Eslemnur
Tue 21 September 2010, 06:54 am GMT +0200
MÜŞAVERE
Rabbani işaret şöyledir:"Onların işleri aralarında müşavere iledir."
(Şûra: 38).
İman ehlinin vasıflarından biri de Sûre-i Âl-i İmran'da 159 uncu âyet-i kerime'de bahsedilen vasıftır. Yukarıdaki âyet ve Sûre-i Âli İmran'ın diğer âyetine göre, İslâmî yaşayış tarzının esas rüknünü müşavere usulü teşkil eder. Müşavere olmaksızın, içtimaî işleri yürütmeye kalkmak, sadece cahiliye usulü ile iş görmek değil, aynı zamanda Hak Taalânın emretmiş olduğu usule de açık bir şekilde muhalefet etmek demektir. Bu bakımdan, İslâmda müşaverenin ne kadar mühim bir hususiyeti olduğu meydandadır. Bu hususa son derece ehemmiyet verilmiştir. Bu mesele üzerinde düşündüğümüz takdirde, karşımıza üç açık mesele ile karşılaştığımızı görürüz:
1. Herhangi bir meselede iki veya ikiden fazla kimsenin fikri ve düşüncesi bir tek kimsenin fikrinden ve bir tek kimsenin düşüncesinden elbette ki, daha isabetli ve daha da kuvvetlidir. Müşterek işlerde, indî hüküm vermek ve tek başına iş görmeye kalkmak doğru değildir. Böyle bir yol tutmaya kimsenin hakkı yoktur. İnsafın gereği de budur. Bir çok kimseyi ilgilendiren hususlarda birçok kimselerin de fikirlerini almak lâzımdır. Bu kimselerin sayıları pek çok ve bunlar bir hayli kalabalık olurlarsa, o zaman onların itimat ettikleri mümessilleri ile müzakere edilir ve onlarla müşaverede bulunulur. Fikirlerine ve görüşlerine baş vurulur.
2. Cemiyete ait müşterek meseleleri bir şahıs kendi keyfî ve indî mütalâasiyle yürütmeye kalkışırsa, böyle bir icraat sahibi mutlaka şahsî kininin pençesine düşer. Başkalarının haklarını çiğnemeye de kalkar. Yahut öyle bir hal alırki bu kimse kendisini büyük görür de başkalarını hakir telakki eder. İslâm ahlâkı bu iki sıfatı da kötü görür. Bir mümin böyle çirkin sıfatlarla vasıflandırılmış olamaz. Mümin kimse ne kindar olur, ne de başkalarının hakkına tecavüz etmeye kalkar. Ne de böyle yapmakla kendisine fayda temin etmek yolunu tutar. Kibirli ve kendini beğenmiş de olamaz. Ben her şeyi biliyorum, herkesten de akıllıyım, diyemez.
3. Başkalarının işlerini ve muamelelerini yürütmek ve onların meselelerini halletmek durumunda olmak büyük bir mesuliyeti gerektirir. Bir kimse Allah'tan korkar ve Allah huzurunda mesul olacağını bilirse, böyle bir ağır yükü tek başına yüklenip, bu yükü tek başına taşımaya kalkmaz. Bu ağır yükün altına girmeye cesaret etmez Hiçbir mesuliyet hissi taşımadan mevki ihtirasına kapılanlar, Allah'tan korkmayan ve kıyamet gününün hesabından da çekinmeyen kimselerdir. Allah'tan korkup, ahiret gününün hesabından çekinen ve bu hesabı düşünen kimseler, elbette ki, müşterek muamelelerin, müştereken yürütülmesi için çalışırlar. Bu meselelerle il
gilenenlerin hepsi, yahut da onların güvenilir mümessilleri ve vekilleri ile müşavere ederler ve onların iştiraki ile işleri yürütürler. Çünkü, ancak bu şekilde müşavere ile gerçek hal yolunu bulmak mümkün olur. Ve insaf da gözetilmiş bulunur. Eğer bu hususta bilmeyerek birisi hatalı bir yol tutmuş ise, diğerleri onun bu hatalı yolunun önüne geçer ve düzeltip doğru yola getirir. Hatalı yol tutulmuş olursa bunun da mesuliyeti bir tek şahsın üzerinde kalmaz. Mesuliyet taksim edilir.
Bu üç hususun üzerinde bir kimse düşünürse, o zaman şunu da anlayacaktır ki, İslâmın insanlara öğrettiği ahlâkî talimin esasında müşavere gerekir. Bu yoldan ayrılmaya İslâm, katiyen müsaade etmez.
İslâmî yaşayışın içtimaî mevzularına ait en küçük meseleden, en büyük meseleye kadar istisnasız olarak hepsinde müşavere lâzımdır. Bu usulden bir zerre kadar sapmak en büyük cürüm ve ahlaksızlıktır. İslâm da bu ahlaksızlığa asla müsaade etmez. Ev işlerinden tutun da erkek ve kadının birbirleriyle olan davranışları ve çoluk - çocuk terbiyesinde de müşavere lâzımdır. Aile ve akrabalık münasebetlerinde de aynı usule başvurulur. Aklı başında olan aile mensuplarının fertleriyle de müşavere edilir. Bir aşiret, bir kabile veya kardeşlik ve yahut da köy halkı müşterek meselelerini bu usulle hal yoluna giderler. Fakat halk çok olunca ve bunların hepsinin müşavereye iştirak etmelerine imkân bulunmayınca, o zaman bunların itimada şayan ve güvendikleri müsessilleri ve vekilleri toplanıp bir meclis teşkil ederler ve bu meclis ile içtimai işler müşavere edilir. Müşaverenin neticesinde ya itifakla yahut da çoğunlukla oy verilir. Bütün bir milletin işlerini yürütmek için elbette ki, bu milleti teşkil eden fertlerin fikirlerini almak icabeder. Onun için, bunlar da ancak itimat ettikleri kimseleri kendilerine mimessil veya vekil tayin etmelidirler. İman sahibi bulunan bir kimse cebir ve şiddet kullanarak veya başka usullere başvurarak fikrini diğer kimselere kabul ettirmek yolunu tutmaz. Milletin üzerine musallat olup da dediğim dediktir diye baskı yapmak ve dolambaçlı yollardan halkın rızasını mecbur bırakarak elde etmek de aslında aldatıcılık ve hilekârlıktan başka bir şey değildir. Müşavere hususunda, müşavere edilecek olan kimselerin de serbest olmaları lâzımdır. Serbestçe, — kimseden korkmadan, kimseden çekinmeden, taraf gözetmeden, taraftarlık etmeden ve tesir altında kalmadan — fikir beyan edebilmelidirler. Bu şartlar tahakkuk etmeden ve işin içinde çeşitli şekiller, hileler ve aldatmalar bulunursa o zaman "Onların işleri aralarında müşavere iledir." Âyet-i Kerimesinin medlulüne aykırı hareket edilmiş olur.
"Onların işleri aralarında müşavere iledir."
Kaidesinin fıtratı ve çeşidi bakımından şu beş meseleyi gözönünde bulundurmak gerekir.
1. İçtimaî muamelelerde, halkın hak ve hukukuna ait hususlarda halkın tamamen serbest bir şekilde oy vermeleri ve fikir beyan etmeleri lâzımdır. Aynı zamanda, bu muamelelerin ve bu meselelerin ne şekilde ve ne için yürütüldüğü hakkında tam manasiyle haberdar olmaları icabeder. Yine onların, kendilerini alâkadar eden meselelerde ve muamelelerde herhangi bir hatâ ve yanlışlık gördükleri takdirde yahut da herhangi bir kusur ve ihmal bulurlarsa içtihat edebilip, ıslah etmek yolunu gösterebilmek ve bu işleri yürütenleri ikaz etmek hakları olmalıdır.
Halkın ağzını ve dilini bağlayarak onlara hiçbir şeyi haber vermeyerek, halkın içtimaî meselelerini ve muamelelerini devam ettirmek imansızlıktan başka bir şey değildir. Böyle bir hal.
"Onların işleri aralarında müşavere iledir." Âyet-i kerimesinin emrine ihanet oluşturur.
2. içtimaî işleri ve meselelerin yürütülmesinin mesuliyeti öyle bir kimsenin üzerinde olmalıdır ki, halk kendi rızalariyle bu işleri o kimse veya o kimselere emanet etmelidir. Emanet etmek işi tam rıza ve tam istekle — korkmaksızın, bir şey beklemeksizin ve serbestçe — olmalıdır. İşin içinde korkutmak, tamahlandırmak, para verilerek yahut da her ne şekilde olursa olsun bir menfaat vaad edilerek bir kimse iş basma gelir de işleri idare etmeye kalkışırsa, hakikatta bu şekil rıza demek değildir. Bir milletin işlerinin yürümesi şu demek değildir ki, birisi çıkıp mümkün olan her çareye baş vurup, kendisini iş başına geçirsin. O, ancak halkın tam bir gönül rızasiyle iş başına geçerse o zaman meşru ve kanunî olur.
3. İşin başında bulunan idareci için, halk tarafından seçilen veya tayin edilen müşavereci kimseler de yine halkın güvendiği ve itimat ettiği kimseler olmalıdır. Şurası da muhakkaktır ki, bu işde yine de hille, dalavere, tehdit ve temahlandırma, vaad etme, para ile halkınvicdanını satın alma ve buna benzer şeylerin yeri yoktur. Bu şekilde bu makama çıkacak olanların da makamları gayrı meşru olur.
4. Müşavere edilecek olanlar da yine kendi dinlerini, vicdanlarını ve bilgilerini gözönünde tutarak rey vermeli ve fikir beyan etmelidirler. Tam bir serbestlik dairesinde düşüncelerini ortaya koymalıdırlar. Orada şu işin de yeri yoktur ki, birisine taraftarlık edip, yahut da birisinden korkup veya daha başka bir şekilde vicdan ve din duygusu serbestisinin dışında verilmiş olan rey ve beyan edilmiş bulunan fikirler de gayrı meşru olur. Böyle hıyanetler ve gaddarlıklar yine "Onların işleri aralarında müşavere iledir." âyet-i kerimesinin anlamına aykırı demektir.
5. Müşavereciler yani Şûra Ehli, ya icmâ ile (ittifakla) yahut da cumhur ile (çoğunlukla) oy vermelidirler. Bu da nasıl kabul edilebilir ki, bir kimse bütün bir zümrenin görüşlerini dinledikten sonra, "Ben Bilirim" demekte haklı olup istediğini yapabilsin. O zaman müşaverenin manası kalmaz. Hak Taalâ âyet-i kerimede şöyle ferman buyurmamıştır:
"Onların muamelelerinde kendileriyle müşavere et."
Hak Taalâ şöyle buyurmuştur:
"Onların işleri aralarında müşavere ile olur."
Yani onlar işlerini müşavere ile yürütürler. Başka türlü yürütmeye kalkmazlar. Bu hidayet sadece müşavere edilmesi için değildir. Belki müşavere edildikten sonra bu müşaverenin neticesi üzerinde işlerin yürütülmesi içindir. Müşavere edilerek, icma veya çoğunluğun görüşüne uyulacak ve işler bu şekilde yürütülecektir.
İslâmda Şûra usulünün izahından sonra şu esas mesele de gözönünde bulundurulmalıdır ki, bu Şûrâ'ya iştirak edenler, müslümanların işlerinde ve meselelerinin yürütülmesinde kendileri de tam bir serbestliğe sahip değillerdir, istediklerini yapamazlar. Onlar ancak dinin tâyin etmiş bulunduğu hudut dahilinde Allah Taalânın şeriatının dairesinde bu işleri devam ettirebilirler. Şu esasıda gözönünde bulundurmaları icabeder ki;
"Aranızda bir ihtilâf vuku bulursa bunu da Allaha ve O'nun Resulüne havale edeceksiniz."
Bu küllî kaide gözönüne alınarak müslümanlar şerî şekilde, ancak o işlerde müşavere edip, ancak o işlerini yürütebilirler ki, bu işler hakkında açık bir Nass yoktur. Ve yahut da meseleler ve işler öyle bir şekilde olur ki, açık nassı bu işler üzerinde açıkça tatbik etmek mümkün olamaz. Yoksa Allah Taalânın açıkça hüküm verdiği ve Resulün de Sünnetiyle bildirdiği hususlarda, açık hükümleri bir tarafa bırakarak müşavere edip kendi indimizden hüküm çıkarmaya da hakkımız yoktur. İstediğimiz gibi serbestçe hüküm veremeyiz.[284]