- Ölüm Haber Veriyor

Adsense kodları


Ölüm Haber Veriyor

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
rabia
Wed 24 March 2010, 05:37 pm GMT +0200
Ölüm Haber Veriyor

birinci haber

Yitik bir kavramın ismini almış mekânda dokuz yaslı can ateşte eridi, herhangi bir günün herhangi bir vaktinde.

Haberlerin satıraralarına serpiştirilen görüntülerinde serüvenlerini okuyamadık; herşeyleri birkaç dakikaya sıkıştırılmıştı.

Belki de günün ilk ışıklarıyla doğmuşlardı; bahara, yeni bir yıla, cezbedici yarınlara yürümüşlerdi, kimbilir.

Çocukları; ellerinden tutamadıkları, saçlarını okşayamadıkları, öpemedikleri torunları var mıydı?

İsimlerini okuyamadık... Fatma, Ayşe, Firdevs, Ferhunde, Ahmet, Vasıf, İdris, Pakize, Emine miydiler?

Bilmiyoruz...

Orada ne arıyorlardı? Tanpınar'ın roman kahramanları değillerdi ama, aradıkları neydi? Huzur mu?

Hangi serüvenin içinden yürümüşlerdi oraya?

Ateş onları, onlar da ateşi alevlendirdi. Kendileri ateşte, ateş de kendilerinde eridi.

Onca şeye ne oldu?

Bakışlar, dokunuşlar, iç geçirmeler...

Günün bütün vakitlerine yaydıkları kokular, sesler niçindi, bugün birşey söyleyebiliyorlar mı?

Sahi, kimdi onlar?

(...)

ikinci haber

Camına yağmur damlaları düşmüş kameraya, 'onu çok seviyorum' diyen çocuğun, annelerin, genç sevgilinin, delikanlının ağladığı elli altılık Barış, yağmurlu bir öğle sonrası, ıslanmış toprağın birkaç metre derinliğine yürüdü.

Bir şeyi iyi farkettik: doğum ve ölüm arasına hemencecik yerleşen 'elli altı' yıllık bir koşuda çok ter dökülmüş.

Milyonlarca yüreğe yürünmüş, binlercesinde kalıcı izler bırakılmış.

Koca bir tarihin, bir kültürün başkentinde, merkezî semtte konumlanmış köşkte ve yoğun ilginin ortasında yaşanmış bir ömür bitti.

Dağlar Dağlar, Gülpembe.. yok satıyor.. alkışlar devam ediyor.. anılar tazeleniyor.

Ne zamana kadar?

Bu sorunun cevabını iyi biliyoruz:

Bir süre sonra eller yorulacak, gündeme başka ölü(m)ler gelecek. Ölüsevici toplum bir kez daha 'di'li geçmiş zamanı konuşacak.

Yüzyıl önce ve yüzyıl sonranın arasına yerleşmiş bir yüzyıllık koş(uş)turmanın getirişi, sokaklara doluşan kalabalığın alkışıyla sınırlı kalacaksa eğer, ...

'(...) ölmedi! kalbimizde yaşıyor!'

Geçin bunu...

Başkalarını kalbinde yaşatacağını söyleyenlerin de öldüğü bir gerçekliğin içinde, sloganların kıymet-i harbiyesi nedir ki?

(...)

haşiye

Kimsenin bir yerlere konduğu yok. Varlık yürüyüş kolu içinde beliriyor. Ademoğlu buna bir yerden katılıyor, bir yerinden de ayrılıyor. Ölmek için doğu(lu)yor, ayrılmak için buluşu(lu)yor.

Zaman, sözünü söylüyor.

Et ve kemikle görünür hâle gelenler ne yapabilirki?!

(...)

şerh

Biz hikâyenin değil, kurgulanmış ve yazılmış bir öykünün (kaderin) kahramanlarıyız. Yeryüzü serüvenimi, bu öykünün açılımından başka bir şey değildir.

Evet, hayatın kendisi bir kurguyken, bu kurgunun içine doğan her birerimizin de kurgusal bir hayatı vardır. Bir kurgunun içinde bir başka kurguyu yaşıyoruz.

İnsan tekinin dışında varolagelen hayatın ne zamana kadar devam edeceğini nasıl bir seyir izleyeceğini bilemediğimiz gibi, hayatımızın da yarınını bilmiyoruz.

Hayatın ve hayatımızın bu bilinemezliği, onun, öyküden çok fazla bir şey olduğunu da gösteriyor. Çünkü öykünün bilinemez, çerçevenin dışına taşan bir tarafı yok; öykü ha-yat(ımız)la sadece kurgusallıkta benzeşiyor.

Bizimle ilgili olan hayatın tarafımızca bilinemezliği; hayatımızı, yaşarken oluşturuyoruz demek değildir. Hayatımız önceden belirlenmiştir. Çerçevesi, onu kurgulayan tarafından çizilmiş; varolan, ama sonrası bilinmeyeni yaşıyoruz.

Dışımızdaki (bütün varlığı kapsayan) hayatın içinde ayrışan öznel hayatımızın önceden belirlenmişliği, eylem ve tercihlerimizde özgür olmadığımız anlamına da gelmiyor. Hayat(ımız)ı kurgulayanın ilmî kuşatıcılığı, bizi önemsizleştirmiyor; önceden bilinen, yazılan ve kurgulananın eli kolu bağlı figüranı kılmıyor. O ilmî kuşatıcılığın ferasetiyle öyle yaşayacağımız bilindiğinden hayat(ımız) öyle kurgulanmış. Çünkü biliyoruz ki, an içindeki tercihlerimizi belirlerken, herhangi bir dayatmayı ensemizde veya içimizde hissetmiyoruz.

Öyle yazıldığı için yapmıyoruz; öyle yaşayacağımız bilindiği için öykümüz (kaderimiz) öyle yazılmış. Bu yüzden bir mahkûmiyet ve esaret, neticesinde de bir mağduriyet sözkonusu değildir.

Hayat tek renk üzerinde akmıyor ve bir tonda yaşanmıyor, birbirine karşı konumlanmış 'şey'lerin ilişkisinden oluşuyor. Hayatta bir mağduriyetimiz sözkonusu değil ama, hayata da hakim değiliz; hayatın mahkûmlarıyız. 'Güzellik ve 'hoşluktan ibaret olmayan hayatın, 'acı' ve 'ağır' yüzünden nasibimizi almaktan kurtulamıyoruz.

Günün ilk ışıklarıyla veya gün batımında ana rahminden ana kucağına yürüyen bebenin sevincine; hastalığın, yoksulluğun, acının, ölümün.. gölgesi düşüyor. Bİr zaman sonra bedenimiz yorgun düşüyor; doyurulmamış emellerin tahribiyle hayatın dışına itiliyoruz. Bunlardan sakınamıyor, mutluluğun coşumuna kapılıyor, acının içimizdeki kanatıcı yüzüyle de trajediyi yaşıyoruz.

Hayatın bizi kuşatan, üzerimize üzerimize gelen bu yüzünden hareketle, birer zavallı ve bir 'hiç' olduğumuzu söyleyebilir miyiz?

Kafka, Sevgili Milena'sında öyle diyor:

'...yaşam, kötü organize edilmiş bir parti gibidir. Partinin en temel ve doyurucu yemeğini çoktan yiyip bitirmenize rağmen, partiyi heyecanlı kılan çerezler bir türlü gelmek bilmiyor.'

Hayatın organizatörlüğünü bir 'hiç'e veren bakışın, hayatta bir anlam görmesi düşünülemez; 'hiç'ten 'hiç' çıkar. Biz ise hayatın sahibine inanıyor ve O'ndan hareketle hayatı okuyoruz.

Durduğumuz yer itibarıyla, hayatın zahirinden batınına yolculuk yapma imkânımız var. Gayba açılan ölüm penceresinden baktığımızda yaşadıklarımız daha net, daha katlanılır ve daha 'iyi' görünüyor. Ölümün içindeki hayatın, hayatın İçindeki ölümün ayırımına varıyoruz. Kûdsî beyan, içimizden dudaklarımıza akıyor: 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci'ûn'

Nihat Dağlı