti:
- Beni bir yer imdeki küçük bir işaretten tanısaydı bir yakınım, şehitliğimle kıvanç duysalardı.
Bunu duydular, sustular. Orada hazır bulunan takım ve öylesine bulunan bir göçmen yürek, sustular. O sıradan sıraların birine iğreti ilişmiş sıradan adam içini konuşturdu:
- Ne güzel dedin genç adam, ne tatlı konuştun. Ama keşke kıvancı katmasaydm bu işe. Kıvancın öylesinden korksaydm, son adımda düşme tehlikesiyle burun buruna gelmeseydin.
Sessizliğini bir diğeri bozdu, incitmekten çekinir gibi. Yüzü beyazdı. Ay ışığında kanı çekilmiş bir suret desen olur.
- Benim ölümüm dar ağacında olsaydı, dedi. Ama mazlumen. Ölmeden önce biri sorsaydi: 'Onun senin yerinde olmasını ister miydin?' Ben, 'hayır!' desey-dim, onun kılma zarar gelmesin de, tek benim gibi milyonlar feda olsun. Sonra, 'selam,' deseydim. Selamımı duysaydı, duyduğunu duyursaydı.
Garip gönül, mihman gönül 'ah!'dedi. Sende Hubeyb hayranısın anlaşılan, ama olmadı! 0 böyle arzu etmemişti. Son basamağında arzu merdiveninin, kaydın! Gittin baş aşağı! Daha çok toysun, çok! Henüz çok hamsın, çok!...
Hep söylediler... Herkes kendi gönlündeki sultan ölümü anlattı. Herkes şehitlik istiyordu. Her yürek şehadet arzuluyordu, yaşıt gönüllerin küçük arzularına inat.
O günler...
O günler güzel günlerdi. O küçücük yürekler kutsi yüreklerdi belki. Ne ki, hep gelip gelip bir yerde takılıyorlardı. İlle şöhret, ille bilinme arzusu. Şehadet isterken bile...
Yazık.
Kim bilir, şehadet de belki niyettedir. Niyettendir.
O günlerde altın yürekler otururdu mütevazı parkta. Bazen yanlarına bir de göçebe gönül sokulurdu. İmrenirdi hep. O gün kendine sordu. Ona hiç kimse sormamıştı. 'Sen nasıl istersin ey gönül?'
O, Yunusça bir ölümü istiyordu. Bir garip ölmüş diyeler... Tekrar sordu. Hayır, aslında riyasız bir ölüm istiyordu. 'Sen bunu bilsinler diye yaptın, ve işte bildiler. Aldın ücretini,' tokadıyla karşılanmayacak bir ölüm. Öylesine gitmediğini bir tek bilmesi gereken bilseydi. Bunu anlatmadı orada, o fukara parkta oturan çocuk kalplerine. Bu anlatılmazdı. Anlatmak belki tılsımını bozardı böyle bir niyetin, bunu biliyordu.
Yazık. Bilmediği bir şey vardı. Belki bu tılsım meselesini aklından geçirmek ve bütün diğer arzuların rağmına böyle daha üstün bir renksizlik arzusu... Bu da saffetine leke düşürmüş olabilirdi renksizlik ülküsünün. Kendi kendine de anlatmamalıydı belki bilinmezliği. Ki somutlaşsa bilinirdi şüphe yok.
Bu kadarını öğrendi mi bilinmez. Ama serde göçmenlik... Şehadet arzulayan başka insanlar da gördü. Şehitler de bildi.
O günler geride kaldı.
Şehitler tanıdı.
O şehitler, onun arzusunun tersine tanınıyordu.
Ve doğru söz canlanmıştı ölümsüz ölülerin, kendilerine öldü denmeyecek şehitlerin üstünde.
İnsanlar nasıl yaşarlarsa öyle ölüyorlardı.
İnsanlar nasıl yaşamışlarsa öyle ölmüşlerdi.
Bunu gördü o göçmen gönül.
Bunu ben de gördüm dostlar!
Gören gözler gördü, işiten kulaklar işitti işte...
II.
(Burası, yüreğin titreyişi, helecana gelişi, gördüklerini başka görenlere anlatmaya, duyduklarını duyurmaya çalışması bey anındadır.)
Dostum, ey aziz dost!
O, Orhan hocamız değil miydi, sevgilinin, 'ümmeti, ümmeti!'dediği gibi, 'öğrencilerim, öğrencilerimi' diyen. O, kendini cennetü'l a'lada hisseden öğrencilerinin yanında. Ve o ötelere uçarken, evet uçarken sevgili dost, yine öğrencilerinin arasında değil miydi?
O, Mithat hocamız değil miydi?... Veliler velisi, velilerinin velisi. İlle talebelerim ve velileri diyen. Ve talep ettiği üzere talebeleriyle birlikte çıkmadı mı kutlu yolculuğuna. Bir veli ziyaretine giderken çalmadı mı Veliyyü'l-Evliya'nın kapısını. Sen de görmedin mi sevgili dost, sen de duymadın mı? Sen de şahit değil misin, yaşadığı gibi öldüğüne?
Ve o, sevgili dost, Cihan hocamız değil miydi, risalet ünsiyetli risalelerin enisi. Ve başkalarını donduran bir rüzgar onun yüreğinde üns esintileri olup esmiyor muydu son yolculuğunda. Göklere bağlı o sayfaları kanat edip yükselmedi mi mesnevi nurları saçarak. Mesnevi nurlarından içmiş, kanmış. Ve sen hissetmedin mi sevgili dost!? Senin gözlerin önünde tamamlamamış mıydı son sayfasını kitabın? Hayatının son sayfasıyla kitabının son sayfasını üst üste getirdiğine şahit değil misin?
Madem öyle dostum, sevgili dostum!... Madem nasıl yaşarsak öyle ölürüz, nasıl ölürsek öyle haşro-luruz.
Sen dostum, kıyamete kadar boncuk dizmek ister misin hiç? Kabrinde sur üfleninceye kadar, o kadar uzun bir sohbet incir çekirdeği doldurmaz meselelerden, gerçekten bu sıkıcı olmaz mı sence de? Kabirde bin boynuzlu bir geyikle ünsiyet nasıldır acaba? Hiç düşündün mü?
Ey nefis, ve ey sevgili dost!
Nasıl yaşarsan, öyle ölürsün. Nasıl ölmek istiyorsan öyle yaşa.
Ölümlerden ölüm beğen sevgili dost!
Ölümlerden ölüm beğen sevgili dost!
Ölümlerden ölüm beğen sevgili dost!
Nasıl ölmek istiyorsan öyle yaşa.
Şimdi, o eski günleri gören göçmen kalb, o günlerde bu günleri görmüş olsaydı. O idealist gençlerin sohbetine katılırdı belki. Ve, 'Nasıl ölmek istersiniz?' sorusunun cevabını böyle toplardı.
İstediği gibi ölmek, biraz da cüz-i iradeyle alakalıdır dostlar! O halde, nasıl ölmek istiyorsanız öyle yaşayın! Ki bu dünya bir ölüm pazarıdır. Tezgahlarında yokluk karası ölümlerden, sonsuzluk nakışlı ölüme kadar, yok yoktur. Ve bu dünyaya gelenler, şüphe yok, ölümlerden ölüm beğenmeye gelirler.
Alıntı
(Bir göçmen yüreğin, bir ara oturmuş olduğu parka giderek; Türkmenistan şehitlerinden aldığı dersi, o parkın bir zamanlar beraber oturduğu asil çocuklarına anlatmak istediği bir mevzu ile karşınızdayım...)
O günler...
Yıllar önceydi. Bir büyük şehrin kıyıda kalmış bir mahallesinde, bir takım gençler, çocuklar vardı. İdealisttiler. Kendilerince, kendilerinden beklenmeyecek düşünceleri, dışarıdan görülemeyecek derinlikleri vardı. Yaşları onüç, onbeş, onyediydi belki, belki olsa olsa yirmiydi.
O sıradan kenar mahallenin mütevazı bir parkı vardı. Yer yer tahtaları sökülmüş tahta sıraları vardı parkın. Oralarda adet, sıraların oturulacak yerine ayaklarını koyup, yaslanacak yerine oturmaktı. Bir de kuruyemiş yiyip kabuğunu tükürmek adeti vardı. Mevsim sonbaharsa eğer, rüzgar eser, yağmur yağar, kuruyemiş kabuklarını sürükler götürürdü. Hele gecesi yağmurlu güz sabahları... Park, çimenler, sıralar, hepsi pırıl pırıl olurdu.
Bu satırları yazan miskin göçebe, o parkın bir ademoğlu tarafından süpürgeyle temizlendiğine hiç şahit olmamıştır.
O günler...
Yıllar önceydi. O parkta asil kavaklar vardı. Heybetli kavaklar vardı. O mahallenin mütevazı parkında, tıpkı saray bahçelerinde, cami avlularında olduğu gibi, 'asumana ser salan kavaklar bunlar,' diyebileceğiniz kavaklar vardı. Ve çevrenin sefaletine rağmen, mevsim güzse eğer, o parkta da her guşeden altun akup gelür idi.
Mevsim güzdü. Göç mevsimiydi.
Parka gelirlerdi sık sık. Bir takım idealist gençler, çocuklar vardı. Onları gören bir miskin göçmen yürek vardı bir de.
O günler...
O günlerden bir gün. Ki mevsim güzdü. Akşamdı. Yağmur yağmıştı ikindi suları. Park yıkanmıştı. Kuru yapraklar akmış, yeni yapraklar düşmüştü yer yer. O bir takım sıradan görünümlü küçük devler parktaydı. Büyükçeleri sordu:
- Nasıl ölmek istersiniz?
Küçük kalpler heyecanla çarptı. Küçük ağızlar açılmadı ama. Miskin göçmenin kalbi titredi. Ki şahitti. Ki belki şahit olsun diye oradaydı.
Soru tekrar soruldu gerçek kavaklar arasında. O an kavak yelleri esmiyordu hiç birinin başında, kavaklar arasında olsalar da. Ciddi, mağrur, mahzun kavaklar arasında, sıradan sıraların yaslanacak yerine oturmuş çocukluk kulaklarına yeniden çarptı, kalp kapılarını bir daha çaldı soru.
- Hani, sizin elinizde olsa. Nasıl ölmek isterdiniz?
En küçüğün bir büyüğü, çekine çekine söz aldı. Sert saçları sarı sarıydı. Gözlerinde merhametle sevgi arası bir parıltı taşırdı hep. Söze başlarken dudakları titredi. Ağzından çıkan sözlerin yoğunlaşıp kaderi olacağından korkuyor gibiydi. Ya da belki söylediklerinin kaderi olması ihtimaliyle sevinç duyuyor gibiydi.
- Ben bir savaşta ölmeliyim. Ama bu eski zaman savaşlarından biri olmalıydı. Göğüs göğüse; okların, kılıçların konuştuğu bir savaş. Ben bir savaşta ölmeliydim. Beni bir yer imdeki işaretten tanısaydı bir yakınım.
Ki İbni Cahş hayranıydı, çok dinlemişti. Ve ilave etti:
- Beni bir yer imdeki küçük bir işaretten tanısaydı bir yakınım, şehitliğimle kıvanç duysalardı.
Bunu duydular, sustular. Orada hazır bulunan takım ve öylesine bulunan bir göçmen yürek, sustular. O sıradan sıraların birine iğreti ilişmiş sıradan adam içini konuşturdu:
- Ne güzel dedin genç adam, ne tatlı konuştun. Ama keşke kıvancı katmasaydm bu işe. Kıvancın öylesinden korksaydm, son adımda düşme tehlikesiyle burun buruna gelmeseydin.
Sessizliğini bir diğeri bozdu, incitmekten çekinir gibi. Yüzü beyazdı. Ay ışığında kanı çekilmiş bir suret desen olur.
- Benim ölümüm dar ağacında olsaydı, dedi. Ama mazlumen. Ölmeden önce biri sorsaydi: 'Onun senin yerinde olmasını ister miydin?' Ben, 'hayır!' desey-dim, onun kılma zarar gelmesin de, tek benim gibi milyonlar feda olsun. Sonra, 'selam,' deseydim. Selamımı duysaydı, duyduğunu duyursaydı.
Garip gönül, mihman gönül 'ah!'dedi. Sende Hubeyb hayranısın anlaşılan, ama olmadı! 0 böyle arzu etmemişti. Son basamağında arzu merdiveninin, kaydın! Gittin baş aşağı! Daha çok toysun, çok! Henüz çok hamsın, çok!...
Hep söylediler... Herkes kendi gönlündeki sultan ölümü anlattı. Herkes şehitlik istiyordu. Her yürek şehadet arzuluyordu, yaşıt gönüllerin küçük arzularına inat.
O günler...
O günler güzel günlerdi. O küçücük yürekler kutsi yüreklerdi belki. Ne ki, hep gelip gelip bir yerde takılıyorlardı. İlle şöhret, ille bilinme arzusu. Şehadet isterken bile...
Yazık.
Kim bilir, şehadet de belki niyettedir. Niyettendir.
O günlerde altın yürekler otururdu mütevazı parkta. Bazen yanlarına bir de göçebe gönül sokulurdu. İmrenirdi hep. O gün kendine sordu. Ona hiç kimse sormamıştı. 'Sen nasıl istersin ey gönül?'
O, Yunusça bir ölümü istiyordu. Bir garip ölmüş diyeler... Tekrar sordu. Hayır, aslında riyasız bir ölüm istiyordu. 'Sen bunu bilsinler diye yaptın, ve işte bildiler. Aldın ücretini,' tokadıyla karşılanmayacak bir ölüm. Öylesine gitmediğini bir tek bilmesi gereken bilseydi. Bunu anlatmadı orada, o fukara parkta oturan çocuk kalplerine. Bu anlatılmazdı. Anlatmak belki tılsımını bozardı böyle bir niyetin, bunu biliyordu.
Yazık. Bilmediği bir şey vardı. Belki bu tılsım meselesini aklından geçirmek ve bütün diğer arzuların rağmına böyle daha üstün bir renksizlik arzusu... Bu da saffetine leke düşürmüş olabilirdi renksizlik ülküsünün. Kendi kendine de anlatmamalıydı belki bilinmezliği. Ki somutlaşsa bilinirdi şüphe yok.
Bu kadarını öğrendi mi bilinmez. Ama serde göçmenlik... Şehadet arzulayan başka insanlar da gördü. Şehitler de bildi.
O günler geride kaldı.
Şehitler tanıdı.
O şehitler, onun arzusunun tersine tanınıyordu.
Ve doğru söz canlanmıştı ölümsüz ölülerin, kendilerine öldü denmeyecek şehitlerin üstünde.
İnsanlar nasıl yaşarlarsa öyle ölüyorlardı.
İnsanlar nasıl yaşamışlarsa öyle ölmüşlerdi.
Bunu gördü o göçmen gönül.
Bunu ben de gördüm dostlar!
Gören gözler gördü, işiten kulaklar işitti işte...
II.
(Burası, yüreğin titreyişi, helecana gelişi, gördüklerini başka görenlere anlatmaya, duyduklarını duyurmaya çalışması bey anındadır.)
Dostum, ey aziz dost!
O, Orhan hocamız değil miydi, sevgilinin, 'ümmeti, ümmeti!'dediği gibi, 'öğrencilerim, öğrencilerimi' diyen. O, kendini cennetü'l a'lada hisseden öğrencilerinin yanında. Ve o ötelere uçarken, evet uçarken sevgili dost, yine öğrencilerinin arasında değil miydi?
O, Mithat hocamız değil miydi?... Veliler velisi, velilerinin velisi. İlle talebelerim ve velileri diyen. Ve talep ettiği üzere talebeleriyle birlikte çıkmadı mı kutlu yolculuğuna. Bir veli ziyaretine giderken çalmadı mı Veliyyü'l-Evliya'nın kapısını. Sen de görmedin mi sevgili dost, sen de duymadın mı? Sen de şahit değil misin, yaşadığı gibi öldüğüne?
Ve o, sevgili dost, Cihan hocamız değil miydi, risalet ünsiyetli risalelerin enisi. Ve başkalarını donduran bir rüzgar onun yüreğinde üns esintileri olup esmiyor muydu son yolculuğunda. Göklere bağlı o sayfaları kanat edip yükselmedi mi mesnevi nurları saçarak. Mesnevi nurlarından içmiş, kanmış. Ve sen hissetmedin mi sevgili dost!? Senin gözlerin önünde tamamlamamış mıydı son sayfasını kitabın? Hayatının son sayfasıyla kitabının son sayfasını üst üste getirdiğine şahit değil misin?
Madem öyle dostum, sevgili dostum!... Madem nasıl yaşarsak öyle ölürüz, nasıl ölürsek öyle haşro-luruz.
Sen dostum, kıyamete kadar boncuk dizmek ister misin hiç? Kabrinde sur üfleninceye kadar, o kadar uzun bir sohbet incir çekirdeği doldurmaz meselelerden, gerçekten bu sıkıcı olmaz mı sence de? Kabirde bin boynuzlu bir geyikle ünsiyet nasıldır acaba? Hiç düşündün mü?
Ey nefis, ve ey sevgili dost!
Nasıl yaşarsan, öyle ölürsün. Nasıl ölmek istiyorsan öyle yaşa.
Ölümlerden ölüm beğen sevgili dost!
Ölümlerden ölüm beğen sevgili dost!
Ölümlerden ölüm beğen sevgili dost!
Nasıl ölmek istiyorsan öyle yaşa.
Şimdi, o eski günleri gören göçmen kalb, o günlerde bu günleri görmüş olsaydı. O idealist gençlerin sohbetine katılırdı belki. Ve, 'Nasıl ölmek istersiniz?' sorusunun cevabını böyle toplardı.
İstediği gibi ölmek, biraz da cüz-i iradeyle alakalıdır dostlar! O halde, nasıl ölmek istiyorsanız öyle yaşayın! Ki bu dünya bir ölüm pazarıdır. Tezgahlarında yokluk karası ölümlerden, sonsuzluk nakışlı ölüme kadar, yok yoktur. Ve bu dünyaya gelenler, şüphe yok, ölümlerden ölüm beğenmeye gelirler.
Alıntı