- Namazda huşu nasıl gerçeklerşir

Adsense kodları


Namazda huşu nasıl gerçeklerşir

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Sevdacık
Sat 11 September 2010, 09:33 pm GMT +0200
Namazda Huşû Nasıl Gerçekleşir
Hâtem-i Esam Hazretleri, namazın hakkıyla edâsı hakkında şöyle der:

“Evvelâ namaz için gerekli hazırlığı en güzel şekilde yerine getir. Kâbe’yi iki kaşının arasına, Sırat’ı ayaklarının altına, cenneti sağına, cehennemi soluna al! Arkanda Azrâîl’in, senin tatlı canını almak için beklediğini tefekkür ile «bu namaz ömrümün son namazı» diyerek korku ve ümîd hâlinde Cenâb-ı Rabbü’l-âlemîn’in huzûruna dur! Tahkîk ile tekbîr al! Ağır ağır ve mânâsını düşünerek Kur’ân oku! Tevâzû ile rukû, huşû ile secde eyle! Bedenin, namazın tabiî erkânına devam etsin, ancak rûhun dâimâ secde hâlinde kalsın ve o vuslattan bir nefes ayrılmasın!..”

İmâm Gazâlî Hazretleri de, namazdaki “tahıyyât”ı muhabbet-i Rasûlullâh’ın ehemmiyetine bir misâl olarak verir. Namazda kalb huzurunun şart olduğunu beyân buyurarak:

“İlk ve son oturuşta «» derken Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i kalb gözleri arasında tahayyül etmek lâzımdır…” der.
Zîrâ mi’râcda Cenâb-ı Hakk’ın, «» (bir yayın iki ucu arası kadar mesafe) makâmına yükseltip de Habîbi’ne:
“Ey Nebî! Dünyâ ve âhırette selâm ve Allâh’ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun!” buyurarak verdiği husûsî selâm, ne muazzam bir iltifat ve ne müstesnâ bir tekrîmdir.

Mü’minin mi’râcı olan namaz, aynı zamanda bu ilâhî lutuf sahnesini tefekkürle ondan bir feyz ve nasîb alabilmek içindir.

Bu itibarla namaz kılarken, tahıyyâtın rûhâniyetinden nasîb almaya gayret etmelidir. Tahıyyât ki, bize bir mi’râc hâtırâsıdır. Mi’râc ki, Cenâb-ı Hakk’ın, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e muhabbetinin ve O’nu kendisine yaklaştırmasının en sırlı bir tecellî sahnesidir. Tahiyyatta terennüm edilen kelime-i şehâdet de, tevhîd ve kulluğun ne büyük bir makâm olduğunu beyân ile, aynı zamanda Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in isminin zikredildiği yerde salât ü selâm getirmenin lüzûmunu da ifâde eder. İşte namazdaki bu muhtevâ, âdetâ hakîkat-i Muhammediyye’den gönüllerimize açılan ilâhî bir pancur gibidir. Âşıklar bu pancurdan îmân ve irfân ile Rabbe yakınlaşır ve ilâhî esrârı müşâhede ederek yüce tecellî ve hakîkatleri seyrederler. Bu itibarla her şeyden sıyrılıp sırf Allâh’a yönelişin bir ifâdesi olan namazda her oturuşta kelime-i şehâdet vesîlesiyle Allâh’ın adıyla birlikte Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in zikredilmesindeki sırrı idrâk etmeden îmânın kemâline ermek mümkün değildir.

Nitekim Cenâb-ı Hakk, mü’minlere, îmân heyecanı ve vecdi içinde Hazret-i Peygamber’e bir muhabbet tezâhürü olan salât ü selâm getirmeyi, kendisinin ve meleklerinin “salât”ını misâl vererek âyet-i kerîmede bir emir hâlinde şöyle beyân buyurur:
إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا

“Şüphesiz ki Allâh ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin!..” (el-Ahzâb, 56)

İşte Hakk’a böyle bir hikmet ve teslîmiyet iklimi içinde ibâdete yönelip namaz kılanlar, kendilerinden ve her şeyden geçerler. Onlar, dünyâ ve onun içindekilerden habersiz bir hâlde olurlar.

Hazret-i Mevlânâ böyle namaz kılmaya muktedir olabilen kullar hakkında işârî olarak:

“Onlar tekbir getirip namaza başlayınca, kurban gibi bu dünyâdan çıkıp gittiler.” buyurur.
Sonra da musallîye seslenir:

“Sen de onların ardınca ilerlemek için mihraptaki mum gibi kıyâm ederek namaz kıl! Bilesin ki, namaza başlarken Allâhu Ekber demenin mânâsı şudur: «Ey Allâh’ım! Biz senin huzûrunda kurban olduk! Ve ellerimizi tekbir için kulaklarımız hizâsına kaldırmakla her şeyi arkaya atıp sana yöneldik!»”

“Nasıl ki kurban keserken Allâhu Ekber dersin, işte öldürülmeye lâyık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir.”

“O esnâda beden İsmail, can da Halîl İbrahim gibidir. Can, bu semiz bedenin hevâ ve hevesini kesmek için tekbîr getirince, beden, şehvetlerden ve hırslardan kurtulur, namazda
«بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ» demekle kurban olur gider.”

“Namaz kılanlar, kıyâmette olduğu gibi Allâh’ın huzûrunda saflar hâlinde dururlar, suâle, hesap vermeye, yalvarmaya başlarlar.”

“Namazda gözyaşı dökerken ayakta durmak, kıyâmet günü dirilerek kabirlerden kalkıp mahşer yerinde Allâh’ın huzûrunda ayakta durmağa benzer. Cenâb-ı Hakk: «Sana verdiğim bu kadar mühlet içinde ne yaptın? Ne kazandın ve bana ne getirdin?» diyecektir.”

“Allâh’ın huzûrunda bunun gibi derde dert katan yüz binlerce haberler, suâller gelir.”

“Namazda kıyâmda iken, hitâb-ı ilâhîden kul utanır, utancından iki büklüm olur, rükûa varır. Çünkü utancından ayakta durmağa gücü kalmamıştır. Rükûda: «» diyerek Allâh’ı tesbîh ve her türlü noksan sıfatlardan tenzîh ve ta’zîm eder.”

“Sonra o kula, Hakk’tan fermân gelir: «Başını kaldır da sorulan suâlleri cevapla!» denir.”

“Kul, utana utana başını rükûdan kaldırır, fakat dayanamaz; o günahkâr, utancından bu defâ yüz üstü yere kapanır.”

“Ona bu sefer: «Secdeden başını kaldır da, yaptıklarından haber ver!» diye fermân gelir.”

“O, bir kere daha utanarak başını kaldırır, ama dayanamaz, yine mahviyet içinde yüz üstü düşer.”

“Cenâb-ı Hakk: «Tekrar başını kaldır da söyle; yaptıklarını inceden inceye sana soracağım!» diye buyurur.”

“Allâh’ın heybetli hitâbı, onun rûhuna öyle te’sîr etmiştir ki, ayakta duracak mecâl ve tâkati yoktur. Bu ağır yük sebebiyle ka’deye varır. Dizleri üstüne çöker. Cenâb-ı Hakk ise: «Haydi, söyle, anlat! Sana nîmet vermiştim; nasıl kullandın? Şükrünü edâ eyledin mi? Sana maddî ve mânevî sermâye vermiştim; onunla neler kazandın?» buyurur.”

“Kul yüzünü sağ tarafına döndürür; peygamberlerin rûhlarına ve meleklere selâm verir. Onlara der ki: «Ey mânâ pâdişâhları! Bu kötü kişiye şefâat edin; bu günahkârın ayağı da, örtüsü de çamura battı.»”

“Peygamberler selâm veren kula derler ki: «Çâre ve yardım günü geçti, gitti. Çâre dünyada olabilirdi. Orada hayırlı işler yapmadın, ibâdet etmedin, vaktini boş şeylerle öldürdün!»”

“Kul, bu defa yüzünü sola çevirir. Yakınlarından yardım ister. Onlar da: «Sus! Biz kimiz ki sana yardım edelim? Elini bizden çek; kendi cevabını Rabbine kendin ver!» derler.”

“Ne o taraftan ne de bu taraftan bir çâre bulamayan kulun gönlü paramparça olur. Herkesten ümidini kesmiş bir vaziyette ve iki elini açarak âciz ve boynu bükük bir hâlde duâ, niyâz ve ilticâya başlar. Der ki: «Allâhım! Herkesten ümidimi kestim. Evvel ve âhir kulunun baş vuracağı, sığınacağı yegâne sığınak sensin. Senin sonsuz rahmet ve merhametine sığındım.»”

Bu tefekkür deryâsını coşturan Hazret-i Mevlânâ devamla şöyle buyurur:

“Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, sonunda kesin olarak işin böyle olacağını ve ciddiyetini anla!.. Aklını başına al da namazdan yalnız zâhiren değil, mânen de istifâdeye bak! Tane toplayan bir kuş gibi Allâh’ın büyüklüğünden habersiz bir şekilde sadece başını yere koyup kaldırma!.. Hazret-i Peygamber’in: «İnsanların en fenâ hırsızı, namazından çalandır.» (Hâkim, Müstedrek, I. 353) beyânına kulak ver!..”

“Namazı hulûs-i kalb ile kılarak bambaşka âlemlerde yaşayan ve müşâhede-i mahbûb ile ağlayan, yalvarıp yakaran bir musallînin namazı, öyle makbul ve kıymetlidir ki, Allâh ona «Lebbeyk» (Buyur kulum!) diye nidâ eyler.”

Namazda huşûyu gerçekleştirip gerçekleştirememe bakımından kulların durumu hakkında hadîs-i şerîfte buyurulur:

“İki kişi, aynı zaman ve mekânda iki rek’at namaz kılarlar, (ancak) aralarındaki fark, yer ile gök arası kadardır.” (İhyâ)
Bu itibarla âyet-i kerîmede huşûnun tahakkuku istikâmetinde gerçek mü’minlerin namazlarını muhâfaza eden, namazlarının hakkına riâyet eden kimseler olduğu beyân buyurulur:

“Onlar namazlarını muhâfaza ederler.” (el-Meâric, 34)

Ayrıca yine aynı sûrenin 23. âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurulur:

“Onlar namazda dâimdirler.”

Ârifler:

“Bu âyet-i kerîmeden murâd, namazın rûhudur. Çünkü kılınan namazın sûreti devamlılık arzetmez. Rûhun rükû ve secdesi vardır; namazda olan rükû ve secde mânânın sûret ile zâhir olan cihetidir. Dâimî namaz, bütün hâllerde Allâh’ı hatırlamaktan uzak kalmamaktır.” demişlerdir.

Hazret-i Mevlânâ da, bu âyete işârî mânâ vererek:

“Kul namazdaki hâlini namazdan sonra da muhâfaza eder. Böylece bütün bir ömrünü, edeb, huşû; dilini ve gönlünü muhâfaza içerisinde geçirir. Bu, gerçek âşıkların, Hakk dostlarının hâlidir…” buyurur ve şunları söyler:

“Bize doğru yolu gösteren, bizi kötülüklerden alıkoyan namaz, beş vakitte kılınır. Halbuki âşıklar dâimâ namazdadırlar. Zîrâ âşıkların gönüllerindeki aşk ve ciğerlerini yakıp kavuran o ilâhî muhabbet, ne beş vakitle yatışır, ne de beş yüz bin vakitle geçip gider!..”

“Âşığın namazı, suyun balıktaki hâline benzer. Nasıl ki balığın canı su olmadan yaşayamıyorsa, âşığın cânı da dâimâ namazda olmadan sükûn bulup ferahlayamaz. Dolayısıyla «Beni az ziyâret et!» sözü, âşıklara göre değildir. Gerçek âşıkların canları pek susuzdur.”

“Âşık, yârinden bir an bile ayrı düşerse, bu, onun için binlerce sene gibidir. Yârin yanındaki binlerce senesi de ona bir an gibi gelir. Bu itibarla âşık, gönlünün Rabbiyle başbaşa kalmasının yegâne vesîlesi namaz olduğu için huzûr-i Hakk arzusuyla dâimâ namazdadır. Kıldığı binlerce rekat, kendisine bir rekat gibi gelir. Ancak bir rekatlık bile namazdan ayrı düşse, binlerce rekat namaz kılmamış gibi yüreği dağlanır, perîşân olur.”

“Ey akıl sahibi! Namazdaki beraberliği anlamak, aklın alacağı bir şey değildir. Bunu anlamak, aklın yâre kurban edilip gönül âleminin dirilmesine bağlıdır.”

Gönül âleminin dirilmesi ise, kulun hangi kıbleye yöneldiği ile alâkalıdır. Bu yönelişi, Hazret-i Mevlânâ şöyle bildirir:

“Pâdişâhların kıblesi, tac ile kemer, dünyâ-perest olanların kıblesi gümüş ve altındır. Sûret meftûnu olanların kıblesi, su ve çamurdan ibâret bulunan cisim; mânâ-şinas olanların kıblesi de, rûh ile kalbdir. Zâhidlerin kıblesi, mihrâb-ı kabûl; gâfillerin kıblesi de fuzûlî işlerdir. Tembellerin kıblesi, uyumak ve yemek; insanların kıblesi de, ilim ve irfân ile beslenmektir.

Âşığın kıblesi, zevâlsiz visâl; ârifin kıblesi de, cemâl-i zü’l-celâl’dir. Dünyâ ehlinin kıblesi, mal ve rütbe; ehl-i sülûkün kıblesi de, levâzım-ı tarîkattir. Hırs ve emelin kıblesi, hevâ; kanâat ehlinin kıblesi de, Allâh’a tevekküldür.

Ve biliniz ki namazda yöneldiğimiz kıble de, Kâbe’nin binâsı değil, onun bulunduğu mekândır. Zîrâ o binâ, başka yere naklolsa kıblegâh olmaz.”

Dolayısıyla namaz için vücûdun yönünü Kâbe’ye çevirirken kalbin yönünü de Allâh’a çevirebilmek îcâb eder. Zîrâ gönlün kıblesi Allâh’tır.

Diğer taraftan huşûun tahakkuk ve muhâfazası için;

“Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî, Bedu’l-Vahy, 1)

hadîs-i şerîfi mûcibince namazın rûhuna uygun kâmil bir niyyet içinde olunması zarûrîdir. Bu da, hangi namazda ve kimin huzurunda olduğunun şuûrunda olmaktır. Kalbden geçenleri kontrol etmek ve rızâ-yı ilâhîden başka bütün gâyelerden sıyrılmaktır.

Tekbîr ile, onu düzgün telaffuzla beraber Allâh’ın azamet ve büyüklüğünü gönülde hissetmelidir. Eller kulaklara kadar iyice kaldırılmak sûretiyle dünyâ işlerini tamamen geriye atıp Allâh’ın huzurunda bulunmanın şuûr ve hazzı gönülleri sarmalı ve bu fânî âlemden çıkıp âhıret âleminde imişçesine bir hâlet-i rûhiye ile namaza başlamalıdır.

Kıyâm’da sadece secde yerine bakarak huzûrullâhta durulduğunun hissinden bir an bile olsun ayrılmadan gönlü Hakk’a karşı acziyyet, muhtaçlık ve teslîmiyetin zirvesine taşımak sûretiyle yüce Rabbimiz’in, meleklerine:

“Ne güzel kul!” diye medh ü senâda bulunduğu sâlihler zümresine dâhil olmaya gayret etmelidir.

Kırâat’te, âyetleri düzgün ve tane tane okuyarak mümkün mertebe mânâsının tefekküründe olmaya çalışmalı ve bu mânâyı hayata aksettirmelidir. Kırâat esnâsında, her hâlükârda cârî olan:

“Kur’ân-ı Kerîm okuyan Allâh ile konuşmuş demektir.” (Ebû Nuaym, Hılye 7, 99) hadîs-i şerîfinin sırrı tecellî eyleyeceğinden sûre ve âyetleri tilâvet ederken dil ile beraber gönüller de uyanık, huzûr ve sükûn içinde olmalıdır.

Rükû’daki tesbihleri, mânâsını tefekkür ederek azamet ve vakar duygusu ile okumalıdır.

Secde’deki tesbihleri de Allâh’ın azametini düşünerek okumalıdır. Kulun Allâh’a en yakın olduğu ânın secde ânları olduğunun duygu ve hissi içinde bedenimizle beraber asıl rûhumuza secde ettirmeli ve âyet-i kerîmedeki «Secde et ve yaklaş!» (el-Alak, 19) sırrından nasîb almalıdır. Böylece Allâh’a vuslat hazzının mânevî zevk ve seâdetine bürünerek ömrü:

“Refîk-ı a’lâ, refîk-ı a’lâ (en yüce dosta, en yüce dosta)!..” şeklinde Allâh muhabbetiyle yanıp tutuşan âşıklar kervanına dâhil olarak tamamlama yolunda yaşamalıdır.

Ka’de denilen namaz oturuşunda ise daha evvel beyân ettiğimiz üzere tahıyyâtın sır ve mânâ iklîmine girerek huzûr-i ilâhîde ta’zîmle oturmalı ve boynu bükük bir garîb olarak duâ ve niyâz hâlinde bulunmalıdır.

Namazdan çıkarken verilen selâm’a gelince, bu da, kulu Dâru’s-Selâm’a, yâni cennete götürecek olan namaz vesîlesiyle yaşanılan yüce bir vuslat hazzını ve kulluk neşvesini büyük bir coşkunluk içinde âdetâ sağ ve solumuzdaki meleklerle paylaşmak sadedinde olmalıdır.

Namaz, Hakk katında makbûl bir şekilde kılınabilmiş ise, meleklere verilen bu selâmın, onlar tarafından dünyâda ve âhıretteki mukâbelesi, ilâhî beyâna nazaran şöyle olur:

“(Allâh’a kulluk yolunda dünyâ hayatının sıkıntılarına)
sabretmenize (ve sırât-ı müstakîmden ayrılmamanıza) karşılık size selâm olsun! (Sizlere lutuf olarak) dünyâ yurdunun sonu (olan cennet) ne güzeldir!” (er-Ra’d, 24)

Namaz hakkında bahsedilen huşû, edeb ve ilâhî vuslat hâli, ulaşılması mümkün olmayan ve beşer tâkatinin çok üzerinde bir husus değildir. Namazdaki ulvî ve lâhûtî hazzı, sadece lafızları süsleyen bir beyân ve tahayyül olarak düşünmemek lâzımdır. Zîrâ namazı bize tâlim eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in kıldığı namazlar, bu târiflerin de üzerinde bir mâhiyet taşır. O’nun mânevî terbiyesine nâil olan ashâb-ı kirâmın ve onların izinden yürüyen evliyâullâhın namazları da bizlere birer nûrânî meş’alelerdir.