- Müspet hareket veya cihad

Adsense kodları


Müspet hareket veya cihad

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Wed 6 October 2010, 03:13 pm GMT +0200
Müspet Hareket veya Cihad

Cihad’ın Manâsı

Cihad, kelime olarak ج ه د köküünden gelen Arapça bir kelimedir. Çalışmak, çabalamak, gayret etmek gibi anlamları vardır. Bu manâda cehdetmek şeklinde Türkçe’de de kullanılır.

Aynı kökten gelen الاجتهاد, kelimesi meşakkati yüklenme adına olanca takatı göstermektir.

الجهاد ve المجاهدة kelimeleri ise düşmana karşı yapılan müdafaada bütün gücü harcamaktır ki, bu müdafaa, zahirdeki düşmana, şeytana ve nefse karşı yapılır. (Ragıb, Müfredat, c-h-d mad.)

“İslam adına yapılan her türlü aktivite cihaddır. Her gün düzenli olarak namaz kılmak, bazen sıcak günlerde oruç tutmak da cihad kapsamı içine girer. Bütün bir hayatı içine alacak şekilde nefsimiz ile ruhumuz arasında verdiğimiz sürekli mücadelenin adı cihaddır.” (Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm, 96)

Hz Peygamber (s.a.s.), bir büyük savaştan dönüşte arkadaşlarına: “Küçük cihaddan büyük cihada döndük” demişti. Arkadaşlarından birisi büyük cihadın ne olduğunu sorunca Hz Peygamber (s.a.s.): “Kişinin heva ve hevesine karşı gerçekleştirdiği savaştır ki, bu cihadın en büyüğüdür” buyurdu. (Feyzü’l-Kadir, 4/511; Keşfü’l-Hafâ, 1/511)

Bu sebeple cihad, “Bizi Allah’tan uzaklaştıracak her şeye karşı uyanık ve tetikte olmak; Allah’ın bizim şahıslarımızda ve İslâm toplumunda murad ettiği uyumu gerçekleştirmek adına verilen gayrettir.” (Nasr, İslâm, 97) “Cihad, öze erme ve erdirme adına yapılan niyet ve aksiyonun adıdır. Onun büyük olanı; insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayatın akışına ters manilere göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır. Bir de, aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleştirmek için yapılanı vardır ki, onun adı da küçük cihaddır.” (Fethullah Gülen, Cihad, 13) “Cihad, kulları ile Allah (c.c.) arasındaki engelleri ortadan kaldırıp, insanları Allah (c.c.) ile buluşturmanın adıdır ve Peygamber mesleğidir. (Gülen, a.g.e, 13) “Cihad, çok geniş bir yelpazeye sahiptir. Bazen bir söz söyleme veya susma, bazen sadece yüz ekşitme veya bir tebessüm atfetme, bazen bir meclisi terketme ya da bir yerde bulunma, kısacası yapılan her işi Allah için yapma, sevgi ve öfkeyi O’nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle cihadın şümûlüne girer. Bu şekilde hayatın her sahasında, cemiyetin her kesiminde toplumu ıslah adına sürdürülen her türlü gayret, cihad cümlesindedir.” (Gülen, a.g.e.,19)

“Cihad, nefse, şeytana, inançsızlara ve münafıklara karşı verilen mücadeledir. Nefis planında cihad, dini öğrenmek, bildiğini hayata geçirmek, başkalarına anlatmak, Allah’ı ve dinini insanlara anlatırken başa gelen zorluklara sabretmek suretiyle olur. Şeytana karşı yapılan cihad, onun itikat ve amel noktalarında kalbe verdiği vesveselerin önünü almaya çalışmak ve onun telkin ettiği bayağı arzulara karşı direnmek şeklinde kendini gösterir. İnançsızlara ve münafıklara karşı cihad ise dil, mal, can ve gerektiğinde de kuvvet ile olur.” (İ. Kayyim el-Cevziyye, Zadü’l-Mead, 3/24-25)

Modern ilimlerle donanıp, terakkinin en müthiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve fikri ihtilafa karşı verilen mücadelenin adı da yine cihaddır. (Nursi, Divân-ı Harb-i Örfî, 57)


Kur’ân’da Cihad Kelimesi

Kur’ân’da cihad kelimesi bir çok yerde zikredilir:

“Her kim cihad ederse, kendi hesabına cihad eder. Şüphe yok ki Allah, alemlerden müstağnidir; hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.” (Ankebut, 29/6); “Peygamber ile beraberindeki mü’minler hem mallarıyla, hem de canlarıyla cihad ettiler. Hayırların her türlüsü onlarındır. Felaha erenler de onlardır.” (Tevbe, 9/88); “Bizim uğrumuzda mücahede edenleri Biz elbette hidayet eder, onlara doğru yolları gösteririz. Muhakkak ki Allah, her türlü işini iyi yapanlarla beraberdir.” (Ankebut, 29/69); “Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak, üstelik çok kârlı bir ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne inanır, mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için hayırlı olandır.” (Saff, 61/10-11) bu yerlerden bir kaçıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de cihad kelimesi değişik versiyonlarıyla 35 defa geçer. Kur’an, “cihad” ile savaş manâsına gelen “kıtal” kelimesini birbirinden ayırır. Bu hususu belirginleştirmek için savaş ile alâkalı ayetlerden bazılarını zikretmemiz yerinde olabilir:

“Saldırıya uğrayan mü’minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Hiç kuşkusuz Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter.” (Hacc, 22/39); “Hoşlanmasanız da size savaş farz kılındı. Sizin hoşlanmadığınız bazı şeyler vardır, oysa ki onlar hakkınızda hayırlıdır. Hoşunuza giden öyle şeyler de vardır ki, sizin için bir şerden ibarettir. İşin hakikatini Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 2/216); “Nice peygamberle birlikte birçok Rabbaniler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isabet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne de boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever.” (Âl-i İmran, 3/146)


Hadislerde Cihad Kelimesi

Allah Rasûlü (s.a.s.) de, yeri geldiğinde cihaddan bahisler açmış, onu nazara vermiş, pek çok amellere olan üstünlüğünü ifade etmiştir:

– Hz Peygamber (s.a.s.)’e Allah yolunda yapılan cihada hangi amelin denk olduğunu sordular. Rasulüllah: “(Başka bir amelle) dedi, ona güç getiremezsiniz !” Soruyu soranlar ikinci ve hattâ üçüncü sefer tekrar sordular. Rasulüllah her seferinde aynı cevabı verip: “(Bir başka amelle) ona güç getiremezsiniz!” dedi. (Buharî, “Cihad”, 2; Müslim, “İmâret”, 110)

– Hz Peygamber’e, en faziletli insanın kim olduğu sorulduğunda: “Canıyla ve malıyla Allah yolunda cihad eden kimsedir” buyurdu. (Buhari, “Cihad”, 2; Müslim, “İmaret”, 122)

– “Mücahid, Allah Tealâ’nın dediklerini yapma hususunda nefsiyle cihad edendir.” (Tirmizi, “Zühd”, 164)

– “Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin.” (Ebu Davud, “Cihad”, 18; Nesai, “Cihad,” 1)

– “Cihad, kıyamete kadar devam edecektir.” (Ebu Davud, “Cihad,” 33; Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid, 5/106)

Yukarıda zikredilen hadislerde bizzat cihad kelimesi geçmektedir. Bu hadislerinde Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bu kelimeyi bazen zahirdeki düşmana karşı yapılan mücadele manâsında, bazen de nefse ve şeytana karşı verilen mücadele manâsında kullanmış, kısaca hem büyük hem küçük cihadı ifade buyurmuşlardır.

Bizzat cihad kelimesinin geçmediği, fakat o manâyı ihtiva eden birçok hadis-i şerif de vardır. İmam Nevevi, bu hadisleri Riyazü’s- Salihin adlı eserinin “Mücahede babı” adı altında bir araya getirmiştir.

– Hz Peygamber (s.a.s.) bir kudsi hadiste Cenab-ı Hakk’ın şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Bir kimse Benim dostlarımdan birine düşmanlık ederse, Ben ona harp ilan ederim. Hiçbir kulum, farzlardan daha sevimli bir başka şeyle Bana yakınlık kazanmamıştır. Nafile ibadetlerle de durmadan kulum Bana yakınlaşır, nihayet Ben onu severim. Sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir talebi olursa onu yerine getirir, Bana sığınırsa onu korurum.”

– Hz. Aişe (r.anhâ) anlatıyor: “Hz Peygamber (s.a.s.)’in geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı olurdu. O’na: ‘Ey Allah’ın Rasulü, Allah Tealâ, sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışlamış olmasına rağmen niçin böyle yapıyorsunuz?’ dedim. O: ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’ buyurdu.” (Buhari, “Teheccüd”, 6; Müslim, “Sıfatu’l-Munafikin”, 81)

– Yine Hz Aişe’den: “Ramazan ayının son on günü girince Hz Peygamber (s.a.s.) gecelerini ibadetle geçirir, ailesini uyandırır, kendisini ibadete verir, başka işe bakmazdı.” (Buhari, “Leyletü’l-Kadr,” Müslim, “İ’tikâf”, 7.)

– Suffe ehlinden olan Ebu Firas (r.a.), bazı geceler Hz Peygamber’in evinde kalır, abdest suyunu ve diğer eşyalarını O’na getirirdi. Bir gün yaptığı bu güzel hizmetlerinden ötürü Allah Rasulü ona, “Benden bir şey iste.” dedi. O: “Cennet’te seninle beraber olmayı istiyorum.” dedi. Resul-ü Ekrem, “Başka bir şey istesen” deyince o, en büyük arzusunun bu olduğunu ifade etti. Bunun üzerine Allah Rasulü, “O halde çok secde etmek suretiyle bana yardım et.” buyurdu. (Müslim, “Salât”, 226; Ebû Davud, “Tatavvu,” 22.)

Cihad konusunda Allah’ın ve Rasulüllah’ın ifadelerinden çıkan ana fikir ve manâ şudur: Allah yolunda cihad etmek, bir ömrü bütünüyle Yüce Allah’ın emrettiği istikamette geçirmek, yaratılış gayesine uygun yaşamak, Allah’a lâyık bir kul olmak, Allah Tealâ’yı ve Hz. Rasulüllah’ı insanlara tanıtmak, O’nun dinine sahip çıkmak, bu gibi hususlarda cehd ve gayret sarfetmek, bunlarda başarılı olabilmek için mücadele etmek demektir. Savaş, cihadın gerektiğinde ve yeri geldiğinde yapılması gereken bir boyutudur


Saadet Asrı’nın Cihadı

Allah Tealâ, Hz peygamber (s.a.s.)’e: “Ey örtüye bürünen! Kalk ve insanları uyar! Rabbinin büyüklüğünü an!” (Müddessir, 74/1-3) diyerek bizzat vazifesini bildirmişti. Artık, O (s.a.s.) hiç boş durmayacak, vazifeden dur olmayacaktı.

Yine o erken dönemlerde Cenab-ı Hak: “Sakın kafirlere itaat etme ve Kur’ân’a dayanarak onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad gerçekleştir” (Fürkan, 25/52) emrini verdi. Savaş izninin bu âyetten 12-13 sene sonra geldiğini düşünürsek, buradaki cihadın ne manâya geldiğini anlayabiliriz. Bu âyet, bir yandan ‘dil’ ve ‘hâl’ ile cihadın, yani İslâm’ı ve Allah’ın kelimesini ilmen, aklen ve fikir planında yüceltmenin, anlatmanın ve pratikte örneğini sergilemenin önemini ve diğer taraftan, cihadın şartlara uygunluk içerisinde, içinde bulunulan durumun gereklerini karşılayacak bir tarzda yapılmasının lüzumunu göstermesi bakımından önemlidir.

Peygamberliğinin ilk üç yılında Allah Rasulü (s.a.s.), insanları gizliden gizliye İslâm’a davet etti. Bu süre içerisinde sadece çok güvendiği insanlara İslâm’ı anlattı. Hz. Hatice, Hz. Ali ve Hz. Ebu Bekir (r.anhüm) bu zaman diliminde Müslüman oldular. Hz. Ebu Bekir’in gayretleriyle Hz. Osman, Abdurrahman ibn Avf, Sa’d ibn Ebi Vakkas ve Talha ibn Ubeydullah (r.anhüm) gibi zatlar İslâmiyet’i seçtiler. (İbn Hişam, 1/280) Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın bu ilk dönemde verdiği gayretin adı da cihad idi.

“Önce en yakın akrabanı azapla korkut” (Şuara, 26/214) ayeti nazil olunca, Hz. Peygamber Safa tepesinde bütün akrabasını topladı ve onları İslam’a davet etti. (İbn Esir, el-Kâmil, 2/60-61) Zira tebliğ, ayn-ı cihad idi.

Peygamberliğinin dördüncü yılında Allah Rasulü’ne: “Sana emrolunan şeyi açıkça ortaya koy, müşriklere aldırma” (Hicr, 15/94) ayeti nazil oldu. Bu, İslâm’ı açıktan tebliğ etme emriydi. Artık Hz. Peygamber (s.a.s.), halkı açıktan İslam’a çağıracaktı. Hz. Erkam’ın evini, İslâm’a davette kullanmaya başladı. O dönemdeki cihad şekli, insanları bir şekilde Darü’l-Erkam’a getirip Rasulüllah ile buluşturmaktı.

Görmezlikten gelen, alay eden, bunlar fayda vermeyince de hakarete ve işkenceye başlayan Mekkeli müşriklere karşı yapılacak o dönemdeki cihad tarzı, onların eziyet ve baskılarına dayanmak ve tebliği durdurmamaktı. Öyle zor bir dönem idi ki, Allah Rasulü, eziyete maruz kalan mü’minlerin yanından geçiyor, ama dua etmekten başka elinden bir şey gelmiyordu. İşkenceden vefat edecek olan Yasir ailesini sadece Cennet’i müjdeleyerek teselli edebiliyordu. (İ. Cevzî, Zadü’l-Mead, 2/116; Ö. R. Doğrul, Asr-ı Saadet, 1/254)

Bir kısım Müslümanlar, Allah Rasulü’nün tavsiyesiyle Habeşistan’a hicret ettiler. Necaşi Ashame önünde direnen ve gerçekleri haykıran Hz Cafer, dinini Ashame’ye tanıtırken cihad vazifesini de yerine getirmiş oluyordu. (İbn Hişâm, 1/359-360)

Müşrikler işi iyice azıtmışlar, Müslümanları yok etmek için boykot kararı almışlardı. Üç yıl sürecek olan bu abluka döneminde kıtlık had safhaya varmıştı. Ebu Talip Müslümanlara epeyce maddi yardımda bulunmuş, Hz Hatice bu dönemde servetini tüketmişti. Bu zaman aralığında da İslam’ı tebliğden dur olmayan ve sıkıntılara göğüs geren müminler, gerçek mücahidler idiler.

Yine o zor dönemlerde Hz Ebu Bekir (r.a.) evinde Kur’ân tilavet ediyordu. Fakat o, Kur’ân’ını evinin iç odalarından birinde değil, cumbasında, dışa açılan bir bölümünde okuyordu. Sokaktan gelen geçenler Kur’ân’ı, Hz Ebu Bekir’den (r.a.) dinliyor, onun o mahzun okuyuşundan etkileniyorlardı. Ebu Bekir (r.a.), o sıkıntılı dönemde bu işi yapmak suretiyle gönüllere Allah’ın Kelâmını duyurmaya çalışıyor, çok güzel cihad ediyordu.

Akabe biatlarında Allah Rasulü’nü tasdik eden Medineli Müslümanlar, dinlerini öğrenmek için bir hoca istediler. Hz. Peygamber onlara Hz. Musab ibn Umeyr’i (r.a.) gönderdi. O, dinini anlatma heyecanıyla dopdolu idi. Bir sene Medine’de kalmış, dönerken yetmiş tane yeni Müslümanı peşine takıp getirmişti. (İbn Hişam, Sire, 2/76; İbn Sad, Tabakat, 1/220) Allah’ın dinine hizmet davasını güttüğü için, onun Medine’deki bu gayretlerinin adı yine cihaddı.

Ve bir gün cihad hicretle özdeşleşti. Mekke’de bunalan Müslümanlar, Medine’ye doğru yola çıktılar. Onlar, bu emri yerine getirirken aynı zamanda “İman edenler, hicret edip Allah yolunda cihad edenler.. işte onlar Allah’ın merhametini umarlar. Allah pek affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.” (Bakara, 2/218) ayetine tam mazhariyet yolundaydılar.

Medine’ye yerleşildi. Aradan iki yıla yakın bir süre geçti. Bedir denilen yerde müşriklerle karşı karşıya gelindi. Ciddi manâda ilk kılıçla cihad, o zaman gündeme geldi.

13 yıl Mekke ve 2 sene Medine hayatında Müslümanlar, müşriklerin karşısına kılıçla çıkmadılar. 23 senelik peygamberlik döneminin ilk 15 yılında Hz. Peygamber (s.a.s.) ve arkadaşları cihadlarını, dinlerini anlamak ve anlatmak, yaşamak ve başkalarını da yaşatmak yolunda yaptılar. Tahammül sınırlarını zorlayan eziyet ve işkencelere yıllarca sabrettiler. Kendi memleketlerinde yaşama hakkı tanınmayınca kalkıp başka bir yeri kendilerine yurt edindiler. Müşrikler onları orada da rahat bırakmadılar. Neden sonra artık savaş yapma izni çıktı: “Saldırıya uğrayan mü’minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Hiç kuşkusuz Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter” (Hacc, 22/39). Bu, bir izindi.


Günümüzde Cihad

Yukarıda anlatılanlardan hareketle biz, günümüz cihadını ikiye ayırmayı düşünüyoruz. Bu düşünceye bizi sevkeden şey, cihadın genel ve geniş ifadesidir. O, bir mü’minin hem kendi şahsi hayatında, hem de sosyal hayat içerisinde Cenab-ı Hakk’ın muradını takip etme, O’nun hoşnutluğunu arama cehd ve gayretidir.


1- Şahıs Planında Cihad

Günümüzde cihad adına mü’minler, ilk önce kendi özlerine erme adına mücadele etmelidirler ki bu, tasavvufi ifadesiyle hem tahliye (arıtma) التخلية ve hem de tahliye (süsleme) التحلية şeklinde olur. Dünyaya gelirken bir takım özellikleri de beraberimizde getiririz. Bu özelliklerden bazıları olumlu iken, bazıları da olumsuz görünür. İşte bu negatif özelliklerden kurtulma, daha doğrusu onları hayırlara kanalize etme gerekir. İşte bunu yapmaya çalışma, bunun mücadelesini verme, işin tahliye التخلية yanıdır. Bu, nefsi, kin, nefret, öfke, inat, bencillik, kıskançlık, hased ve hatta gaflet, sorumsuzluk ve şerre temayül gibi olumsuz özelliklerden arındırmak, bir başka ifadeyle bu özellikleri hayırlara kanalize etmek, en azından devamlı baskı altında tutmak demektir.

Bir de ruha güzellikler katma, onu süsleme, zinetli hale getirme azim ve gayreti vardır ki, buna da tahliye التحلية denir. Ona, Kur’ân’ın salıkladığı ve Rasulüllah’ın bizzat yaşayarak gösterdiği yüksek ahlâki değerlerle ruhu yüceleştirme çabası da diyebiliriz.

İşte, insanın kendi şahşında gerçekleştireceği cihadın büyügü budur. Yani o Allah’ın rızasına uyarlanmış bir hayatı yaşayabilme mücadelesi, hayrı işleyip, şerden kaçınma cehd ve gayretidir.

Kur’ân, kamil mü’minin portresini şöyle çizer: “Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, yanlarında Allah zikredilince kalbleri ürperir, kendilerine O’nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rabbilerine güvenip dayanırlar.” (Enfal, 8/2) Bunun gibi Kur’ân’da mü’minleri tarif ve tavsif eden daha pek çok âyet vardır. İşte, cihadın büyüğü veya ferdî planda cihad, bu mü’minlerden olabilme gayretidir.


2- Toplum Planında Cihad


Biz, toplum planında cihad derken, güzel bir toplumun meydana gelmesini, meydana gelebilmesi için de yapılması gerekenleri yapmayı anlıyoruz. Müslümanların problemlerini teşhis etmek, bu problemleri çözmek veya çözüm üretmek, alternatif teklifler getirmek ve elden geldiğinde onları hayata taşıyabilmek, bizim toplum planındaki cihad anlayışımızın özlü ifadeleridir.

Evet, cihad düşmana karşı yapılır. Öyleyse en önemli husus, düşmanın tespit edilmesi ve ona galip gelebilmek için çareler aranmasıdır.

Biz, işte bu noktada, yani günümüzde Müslümanların takip etmesi gereken cihadı iyi anlayabilme noktasında, 1876-1960 yılları arasında Türkiye’de yaşamış, Türkiye’nin ve aslında bütünüyle İslâm âleminin ortak yaralarına parmak basmış Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin konuyla alâkalı görüşleri üzerinde durmak istiyoruz.


Bediüzzaman’ın Fikrî Altyapısı


Bediüzzaman Said Nursi’nin Müslüman toplumlarla alâkalı fikirlerinin temelinde yatan en önemli unsurlardan biri, İslam âlemini terakkiye sevkedecek uyanışı sağlamak gerektiğidir. Müslümanlarda terakki meylini uyandırmak işin başıdır. (Nursi, Asar-ı Bediiye, 372)

İslâm âleminin içtimaî rahatsızlıkları ve bunların çözümü adına Bediüzzaman’ın ilk tespiti ilimle alâkalıdır. Ona göre bundan böyle insanoğlu, bütün kuvvetini ilimden alacak, hüküm ve kuvvet, ilmin eline geçecektir. (Nursi, Sözler, 272) Bilim ve teknolojideki gelişmeler, insanın terakki etmesi ve bunların sonucu olarak kitle iletişim çağının ortaya çıkmasıyla birlikte insanlar kendi fikirlerini, belâğat ve ikna yoluyla kabul ettirmeye çalışacaklar. Artık cihad maddi olanından ziyade ilim, kültür ve ekonomi sahalarında kendini gösterecektir.

Onun cihad anlayışını şekillendiren ikinci faktör, İslam âleminin Batı’daki bilimsel ilerleme seviyesi ile aynı çizgide bir ilerleme gerçekleştirememesi, terakki edemeyip geri kalışı idi.

Bediüzzaman ilim üzerinde durmuş ve kendisini bu yeni mücahede şekli istikametinde hazırlamıştır. Kur’ân’ı, ona ârız olan tehdit ve saldırılara karşı savunma niyeti, İngiliz müstemlekeler bakanı Gladstone tarafından Kur’ân’a yöneltilen açık tehditleri öğrendiğinde billurlaşacaktır. Bu olay, onun için bir tür dönüm noktası olacak, onun hayatını ve ilmini Kur’ân’ı savunmaya adamasına sebebiyet verecektir. (Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 76)

Bu açıdan Bediüzzaman, erken dönemlerinden itibaren kendisini ilme verdi. O, İslamî ilimlerin temel kaynaklarını yoğun bir şekilde çalışırken aynı zamanda “İslam hakkındaki şüphe ve desiselere cevap vermek” niyetini de besliyordu. (Nursî, Tarihçe, 43) Onun çabaları, yalnız ilim tahsil etmekle sınırlı kalmadı. O en faal biçimde, an’anavî ve modern ilimleri mezcedecek olan Doğu Üniversitesi, Medresetü’z-Zehra kurulması için çalıştı.

Bu ilim tutkusu ve Medresetü’z- Zehra projesiyle Bediüzzaman, İslâm’ın bütün güzelliklerin kaynağı olduğunu ispat etmek istiyordu. O, “İslam, terakkiyi teşvik eder ve medeniyetin tüm gereklerini ihtiva eder.” (Nursi, Asar-ı Bedi’iye, 373); “Şimdiye kadar Müslümanlar dinlerine sarıldıkları derecede medeniyet noktasında mesafe katetmiş ve terakki etmiş; dinlerinde gevşeklik gösterdikleri her zamanda, gerilemiş ve mağlubiyete düçar olmuşlardır” (Nursi, Münâzarat, 38; Sünûhat, 36) diyordu.


Müslümanların Hastalıkları


Bediüzzaman, 1911 yılında Şam alimleri tarafından Şam’a davet edilmiş, 35 yaşında iken yüz kadar ilim ehli insanın da bulunduğu on bin kadar Müslümana Emevi camiinde Arapça bir hutbe irad etmiş, bu hutbesinde Müslümanların problemlerine temas etmişti. İşte bu hutbesinde Bediüzzaman, Batı’nın maddi açıdan terakki edip yükselirken, Müslümanların altı çeşit hastalığa maruz kaldığını, bu durumun da onları orta çağlara hapsedip, ilerlemelerine engel olduğunu ifade etmiştir.

Hastalıklar ve tedavi yolları adına Bediüzzaman’ın söyledikleri kısaca şunlardır:

Ümitsizlik manâsına gelen yeis, Müslümanların içerisinde hayat bulup dirilmiş; sıdk ve doğruluk, siyasi ve içtimaî hayatta ölmüş; düşmanlık, sevilir hale gelmiş; mü’minler, birbirlerini bağlayan nurani bağları unutmuş; istibdat, bulaşıcı hastalık gibi ortalığı sarmış ve Müslümanlar, başkalarından ziyade kendilerini düşünür olmuşlardır.

Halbuki Kur’ân, “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesip, meyus olmayınız” (Zümer, 39/53) ümit bahşeden ayetiyle mü’minin yeisten uzak olması gerektiğini açıkça ifade eder. Yeis, mükemmelliğe sıçramaya mani dehşetli bir hastalık olup İslam’ın izzetine bütün bütün zıttır.

Sıdk ve doğruluk, toplum hayatının esası, İslam’a ait ulvi özelliklerin en önde gelenlerindendir. Kaybettiğimiz bu seciyeyi de içimizde ihya edip manevi hastalıklarımız tedavi edilmelidir.

Müslümanların bir başka problemi, sevgiden uzak kalmalarıdır. Halbuki, muhabbete en lâyık şey yine muhabbettir. Toplum hayatını bitiren husumet ve düşmanlık, her şeyden ziyade nefrete müstehak ve zararlı bir sıfattır.

Bediüzzaman’a göre mahzursuz milliyetçiliğin ruhu ve esası İslâamiyet’tir. Bu itibarla hangi ırktan ve milletten olursa olsun Müslümanlar, bir aşiretin mensupları gibidirler. Öyle bir kardeşlik ile birbirleriyle alâkadar ve nurani bağlar ile birbirlerine bağlıdırlar.

Bir insanın kıymeti, himmeti nispetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o tek başına küçük bir millettir. Bu doğrularla hareket eden milletler, terakki edip yükselmişler. Buna mukabil, kendi malları olan bu hakikatten uzaklaşan Müslümanlar, perişaniyete maruz kalmışlardır.

İslâm’ın öngördüğü sosyal yapı, çok çarkları olan bir fabrika gibidir. Çarklardan birisindeki gerilik sistemi bozar, fabrikayı atalete uğratır. Onun için, Müslümanlar ittifak etmeli, şahsi kusurları görmezlikten gelmelidirler.

Bediüzaman, i’lâ-yı Kelimetullahın yani Allah’ın yüce adını her tarafa duyurmanın, O’nun yüce adı ile gönülleri diriltmenin, hakiki medeniyete girmekle mümkün olabileceğine; istikbalde, silah, kılınç yerine, hakiki medeniyet, maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçlarının, düşmanları mağlup edip dağıtacağına da çok iyi inanmıştır. (Nursi, Hutbe-i Şâmiye’den)


Üç Büyük Düşman

Yukarıda anlatılanların da ötesinde, Bediüzzaman’ın nazarında, günümüz Müslümanlarının düşmanı, hariçteki düşman değildir. Asıl düşman ve aslında asrın düşmanı, “cehalet, zaruret, ihtilaf” üçlüsüdür. İslâm dünyasının çökmesine sebep olan, Müslümanları i’lâ-yı Kelimetullah görevini ifadan alıkoyan, bu amansız düşmanlar ve onların sonuçlarıdır. (Nursi, Asâr-ı Bedi’iye, 38l; Hutbe-i Şâmiye, 86) Bu açıdan gelişmiş ülkelerin terakki vasıtaları olan modern ilimlerle donanıp, terakkinin bu üç müthiş düşmanı ile cihad edilmelidir. (Divân-ı Harb-i Örfî, 57)


1- Cehalet

Cehalet, bu üç büyük problemin birincisi, diğer problemlerin de kaynağıdır. Cehalet, bilmeme manâsına gelir ki asıl olan budur. Bununla beraber bir şeyi hakikatinin tersine bilmek de cehalet; bir Müslüman’ın bile bile namaz kılmaması gibi, yapılması gerekli olan şey hususunda inat etmek de cehalettir. (Ragıb, Müfredat, c-h-l mad)

Ahir zamanda hakimiyet ve kuvvet, ilmin eline geçeceğinden sadece kuvvete dayanan hükümetler çabucak ihtiyarlayacak, buna mukabil, ilme dayanan devletler ise hızırvari bir hayata mazhar olacaklardır. Bu sebeple devlet, muhakkak ilme yönelmelidir. (Nursi, Münazarat, 134)

Cahillikten kurtulmanın mühim bir şekli, Allah bilgisi de denilen marifetullah ile donanmaktan geçer. Her mümin, Allah (c.c.)’ı çok iyi bilebilmek için gayret sarfetmeli, imanını sağlam temellere oturtabilmenin mücadelesini vermelidir. Müslümanlar, Allah’ın muradını ihtiva eden Kur’ân-ı Kerim’i iyi bildiği nispette kendilerini bu tür cehaletten kurtarmış olacaklardır.

Cehaletin bir diğer yüzü ise, Allah’ın, kâinata yerleştirmiş olduğu kanun ve esrarı bilmemektir. Müslüman, bir taraftan Kur’ân’ı okuyup, anlamaya gayret ederken, diğer taraftan da kâinat kitabını iyi okumaya çalışmalı, Cenab-ı Hakk’ın yeryüzüne koyduğu kanunlara hem uymalı, hem de onları keşfe çokça vakit ayırmalıdır.

Mesela, bir Müslüman fizikçi, bir taraftan Rabbisi ile olan münasebetini kavi tutmaya özen gösterirken, diğer taraftan da fizik adına Cenab-ı Hakk’ın kâinata yerleştirdiği muammayı çözmeye çalışmalı, kendi branşında sözü dinlenir bir makama ulaşmalıdır. Hz Peygamber’in (s.a.s.) “Kuvvetli mü’min, zayıf müminden hem daha hayırlı, hem de Allah katında daha sevimlidir” (Tirmizi, “Mukaddime”) ifadesini bu çerçevede de değerlendirmeye bir mani yoktur.


2- Fakr u Zaruret

İkinci büyük problem, Müslümanların maddi ve teknik yönden maruz kaldıkları gerilik ve bunun getirdiği fakr u zarurettir.

Hayat, bir faaliyet ve harekettir. Bütün faaliyet ve gayretin temelinde şevk yatar. Geçmişte, zamanın şartlarını yeterince göz önüne alamayan bir kısım yetersiz alim ve hocalar, bazı dini metinlerin zahirlerine bağlı kalarak insanları yanlış bir tevekkül anlayışına iterek çalışma şevkini kırmışlardır. (Nursi, Münazarat, 78) Halbuki çalışma şevk ve arzusu, kişinin himmeti yani milletini düşünme duygusuyla çok yakından alakalıdır. “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.” (Nursi, Hutbe-i Şamiye, 56) Devletini ve milletini düşünen ve seven insanlar ancak devletini ve milletini ihya edebilirler. İşte, Müslümanlarda uyandırılması gereken duygu ve his budur.

Çalışmak, Cenab-ı Hakk’ın kainata koymuş olduğu kurallardan birisidir. Bu kurala uyup uymamanın karşılığı bu dünyada peşin olarak verilir. “Çalışmanın mükâfatı servet, ataletin (tembelliğin) cezası sefalettir.” (Nursi, Sözler, 726)


3- İhtilaf

İhtilaf keşmekeşlik, zıtlaşma, düşmanlık yapma gibi manâlara gelir. Bunun zıddı ittifaktır. İttifakta kuvvet ve hayat; uhuvvette saadet vardır. İttifakın önünde hiçbir kuvvet duramaz.

Müslümanlar arasında kopan dini bağların özünde iman zaafı yatar. Bir başka ifadeyle, imanda zafiyet, ihtilâfı doğurmuştur. Halbuki, ittifak heva ve heveste değil, hakda ve hüdadadır.

Mü’minler arasında birliği gerektiren bağlar, Uhud dağı büyüklüğünde ve Ka’be kudsiyetindedir. İhtilaf ve ayrılığa götüren sebepler ise çakıl taşları kadar küçüktür. Sahip olduğu dinî değerleri düşünmeden mü’mine küsüp darılmak, çakıl taşlarını Uhud dağından daha büyük, Ka’be’den daha değerli tutmak gibi olur. (Nursi, Mektubat, 287)

İslâm alemindeki ayrılığın önüne geçebilmek için ittifakla herkesin kabul ettiği Allah, Hz Peygamber ve Kur’ân gibi yüce maksatlara yönelmek, detaylarda boğulmamak şarttır. (Nursi, Tulûat, 84)

İmanda şuura erme, insanlar arasında eşitliği sağlama, ihtilaf edilen hususlarda sevad-ı azam denilen ekseriyetin genel yaklaşımına uyma gibi hususlar, ihtilafı ortadan kaldırma veya en azından yüzdesini düşürme açısından önemlidir. (Nursi, Hutbe-i Şamiye, 124)

Muhabbet ön plana çıkarılıp, düşmanlığa düşmanlık edilmelidir. “Muhabbet fedailerinin husumete vakti yoktur.” (Divan-ı Harb-i Örfî, 57)


Bediüzzaman’ın Duruşu


Bediüzzaman, her zaman duruşunu açık ortaya koymuş, hangi zaman ve şartlarda neyi yapmak gerekiyorsa işte onu yaparak İslâm’a hizmet davasını gütmüştür.

Haricî bir tecavüzle karşılaşıldığında da, Bediüzzaman, ülkesinin savunmasında en kahraman savaşçılardan biri konumunda oldu. Hayatının ilk döneminin azımsanmayacak bir bölümü savaş meydanlarında geçti. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Doğu Anadolu’da kurduğu milis birliği, Keçe Külahlılar, o kadar cesur ve etkili savaşçılardır ki, Ermeni Taşnak ihtilâlcilerinin ve Rusların korkulu rüyası olmuşlardır. Bediüzzaman, savaştaki bu önemli hizmetinden dolayı bir harp madalyasıyla da ödüllendirilmiştir.

Bütün bunların yanında o, bir yandan savaşırken bir yandan da kalemini bir tarafa atmamıştır. O, at sırtındayken yanındaki talebelerine yazdırmak suretiyle, i’caz-ı Kur’ân’ı yani Kur’ân’ın nazmındaki mucizeleri açıklamayı sürdürmüştür. Sadece bu bile, aynı adı verdiği esere yazdığı önsözde kendisinin de belirttiği gibi, onun ilmî cihadı ne kadar önemsediğinin en önemli göstergesidir. (Nursi, İşârâtü’l-İ’caz, 7-8)

Dış görünüş itibarıyla sade ve basit görünen Bediüzzaman, gerek düşünce hayatında, gerek aksiyonunda hemen her zaman başkalarında bulunmayan engin bir karakter sergilemiştir. Onun, insanlık için en hayati meselelerde bütün insanlığı kucaklayışı, küfür, zülum ve dalâlete karşı tiksinti duyuşu, her yerde istibdatla savaşı, hattâ bu uğurda hayatını istihkar edercesine vefası ve civanmertliği ve ölümü gülerek karşılaması, onun için normal davranışlardı. O engin bir his insanı olmanın yanında, misyonuyla alâkalı meselelerde hep Kitap-Sünnet yörüngeli, muhakeme ve mantık televvünlü yaşamıştı. O hemen her zaman, davranışları itibarıyla masum bir ikili görünüm sergilerdi: biri, engin bir vicdan eri, derin bir aşk ve heyecan timsali ve olabildiğce mert bir insan görünümü; diğeri de fevkalâde dengeli, çağdaşlarının çok önünde ileri görüşlü, büyük plan ve projeler üretebilen sağlam bir kafa yapısına sahip mütefekkir görünümü. Bediüzzaman ve onun davasına bu zaviyeden yaklaşmak, onun İslâm büyüklerinin bir devamı olarak, içinde bulunduğumuz çağda bizim için ifade ettiği manâyı anlamamız bakımından çok önemlidir.

Bediüzzaman, hemen her kesime, sürekli cihad için kınından sıyrılacak kılıçtan evvel, fikir ve ruhlarımıza vurulan zincirlerin kırılması lazım geldiğini ihtar etti.. ve bir ba’sü bade’l- mevt müjdesiyle, genç nesillere İslâmî düşünceye giden yolları gösterdi. O, coğrafi olarak ülkenin bölünmesinden, parçalanmasından, küçülmesinden korkuyor ve titriyordu ama, daha çok bu tür tersliklere sebebiyet verecek olan fikirlerin daralmasından, ruhların sefilleşmesinden, taklitçilikten ve şablonculuğundan ürperiyordu.

O, hep okuma, düşünme, çalışma diyor ve millet fertlerini mütekabil yalnızlıktan kurtarmak, mükemmel bir toplum ve mamur bir millet haline getirmek için durmadan çırpınıyordu. Ülke ve insanımızı böyle bir zirveye taşımak için de sürekli ‘maarif’ diyor, talim ve terbiyeden dem vuruyordu. Mescidler, medreseler, kışlalar, sokaklar, parklar hattâ hapishaneler bile bu eğitim seferberliğine katılmalıydı ona göre. Katılmalıydı, zira, ancak maarif sayesinde, kalbi ve mantıki vahdet gerçekleşebilirdi. Önce dimağ dimağa birleşip bütünleşemeyenler, bir yolda uzun zaman beraberliklerini sürdüremezler. Evvelâ vicdanlar birleşmelidir ki, daha sonra gönüller ve eller de birleşebilsin. Böyle bir birleşmenin yolu da, hayatın dini disiplinlere göre ele alınmasına –Kitap, Sünnet ve selef-i salihinin safiyane içtihadları mahfuz– zamanla mukayyed şeylerin çağın idrakine göre yorumlanmasına vabestedir. (Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 73-75)


Risale-i Nur ile Cihad

Bediüzzaman, kendi döneminde baş gösteren dinî lakaydlığa karşı koyabilmenin ancak “manevî kılıç hükmündeki i’caz-ı Kur’ân nurlarıyla” olabileceğini gördü (Nursi, Tarihçe, 131) ve 1925’te sürgüne gönderildiğinde, “ilhamını doğrudan doğruya Kur’ân’dan alarak” imanın esaslarını isbat eden risaleler yazmaya başladı ki, onun cihad yorumu da, kemalini ve tam ifadesini işte bu Risale-i Nur Külliyatı ile bulmuştur.

Bediüzzaman giriştiği bu mücadeleyi “manevî cihad” ve “müsbet hareket” diye isimlendirmiştir. İmansızlığın gitgide çoğaldığı bu dönemde “Manevî cihad”, Risale-i Nur’un “manevî kılıcı” ile olacaktır. Nur Risalelerinin en göze çarpan yanı, onun neredeyse münhasıran iman hakikatleri ve onlarla ilgili konuları işliyor olmasıdır.

Risale-i Nur, yirminci yüzyıl insanına uygun, onun hem aklına, hem de kalb, sır, hafî, ahfâ gibi bütün diğer fakültelerine hitap eden ve bu zamanda insanın ihtiyaçlarına cevap veren bir din yorumu sunmaktadır. Risale-i Nur’un metodunu takip edenler için iman, sayısız yakîn dereceleri aracılığıyla daima terakki eden, hayatî, daimî bir süreç haline gelmiştir. (Emirdağ Lahikası, 1/102-3)

Bediüzzaman, zaman zaman, “Mahşerde, âlimlerin sarfettikleri mürekkep, şehitlerin kanıyla muvazene edilir; o kıymette olur” (Nursî, Lem’alar, 161; el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 6/ 466) hadisini zikredip, bunun büyük önemini vurgulayarak talebelerini mütemadiyen bu “envâr-ı imaniyeyi neşretme mücahedesi”ne teşvik etti. Onların dikkatini, çalışmalarının “sair en büyük meselelerden bile daha mühim” olduğuna çekti. (Nursi, Hizmet Rehberi, 170-2)

O, yeri geldiğinde, vazifenin hizmet olduğunu, neticenin Allah Tealâ’ya ait bulunduğunu vurguladı (Nursi, Emirdağ Lahikası, 2/213-4): “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlâhî’ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiye’ye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz...” (a.g.e., 2/213-4) diyerek, müsbet hareketin ne manâya geldiğini ifade etti. Manevi cihadın en büyük şartlarından birisi, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmamak idi.

Risale-i Nur mesleği, Müslümanlara ve hatta Hıristiyanlara karşı bile müsbet hareketi salık verir. Bu, onlar mütecaviz veya düşmanca davrandıklarında bile böyledir. Allah’a inananların, dinsizlik güçlerine karşı tek bir cephede toplanmaları ve birbirleriyle çekişmeyi bırakmaları gerekmektedir:

...onun gibilerini münakaşa ve münazaraya sevketmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddua ile de mukabele etmeyiniz... madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha müthiş düşmanlar... var.

... bu acib zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden hıristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi; hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor...”(Nursi, Kastamonu Lahikası, 186-7)

Müsbet hareketin daha ileri bir yanı, baskı ve işkenceler karşısında sabır ve müsamaha idi ve bu en yüksek bir feragatı gerektirmekteydi: “... Bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek... için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim...” ( Nursi, Emirdağ Lahikası, 2/213)

“Bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu pek şiddetli zulümleri”ne karşı “kuvvet”le yahut “menfi bir şekilde” mukabele etmemesinin hikmetini açıklarken, bir kez daha, “yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan masuma zarar gelmemek” ve “asayişi masumların hatırı için muhafaza”yı zikretti. (Nursi, a.g.e., 2/136-7)

Çok partili hayata geçilince Bediüzzaman ve talebeleri için şartlar bir derece hafiflemiş ve onun bu cihadını genişletmesine imkân tanımıştı. Bediüzzaman, herhangi bir partiye hiçbir zaman aktif bir şekilde destek vermedi. Onun partilerle münasebeti tavsiye ve irşat biçiminde kendini gösterdi. Onun bütün derdi İslâm, memleket ve insanlık davası idi.

Bediüzzaman, dinsizliği ve onun tahribatını durduracak olanın “maddî kuvvetler, haricî-dahilî tedbirler, ittifaklar” değil, “belki yalnız Kur’ân ve imanın hakikatları ve maneviyat-ı kalbiye” olduğuna işaret etti. Bundan dolayı o, hükümetin okullarda mecburî dinî eğitimi yeniden başlatma teşebbüsünü tebrikten geri kalmadı. (a.g.e., 2/60)

Modern çağların mücadelesi, bir kuvvet mücadelesi olmaktan ziyade ideolojik ve kültürel bir mücadele halini aldığından, Bediüzzaman’ın manevî cihad materyalleri, iman hakikatlerinin mantıkî delilleri, isbat ve ikna metodları idi. Ki bunlar insana, fıtratın bir yanı haline gelmesi demek olan “tahkiki iman”ı kazandırmaktaydı.
Nur Risaleleri ilhamını doğrudan doğruya Kur’ân’dan alan ve onun haşmetini yansıtan bir hakikat yoludur. Çağımız insanlarının, entellektüelinden bilim adamına, gencinden ihtiyarına varıncaya kadar hemen her kesimine hitap eden, ihtiyaçlarına cevap veren, gerçek takva ve İslâm ahlakını geliştiren unsurları havi bir mürşit ve bir büyük rehberdir.

Sonuç

Cihad, bir Müslümanın hayatında her zaman varlığını hissettiren, İslâm’ın en önde gelen emirlerinden birisidir. Müslüman, hayatının her bir safhasında onunla içli dışlıdır. Bu, ya aksiyon şeklinde ya da bir niyet halinde onun benliğindedir. Zira Müslüman, her zaman Cenab-ı Hak’kın muradını arayan ve takip eden insandır. O, bütün cehd ve gayretini Allah’ın hoşnutluğunu elde etmede harcar. Bu yüzden de onun hayatının herbir karesinde Allah yolunda olma adına bir ya aktivitesi vardır ya da onu gerçekleştirme adına bir niyeti daima saklıdır.
Mü’min bir yandan, her zaman kötülüğü emredip duran nefsinin süfli arzu ve istekleriyle mücadele eder. Zira o, her istediği şeyi yapamayacağının farkındadır. Mü’min, nefsinin ilk başlarda hoşuna gitmeyen ibadet gibi vazifeleri de yerine getirmenin gerekliliği şuuruyla yaşar. Yasak edilen, haram kılınan, emredilen, farz kılınan hususlara karşı duruşunu Hz. Kur’ân’a göre ayarlar. Kendini Kur’ânî ölçülere uydurmaya çalışır. Allah Kelâmı ile hayatını nurlandırma, Kur’âni bir çizgi takip edebilme, onun en önemli ve mukaddes vazifesidir. O, her halükârda Allah Tealâ ile sıkı ve yakın bir münasebete geçmenin gayreti ve o yakınlığı koruyabilmenin azim ve endişesi ile yaşar. Ve “Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, yanlarında Allah zikredilince kalbleri ürperir, kendilerine O’nun ayetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rabbilerine güvenip dayanırlar” (Enfal, 8/2) ayetiyle anlatılan ufka ulaşabilmek için de kendini daima yollarda görür.
Öte taraftan o, günümüz Müslümanlarının İslâm’ı temsil etmede ciddi problemler yaşadığının idrakindedir. Bu idraki onu, bu acı gerçeği değiştirebilmenin yollarını araştırmaya sevk eder. Bu arayış, onda bir ızdırap halinde belirir ve artık o, “kendi kurtuluşunu başkalarını kurtarmada gören” bir kâmil insan haline gelir. İçten ve dıştan tahribe maruz kalmış, surlarında gedikler, duvarlarında çatlamalar meydan gelmiş Müslümanlık kalesinin tamir ve bakımında bir amele gibi çalışır. Kendisi gibi düşünen insanlarla kafa kafaya, el ele verir. Zamanımızın şartlarına en uygun olan “müsbet hareket” ile “manevi cihad”ını yapar. İnsanların ölüm öncesi ve ötesinde mutlu ve huzurlu olabilmeleri için üzerine düşen ne ise işte onu yapmak, onun için her şeydir. Allah’ın sevgisine erebilmek için, Allah’ı insanlara sevdirmenin derdiyle hayatını geçirir. Allah’a ve O’nun dinine çok kıymet verdiğinden ötürü, Allah da ona kıymet verir, Hak katında değerler üstü değere ulaşır. Maksadını tahsile adım adım yürüdüğünün şuuruyla ötelere yönelir.
İşte, ana çizgileriyle ifade edilmeye çalışılan kâmil mü’min portresine ulaşma adına gösterilen bütün bu cehd ve gayretler manzumesinin adı cihaddır. Ve cihad, işte bu enginliği ve kucaklayıcılığı ile kıyamete kadar varlığını sürdürecek, mü’minler için olmazsa olmaz bir şevk unsuru olmaya devam edecektir.




Kaynaklar:

Said Nursî, Sözler ; Mektubat ; Lemalar ; İşârtâtü’l-İ’câz ; Kastamonu Lâhikası ; Emirdağ Lâhikası ; Münazarât ; Sünûhât ; Divân-ı Harb-i Örfî ; Hutbe-i Şâmiye ; Fethullah Gülen, İ’lâ-yi Kelimetüllah veya Cihad ; Ruhumuzun Heykelini Dikerken ; Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân ; Ragıb el-İsfahanî, el-Müfredat fi Ğarîbi’l-Kur’ân ; İ. Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-Meâd ; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih ; İbn-i Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye ; S. Hüseyin Nasr, İslâm ; Karen Armstrong, Muhammad: A Biography of the Prophet ; Ö. Rıza Doğrul, Asr-ı Saadet ; Ş. Vahide, The Author of the Risale-i Nur, Bediuzzaman Said Nursi, N. Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî



Mehmet Şeker