meryem
Wed 16 February 2011, 03:19 pm GMT +0200
Nifak/Münafık
İslâm'a karşı duran 'küfr ümmeti'nin İslâm ve müslümanlar için en tehlikelisi, en sinsi ve kendisine karşı en fazla tetikte durulunması gerekeni münafık ve her mü'minin şiddetle çekinmesi gereken de münafığın durumu olan nifak'tır.
Nifak, (Ne-Fe-Ka' fiil kökünden gelir. Bu fiilin çeşitli anlamları vardır Fiilin asıl anlamı bulunan 'geçmek,- tükenmek'le ilgili olarak, kendinden türeyen 'nefak' kelimesi 'işlek yol, yer altında bir ucundan girilip öbür ucundan çıkılan yol' demektir, [294] Bu bağlamda Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Eğer yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, haydi gücün yeterse yerin içinde bir nefak, ya da göğe bir merdiven ara ki, kendilerine bir ayet getiresin..” (En'am: 35).
İşte, 'Nifak' ve 'münafık' kavramlarının bu kelimeyle çok ince ve anlamlı bir bağlantısı vardır. 'Nifak’ 'yolun bir kapısından girip öbür kapısından çıkmak', demektir. Fakat, bu giriş ve çıkış normal bir giriş ve çıkış olmayıp, adeta kimseye görünmek ve kimse tarafından bilinmek istemeden gizli gizli yer altı deliklerinde dolaşmak, bu deliklerin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmak ve delik içinde tüm sırlarını muhafaza etmek ve dilediğini yapmak mefhumlarını da çağrıştırmaktadır. Öte yandan, münafığın halini ifade eden nifak kelimesi 'Ne-Fe-Ka' fiilinin doğrudan üçlü yapısından geldiği halde, münafık fiilin 'karşılıklılık' ifade eden dörtlü 'müfaale' babından gelir. Bu da münafığın gerek kendine, gerek Allah'a ve gerekse başkalarına karşı ikili bir pozisyonda bulunduğunu ve giriş-çıkışlar içinde olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya kor.
Münafıkların 'bir kapıdan girip diğer kapıdan çıktıkları'nı ve hep bu hal üzerinde olup, kalplerinde ise tam bir küfr taşıdıklarını Kur'an çok güzel ifade eder. Özellikle, Rasûl-i Ekrem (S.A.V.) zamanındaki münafıkların çoğu önce İslâm'ı kabul etmiş, sonra da kalben irtidad ettikleri halde, zahiren nıüslüman görünmekteydiler. İster baştan zahiren kabul eder görünsün, isterse gerçekten kabul ettikten sonra kalben İslâm'dan çıkmış olsun, münafık gerçek olarak kâfir, dıştan müslümandır:
“Hiç özür dilemeyin; siz inandıktan sonra küfrettiniz” (Tevbe: 66).
Bu ayet, Tebuk seferine katılmayan ve böylece nifakları ilk kez veya bir kez daha ortaya çıkan münafıklarla ilgilidir. Ayet, Tebuk seferine katılmamakla onların küfr'e düştüğünü belirtmekte, fakat bu küfr 'itikadî' olmadığından kendilerine irtidad hükmü uygulanmamakta, zahiren mü'min kabul edilmektedirler. Ne var ki, Rasûlüllah'ın Tebuk seferine sıcağı bahane ederek katılmamaları nifaklarından kaynaklanmaktadır, imanlı olsalardı katılırlardı. Yine, daha başka ayetlerde de münafıkların iman veya islâmdan sonra küfre girdikleri ifade olunmaktadır:
“Dediklerinden dolayı Allah'a yemin ediyorlar; ama andolsun, küfr kelimesini söylediler ve İslâm'larından sonra küfrettiler” (Tevbe: 74'.
Bu ayetin ortaya koyduğu bir gerçek, münafıklar' ın yalan yere yemin ettikleridir.
“Bu şundan ki, onlar iman ettiler, sonra da küfrettiler de kalpleri mühürlendi, artık anlar değillerdir”(Münafikun: 3).
Münafıklar’ın, iman veya İslâm'dan sonra küfretmelerine sebep, ya bir takım dünyevî amaçlarla iman etmeleri, ya İslâm'da aradıklarını bulamamaları, küfrlerini belli etmek suretiyle de elindekileri iyice kaçırmak istemekleri, kısaca Kur'an'ın ifade ettiği gibi, uzun uzun emeller peşinde koşmalarıdır:
“Kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra gerileri üzere dönenler, Şeytan onlara kolaylaştırdı; ve onları uzun arzulara düşürü” (Muhammed: 25).
Gerçekten, münafık İslâm'da arayıp da bulamadığı dünyalığı elde etmek için sürekli fırsat kollar. İslâm'ı içten yıkmanın yollarını arar; çok çeşitli kılıklara bürünür, her fırsattan yararlanmaya bakar. O karanlık izbelerin adamıdır dıştan son derece temiz ve iyi görünür; gayet güzel konuşur, sözü dinlenir, yapısı itibariyle de görkemlidir. Belki, kavmin önde gelenlerindendir. Hatırı sayılır kişisidir.
“Onları gördüğün zaman cisimleri hoşuna gider, söz söyleseler sözlerini dinlersin. Sanki giydirilmiş odunlar gibidir onlar. Her çığlığı aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, sakın onlardan. Allah kahretsin onları, nasıl da döndürülüyorlar!(Münafikun: 4),
Bu karanlık yolların yolcusu İslam ve müsiümanlar için en tehlikeli olandır. İslâm'ı en güçlü döneminde bile içten vurabilecek biridir o. Bu bakımdan, Kur'an son iki suresinde Rasûl-i Ekrem'e ve dolayısıyle mü'minlere onlardan çekinmelerini ve şerrlerinden Allah'a sığınmalarını emreder:
“De; “Sığınırım karanlığın yarıldığı demin Rabbi’ne, yarattıklarının şerrinden; üflediği zaman düğümlere üfleyenin şerrinden; ve haset ettiği zaman hasidin şerrinden (Felâk sûresi).” “De: Sığınırım insanların Rabbi'ne, insanların Meliki'ne, insanların İlâhı'na, fısıldayıcı sinsi vesvesecinin şerrinden” (Nas: 1-4).
İşte, münafık karanlık kişidir, fısıldar, düğümler atar, üfler, hasettir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, münafığın kendisi yolda yalpalayıp durur; nereye gideceğini bilemez, içi haset ve gizli plânlarla doludur. Bu bakımdan, rahat uyku bile uyuyamaz; mallarıyla, evladıyla, giyimiyle, konuşmasıyla kendisini göstermek ve onur kazanmak ister. Tam bir yalancıdır, izbe karanlıklarda ufak bir ışıkla yol alır, bu da sönüverince kalakalır. Son derece korkak ve ürkektirler. Mü'minler bir şey konuşsalar hemen kendi aleyhlerine konuşulduğunu sanırlar, durumlarının ortaya çıkıvereceği endişesiyle titrerler. Durumları ortaya çıktığında, bunu unutturmak ve mü'min olduklarına karşılarındakileri inandırmak için İslam'ın en belirgin işaretlerini ortaya koymaya çalışırlar, mescid bile yaparlar:
“Malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak kendilerine dünyada azap etmek ve kâfir olarak canlarının çıkmasını diliyor” (Tevbe: 85).
“Sizden olduklarına dair Allah'a yemin ediyorlar. Oysa, sizden değilerdir, fakat korkak bir toplulukturlar” (Tevbe: 56).
“Münafıklar kalplerindekini kendilerine bildirecek aleyhlerinde bir surenin indirilmesinden korkarlar” (Tevbe; 64).
“Zarar ve küfr içinde ve mü'minler arasında tefrika çıkarmak ve önceden Allah ve Rasûlü'yle harbedeni gözetmek için bir mescid edinenler var;
“İyilikten başka bir niyetimiz yoktu” diye yemin de edeceklerdir. Allah şahitlik eder ki, onlar yalancıdırlar” (Tevbe: 107).
“Senden ancak Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanmayan, kalpleri kuşkuya düşmüş ve şüpheleri içinde bocalayıp duranlar izin isterler” (Tevbe: 45).
“Arada yalpalayıp dururlar. Ne bunlara, ne de onlara; Allah'ın saptırdığı kimseye bir yol bulamazsın” (A. İmran: 143).
“Onların durumu bir ateş yakan gibidir. Ne zaman ateş çevresini aydınlatsa Allah nurlarını giderir ve onları görmez halde karanlıklarda bırakır. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönmezler. Ya da, gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gürlemesi ve yıldırım, bulunan bir yağmur (a tutulmuş) gibi. Yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar, Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Şimşek nerdeyse gözlerini kapıverecek; önlerini aydınlattı mı, o(nun ışığı)nda yürürler, üzerlerine karanlık çökünce dikilir kalırlar” (Bakara: 17-20).
Gerçekten münafıklar ölümden çok korkarlar. Onlar yazın sıcak günlerinde gölgeliklerde, bahçelerde, pınar başlarında, kışın soğuk günlerinde ise ateşin karşısında sıcak odalarda eşleriyle birlikte oturup durmayı severler. Zevk-safa içinde ömür geçirirler (Tevbe: 69). Haysiyetli bir hayat yaşamaya güç yetiremediklerinden kendi içinde bulundukları durumu en iyi durum kabul ederler, dünya hayatı biricik amaçlarıdır, bu yüzden hiç Cihad'a çıkmak istemezler (Tevbe: 81, 86..). Sabah yatağı, akşam evi, gündüz de iş-güç veya eğlencelerini bırakıp namaza kalkmak kendilerine öylesine ağır gelir ki! Ama, kâfir olduklarını göstermemek ve mü'min olduklarına güya mü'minleri inandırmak için yine de namaz kılmazlık etmezler; bu bakımdan, namazları da gösteriş içindir (Nisa: 142, Tevbe: 54). Sadaka vermekten, hele hele mü'minlere bağışta bulunmaktan hiç hoşlanmazlar; sadaka vermek şöyle dursun, yoksul mü'minlere yardımda bulunulmaması için çalışırlar ve “şunlara yardım etmeyin de, Muhammed'in çevresinden dağılıp gitsinler” derler. İnen her Kur'an ayeti kinlerini artırır, pisliklerine pislik katar, kalplerini daha da katılaştınr (Tevbe: 125-126). Bütün hesapları dünyaya göredir. Mü'minleri 'baldırı çıplak' gördüklerinden, malca, evlâtça, kabilece kendilerinin altında gördüklerinden onlara ayak takımı gözüyle bakarlar, fakat bu aşağılık duyguları ve kinlerinden kaynaklanır. Kendilerini 'üstün görüşlü, akıllı ve her şeyi en iyi bilen’ zannederler. Değer yargıları tümüyle dünyevî değerlerle ilgili olduğundan, sözgelimi mü'minler Cihad'a çıksa, kendileri de çıkmasa ve mü'minlere bir yara isabet etse, bunu kendilerinin görüşlerinin doğruluğuna, mü'minlerinse akıllarının hiç ermediğine verirler. Bütün endişeleri geleceğe aittir. “Ya savaşa çıkar da ölürsek, ya bir ganimet alamadan dönersek, ya yenilirsek, ya şimdi mü'minler kazansa bile zayıftırlar, müşrikler daha güçlü, ya yarın müşrikler galip gelir de bizi de mü'minlerle beraber bulunduk diye öldürürler, mallarımızı elimizden alırlarsa” diye Allah'a ve Ahiret'e inançsızlık, tevekkülsüzlük örnekleri sergilerler. Gerçek kazancın Ahiret kazancı ve Allah rızası ve tek dayanılacak olanın Allah olduğunu, ölümün sağlam kaleler içinde bile İnsana geleceğini hiç mi hiç düşünmezler. Dünya hayatındaki galibiyet ve yenilgilerin “Allah'ın, sebeplere bağlı olarak insanlar arasında bir takım hikmetler dolayısıyle döndürüp durmasından” ileri geldiğini anlayamazlar. İnancından sağlam oldukça ölse de öldürülse de, yense de yenilse de kazananın ancak mü'min olduğunun. bilincinde değillerdir. Galibiyet-mağlûbiyetlerin, başa gelen felâketlerin, dünya hayatında karşılaşılan tüm olayların birer imtihandan öte bir anlam taşımayıp, ancak mü'mini münafık ve kâfirden ayırmaya yönelik bulunduğunu idrak edemezler:
“Oturdukları yerden kardeşleri için “bize itaat etselerdi öldürülemezlerdi” diyenler, onlara söyle:
“Eğer doğruysanız, ölümü haydi kendinizden savın” (A. İmran: 168).
“O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürüp dururuz; Allah mü'minleri ortaya çıkarsın, sizden şehitler edinsin diye.. Ve, Allah iman edenleri temizlesin, kâfirleri de mahvetsin diye” (A. İmran: 140-141).
“İki topluluğun karşılaştığı gün basınıza gelen ancak Allah'ın izniyleydi; ve Allah iman edenleri bilsin diye. Ve, Allah münafıklık edenleri de bilsin diye..” (A. İmran: 166-7).
“Allah mü'minleri üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir; ta ki, temizi pisten ayıracaktır” (A. İmran: 179).
“Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde bulunsanız yine ölüm sizi bulur”(Nisa: 78).
“Kalplerinde hastalık bulunanların “zamanın aleyhimize dönmesinden korkuyoruz” diyerek içlerinde (Kur'an diliyle “şeytanları” olan Yahudiler ve Hristiyanlar arasında) koşuştuklarını görürsün. Belki Allah fetih ya da Kendi katından bir iş getirir de, bu kez nefislerinde gizlediklerine pişman kesilirler” (Maide: 52).
“Yurtlarından çalım satarak gösteriş ve alâyişle çıkan kâfirleri görünce “Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar (müslümanlar için) bunları dinleri aldatmış” diyorlardı. Oysa, kim Allah'a tevekkül ederse, muhakkak Allah aziz ve hakimdir” (Enfal: 49).
“Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar 'Allah ve Rasûlü bize sadece boş va'dlerde bulundu' diyorlardı” (Ahzab: 12).
Münafıklar zahiren iman etmiş göründüklerinden İslâm toplumu içinde kaldıkları ve küfrlerini açığa vurup, İslâmî yönetime baş kaldırmadıkları sürece kendilerine dokunulmaz ve mü'min muamelesi yapılır. Rasûl-i Ekrem'e yapılan cenaze namazları kılmama emri, yalnızca Asr-ı Saadet'te kendisine bildirilen münafıklar hakkında olup, bunların dışında kimseye bir takım hareketlerinden dolayı küfrlerini açığa vurmadıkça müslüman muamelesi yapılmaya devam edilir. Kur'an İslâm toplumu içinde bu toplumu içten yıkmaya çalışan kişiler olarak münafıklar üzerinde uzun uzun durmakta ve mü'minleri şiddetle uyarmaktadır. Münafıklar adeta mü'minlerin kendileriyle imtihana tabî tutuldukları kişilerdir. Hz. Rasûl-i Ekrem zamanında Medine'de çok sayıda münafık vardı ve bunların bir kısmını o biliyordu. Mekke'nin fethinden sonra Medine içinde ve dışında münafıklar daha da çoğaldı, Uhud savaşına katılan İslâm ordusunun üçte biri münafıktı ve geri döndü. Kalanların büyük çoğunluğu ise ayakları kayabilecek durumda olanlardı ki, Kur'an böylelerine sürekli biçimde “kalplerinde hastalık bulunanlar” der. Bunlar duru bir imana sahip olamamış ve Allah hakkında cahili zanlardan kurtulamamış kişilerdir. İşte, Kur'an bunları tevbeye ve kendilerine dikkat etmeğe çağırır. Medine'de ve dışında münafıklar, hattâ katmerli münafıklar bulunduğunu belirterek mü'minleri uyarır;
“Çevrenizdeki bedevi araplardan münafıklar vardır; Medine halkından da nifakta katmerleşenler; sen onları bilmezsin. Biz kendilerini biliriz. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra büyük bir azaba itileceklerdir” (Tevbe: 101).
Bu münafıkların büyük çoğunluğu Rasûl-i Ekrem' den sonraya kalmışlardır. Vefat-ı Nebevî'den sonra meydana gelen tüm üzücü olaylarda kesinlikle münafık parmağı vardır ve bu olaylar nifaktan ve kalbî hastalıklardan kaynaklanmıştır dersek, - özellikle ilgili Kur'an ayetleri karşısında - herhalde yalnızca bir iddiada bulunmuş olmayız.
Kuşkusuz Nifak yalnızca Rasûl-i Ekrem'in- zamanına veya sonrasına özgü değildir. Müslümanların bulunduğu bir toplumda her zaman münafıklar da bulunabilir. Kâfirden daha şerrli olan münafık Cehennem'in en alt tabakasında yanacaktır (Muhakkak münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar(Nisa: 145). Yine, Kuran'a dikkatle baktığımızda münafıkların" ardında kâfirlerin ve özellikle kendilerini hakk dinden sayanların, yahudilerin, hristiyanların bulunduğunu görürüz; Kur'an bunlara 'münafıkların şeytanları' adını verir (Bakara: 14). Münafıklara 'vahy'de bulunanlar işte bu şeytanlardır; onlar ördükleri iplere, attıkları düğümlere şeytanlarının vahyini okurlar. Bunların hilelerine kapılmamak, tuzaklarına düşmemek için istikametten sapmamak ve basireti yitirmemek gerekir.
Münafığı tanıma açısından şu ünlü hadis-i şerif hayli önemlidir:
“Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler; va'd ettiğinde va'dini yerine getirmez; kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder. (Bazı rivayetlerde) Böyle kişi, namaz kılıp oruç da tutsa ve kendisini mü'min de sansa münafıktır.” [295] Bir hadis-i şerif daha:[296]
“Yaratılmışlar içinde Allah'ın en buğz ettiği, elbisesi (kılığı) peygamberlerin elbisesi, ameli ise despotların ameli olandır.” [297]
[294] Müfredat, 502.
[295] Müslim, HN: 106-110.
[296] Keşf'ül-Hafa, I, 28.
[297] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 392-400.