sumeyye
Tue 8 February 2011, 02:26 pm GMT +0200
Nesh Öncelikle, İrtifaklarda Ve Faallerde Olur:
Bil ki: Nesh, iki kısımdır:
a) Rasûlullah (s.a.), ihtiyaçların karşılanması yollarına ve taat biçimlerine bakar, onları teşrî esaslarına riayetle zabturapt altına alır. Bu, Rasûlullah’ın (s.a.) içtihadı yoluyla olur. Sonra, Allah Teâlâ, onu, o içtihadı üzerinde bırakmaz, aksine mesele hakkında vaz etmiş olduğu kendi hükmünü ona bildirir. Bu, duruma göre ya Kur’ân’ın nazil olmasıyla, ya da içtihadını değiştirmek ve asıl hüküm üzerinde onu sabit kılmak yoluyla olur.
Birinciye örnek: Rasûlullah (s.a.), önce Beyt-i Makdis’in kıble edinilmesini emretmişti. Sonra Kur’ân bunu neshetti.
İkinciye örnek: Rasûlullah (s.a.), (deri) kırba hariç, diğer kaplarda şıra tutulmasını yasaklamıştı. Sonra her türlü kapta şıra tutabileceklerini bildirdi ve:
“Sarhoş edici bir şey içmeyin!” [616] Buyurdu. Bu şöyle olmuştu: Rasûlullah (s.a.), sarhoşluk verme özelliğinin kapalı bir şey olduğunu görmüş ve ona açık bir mahal (mazinne, illet) belirlemek istemişti. Bu da, topraktan, ağaçtan ve kabaktan mamul tabiî gözenekleri olmayan kaplarda şıra tutulmasıydı. Çünkü bu gibi kaplar, içindeki şıranın, ekşimesini ve sarhoş verici hal almasını hızlandırıyordu. Şıranın, kırbada tutulmasını ise, üç güne kadar ekşimemesine ve sarhoşluk verici olmamasına alâmet kılmıştı. Sonra bu konudaki içtihadı değişti ve hükmü, bizzat sarhoşluk verme illetine bağladı. Çünkü şıranın bu özelliği alması, kabarmasından ve köpük atmasından anlaşılabilirdi. Sarhoşluğun lâzımî sonucundan ya da sarhoş edici nesnenin özelliklerinden bir şeyin hükme illet (mazinne) kılınması, sarhoşluk veren şeye nisbetle yabancı olan bir şeyin hükme mahal (mazinne) kılınmasından daha uygundur.
Bir başka açıdan konuyu şu şekilde izah edebiliriz: Rasûlullah (s.a.), insanların içkiye düşkün olduklarını gördü. Eğer bu gibi kaplarda şıra tutmalarını onlara yasaklayacak olursa, o takdirde yok onun sarhoşluk verici olmadığım zannetmişte, yok sarhoşluk verici alametlerini görememişte, yok kaplarının sarhoşluk veren şeylere bulaşmış olması sebebiyle içine konulan nebiz çabucak köpük atmış ve sarhoş edici bir hal almışta.., gibi bahanelerle içmeye devam etmek için açık bir kapı bulmalarına imkân kalmayacaktı. İşte bunun için, bu tür kaplarda şıra tutulmasını yasaklamıştı. Ancak daha sonra İslâm güçlenip, bu konudaki yasak yerleşip, herkes yasağa riayet eder hale gelince, eski içki kapları da artık kalmayınca, hükmü bizzat sarhoşluk verme (iskâr) özelliğine bağlamıştır. Bu izaha göre bu Rasûlullah’ın (s.a.) bu içtihadı, mazinnenin değişmesi sebebiyle hükmün değişmesine örnek olacaktır. Rasûlullah’ın (s.a.) şu sözü bu kısım hakkındadır:
“Benim sözüm, Allah’ın kelâmını neshedemez, Allah’ın kelâmı benim sözümü neshedebilir; Allah’ın kelâmı birbirini neshedebilir.” [617]
b) İkincisi, bir şey, bir maslahat ya da mefsedete mahal (mazinne) olur ve o doğrultuda hükmolunur. Sonra aradan zaman geçer ve o şey, artık maslahat ya da mefsedete mahal (mazinne) olmaktan çıkar. Bunun sonucunda da hüküm değişir.
Bunun örneği şudur: Rasûlullah (s.a.) Medine’ye hicret etttiğinde, muhacirlerle Mekke’deki yakınları arasında dayanışma ve yardımlaşma bağı kopmuştu, bunun yerini artık, görülen zarurî bir maslahata mebnî Rasûlullah (s.a.) tarafından kurulmuş plan kardeşlik akdi almıştı. İşte bu safhada Kur’ân, bu yolla kardeş ilân edilen kimseler arasında birbirlerine varis olma hükmünü getirmiş, Allah Teâlâ, bunun faydasını da açıklayarak şöyle buyurmuştur:
“Eğer siz onu yerine getirmezseniz yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesâd olur.” [618]
Sonra İslâm güç kazanıp, Mekke’de bulunan akrabalar ile muhacirler arasındaki bağlantı sağlanınca, konuyla ilgili hüküm, eskiden olduğu gibi neseb sebebiyle varis olma şekline dönüşmüştür.
Veya bir şey, -bizim peygamberimizden önceki peygamberler dönemiyle, hicret öncesi bizim peygamberimiz döneminde olduğu gibi- devlet başkanlığını da içermeyen peygamberlik döneminde maslahat olmayabilir de, aynı şey devlet başkanlığı görevini de içeren peygamberlik zamanında maslahata dönüşebilir.
Bunun örneği, Allah Teâlâ’nın ganimetleri bizden önceki ümmetlere helâl kılmazken bize helâl kılmasıdır.
Ganimetlerin, Hz. Muhammed’e (s.a) Ve Ümmetine Helâl Kılınmasının Hikmeti:
Bu hükmün gerekçesi hadiste iki şekilde izah edilmiştir:
a) Allah Teâlâ, bizim zayıf halimizi görmüş ve bu yüzden onu bize helâl kılmıştır.
b) Bu, Allah Teâlâ’nın bizim peygamberimizi diğer peygamberlerden, ümmetini de diğer ümmetlerden üstün kıldığının bir ifadesidir.
Biraz açarsak şöyle diyebiliriz: Rasûlullah’tan (s.a.) önce gelen peygamberler, sadece kendi kavimlerine gönderilmekte idiler. Kavmi oluşturan insanlar belirliydi ve onlarla birlikte bir ya da iki senede bir cihad yapılırdı. Sonra onlar güçlü kavimlerdi, hem cihadı hem de -ziraat, ticaret gibi yollarla- hayatlarını kazanmayı bir arada yürütebiliyorlardı. Ganimete ihtiyaçları da yoktu. Dolayısıyla Allah Teâlâ, onların amellerine dünyevî bir garazın karışmasını ve böylece ecirlerinin eksilmesini istemedi. Bizim peygamberimiz ise bütün insanlara gönderildi. Onun mücadele edeceği kimseler mahdut olmadığı gibi, cihad zamanı da belirlenmiş değildi. Bu durumda hem cihadı, hem de geçimlerini temin için ziraat, ticaret gibi gerekli faaliyetleri bir arada yürütemezlerdi. Dolayısıyla, onların ganimetlerin kendilerine helâl kılınmasına ihtiyaçları bulunuyordu.
Rasûlullah’ın (s.a.) daveti genel olduğu için, niyeti zayıf olan insanları da içine alıyordu. Nitekim onlar hakkında,
“Şüphesiz Allah Teâlâ, bu dini günahkâr insanlarla da teyid eder.” [619] hadisi varid olmuştur. Bu gibi insanlar, dünyevî bir menfaat olmadıkça cihada katılmazlar. İlahî rahmet, cihad konusunda son derece geniş tecelli etmiş ve bu gibi insanları da içine almıştır. Öbür taraftan ilahî gazap da, İslâm düşmanlarına aynı kapsamla tecellî etmiştir.
“Allah Teâlâ, yeryüzü halkına baktı ve Arab Acem herkese gazap etti.” [620] Hadisi bu manayı ifade etmektedir. Bu gazap, İslâm düşmanlarının mal ve can dokunmazlıklarının nihaî olarak kaldırılmasını gerektirmiş, müslümanlara onların mallarında tasarruf hakkı kılmakla öfkelerinin kabartılması vacip olmuştur. Nitekim Rasûlullah (s.a.), Ebû Cehil’in devesini, burnunda gümüşten bir halka olduğu ile Harem-i şerîfe kurbanlık olarak sevketmiş ve böylece kafirleri çileden çıkarmak istemişti. Keza, öfkeden çatlatmak için kâfirlerin hurmalarının kesilmesini ve ateşe verilmesini emretmişti. İşte bu gibi sebepler yüzünden Kur’ân, ganimetin bu ümmet için helâl kılındığı hükmünü indirmiştir.
Müslümanların Güçlenmesinden Sonra Kâfirlerle Savaşmalarına İzin Verilmesi:
Diğer bir örnek şudur: Bu ümmet, işin başında kâfirlerle savaşmaya mezun değillerdi. O zaman ne ordu, ne de devlet vardı. Sonra Rasûlullah (s.a.), hicret etti ve müslümanlar yerleştiler, devletleri ortaya çıktı, güç kazandılar ve Allah düşmanlarıyla sayaşabilecek hale geldiler. İşte o zaman şu âyet indi:
“Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir.” [621]
Bu kısım hakkında, “Biz, bir âyetin hükmünü nesheder (yürürlükten kaldırır) veya onu unutturur (ertelersek), herhalde daha iyisini veya benzerini getiririz.” [622] âyetindeki “daha iyisi”nden maksat, peygamberliğin devlet başkanlığını da içermesi durumuyla ilgili olan hükümlerdir, “benzeri” ifadesinden maksat ise, maslahata mahal (mazinne) kılınan şeylerin değişmesiyle değişecek hükümlerdir.
Allah’u a’lem!
[616] Müslim, Edâhî, 37.
[617] Kaynağı bulunamamıştır.
[618] Enfâl: 8/73.
[619] Buhârî, Cihâd, 182; Müslim, îmân, 178.
[620] Müslim, Cennet, 63; Ahmed, 4/162.
[621] Hacc. 22/39.
[622] Bakara: 2/106.