ezelinur
Mon 8 February 2010, 04:15 pm GMT +0200
Müzâraa, müsâkât, muhabere ve benzeri kelimelerin kendilerine özgü anlamları olup fıkihçılar tarafından birer terim olarak kabul edilmişlerdir. Bu terimlerle ilgili olarak helâllik, haramlık, şahinlik, bâtıllık açısından bazı şer´î hükümler vardır. Bu kelimelerin ıstılâhî anlamlarına temel teşkil eden sözlük anlamları da vardır. Aşağıda her iki anlamlarını da belirtmeye çalışacağız.
Muzaraa´nın Tanimi
Müzâraa kelimesi, lügate göre "zerr"´ kökünden türemiş, müfâ-ale vezninde bir masdardır. Zer´ kelimesi iki anlama gelir:
Bunlardan birincisi tohumu atmak, yani tarlaya atmak demektir. İkincisi ise ekini tarlada bitirmektir. Yalnız zer´in birinci anlamı mecazî, ikinci anlamı ise hakîkîdir. Bu nedenle de kişinin "ekin bitirdim" demesi hadîs-i şerif ile yasaklanmış, aksine "ekin ektim" demesi emredilmiştir. Bezzar, Ebü Hureyre (r.a.) den naklen Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Sizden biriniz zera´tü (ekin bitirdim) demesin. Harestü (ekin ektim) desin."
Hadîs-i şerifte ifâde edilmek istenen husus şudur: Gerçek anlamını, yani ekin bitirmeyi kastederek İnsanın "zera´tü" demesi doğru değildir. Çünkü nakledeceğimiz şu âyet-i kerîmede de işaret buyu-rulduğu gibi, ekini bitiren yalnızca Allah´tır:
"Şimdi gördünüz mü, o ektiğiniz tohumu? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa biz miyiz bitiren?" (Vakıa: 63-64).
Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, ekmeyi kullarına mahsus kılmıştır. Ekin bitirmeye gelince, kullar bu işi yaptıklarını iddia edemezler. Çünkü ekin bitirme işi kullara özgü olsaydı, ekinin mutlaka bitmesi gerekirdi. Oysa gerçek bunun tersinedir. Bazan tohumu tarlaya ekeriz, ama o tohumlar hiç yeşermez veya yeşerdiği halde bazan bir âfet gelip onu telef eder:
"Dileseydik o ekini çerçöp haline getirirdik.[18]
Tohumu tarlaya atmak biçiminde mecazî anlamını kastederek "zera´tü" demek caizdir. Bu cümleden olmak üzere Câbir İbn Abdullah (r.a.) dan naklen Müslim, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Müslüman bir kişi hiç bir ağaç dikmez, hiç bir ekin ekmez ki, bir insan, bir hayvan ve herhangi bir canlı ondan yesin de onun için sadaka olmasın.[19]
Bu hadîs-i şerif, ekme anlamındaki zer´ eyleminin insana nisbet edilebileceğine açıkça işaret etmektedir. Gerçekten de insanın yaptığı sadece yeri yarıp içine tohumu atmak ve normal araçlarla o ektiğini korumaktan ibarettir. Ekinin yerden bitirilmesine gelince, insanın bunda hiç biretkinliği yoktur. Menide böyledir. Nitekim Kur´ân-ı Ke-rîm´de şöyle buyuruluyor:
"Şimdi gördünüz mü, (rahimlere) döktüğünüz menîyi? Onu siz mi yaratıyorsunuz? Yoksa biz miyiz yaratan?[20]
Cenini yaratmak ve oluşturmak kesinlikle insan işi değildir.
Şunu da belirtelim ki, müfâale masdarı meşhur görüşe göre ancak iki kişi arasında meydana gelir. Müşâreke ve mudârebe gibi. Mü-şâreke, iştirak masdarından, mudârebe de iki kişi arasında cereyan eden darb masdarından alınmıştır.
Mufâale masdarı bazen bir kişinin eylemi için de kullanılır. Bu durumda mufâale masdarı, kendi babında değildir denilir. Şu halde müzâraa´nın masdarı olan "zer"´, sadece tarlayı eken işçinin eylemi için mi kullanılmıştır ki, bu durumda mufâale masdarı kendi babında bulunmasın? Yoksa müzâraa´nın masdarı olan "zer"´, tarlayı eken işçiyle tarla sahibinin eylemleri için mi kullanılmıştır? Ki, bu durumda mufâale masdarı kendi babında bulunmuştur.
Bu soruya cevaben deriz ki: Müzâraa´nın masdarı olan "zer"´ kelimesi, her iki anlamda da kullanılabilir. Zîrâ "zer"´, yani ekme işi iki sebepten kaynaklanmaktadır: Bunlardan biri; tarlayı sürüp tohumu ekmek, sulamayı ve benzer işleri yapmak şeklinde sıralanabilecek olan işçiye âit eylemlerdir. İkincisi, ekmesi ve ekip biçmede kullanması için işçiye tarlayı ve tarım âletlerini teslim etmesinden İbaret olan mal sahibine eylemdir.
Şu halde ekme (zer´), iki kişi arasında vukûbulan bir eylemdir. Müfâale masdarı da kendi babında kullanılmış olmaktadır. Direkt olarak eylemde bulunmasına nisbetle tarla sahibinin eylemini gözardı edersek müfâale masdarı, kendi babında bulunmamış olur.
Bazıları, tarla sahibinin eylemini gözardı etmenin kesinlikle doğru olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü mufâale mastarının iki kişi arasında vukûbulması gerekir. Ancak "sâfere" (sefere çıktı), "câveze" (geçti), "vaade" (söz verdi) gibi simaî olan bir kaç fiilin mastarları is-tisnâen bir kişinin eylemi İçin kullanılırlar. Başka mastarları bunlara kıyaslamak uygun düşmez. Şu halde "Zeyd´le Amr vuruştular" anlamına gelen "dârebe Zeydun Amren" cümlesini, "Zeyd Amr´ı dövdü" anlamında kullanmak doğru olmaz.
Bundan da anlaşılıyor ki, müzâraa kelimesi, lügat bakımından ekin ekmede ortaklık etmek anlamını ifâde etmektedir. Fıkthçıların ıstılahına göre müzâraa´nın ne anlama geldiğine dâir mezheblerin geniş açıklamaları aşağıya alınmıştır.
(22) Hanefîler dediler ki: Şer´î anlamda müzâraa, tarladan biten ürünün bir kısmını alma karşılığında, ekin ekme işi üzerine akid yapıp anlaşmaktır. Bu demektir ki müzâraa, tarla sahibi ve tarlada çalışacak olan işçi arasında bir akid yapmaktan ibarettir. Bu akid işçinin, elde edilecek ürünün bir kısmını verme karşılığında tarlayı ekmek için icar etmesi; veya tarla sahibinin, elde edilecek ürünün bir kısmını verme karşılığında ekin ekmek üzere işçiyi icar etmesi gibi durumları kapsar.
Bu tür muamelenin cevazı hususunda Hanefîler görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Ebû Hanîfe bunun caiz olmadığını söylerken, Ebû Yûsuf ile Muham-med caiz olduğunu söylemektedirler. İmâmeyn´in görüşü, müftâbih olarak kabul edilmiştir. Çünkü bu görüş, insanlara genişlik getirmekte ve yarar sağlamaktadır.
Şu da var ki, Ebû Hanîfe, tarım aletleriyle tohumun tarla sahibine ve işçiye âit olması durumunda müzâraanın câiz olduğunu söylemiştir. Bu durumda işçi, belli bir ücretle tarlayı kiralamış olmaktadır. Verdiği bu ücret de tarım âletleri ve ektiği tohumdur. Tarla sahibi de işçiye verdiği tohum ve tarım âletleri gibi muayyen bir ücretle işçiyi kiralamış olmaktadır. Tarladan biten ekin, ücret olarak değil de, aralarında yapmış oldukları karşılıklı rızâ anlaşması ile belirtilen oranda paylaştırılır. Ebû Hanîfe, birinci anlamda mü-zâraayı yasaklamıştır. Çünkü işçiyi, emeğiyle elde edilecek ürünün bir kısmım kendisine verme karşılığında kiralamak yasaklanmıştır. Meselâ bir kişi, öğüteceği her yüz kilo buğdaydan on kilo un alması karşılığında bir işçiyi, bir kaç yüz kilo buğday öğütmek üzere kiralarsa, bu caiz olmaz. Buna, "değirmencinin ölçeği" meselesi denir.
Birinci şekilde müzâraa, işçiyi elde edeceği ürünün bir kısmını verme karşılığında kiralamaktır. Bunun caiz olmayan tarafı, işçinin özellikle öğüteceği buğday miktarına oranla un almayı şart koşmasıdır. Ama öğütülecek buğday az da olsa, çok da olsa mutlaka şu kadar kilogram un alacağım derse, böyle bir işçinin kiralanması sahih olur. Buğdayı öğüttükten sonra da, söylediği miktarda unu alabilir. Aynen bunun gibi, bir kişi buğday öğüttürmek üzere adamın birinden bir öküz kiralar veya pamuk devşirmek üzere bir adam kiralar da ücret olarak pamuğun yarım tonunu alabileceğini söylerse, bu caiz olmaz. Ama: "Şu pamuğu devşirirsen sana iyi pamuktan yarım ton vereceğim" der ve işçinin devşireceği pamuğa işaret etmezse sahih olur. Bundan sonra da işçiye, sözünü ettiği pamuktan verebilir. Şunu da belirtelim ki, Hanefî mezhebi imamları, tarlanın, yiyecek maddesi karşılığında kiralanmasının caiz olduğunu ittifakla kabullenmişlerdir. Bu buğday gibi, yerin bitirdiği bir şey olabilir. Bal gibi yerden bitmeyen bir şey de olabilir. Satışta bedel kabul edilebilen her şey, icar bedeli olabilir. Nitekim bu, icar bahislerinde de açıklanacaktır.
Muhâbere´ye; gelince bu kelime şer´an müzâraa ile eşanlamlıdır. Yani tarladan elde edilecek ürünün bir kısmı karşılığında ekincilik üzerine akid yapmaktır. Muhâbere´nin, sözlük anlamına gelince; bu "hubar" kelimesinden alınmıştır. "Hibar" ise yumuşak yer demektir.
Hanbelîler dediler ki: Müzâraa, tarıma elverişli tarla sahibinin, tarlasını ekecek bir işçiye teslim etmesi, ayrıca ona ekeceği tohumu da vermesi ve yan, ya da üçte bir gibi ürünün bir kısmının kendine âit olmasını şart koşması demektir. "Bana on kile veya yirmi kile ürün vereceksin" diyerek alacağı ürünü miktar olarak belirlemesi doğru olmaz. Bu sahih değildir. Yine bunun gibi, bir kişi ekili tarlasını, ürünü tam yetişinceye dek hizmetini yapsın diye bir işçiye teslim eder ve ürünün belli bir oranını kendisine vereceğini söylerse bu da müzâraa diye adlandırılır.
Hanbelîler, Ebû Yûsuf ile Muhammed´in söyledikleri şekildeki müzâraanın caiz olduğunu kabullenmektedirler. Yalnız bunlar, tohumu tarla sahibinin vermesi gerektiğini söylemişlerdir. Bundan da anlaşılıyor ki Hanbelîler, belli bir tarlayı gelirinin üçte biri veya yarısı gibi bir kısmı karşılığında belli bir süre için icara vermenin helâl olduğunu benimsemektedirler. Tarlanın ürünü buğday ve arpa gibi bir yiyecek maddesi olabileceği gibi, pamuk ve keten gibi yiyecek dışı bir madde de olabilir. Gelirinin bir kısmı karşılığında icar edilmesi, parayla icar edilmesi gibidir. Icâr bahsinde bundan söz edilecektir. Şer´î anlam bakımından muhabere de müzâraa gibidir. Müzâraanın caiz oluşunun delili, sahih sünnettir. Abdullah îbn Ömer (r.a.) in şöyle dediği rivayet edilir:
"Rasûlullah (s.a.v.),.çıkacak meyve veya ekinlerin yansı üzerine Hayber halkl İle ortaklık etti.[21]
Mâlîkîler dediler ki: Müzâraa, şer´an akidde ortaklıktır. Ortaklardan biri olan tarla sahibi tarlayı verir. Diğeri hem tohum, hem emek ve hem de tarım âletlerini verirse, yapılan müzâraa akdi bâtıl olur. Nitekim Hanbelîler ile Ebû Yûsuf ve Muhammed de bu görüştedirler. Zamanımızda tarıma elverişli tarla sahiplerinin, tarlalarını ekecek ve gerekli harcamaları yapacak ekinciye, ürünün yarısını alma karşılığında veya ürünün yansının yanısıra bir miktar para karşılığında teslim etmeleri caiz değildir. Meselâ yüz dönümlük arazisi olan bir kişi, bu arazisini, elde edilecejc ürününün yansım almak, bunun yanısıra ikiyüz bin Türk Lirası para karşılığında bir ekinciye teslim ederse, bu, Mâlikîlere göre caiz olmaz. Çünkü bu durumda arazinin tümü veya bir kısmı, kendisinden elde edilecek ürünün bir kısmı karşılığında icara verilmiş olmaktadır. Bu ise Mâlikîlerce kabul edilmez.
Caiz olan müzâraa şu şekilde olanıdır: Tarlanın icar değeri para, hayvan veya ticâret eşyalarıyla takdir edilir. Sözgelimi bu dönümün icar değeri yüzbin Türk Lirası veya üç öküz veyahut iki takım elbisedir. Tarlanın icar değerini ürünüyle, pamuk veya bal ile takdir etmek caiz olmaz. Çünkü bu mezhebe göre tarlanın yiyecek maddesiyle ve yerden biten bitkilerle icar edilmesi sahih olmaz.
Tarlanın icar değeri öğrenildikten sonra, kendisi için bir kıymet konarak emeğin değeri belirlenir. Tarım âletlerinin de aynı şekilde değerleri takdir edilir. Tarla sahibi tarlasını verir, tarlanın icar değeri yüzbin lira ise işçinin, emeğine ve ekin yapacağı masraflara değer takdir etmesi sahih olur. Yalnız tohumu, tarlaya karşılık kılmaması şarttır. Bilindiği gibi bu mezhebe göre, tarlanın, kendisinden sağlanacak ürünün bir kısmı karşılığında icara verilmesi sahih değildir. Tarafların tohumu yarı yarıya vermeleri gerekir. Tarlanın icar değeriyle, işçinin emeğinin ve tarım âletlerinin değeri belirlendikten sonra, ortaklardan her birinin üründen, verdiği değer oranında alma hakkı doğar. Diyelim ki tarlanın icar değeri ellibin lira, işçi emeğiyle tarım âletleri nin icar değeri de ellibin lira ise, ortaklardan her biri ürünün yarısını alır. Bütün ürünü paylaşmaları, bu hesaba kıyasla yapılır. Taraflardan biri, ha-kettiğinden fazla ürün almayı şart koşarsa, müzâraa akdi fâsid olur.
Mâlikîlerce caiz olan müzâraa şekli budur. Bunu özetleyecek olursak deriz ki: Yasak olan müzâraa şekli, tarlanın tümünün veya bir kısmının, kendisinden elde edilecek ürünün bir kısmı karşılığında icara verilmesini kapsayan müzâraadır. Tarlanın icara verilişi bu şekilde olmazsa, yapılan müzâraa akdi, tarafların kazançta eşit olmaları kaydıyla helâl olur. Mâlikîlerce meşhur olan görüş budur. Bazı Mâlikîler, tarlanın kendisinden sağlanan ürün karşılığında icara verilmesi caiz olur demişlerdir. Ancak bu görüş, Mâliki mezhebine göre zayıf bir görüştür.
Şu da var ki, Mâlikîler, müsâkâta bağlı olarak tarlayı, elde edilecek ürünün bir kısmı karşılığında icara vermenin caiz olduğunu söylemişlerdir. Bir kişi, hurma ağaçlarının dikili olduğu, ağaçtan başka şeylerin ekimine elverişli bir arazinin sahibiyle müsâkât akdi yaptığında, bu akde bağlı olarak tarladan elde edilecek ürünün bir kısmını verme karşılığında, sahibiyle müzâraa akdi de yapabilir.
Şâfiîler dediler´ki: Müzâraa, tohum tarla sahibi tarafından verilmek şartıyla, işçinin (ekincinin), elde edilecek ürünün bir bölümünü verme karşılığında tarlada çalışmak üzere tarla sahibiyle akid yapmasıdır.
Muhabere de müzâraa demektir. Yalnız bunda tohumu işçi verir. Oysa müzâraada muhaberenin tersine işçi, emekten başka bir şey vermekle yükümlü değildir. Şâfiîlere göre bunların ikisi de caiz değildir. Çünkü her iki durumda da tarla, kendisinden elde edilecek gelirin bir kısmı karşılığında icara verilmiş olmaktadır ki, bu da sahih değildir. Şâfiîlerce mûtemed olan görüş budur. Bazıları bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu akdi yasaklayanların gerekçeleri, akdin belirsiz ve bilinmeyen bir şey üzerine yapılmasıdır. Müzâraa ve muhabere akdini yapan işçi (ekinci), ne kadar ürün elde edeceğini bilmeksizin tarlada çalışmaktadır ki, bunda meçhullük vardır. Sahibi ekmekten âciz ise tarlanın verimini sağlamak, onu icara vermekle mümkün olur. İcara verilmesiyle anlaşmazlıklar bertaraf edilmiş olmaktadır. Yapılması mümkün olduğu halde her şeyi açık-seçik olan bir anlaşma (icar akdi) dururken ne sebeple durumu meçhul olan (müzâraa ve muhabere gibi) akidlere meyle-dilmektedir? Bundan ötürü müzâraa ve muhabere, sünnetle yasaklanmıştır. Şunu da belirtelim ki, Şâfiîler müsâkâta bağlı olarak müzâraa ve muhabere akdine cevaz vermişlerdir.