saniyenur
Sun 10 June 2012, 09:25 am GMT +0200
5- Müslüman Olmayanların Bakışıyla Muhammed
Muhammed'in peygamberliğine dair Tevrat ve İncil'deki deliller vasıtasıyla dış ispatını ve Kur'an-ı Kerim'deki deliller İle de iç ispatını ortaya koyduktan sonra, geçmişteki ve günümüzdeki meşhur âlimlerin onun şahsı ve peygamberliği hakkındaki görüşlerini ele almakta fayda vardır.
Bir bilim adamına göre, "Jüstinyen'in ölümünden dört yıl sonra, M.S. 569'da Arabistan'da Mekke'de doğmuştur, insanlığa en büyük etkide bulunan insan." (Draper, John William, Avrupa'nın Entellektüel Gelişiminin Tarihi, Londra, 1875, cilt I, ss. 229-230). Başka bir yazar da şöyle demektedir: "Caminin İmamı olduğu gibi devletin de başıdır; o hem Sezar'dır, hem de Papa aynı anda; ancak Papa'nın gösterişinden yoksun bir Papa'dır. Sezar'ın Romalı tümeninden yoksun bir Sezar. Sabit bir ordusu olmayan, muhafızı bulunmayan, saraydan, sabit bir gelirden mahrum bu kişi, Hak Vahiy ile hükmetme hakkına sahip olan Muhammed'dir. Çünkü o, hiçbir vasıta ve desteğe sahip değilken bütün güç ve iktidarın sahibiydi." (Smith, Bosworth, Muhammed ve Muham-medîlik, s. 92). Bir diğer bilim adamı da şunları ifade etmiştir: "Söylediklerinin sıradan bir insanın söylediklerinden farklı olduğundan ona bir şair veya peygamber diyebiliriz. Sözleri kaynağını doğrudan eşyanın gerçek kaynağından almaktadır. Çünkü o mütemadiyen gerçek ile beraber yaşamaktadır." (Andrea T., Muhammed, Londra, 1936, s. 247). Başka bir yazarın deyişiyle, "Arabistanlı peygamberin nasıl tebliğ ve talim ettiğini, nasıl yaşadığını bilen ve onun hayat şahsiyetini etüd eden bir kimsenin, Hâkim Olan1 in ulu elçilerinden biri olan o yüce peygamber için saygıdan başka bir duygu içinde olması imkânsızdır. Ve size söylediklerime çoğunuz aşina olmanıza rağmen, yine de ben, onları tekrar okuduğumda, o yüce Arap öğ-retmen'e, her defasında yeni bir hayranlık dalgasıyla dolar, yeniden saygı ve huşu duyarım." (Besant, Ahnie, Muhammed'in Hayat ve Öğretisi, Madras, 1932, s. 4).
Stanley Lane-Poole ise şöyle demiştir: "Mu-hammed'in düşmanlarına en büyük galebeyi çaldığı gün, kendisine karşı da en büyük zaferi kazandığı gündür. O gün Kureyş'i hiçbir karşılık olmaksızın affetti ve bütün Mekke halkı için genel af ilan etti. En azılı düşmanlarının şehrini fethettiğinde adaletle hükmedilen dört suçlu Muhammed'in yasak listesini oluşturuyordu. Ordusu da onun yolundan gitmiş ve sessiz ve barış içinde şehre girmişti: Hiçbir ev soyulup talan edilmemiş, hiçbir kadın tahkir edilmemiştir. Yalnız tek bir şey tahrip edildi. Muhammed Kabe'ye gidip, üç yüz altmış putun önünde durmuş ve asasıyla puta dokunarak şöyle demiştir: 'Hak geldi, bâtıl zail oldu.' Ve bu söz üzerine yanındakiler putların hepsini kırarak alaşağı etmişlerdir. Bu şekilde Tanrı'nm Evindeki ve Mekke havalisindeki bütün putlar tahrip edildi. Böylece Muhammed kendi beldesine yeniden ulaştı. Tarihteki bunca fetihler arasında bununla kıyaslanabilir başka bir zafer yoktur." (Lana-Pool, Stanley, Peygamber Muhammed'in Konuşma ve Sohbetleri, Londra, 1882, ss. 46-47).
Maurici Faudefroy'e göre, "Muhammed bir ilâhiyatçı olmayıp, peygamberdi. Bu öylesine açık bir gerçektir ki, aslında bunu söylemeye bile gerek yoktur. Etrafını saran ve ilk müslüman cemaatin elitini oluşturanlar, onun Allah'ın adıyla beyat ettiği kanunlara, ona ve öğretisine uyarak mutlu ve tatmin oluyordu." (Demombynes, Müslüman Kurumlar, Londra, 1950, s. 20). Ve Arthur Gilman da şunları yazmıştır: "Bu vesileyle (Mekke'nin fethi), onun (Muhammed'in) yüceliğini görmekteyiz. Geçmişte kendilerine yapılanların etkisi onu pekâlâ intikama yöneltebilirdi. Ama o orduşunu her tür kan dökmekten alıkoydu. Büyük bir şefkat gösterdi ve Allah'a şükretti. Sadece on veya oniki kişi, daha önce zalimce davrandıklarından, mahkum edilmiş ve bunlardan dördü ölümle cezalandırılmıştır. Fakat bu da diğer fatihlerin hareketleriyle kıyaslandığında fazlasıyla insanî kabul edilmelidir. Meselâ, 1099'da Kudüs'ü alan Haçlıların zulmüyle mukayese edilemez. Haçlılar Kudüs'ü aldıklarında —kadın, erkek, yardıma muhtaç çocuk— yetmiş bin müslümanı öldürmüşlerdir... Muhammed'in zaferi gerçekten dindendir, siyasetten değil; o her türlü şahsî sadakat yeminini reddetti ve hükümdarlık otoritesinden uzak durdu!' (Gilman, Arthur, Haçlı Karşıtları, Londra, 1950, s. 20). Edward Gib-bon da şunları söylemiştir: "Bizde hayranlık uyandıran onun dininin yayılması değil istikrarıdır; Mekke ve Medine'de yer eden aynı saf ve mükemmel etkinin on iki asır sonra Hintli, Afrikalı ve Türklerin Kur'anî devrimlerinden sonra aynen muhafaza edilmesidir... Mu-hammedîler muntazam olarak dini hedeflerine zıt olan günahlara karşı koyarlar... Müminin inancı hiçbir put imajı ile bayağılaşma-mıştır. Peygamber'in şanı asla imanı faziletten öteye geçmemiştir. Ve onun hayatındaki ahlâk kuralları mantık ve din sınırları dahilinde, hep iyilikleri korumuştur!' (Gibbon, Edward, ve Ockley, Simon, Haçlı Karşıtları İmparatorluğu Tarihi, Londra, 1870, s. 74 ve Gibbon, Edward, Roma İmparatorluğu'nun Gerileme ve Düşüşü, Londra, Cilt V, s. 535).
Bir bilim adamı da şunları yazmıştır: "Nübüvvetin hiçbir döneminde asla kendinde olağanüstü güçler iddia etmeyen, Tanrı'nın bu çok insancıl peygamberi, insanları dinine çevirmeye evvelâ halkı içinde kendi ailesinden başlamıştır. Onunla münasebeti olan herkes üzerinde dikkate değer bir şahsî etkisi vardır. O, dinine bir defa girmiş olan hiç kimseden, ne fakru zaruret içinde ve yurdundan göçmüşken, ne de yüksek refah düzeyinde iken bir vefasızlık görmemiştir. Kendine ve aldığı vahye olan güveni zulme uğradığında, maddî gücü azken büyük güçlere ve düşmanlarına ga-I>P geldiği zamankinden belki de daha fazlaydı. Muhammed yaşadığı gibi öldü; ilk dava arkadaşları ve sahabesi arasında vefat etti!' (Hyndman, H. M., Asya'nın Uyanışı, Londra, 1919, s. 9). Irwing Washington'a göre, "Onun büyük askeri zaferleri, onda ne gurur, ne de mağrur bir sevinç uyandırmıştı. En güçlü zamanlarında dahi, o zorluk içindeki" günlerindeki gibi sadelik içinde yaşıyordu. Bir odaya girdiğinde, biraz fazla saygı gösterilse gerçekten üzülürdü. O evrensel bir hâkimiyeti amaçlamışsa bu dinin ve Hakk'ın hâkimiyetidir. Bundan onun elinde en saf uygulamasını bulan dünyevî kurallar çıkmıştır. Ve o bunların kendi soyundan devamı için hiçbir teşebbüste de bulunmamıştır!' (Muhammed ve İzleyicileri, Londra, 1909, ss. 192-199). Bir âlim de şunlara işaret etmektedir: "İnsan dehası için; amacın büyüklüğü, araçların küçüklüğü ve muhteşem sonuçlar üç kıstas ise, tarihte Muhammed ile mukayese edilebilecek birisini kim gösterebilir? En meşhur insanlar yalnız ordular,kanunlar ve imparatorluklar tesis ettiler. Onlar, bir şeyse eğer, çoğu zaman gözleri önünde harap olan maddî güçlerden fazlasını oluşturamadılar. Oysa bu insan, sadece ordular, kanunlar, imparatorluklar, İnsanlar ve hükümdarlıkları değil, o zaman dünyanın üçte birini dolduran milyonlarca insanı da harekete geçirmiştir. Dahası, o dinler, fikirler, inançlar nefs ve ruhları da harekete geçirmiştir. Her kelimesi kanun olan bir Kitab'ı esas alarak, o her dil ve ırktan insanları biraraya toplayarak manevî bir millet ortaya çıkardı;.. Tanrı'nın Tevhidî inancının, uydurma inançların kayboluşu arasında yükselişi bizatihi öyle bir mucizeydi ki, onun dudakları arasından çıkmasıyla eski putperest tapınakları yok etmiş ve dünyanın üçte birini ateşe vermiştir..."
"Düşünür, hatip, havari, kanun koyucu, asker, düşüncelerin fatihi, rasyonel akidelerin düzelticisi, şekil ve suret olmaksızın tapınma; hepsi manevî tek bir hükümdarlık olan yirmi dünyevî hükümdarlığın kurucusu, işte Muhanimed. İnsanın yüceliğinin ölçümü mümkün olsa, ondan daha büyük bir insan var mıdır, sorarız?" (Lamartin, Türkiye Tarihi, Paris, 1854, Cilt II, ss 276-277). Majör Arthur GIyn Leonard'ın deyişiyle, "Muhammed'İn veya İslâm'ın ruhunu derinlemesine anlamak isteyen öğrenci, bizzat başlangıçta şunu anlamalıdır ki, Muhammed manevî bir gezgin veya pespaye ve zamanına uyan bir derbeder değildir. O, her çağın ve tarihin en engin, samimi ve gerçek önderlerinden biridir. İnsanlığın yetiştirdiği, sadece büyük değil, en büyüklerden (yani en doğru) bir adam. Yalnız bir peygamber olarak büyük değil, aynı zamanda bir vatanperver ve devlet adamı olarak da büyük; manevî olduğu kadar maddî olarak da büyük bir milletin, büyük bir imparatorluğun kurucusudur bu yüce insan. Hatta bunlardan öte, daha büyük bir iman; ve kendine, halkına ve hepsinin üzerinde Tanrı'ya karşı dürüst bir insan. Bunu idrak eden öğrenci İslâm'ın bağlılarını insanlığın karanlıklarından Nur ve Hakk'm yüksek diyarına doğru yücelten, engin ve gerçek bir inanç olduğunu tasdik edeceklerdir." (İslâm-Ahlâkî ve Manevî Değerleri, Londra, 1927, ss. 20-21).
Bir yazar da şunları söylemektedir: "Muhammed, vahye mazhar olan ve İslâm'ı kuran insan, M.S. 570 civarında putlara tapan bir Arap kabilesinde dünyaya geldi... Sonra, bir takım acı ve dehşete düşürücü olaylar içinde, Tanrı'nm kelâmı ona, melek Cebrail vasıtasıyla vahyolunmaya başladı... Kendinden önceki büyük peygamberler gibi, Muhammed, Tanrı'nın kelâmını yaymak için kendisinin nakıs olduğu bilincinde ve gayet dikkatli olarak mücadele verdi. Melek 'Oku!' diye emretti. Oysa bildiğimiz kadarıyla, Muhammed'İn okuma yazması yoktu. Fakat, o kendisine vahyolunan sözleri yazmaya başladı. Dünyanın büyük bir kısmını tamamen değiştirecekti bu söz: 'Allah'tan başka tanrı yoktur.' Onun olağanüstü şahsiyetinin gücüyle Muhammed, Arabistan ve Doğudaki hayatı her şeyiyle değiştirmişti. O, putları kendi elleriyle paramparça etti ve ancak tek Tanrı'ya kulluk edilen bir dini kurdu." (Mickener, James A., İslâm: Yanlış Anlaşılan Din, Okuyucu Özetlerinde, Amerikan Basımı, Mayıs 1955, ss. 68-70).
Profesör Natheniel Schmidt'e göre, "Muhammed'İn esaslı samimiyetinden şüphe edilemez. Tarihe tenkitçi bir gözle bakıldığında, her kanıt değerlendirildiğinde onun, hiçbir çıkar gözetmeksizin fizikî hayatları ne olursa olsun, muhtelif zaman ve durumlarda, hakkı söyleyen yüce düşünceleri öğreten ve beyan eden peygamberler zincirinden olduğu gerçeğini teslim edecektir. Ki o peygamberler asil davranmış ve bu yönde İlkeler koymuşlar ve yüce çağrılarını korkusuzca haykırmışlar, davetlerini güçleri yettiği kadar, hiç dihlenmeksizin sürdürmüşlerdir!' (Yeni Uluslararası Ansiklopedi, 1916, Cilt XVI, s, 72). Thomas Cariyle şunları yazmıştır: "Doğru ve sadık bir insan; hep doğruyu yapan, doğruyu söyleyen ve düşünen. Sakin konuşan, söylenecek bir şey olmadığı zaman susan, fakat konuştuğunda hep ilgili, bilge ve samimi konuşan; daima konuyu aydınlatıcı... Böyle bir insanın sözü doğrudan tabiatın kalbinden gelmektedir. İnsanlar onu her şeyden başka türlü dinlemeli ve ona uymalıdır —yoksa hepsi bir nefesten başka birşey değildir... Yunanlı Heraklit, Farslı Cosros gibi hükümdarlar ve dünyadaki diğer kırallar arasındaki Arabistan bu insana ne yapabilir; — hepsi ona ne yapabilir?... Tanrı'nın inayeti şüphesi onu vahiy ile şereflendirmiştir. Onu ölüm ve karanlıklardan kurtarmış ve onu bütün mahlukata bildirmiştir: 'Muhammed Tanrı'nın Peygamberidir.' ifadesiyle kastedilen de tam anlam böyle olmasa da bir yönüyle budur." Thomas Cariyle, Tarihte Kahramanlar. Kahramanca İbadet ve Kahramanlıklar, Londra, ss. 287-292). Cariyle şunları da ifade etmiştir. "Ona peygamber dediler, diyorsunuz değil mi? Niçin? Çünkü Muhammed onlarla yüzyüze gelmiş hiçbir esrarın arkasında kutsanmamış, kendi hırkasına yama yapmış, ayakkabılarını tamir etmiş, savaşmış, onların arasında istişare etmiş ve emretmiştir. Siz ona ne derseniz deyin, onun nasıl bir insan olduğunu mutlaka görmüşlerdi. Kutsal tacıyla hiçbir imparator, oturup kendi hırkasına yama yapan bu insan kadar itaat görmemiştir. Yirmi üç yıllık zahmet ve gerçek mücadelenin içinde sahip olması gereken her şeye sahip gerçek bir kahramanı görüyorum!' (Thomas Cariyle, Kahramanlar Üzerine Konferanslar). Mahatma Gandi ise şunları söylemektedir: "Milyonlarca insanın kalbi üzerinde bugün tartışmasız bir etkisi olan hayata sahip birisini öğrenmek istedim. İslâm'ın bir yeri fethinin kılıç ile olmayıp, hayat tarzıyla olduğunu her zamankinden daha iyi anladım. Peygamberin tam manasıyla sadeliği ve ahde sadakati, onun arkadaş ve takipçilerine kendini adaması, tevazuu, yiğitliği, korkusuzluğu, Tanrı'ya ve dinine olan mutlak bağlılığıydı asıl ona her engeli aştıran ve muzaffer kılan; yoksa kılıç bir hiçti." (Genç Hindistan, Işık'tan alınma, Lahore, 16 Eylül, 1924). W. E Hogarth ise şunları yazmıştır: "Onun hayatı, ciddi veya önemsiz olan kısımlanyla birlikte bütün hareketleri günümüzde milyonların kabul ettiği, bildikleri ve şuurlu olarak uyguladığı bir sistemi kurumsallaştırmıştır. İnsan ırkının ufak dahi olsa, hiçbir kısmı böyle bir insanın hareketlerinin en ayrıntıdaki kısmına dahi titizlikle uyup, taklit etmemiştir. Hıristiyanlığın kurucularının davranışları hiçbir şekilde takipçilerinin günlük hayatını düzenlememiştir. Bu bakımdan hiçbir dinin kurucusu, müslümanların peygamberi gibi tek başına yüksek bir yer işgal etmemiştir." (Arabistan Tarihi, Oxford, 1922, s. 52).
George Bernard Shaw şunları ifade etmiştir: "Ben Muhammed'in dinini harikulade canlılığından ötürü hep takdir etmişimdir. İslâm, varlığın değişen veçhesine uyarlanabilir kabiliyete sahip tek dindir. Böylece, İslâm her Çağa hitap etmektedir... Benim tahminime göre, Muhammed'in inancı bugün Avrupa1 da kabul edilmeye başlandığı gibi, gelecekte de kabul görecektir. Ortaçağ Kilisesi, ya cahilliklerinden ya da bağnazlıklarından Muhammedîliği hep kara renklere boyayarak anlatmışlardır. Onlar aslında, hem Muham-med'den, hem de onun dininden nefret edecek şekilde eğitilmişlerdi. Onlara göre, Muhammed İsa karşıtıydı. Oysa, ben onu, o harikulade insanı inceledim. Benim kanaatime göre değil İsa düşmanı olmak, ona insanlığın kurtarıcısı demek gerekir. Günümüz dünyası onun gibi birisinin mutlak hâkimiyeti altına girse, sorunları, çok ihtiyaç duyulan barış ve mutluluk getirecek şekilde onun çözeceğine inanıyorum. Avrupa, Muhammed'in akidesinin aşkına girmeye başlamıştır. Gelecek yüzyılda, Avrupa sorunlarının çözümünü bu inanç içinde görmeye kadar gidebilir. Öyle ki benim tahminimi daha iyi anlarsınız!' (Bazı Seçkin Alimlerin Yazılarının Derlemesi, İslâm Misyonu Çalışmaları, 1935, s. 77).
Sir William Muir'e göre, "Şüphesiz, saf tek tanrı inancı, adalet ve insanlık üzerine kurulu düzeni ile İslâm, Orta Afrikalılar gibi putçuluk ve fetişizm batağındaki ırklardan çok yüksekte olup, böyle insanların ahlâkını da büyük ölçüde itidale çekerek düzeltmektedir." (Muhammed ve İslâm, Londra, 1895, s. 246). Bir bilim adamı şunları söylemektedir: "Bir din olarak, itiraf edilmelidir ki Muhammed'in dini Afrika'ya hıristİyan-lıktan daha çok yakışır; aslında şunu söylemem gerekir ki, bütün dünyaya daha çok yakışır... Onun özellikleri İnsanı insan yapması şeklinde özetlenebilir. İslâm, insandan bir tanrı çıkarmaya çalışmaz ama onun iyi bir komşu olmasına kadar düzene sokar." (Law-ton, Lancelot, Yer Küre, Londra, 12 Mayıs, 1928).
Napolyon Bonapart'a göre: "Tanrı'nm varlığını, Musa kavmine, Mesih İsa Roma âlemine, Muhammed ise bütün kıtaya yaydı. İsa'dan altı asır sonra, Arabistan putperestlik içindeyken, Muhammed, İbrahim, İsmail, Musa ve İsa'nın Tann'sını tanıttı. Muhammed, ne babası, ne de oğlu olan tek Tanrı'dan başkasının olmadığını ve teslisin ortak koşma anlamına geldiğini açıkladı... Bütün ülkelerin ferasetli ve eğitilmiş insanlarını birleştirerek, yegâne doğru ve insanları mutluluğa erdirecek olan Kur'ân'ın prensiplerine dayalı tek bir düzeni kuracağımı umuyorum." (Bonaparte ve îslâm, Cherfİls, Paris, ss. 105-125). Bir bilim adamı da şunları söylemektedir: "Tanrı'nın vahyettiği bütün gerçek dinleri kabul eden bu akidenin asaleti ve geniş müsamahası insanlık için daima mükemmel ve şanlı bir miras olacaktır. Ancak böyle bir esas üzerine mükemmel bir dünya dini kurulabilir." (Geenless, Duncan, İslâm Akidesi, Adyar, 1948, s. 27). Dufferin Marki'ne göre, "Avrupa, Orta Çağın karanlığından kurtuluşunu büyük ölçüde müslüman bilimine, müslüman sanatına ve müslüman eserlerine borçludur." (Hindistan'da Verilen Konferanslar, Londra, 1890, s. 24). bir diğer bilim adamı da şöyle demektedir: "Zerdüşt sisteminden daha saf, Musa'nın şeriatından daha hür olan Muhammed'in dini, on yedinci yüzyıldaki İncil'in tükenen sadeliğine kıyasla tutarsız değildir." (Gibbon, Edward, Roma İmparatorluğunun Düşüş ve Gerileme Tarihi, Londra, 1938/1939, Cilt V, s. 487). J. H. Denison da şunları yazmıştır: "Beş ve altıncı yüzyıllarda, medenî dünya kaosa girmişti... O zaman, tesisi dört bin yıl süren büyük medeniyetin dağılma sınırında olduğu görülüyordu. İnsanlar, her kavmin ve bölüğün birbirine karşı olduğu, kanun ve nizamın bilinmediği bir zulme yönelmişlerdi... Hıristiyanlık tarafından yeni ortaya atılan müeyyide ve cezalar birlik ve düzen yerine daha çok bölünme ve tahrip yoluna hizmet etmektedir... Doğu ve Güney dünyası diye bilinen bütün bölgeyi birleştirecek bu insan, işte bu insanlar arasında doğmuştu." (Denison, H., Medeniyetin Esası Olarak Duygu, Londra, 1928, ss. 265-269).
H.A.R.Gibb'e göre, "Fakat İslâm insanlığa hizmet vermektedir... Başka bir toplum insanları ve ırkları bu kadar statüde, fırsatta ve çalışmada eşit birleştirememiştir. Afrika, Hindistan ve Endonezya'nın büyük müslüman toplumları, belki Japonya'daki küçük İslâm cemaati dahi, İslâm'ın halâ uzlaştırılması mümkün olmayan ırk ve gelenekleri bir araya getirecek kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Şayet Doğu ve Batı'daki büyük toplumların ihtilafının yerini işbirliği alacaksa islâm'ın arabuluculuğu zaruri bir şarttır." (İslâm Gücünü Yitiriyor mu?, Londra, 1932, s. 379).
A. J. Toynbee de şöyle demiştir: "Müslümanlar arasında ırk bilincinin söndürülmesi, İslâm'ın önemli başarılarından biridir. Ve öyle görülmektedir ki, günümüz dünyasında bu İslâmî faziletin yayılmasına gerçekten derin hij ihtiyaç vardır." (İmtihandaki Medeniyet, New York, 1948, s. 205). H. G. Wells de şunları yazmıştır: "Yeni bir açıdan ve taze bir gayret ile Arap zihni, Yunanlıların başlatıp bıraktıkları müsbet bilginin sistematik gelişinimi devraldı. Yunanlılar gerçek ile uğraşmanın bilimsel metodunun babası ise, Araplar da balalığı (evlatlık alıp büyütenjdır. Yani tam bir açık sözlülük, ifade ve açıklamalarda azamî sadelik, tam kaynak ve ayrıntılı tenkit. Modern dünyaya ışık ve güç armağanı Latin yoluyla değil, Araplar vasıtasıyla ulaşmıştır?' (Tarihin Ana Hatları, Lond-re, 920). Majör Leonard şöyle demektedir: "İslâm inancındaki bilhassa iki veçhe beni hep çekmiştir. Biri Tanrı anlayışı, diğeri de şüphe götürmez samimiyettir. Burada, samimiyet nerdeyse İlâhî olup pek çok günahın sevgisiyle örtülmesi gibidir." (Leonard, Majör Arthur Glyn, İslâm, Ahlâkî ve Manevî Değeri, Londra, 1927).
Bir yazar şöyle demektedir: "Muhammed, dinî sistemini, sadece ashabının düşüncelerine uygun olarak kurmayıp, onların idrakı-na ve ülkelerinde hâkim olan âdetlerine göre kurmuştur. Ancak, bunun da ötesinde insanların sağduyusuna öylesine yakındı ki, kırk yıldan az bir zamanda insanların yarısından çoğunu inancına çevirdi. Anlaşılan, bu akidenin duyulması, akılları kendine tâbi kılmaya yetiyordu." (Hıristiyanlık Propagandası ve Müslüman Karşıtları, Paris, 1890, T. W. Arnold tarafından İslâm'ın Tebliğinden alıntı, Londra, 1913, ss. 413-414).
John Austin'in ifadesiyle, "Bir yıldan az bir sürede, o Medine'nin gerçekten manevî, resmî ve dünyevî lideri olmuştur. Dünyayı sarsaçak manivelanın kolu da onun elindedir." (Warren Hastings'in Suçlaması, İngiliz Devlet adamlığında ve Nutuklarında) ve Edward Montel de şunları yazmıştır: "İslâm, etimolojik ve tarihî olarak bu terimden anlaşıldığı şekliyle geniş anlamda esas itibarıyla ras-yonel-bir dindir. Burada rasyonalizm tanımını dini inançları mantığa tam olarak uygun olan bir sistem olarak alabiliriz. Şevk ve hüküm sahibi olan Muhammed'in iman ve inanç ateşine de sahip olduğu bir gerçektir. Onun taraftarlarına verdiği yüce nitelikler, onun vahiyle gelen reformuyla ortaya çıkmıştır. Ancak vahiy yolu yalnız yollardan biridir. Onun dininin mantık üzerine kurulu inançların bir araya geldiğine dair işaretler vardır... Bu öğretinin ve dinî işlerin sadelik ve açıklığı İslâmî hareketin çok belirgin özel-liklerindendir. Bütün dinî karmaşıklardan arınmış ve bunun sonucundaki normal idraklere böylesine kabul edilebilir olan bu açık akidenin, insanların bilinçlerine hâkim olabilecek muhteşem güce sahip olması beklenir, aslında mutlaka da sahiptir?' (Hıristiyanlık Propagandası ve Müslüman Karşıtları, Paris, 1890, T. W. Arnold Tarafından İslamcın Tebliğ'inden alıntı, Londra, 1913, ss. 413-414). Edmund Burke'ye göre "Muhammedi şeriat taç giydirilen baştan, en basit konuya kadar geçerli ve bağlayıcıdır. O, mahirane bir sistemin içdokunmuş, en fazla öğrenilmiş ve dünyadaki gelmiş geçmiş en münevver hukukun kanunudur." (Warren Hastings'in Suçlaması, İngiliz Devlet Adamlığında ve Nutuklarında).
islâm'a Geçişler. İslâm'ı kabul eden bazı gayrı müslimlerin duygulan aşağıda özetlenmiştir: "Bazı arkadaşlarım benim Muham-medîler tarafından etkilendiğimi düşünebilirler; fakat asıl sebep bu değil. Çünkü mevcut görüşlerim sadece yıllar boyu oluşan gö-rüşlerimdir. Benim tahsilli müslümanlarla din üzerine filan yaptığım konuşmalar birkaç hafta önce başladı. Söylemeliyim ki bütün teorilerim ve elde ettiğim sonuçların İslâm'a uygun olması beni fazlasıyla sevindirdi. Dine giriş, Kur'an'a göre, özgür seçim sonucunda ve kendiliğinden değerlendirme İle olmalıdır. İslâm'a giriş asla zor kullanarak olamaz. İsa da müritlerine aynı şeyi ifade etmek istemiştir: 'Ve kim seni ne kabul edip, ne de işitmezse, ayrılırken ayağının altından tozu silkip at.' (Markos, VI, 11). İnanıyorum ki, müslümanlığa kalpleri meyilli olup da, gelenek baskısı, zıt eleştiri ve değişikliğin güçlüklerinden çekinme binlerce kadın ve erkeği gerçeği açıkça kabullenmekten alıkoymaktadır. Arkadaş ve akrabalarımın bana kaybedilmiş bir ruh olarak baktıklarını ve benim geriye dönmem için dua ettiklerini bilmeme rağmen ben adımımı attım. Aslında, ben yirmi sene önceki gibi aynı inançtayım; onların nazarında iyi kanaati bana kaybettiren bu gerçeği aşikar olarak söylenmesi olmuştur." (Lord Headley, Al Farook, îngl).
"İslâm bana mükemmel bir mimari eser gibi görünmektedir. Her parçası birbirini tamamlayıp, destekleyecek şekilde uyumluca tasarlanmıştır; hiçbir şey fazla olmadığı gibi, eksik de yoktur. Sonuç ise mutlak bir denge ve sağlam bir huzur ve sükunettir. Üzerimde en büyük etkiyi herhalde İslamcın öğreti ve kaziyelerindeki 'her şeyin yerli yerinde olması' hissi uyandırmıştır... Benim etüd ve mukayeselerim, müslümanların eksikliklerinden kaynaklanan bütün olumsuz faktörlere rağmen insanoğlunun gördüğü en büyük çekici ve yönlendirici güç olarak İslâm'ın manevi bir vakıa olduğuna beni kesinlikle ikna etti. O zamandan beri, bütün ilgim onun yeniden canlandırılışı meselesinde odaklaşmıştır!' (Muhammed Esad, Avusturya).
"Olgunluk çağına erdiğimden beri, İslâm1 in güzellik, sadelik ve saflığı bana hep çekici gelmiştir. Bir hıristiyan olarak doğup büyümeme rağmen kilise'n*u dogmatik tavrına hiç inanamamışındır. Körü körüne inanmak yerine hep m3nt1^ v^ sağduyuma baş-vurmuşumdur. Zaman geçtikçe Yaratıcım ile barış ve uyum içinde olmayı arzuladım. Ve hem Roma Kilisesi'nin, hern de İngiliz Kilisesi'nin bana gerçekten faydalı olamayacağını gördüm. Müslüman olurken sadece idrak ve şuurumun dediğine uydum ve o zamandan beri kendimi daha iyi ve doğru bir insan olarak hissediyorum... İslâm insanlığın günahsız, kötülüksüz devamını talim yoluyla sağlamaktadır. Efendi-tâbi, zengin-fakir, hepsinin bir -olduğunu, aynı esastan geldiklerini, aynı ruha sahip olduklarım ve eşit olarak zihni, manevî ve ahlâkî marifet ve kabiliyetle teçhiz edildiklerini kadın-erkek herkese anlatmaktadır... Sonuç olarak, söylemek isterim ki, İslâm hayatın her gününü, her anını düzenlerken, bugün güya hıristi-yanhk (İsevîlik) denilen din, mensuplarına Pazar günleri Tann'ya ve haftanın kalan günleri O'nun yarattıklarına ibadeti göstermektedir." (Sir Abdullah Archibald Hamilton, İngiltere).
"Yirmi yaşıma geldiğimde ve fiilen kendi kendime hükmedebildiğim zaman Kilise'nin sıkıcılığı ve tahditlerinden Öyle bıkmıştım ki, ondan hemen uzaklaştım ve bir daha dönmedim... Çok şükür araştırıcı bir zihne sahip olduğumdan, her şeye mantıklı bir izah istiyordum. Ne inananları, ne de ruhbanları, bu İnancın bana hiçbir mantıklı izahını veremediği gibi bana bunların ya sır olduğunu, ya da benim idrakimin fevkinde olduğunu söylüyorlardı... Hak din olan İslâm'ın esası Tanrı' nın isteğine teslimiyettir ve bunun köşe taşı da ibadettir. İslâm, evrensel kardeşliğe, evrensel sevgiye, evrensel İyiliğe çağırmakta ve kalp temizliği, hareketlerin temizliğini, konuşmanın temizliğini ve tam bir fizikî temizlik istemektedir. Şüphesiz İslâm, insanoğlunun bildiği en sâde ve^n yüce dindir." {Muhammad, Alexander Russel Webb).
"İçimde gerçek Tann'ya kulluk ve ibadet etmek için samimi ve kuvvetli bir istek doğmuştu... Nihayet, Muhammed Peygamberin hayatını incelemeye başladım... Kısa bir süre sonra onun Hak ve Tanrı yolundaki çabasının samimiyetinden kuşku duymanın imkansızlığını gördüm. Vahşi, putperest, suç, pislik ve çıplaklık içinde yaşayan insanlara, nasıl giyinmek gerektiğini Öğretmiş, kirin yerini temizlik almıştı. Araplar, şahsî itibar kazandılar ve kendilerine saygı duymaya başladılar; misafirperverlik dinî bir görev haline geldi ve putları tahrip edilerek Hak ve tek olan Tann'ya kulluğa döndüler." (Sir Cela-leddin Lauder Brunton, İngiltere).
"Mekke'li adamın öğretisi, anlattıkları öyle kısa ve öz, öyle yerli yerindedir ki, pratik bir dinin en açık ifadesiydi benim için, 'Deveni bağla ye Allah'a emanet et'. O bize normal hareketlerle ilgili dinî bir sistem vermektedir. Kendini ihmal etmek pahasına görünmeyen bir güce körü körüne inanmak yerine elinde gelen her şeyi hakkıyla yaptıktan zonra Allah'ın arzusuna teslim olup, tam güvenmek." (Cöl. Donald S. Rockvvell, US.A.)
"Sonunda Muhammed'i Tanrı'nın elçisi olarak kabul edebildim; evvelâ ona ihtiyaç vardı; ikincisi, benim elde ettiğim sonuçlar bağımsız ve yine de tesadüfiydi. Üçüncüsü, Öncekilerden ayrı olarak Mukaddes Kur'an ve Peygamber'in öğretisinin tevhidî özelliği beni coşturmuştu!' (Thomas Irwing, Canada)
"Ümitsizlik, küfür, cehalet ve hurafe bataklığından çıkarılan Araplar, torunlarını dünyanın tepesine oturtabilmelerini Tanrı'nın yardımına borçludur. Tanrı, Muhammed ve Kur'an vasıtasıyla dünyanın tarihini değiştirdi. Ve bunlar olmaksızın günümüz biliminin büyük harikaları da olmayacaktı. Muhammed, 'Hikmet Çin'de de olsa arayınız' demiştir." (S.A. Board, A.B.D.)
'' İslâm'da müşterek bir şey vardır. O tarihin dinidir ve onun öğreticisi de tarihteki bir şahsiyettir... Bütün diğer öğretmenlerin hayatları efsane ve sırlarla doludur. Ve kendi Öğretilerini kendi hayatlarının ışığı altında görmemiz mümkün değildir. Oysa, İslâm'daki kayıtlar hakkında kimsenin en ufak bir şüphesi yoktur. İslâm'ın Kitab'ı Kur'an, Mukaddes Peygamber'in zamanında nasılsa bugün de öyledir. Onun Kitab'ı açıklayan fiil ve sözleri orijinal, saf ve pak haliyle bize ulaşmıştır. Bunlarda, daha önce şurada burada beyhude aradığım bir teselli buluyorum. Ben sade ve pratik, mantığımı Öldürmeden kabul edemeyeceğim dogmalardan arınmış bir din arıyorchım." (J.W. Lovegrove, İngiltere). Ve Mc Borkle şöyle demektedir: "Daha sonra, burada insanlık kadar geniş, fakirler gibi zenginlere de rehberlik edecek ve bütün bâtıl inanç ve renk engellerini yıkabilecek bir din olduğunu anladım." (T. H. Mc. Borkle, İrlanda).
Thomas Carlyle'nin seçtiği bütün büyük peygamberler arasında daha iki yüz sene önce Muhammed'ı kahraman olarak seçmesi ilginç bir rastlantıdır. Ve şimdi yirminci yüzyılın son yirmi yıl içinde Amerikalı Michael H. Hart tarihin en etkin şahsiyetlerini sıralarken Muhammed'ı en başa koymuş ve gerekçesini de şöyle izah etmiştir: "Bu kitap sadece tarih boyunca en büyük etkide bulunan 100 kişinin kim olduğu sorusuyla ilgilidir. Bu 100 kişiyi önem sırasına, yani, her birinin insanlık tarihi ve insanların günlük hayatı üzerideki etkisine göre sıraladım. Böyle müstesna insanlar, ister soylu olsun, ister olmasın, ister meşhur olsun, ister tanınmamış, ister şaşaalı, isterse mütevazi olsun, hepsi de hayatımızı şekillendiren, dünyamızı kuran insanlardır.
Dünyayı en fazla etkileyen şahsiyetlerin listesinin en başına Muhammed'i koymam bazı okuyucularımı şaşırtabilir, bazısı da karşı çıkabilir. Fakat hem dinî, hem de dünyevî düzeyde en mükemmel şekilde başarılı olan tek insan odur.
Mufoammed, dünyanın büyük dinlerinden birini kurmuş ve yürürlüğe koymuş ve gerçekten çok fazla etkili bir siyasî lider olmuştur. Bugün, ölümünden on üç asır geçmesine rağmen, onun etkisi halâ güçlü ve yaygındır.
Arabistan'ın Bedevî kabileleri şiddetli savaşçılıklarıyla ün salmışlardı. Ancak sayıca azdılar ve paramparça olup, iç savaşlarla uğraşıyorlardı. Bununla beraber, tarihte ilk defa Muhammed tarafından birleştirilerek ve şevk veren tek Tann inancının vahyedilmesİyle, Arap orduları artık insanlık tarihini muhteşem fetih dizilerinden birine başlamışlardır... Aslında, Arap fetihlerinin motor gücü olduğu gibi, Muhammed, tarihin en etkin siyasî lideri olarak da gösterilebilir... Muhammed1 den önce benzer hiçbir olay vuku bulmamıştı ve bu fetihlerin onsuz elde edilebileceğine inanmanın da hiçbir mantıkî sebebi yoktur.
Yedinci yüzyıldaki Arap fetihlerinin günümüze kadar insanlık tarihinde önemli bir rol oynamaya devam ettiğini görüyoruz. Muhammed'in insanlık tarihinim en etkin tek siması olarak kabul edilmesinin sanırım, sebebi, onun dünyevî ve dinî etkisindeki emsalsiz terkip ve bağdaştırıcılığıdır," (Hart. Michael H., 100 - Tarihteki En Etkin Şahsi yetlerin Sıralaması, New York, sh, 26-371)