- Ödünç yaz

Adsense kodları


Ödünç yaz

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Thu 18 November 2010, 03:16 pm GMT +0200
Ödünç Yaz


Kara incir ve nar

Piran ülkesinden bir pınar

Suyunun derin sülüklerinden

Örülmüş saçları var…

Sezai KARAKOÇ

 

Sıcak bir gün... Her taraftan boğucu bir duman yükseliyor. Hızla giden minibüsten dışarıyı izlemek, bir film şeridinin akışını andırıyordu. Filme geçmişimi koymuştum. Sevinçlerimi, kırgınlıklarımı, mutlu olduğum anları ve benzer şeyleri yol boyu izledim. Zamandandı çaresizliğim. Hele de böylesine hızla giden minibüsün camına yaslanıp kalmışken daha da bir çaresizdim. Akan şey zamandı, kaybolan, yok olan zamandı. Belki de yok olmak gibi bir gidiş, zamanın tabiatında olan bir istidattı da, bana kayboluşu andırıyordu. Bir türlü karar veremedim. Remizlerdi zihnimi kurcalayan. Çoğu zaman anlam veremediğim halde bir yerlerden üşüşüveren karmaşık imgelerdi takılıverdiğim. Yine de bir karelik görüntüler olarak hatırladığım şeyler, belli bir gerçekliği tarif eden ve belli bir düzleme yerleşen, varoluşa kendince bir anlam katıveren şeylerdi. Her şeyin bir başı bir de sonu vardı. Zamanda bir soluk aralığında karar kılabilir, bir gün o da durabilirdi. Şu gök, şu yer, şu dağ yıkılabilirdi. Bu düzen bozulabilirdi. Korkuverdim, dağların küçüldüğü yerin bölündüğü yerde bir hiç oluverdim.

Bu bir rüya olmalıydı. Bir insan minibüsün içinde bu denli ufalmamalıydı. Evet evet rüyaydı. Bir el beni uyandırmış, iyice sarsmıştı. Ter içinde kalan bedenime hayretle baktım. Neredeyse nefes alamıyordum. Hemen camı açtım. Serin bir rüzgârdı içeriye yayılıveren.

İsmail yanık bir türkü söylüyordu. Kendimi kaptırıverdim.  En çok da bu türküyü güzel söylüyordu. Aramızdaki her türlü farklılığa rağmen yine de iyi birisi diye düşündüm. Sadece kurnazlığını sevmiyordum. Arabaya biner binmez başta benim, daha sonra sırasıyla arabada bulunan herkesin taklidini yapmış, herkesi gülmekten kırp geçirmişti. Bazen hayat dolu biri diye düşünsem de, içine düştüğü buhranları, o kesif yalnızlığını yüz hatlarından okuyabiliyordum. Elimi tutabilse, bir kez olsun canı gönülden dinleyebilse idi az çok yardım edebilirdim. Ne zaman onu dinlesem, ne zaman yanık sesine dalıp gitsem, bu hüzünle karışık duygusal halini bir kaçış olarak düşünür, acıma ile nefret arasına gerilmiş bir ipe kendimi asılı halde buluverirdim. Sürekli sallandığımı, ipin bağlandığı yerin sallanmaya meyyal bir zemin olduğunu düşünerek ipi biraz da benim salladığımı düşünürdüm.

Yolun sağında, on beş yirmi metre kadar aşşağıda Dicle, sarı rengin hâkim olduğu bir tuvale çizilmiş mavi bir şeridi andırıyordu. Pencereden içeriye doğru yayılan sıcak rüzgâr, Dicle boyunca sıralanmış kavun tarlalarından hoş bir kokuyu taşıyıp duruyordu. Sağa sola kümelenmiş koyun ve keçi sürülerini, arabalara el sallayan bazen taş atan çocukları, toza toprağa bulanmış tek tük iğde ağaçlarını sarı bir toz bulutunun gölgelediği bir perdeden izledim. Trafiği engelleyen koyun ve keçilerin telaşlı halleri içeride bulunan herkesi eğlendiriyordu. Biraz mahcup, biraz kızgın bir eda ile çoban sürüyü toparlamaya çalışırken, garip bir biçimde içeridekiler bu durumdan rahatsız olmuyordu. En azından jandarma noktasında beklemekten, durduk yere azar işitmekten daha keyifliydi.

İçten içe gülüyordum. Hepimiz mutluyduk. İsmail’de gülüyordu. Nedense mutlu olduğum anları, fikri ve dünyevi kaygılarımı aşan ve bizleri ait olduğumuz çevreyle var kılan huzur saatleri olarak düşünmüşümdür. Hala gülüyorduk. Burhanın anlattığı fıkralar içerdekileri güldürmeye yetiyordu. Sözlerin insanın mutluluk kaynağı olduğunu yeniden düşündüm.

Babamın anlattığı öyküleri, kahramanlık hikâyelerini, “ Yalan oldu da gitti” dediği günleri anımsadım. Ne kadar da içten anlatırdı. Tüm bunlar gerçekten yaşandı diye uyaran ses tonu ile vakur bir duruşu vardı. Fakirliği, askerliği, seferberliği, göç hikâyelerini bir bir anlatırdı. Bunları bil derdi. Bil ki kendini de bilesin derdi. Ben de unutmadım. Her nereye varsam, nereye baksam geçmişle aramda ince bir perdenin olduğu hissi beni takip eder, peş peşe sorular diziverirdi.

Arabamız biraz yavaşlamış, Hasankeyf’e yaklaşmıştık. Her yolculuğun bitiminde duyulan heyecanla artık yerimizde duramıyorduk. Bir an önce inmek, ışıltılı günün aydınlığına kendimizi bırakmak istiyorduk. Uyuyanlar kalkmış, gezi planı için tartışmalar başlamıştı. İçimde etrafın güzelliğine karşı tanımlayamadığım bir hayranlık vardı. Her taraf tarih kokuyordu. Arabamızla hemen yanından geçiyorduk. Bir anlık görüntüler alarak biraz daha ileriye gidiyorduk. Garip olansa etrafın güzelliği azalmıyor, giderek atıyordu.                                             Güneşin okları, Dicle’nin asılarıdır aşındırdığı dik kayalarda kırılarak, etrafına ferahlık veren bir aydınlık yayıyordu. Dicle suyunun hemen dibinde aktığı uçurumun yamacına türünü bilmediğim kuşlar konup kalkıyor, aralarından birisi yavaşça süzülüp sonra duvarın yüzeyinde yitip gidiyordu.

Minibüsü park ettiğimiz alçakça bir duvarın önünde planımızı son bir kez daha gözden geçirip, gezimize başladık.  Siyah beyaz filmlerde görmeye alıştığım tek katlı binalar, yan yana dizilmiş dükkânlar, Siirt işi halılar, at ve katırlar, kireç taşından yapılmış çatısız yapılar… Görebildiğim her şeyde sade bir güzellik vardı. İki çıkışı ve inişi olduğu söylenen minare üzerindeki halı desenine benzeyen süslemelerine rağmen alabildiğine sadeydi. Sanki yapan usta utanarak, sıkılarak, mağrur olmamaya çalışarak, yapının hatlarını alabildiğine yuvarlayarak gurur timsali bir anıt dikmeye değil de gerçekten Allahın isminin anılacağı bir yapı inşa etmeye gayret etmişti.

Kaleye doğru ağır ağır yürüdük. Binlerce yıldır insanlar buralarda yaşamıştı. Birilerinin bıraktığı yerden bir diğeri devam etmiş, yeni gelenler evlerini eskisinin üzerine kuruvermiş ve bu düzen böylece devam etmişti. Bu günse sokaklarında Nikkon ve Codak marka fotoğraf makineleri ile turistler dolaşıyor. Sürekli fotoğraf çekiyorlardı. Merakla hayret karışımı bakışlarında, tanıma ve imrenmenin ötesinde, durduğu yerden baktığı şeyi tanımlayanlara has bir küçümseyiş sezinledim. Belki de yanılıyordum; ama gözlerinde garip bir ışıltı vardı. Hemen karşıdaki meydan kahvesinde oturan, yaz gününde ceket giyen başına sarığını saran yaşlılar gurubuysa, taburelerine biraz daha gömülerek usul usul konuşmaya devam ederken, yanı başlarındaki hareketliliği hiç de umursamıyorlardı. Yaşlıca birisinin etrafına kümelenmiş daha genç bir gurup dikkatimi çekiyor. Saygı ile tevazu karışımı bir öğrenme isteği ile yaşlı adamın her dediğini dikkatle dinliyorlardı. Yüz hatları irfan tarlası, gülümsemesi Dicle’nin ışıltısı, bakışları Fırat’ın çağıltısı… Onları uzun uzun izledim. Hepsi de halinden memnun görünüyordu. Yaşlı adam, ya buraların hikâyesini anlatıyor ya da nasihat ediyordu. Çoğu zaman göremediğim öğrenme isteğini böylelikle müşahede edebilmek, bir anda geçmişe, bir medresenin hücresine gidebilmenin o an için yegâne imkânı idi. Düşünmek, tek başına, kendi başına, fazlalıklarından arınarak kendin gibi olarak düşünmenin imkânlarını düşünmek…

Artuklu döneminde imar edilen kent, şimdi ne kadar da yalnız ne kadar da harap... O eski günlerini yâd edip duruyor olsa gerek. Biraz yıkık, biraz ilkel ama canlı, ama vakur ve her geleni çarpan bir güzelliği var.

Düş kurmak burada ne kadar kolay. Önünden geçerken kayalara oyulmuş evlerine buyur eden erkekleri, sağa sola koşuveren çocukları, su taşımaktan yorulmuş kadınları, bakışlarını uzaklara çevirmiş ve öylece dona kalmış ihtiyarları görüverdim.

Uzaktan, çok çok uzaktan bir toz bulutu yavaş yavaş yaklaşırken, şehri bir tedirginlik sarıyor, askerler koşuşuyor, atlar coşuyor, kadınlar ağlıyor, çocuklar kaçışıyordu. Köprüyü tutan askerler, köprünün asmasını kaldırıp, daha korunaklı bir yere çekiliyordu. Burçlar, kuleler bir bir kalabalıklaşıyor, kale kapıları kapanıyor, çelik ışımaları ötelere uzanıyordu. İkindi vakti, göğe yayılan ezan sesleri ile herkes duraksayıp el açıyor, içten içe dua edip yakarıyor, bilenlerin dudaklarından ayetler bir bir dökülüyordu. Ezan seslerine at kişnemeleri karışıyor, sakaları bir telaş alıyordu. Nicedir kullanmadıkları su yolunu, bir türlü dolmayan sarnıcı kontrol ediyorlar. İçlerine korku düşüyor. İçlerinden birisi en fazla bir ay diyor… Diğeri Allah kerimdir ve bizimledir diye ekliyor. Bir merkep anırıyor. Yaşlı kadın bunu uğursuzluğa yoruyor. Çocuklar gülüyor. Biri taş atıyor. Merkep yine de anırıyor.

Saf tutan ordular kaleyi boşaltırken, hisarı kadın ve çocuk ürpertisi kuşatıyordu. Askerlerden birisi, bıyığı yeni terlemiş olan birisi korkuyor, ölüm diyor, bir toz bulutu ile yaklaşıyor. Azrail bir bulutun içinde bir şişmek kadar hızlı yaklaşıyor, diyor. Titriyor, ama aralarından daha tecrübeli, ak sakaklı bir komutan “korkmayın” diyor. Bu gün din günüdür, bu gün cenk günüdür, bu gün şeref ve izzet kazanmanın günüdür. “Korkamayın, Allah bizimledir” diye ekliyor. Ayakları titreyen genç, “Evet Allah bizimledir” diyerek bu sözlere canı gönülden inanıyor.

Yağız bir ata binmiş süvarilerin komutanı, atını doldurarak arkasındaki ölümü kanıksamış binlerce süvari ile kaleden iniyor. Piyadeler mancınıkları, taş yığınlarını, yağ fıçılarını kontrol ediyor… Kılıçlar kınını, kalkanlar kolları, mihverler başları, mızraklar hizasını buluyor. Koca bir ordu savaş düzeni alırken, ortalığı kesif bir kan kokusu sarıyordu.

Ama garip bir şey oluyor, hızla bir atlı yaklaşıyor. Herkes gelen bu atlıya bakıyor, ne söyleyecek diye merak ediyor. Korkmayın diyor, bu gelen Selahaddin’dir. Eyyubun oğlu Selahaddin. Selam size olsun, bu gün bayram günüdür. Selahaddin size barış ve esenlik diler.

Şehri bir sevinç kuşatır. Çocuklar koşmaya, kadınlar gözyaşlarını silmeye, başlar. Yaşlı kadın uğursuz saydığı sesin sahibine taze otlardan bir yem hazırlar. Taze bir yağmur başlamış, kan kokusu sinmiştir. Saka için dert bitmiş, Dicle bereket ışıltıları ile bağlara, bahçelere koşuvermiştir.

Soy bir arap atının üzerinde gelen Selahaddin’dir. Büyük Sultan Selahaddin. Hıttin gazisi, Kudüs fatihi, Şam ve Mısır mülkünün sahibi, müminlerin hamisi Selahaddin.

Ölüler diyarından bir rüzgâr tüm yaşayanlara dokunuverir. Böylelikle gün görmemiş tohumlar filizlenecektir. Yaşanan acılar bir gün bitecek, bu kenti kuşatan büyü dağılırken, geciken bahar gelecektir.

“Ağabey mendil alımisen” Suphanallah. Dağılan büyü ve kâğıt mendil… Düş kurmak burada o kadar kolaydı ki, bir anda başka bir boyuta geçivermiştim. Uçurumun tepe noktasında, neredeyse harap olmuş şehir hamamının yıkık duvarının yanında, bir taşa oturup kalmıştım. Güzel bir manzarası vardı. Belki de bakmaya doyamamıştım.

Denizi olmayan bir memleketin görebileceği en güzel görüntü bu olmalı diye düşündüm. Gökyüzü, eleğimsağma bir renk cümbüşü; yer, dağından, taşına, ağacından, otuna, uçan kuşundan, sürünen yılanına kadar bakar bakmaz insanı mahzun eden ama yine de huzur veren bir coşkunun tablosuydu. Dicle’nin durgun suları, yıkılmış köprünün heybetle duran ayıklarına ulaşır ulaşmaz, bir anafora dönüşüyor, güneş ışınlarının türlü oyunları ile gökkuşağını andıran Dicle suyu bir anda karanlık bir dehlize dönüşüyordu. Zamana ve mekâna dair her şey bu kara delikte yitip gidiyordu. Fotoğraf çekenlerin ebedi olma telaşı ve yeni körünün beton ayakları, bu dehlizden yayılan uğultuya bir şeylerini kaptırıyordu. Beyaz taştan yapılmış evlerin duvarlarına çarparak ortalığı biraz daha kavuran rüzgâr, her şeyi biraz daha eskiterek geçip gidiyordu.

Yavaşça oturduğum yerden doğruldum ve biraz ileride beni bekleyen Yılmaz ve Burhan’a doğru yürüdüm. Kaleye çıkarken su almamak ne büyük bir hataydı… Bir daha ki sefere suyu unutmamalıydım. Yorgun ayaklarım, yıllarca önce kaleye çıkmak için yapılan rampanın kaygan taşlarına biraz daha dikkatli basıyordu. Koruma altına alınmış kale kapısının hemen altında ki çeşmede sıraya girenler acele etmekte ne kadar da haklıydılar. Susuzluk dayanılır gibi değildi. Çeşmeye doğru yürüdüm. Yukarıdaki mağaralardan birisinde yaşayan yirmili yaşlardaki hafif sakalları ve güneş yanığı teniyle biraz bitkin duran genç adam, musluğa taktığı hortumu çekerek, buyurun diyen bir bakışla geri çekiliyor. Su içmek için bekleyenlere sırasını vermiş olmakla büyük bir iyilik yaptığını düşünmüş olmalı ki, yüz hatlarından gayet mutlu oluğu anlaşılıyor. Çeşmenin ılık suyunu içmekle içmemek arasında kararsız kalıyorum. Her yudumda sanki biraz daha susuyordum. Yine de susuzluk baskın geliyor ve ben şişene kadar içiyorum. Bu arada doldurduğu su bidonlarını merkebinin sırtındaki heybelere yerleştiren genç adamı peşi sıra izledim.  Kaleye tırmanmak için ikindi ve akşam vaktini bekleyen ihtiyarları bir çırpıda geçerek evine doğru gidiyordu.

Gün ikindiyi devirmiş, öğle sıcağı yerini hafif bir esintiye terk etmişti. Köprünün yanındaki meydan kahvesine doğru yürüdük. Sağa sola dağılan arkadaşlar bir bir toplanırken, Yılmaz’la beraber bir köşede durup gelip geçenleri izledik. Yirmi otuz kişilik bir topluluk sessizce yürüyordu. Pek alışık olmadığı türden bir kalabalık olduğunu söyleyen Yılmaz’la beraber olan biteni anlamaya çalışırken, yanımıza yaklaşan Burhan o haberi veriyordu.

“Şu karşıdaki tarlalarda pamuk toplayan çocuklardan birisi, eski köprünün ayaklarında boğulmuş.”

Umuda, hayata ve zamana dair varsayımlarım, mutlu olmaya dönük kaygılarım yitip giden bir aldanış, belli belirsiz izler bırakan ve büyük ihtimal unutulan hezeyanlar olmalıydı. Ölüm, bu kadar yakın, bu kadar gerçek ve yaşamla böyle yan yana… İçime düşen korkunun ürpertisi ile ne yapacağımı bilemedim. Yine donup kalmıştım. O gülen, güldüren Burhan gitmiş, ağlamaklı konuşan bir başka Burhan gelmişti. Sigarasına iyice asılan, derin nefesler alan Yılmaz, başı yerde öylece kalakalmıştı.

Köprünün diğer tarafında toplanan işçiler, nedensen bu tarafa geçmiyorlar, öylece çömelmiş bekliyorlardı. Sesinde acıyı kanıksamış bir ton sezilmediğim anne, Kürtçe bir ağıt söylüyordu. “Pamuk işçisiydi. Fakir biriydi. Oynamamış, gün görmemiş yavrum pamuk işçisiydi”

Hızla geçen arabaların ve turistlerin telaşından gayri her şeyi bir hüzün sarmış, küçük büyük herkes bu acıya katılmıştı. Anne hala ağlıyor, gözlerinden toprağa yaşlar damlıyordu. Diğer kadınlar da ağlıyordu. Erkeklerde ise çaresizlikle utanç karışımı bir hal vardı. Sanki her şey bu hali tanıyordu da kendileri de çaresizliklerini görerek bu suskunluğa katılıyordu. Bu suyun değirmenine kurban vermeyi geçmiş zamanlarda kalan bir adet olarak yazan kitaplar, bu gün bunu çaresizlik diye kaydediyordu. Bir anne ağlıyordu ve şehir utancından susuyordu. Ve nedense bu ağıtlar bir birine benziyordu. Bu ses kadim bir acıyı yâd ederken, çakmak taşını, jandarmanın sopasını, barut kokusunu, fakirlik korkusunu, kara bir hummayı, doğu çıbanını, kanıksanmış bir acıyı ve darağacını çağrıştırıyordu.


 
Mustafa Doğan