- Münakaşa

Adsense kodları


Münakaşa

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
armi
Thu 28 January 2010, 01:37 pm GMT +0200
Münakaşa-Münazara
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri zamanında ve Bizanslılar devrinde, İstanbul´da bir doktor yaşı­yordu. Hiç­bir dîne inanmadığı gibi, Allahü teâlânın varlığını da inkâr edi­yor ve; "Her şey kendi kendine var olmuştur." diyordu. Âlemin bir yaratı­cısı olduğunu kabûl et­miyordu. Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her soruya cevap veriyordu.
Hıristiyanlardan hiç kimse bu doktora cevap veremez hâle gelmişti. Yalnız; "Dünyânın bir yaratıcısı olduğuna delil getirip beni iknâ eden olur- sa, bu dâvam­dan vaz geçerim." diyordu. Karşılaşıp münâzara ettiği herkesi mağlûb ediyor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen herkese dinsizliği aşılıyor, fikirlerini karıştırıyordu.

Bu doktor karşısında hıristiyanlar âciz kalmıştı. Durumu krallarına an- lattı­lar. Buna ancak müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bi- zans kralı, Abbâsî halîfesi, Me´mûn´a bir elçi ile mektup gönderdi. Mek- tubunda; "Size gönderdiğimiz bu doktor dehridir (dinsizdir). Bir yara­tıcı olmadığına inanmak­tadır. Yanınızda münâzara edecek ve bunu iknâ edip, mağlub edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur." yazmaktaydı. Ab­bâsî halîfesi müşavirlerini toplayıp, onlara danıştı. Oradaki ilim sahipleri dediler ki: "Ey halîfe! Önce onu, mütehas­sıs olduğu tıp ilminden imtihan edelim, deneyelim. Sonra duruma göre ne yapa­cağımıza karar verelim."

Ertesi gün, kalabalık hâlinde geldiler. Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye idrarını koyarak birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime aid oldu­ğunu bilmek için de özel işâretler koydular. Hepsini getirip, bu inkârcı doktorun önüne koy­dular. Doktor önce şişelere, sonra da orada bulunan insanların yüzlerine baktı. Ve hiç yanlışlık yapmadan, bu falancanın, bu da falancanındır diye tek tek saydı. Şişelerin üzerlerindeki işâretlere baktıklarında, hepsi dediği gibi oldu­ğunu gördüler. İki kişinin idrarını ka­rıştırdığı şişelerdeki idrara da bakıp; "Bu falanca ile filancanın idrarıdır. Onlarda şöyle şöyle hastalıklar vardır. İlaçları da şunlardır." dedi.

Hepsini doğru söylemişti. Herkes onun işine şaşırıp âciz kalmıştı. Sonra; Bağdat´ta onunla münâzara edecek bir kişi bilmiyoruz." dediler. İçlerinden bi­risi; "Büyük âlim, evliyânın üstünlerinden olan Nişâburlu Ahmed bin Harb haz­retleri dün gece buraya geldi. Hacca gidiyor. Bu­nunla ancak onun münâzara edebileceğini sanırım." dedi.

Halîfe, Ahmed bin Harb hazretleri´nin yanına birini gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki:

"Siz münâzara meclisini falan saatte, halîfenin sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman bana, niçin geç kaldınız? dersiniz. Ben de cevap veririm."

Dediği gibi yaptılar. Ahmed bin Harb hazretleri gelip oturunca halîfe ona; "Niçin geç kaldınız?" diye sordu. O da; "Abdest için Dicle Nehri ke­narına git­tim. Tuhaf bir şey gördüm. Ona bakarak geciktim." dedi. Halîfe; "Ne gördünüz ki?" diye sorunca şöyle cevap verdi:

"Gördüm ki topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar kendiliğinden birle­şip marangozsuz, çivisiz sandal oldu. Bir kayıkçı olmadan da suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım."

Bu saçmalıkları duyan inkârcı doktor dayanamadı:

"Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münâzara etmeye gel- di? Bu delidir. Bununla münâzara etmeye değmez."

Bunun üzerine Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi,

"Niçin saçma konuşayım ve deli olayım?"

Doktor kendinden emin bir şekilde konuştu: "Olmayacak şeyler söy­lüyor­sunuz. Koskoca ağaç birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur. Bu tah- talar maran­gozsuz birbirine bitişir ve sandal olur. Kayıkçı olmadan su üzerinde gider dedi­niz."

O zaman Ahmed bin Harb son sözünü söyledi:

"Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkânsız olunca, yâni ustası, bir yapıcısı olmadan sandal olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcı olmadan, bu dünyâ bu sağlamlığı ile binlerce güzel yaratıklar, sa­nat erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var ol­sunlar? Asıl, bir yapıcı, yaratıcı yoktur diye böyle hezeyan söyleyen, saç- malayan delidir."

İnkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı, insafla kendi kendine; "İnsan bilgisine güvenip böbür­lenmemeli ve in­kârcı olmamalıdır. Şimdi inanıyorum ki, Allahü teâlâ var­dır." deyip müslüman olmak istedi. Ahmed bin Harb ona kelime-i şehâdet söyletip mânâsını öğretti. Böylece bir insanın inkârdan kurtulup sonsuz saâdete kavuşmasına vesile oldu.

Kerâmet sâhibi evliyâ zâtlardan ve Hanbelî mezhebinin meşhûr fıkıh âlim­lerinden Hasan bin Ali Berbehârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyur­dular ki: "Münâkaşaya oturmak, fayda kapılarını kapatır."

Peygamber efendimizin arkadaşlarının yetiştirdiği âlim ve velîlerden Bilâl bin Sa´d (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdu ki: "Bir kimsenin mü­nâzara ve muhâlefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü beğendiğini, ıs­rarlı bir tutum içeri­sinde olduğunu görürsen; hüsrânın tamam olduğunu bil."

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr bin Sa´dân (rahmetullahi teâlâ aleyh) kimseyle münâkaşa etmeye izin vermezdi. Herkesi münâkaşadan meneder, an­cak nasîhat için bir başkasına söz söylemeğe izin verirdi. Buyurdu ki: "Bir kimse, Allahü teâlâdan gâfil olduğu hâlde, münâzara etmek için oturursa, onun için üç ayıp vukû bulur. Birincisi; münâzara et­tiği kimseye cidâl ve bağırıp ça­ğırmaktır ki, o kişi bundan men edilmiştir. İkincisi; halka karşı kendini üstün görmek sevgisi ki, o kişi bundan men edilmiştir. Üçüncüsü; münâzara ettiği kimseye gadap, öfke ve kindir ki, o kimse bundan men edilmiştir. Allahü teâlâ bunları haram kılmıştır."

Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmından biri ve büyük velîlerden Ebü´l-Ha­san-ı Eş´arî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ebû Ab­dullah ibni Hafîf şöyle anlatmıştır: "Gençliğimde, İmâm-ı Eş´arî hazretle­rini görmek için Basra´ya gitmiştim. Basra´ya vardığımda, heybetli ve gü­zel yüzlü, yaşlıca bir zât gördüm. Ona, "Ebü´l-Hasan Eş´arî hazretlerinin evi nerededir?" dedim. "Onu ni­çin arıyorsun?" dedi. "Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum." dedim. Bana, "Yarın erkenden buraya gel." dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra´nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü. İçeri gi­rince, o zâta yer göster­diler. O da oturdu. Mûtezilenin meşhûr âlimleri, münâ­zara için orada top- lanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir Mûtezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zât karşısına çıkıp, söyle­diği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturu­yordu. Öyle ko­nuşuyordu ki, dinleyenleri tam iknâ edip, doyurucu bilgi veriyordu. Ben, bu za­tın hâline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulu­nan birine "Bu zat kimdir?" dedim. "Ebü´l-Hasan Eş´arî´dir." dedi. İmâm-ı Eş´arî evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, "İmâm-ı Eş´arî´yi ve hizmetini nasıl bul­dun?" buyurdu. "Fevkalâde." de­dim. Sonra; "Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele sormadı­nız? Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz?" dedim. Biz, bunlarla konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dî­ninde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isbât edip, kendilerine doğrusunu bildiriyoruz." buyurdu."

Meşhur tefsîr âlimi ve velî İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Âl-i İmrân sûresinde, 61. âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken bu­yuruyor ki: Hârezm şehrindeydim. Şehre bir hıristiyanın geldiğini işittim. Yanına gittim. Konuşmaya başladık.

Hıristiyan: "Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu göste­ren delîl nedir?" dedi. Şu cevâbı verdim: "Mûsâ´nın, Îsâ´nın ve diğer pey­gamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mûcizeler gösterdiği haber ve­rildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mûcizelerini okuyor ve duyu­yoruz. Bu haberler, sözbirliği hâlindedir. Mûcize göstermek, Peygamber olduğunu isbât etmez di­yecek olursanız, diğer peygamberlere de inan­mamanız lâzım gelir. Diğerlerine inandığınız için, Muhammed aleyhisse- lâmın da Peygamber olduğuna îmân et­melisiniz."

Hıristiyan: "Îsâ aleyhisselâm peygamber değildir, ilâhdır, tanrıdır!"

Fahreddîn-i Râzî: "İlâh, tanrı, her zaman var olması lâzımdır. O hâl- de madde, cisim, yer kaplıyan şeyler tanrı olamaz. Îsâ aleyhisselâm cisimdi. Yok­ken var oldu ve size göre öldürülmüştür. Önce çocuktu, bü­yüdü. Yerdi, içerdi, bizim gibi konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yü­rürdü. Her insan gibi yaşa­mak için, birçok şeye muhtâçtı. Muhtâc olan, ganî olur mu? Yokken sonradan var olan bir şey, ebedî sonsuz var olur mu? Değişen bir şey, devamlı, sonsuz var olur mu? Îsâ aleyhisselâm kaçtığı, saklandığı hâlde, yahûdîler yakalayıp astı di­yorsunuz. Îsâ aley- hisselâmın o zaman çok üzüldüğünü söylüyorsunuz. İlâh veya ilâh­tan parça olsaydı, yahûdîlerden korunmaz mı? Onları yok etmez miydi? Ni­çin üzüldü ve saklanacak yer aradı? Üç türlü söylüyorsunuz:

1. O İlâh imiş, tanrı imiş, öyle olsaydı, asıldığı zaman yerlerin tanrısı ölmüş olurdu. Bu âlem tanrısız kalacaktı. Yahûdîlerin, yakalayıp öldür­düğü âciz, kuv­vetsiz kimse, âlemlerin tanrısı olabilir mi?

2. O, tanrının oğludur diyorsunuz.

3. O tanrı değildir. Fakat, tanrı ona hulûl etmiş, yerleşmiştir diyorsu­nuz. Bu inanışlar da yanlıştır. Çünkü ilâh, cisim ve araz değildir ki, bir cisme hulûl etsin. Cisme hulûl eden şey cisim olur ve hulûl edince, iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilâh parçalanıyor demektir. Eğer ilâhın bir parçası onda hâl oldu derseniz, ona hulûl eden parça tanrı olmakta tesirli ise, bu parça ilâhtan ayrılınca ilâhlığı bozulur. Hem de o doğmadan önce ve öldükten sonra kıymeti tam ol­mazdı. Eğer tanrı­lık kıymetinde değilse, tanrının parçası olmamış olur. Sonra Îsâ aleyhis- selâm ibâdet ederdi. İlâh kendi kendine ibâdet eder mi?"

Hıristiyan: "Ölüleri dirilttiği, anadan doğma körlerin gözünü açtığı ve Baras denilen, derideki çok kaşınan beyaz lekeleri iyi ettiği için o tanrı­dır."

Fahreddîn-i Râzî: "Bir şeyin, delîli, alâmeti bulunmazsa, o şey de bulunmaz denilir mi? Bulunmaz, o şey de var olmaz dersen, ezelde, hiç­bir şey yok idi de­yince, delîl, alâmet de yoktur demek olur. Yaradanın varlığını reddetmen lâzım gelir. Bir şey delîlsiz var olabilir dersen, sana sorarım ki; tanrı, Îsâ aleyhisselâma hulûl ederse, bana, sana ve hay­vanlara, hattâ otlara ve taşlara hulûl etmediğini nereden biliyorsun?"

Hıristiyan: "Onda mûcizeler bulunduğunu söylemiştim. Bizde ve hay­van­larda bulunmadığı için, başkalarına hulûl etmediği anlaşılmaktadır."

Fahreddîn-i Râzî: "Bir şeyin delîli, alâmeti bulunmazsa, o şeyin bu­lunma­ması lâzım olmaz demiştik. Mûcizeler bulunmayınca, hulûl ede­meyeceğini ni­çin söylüyorsun. O hâlde kediye, köpeğe, fâreye de hulûl ettiğine inanman lâ­zım gelir. İlahın, bu aşağı mahlûklara hulûl ettiğini inandırmaya varan bir din, çok âdî, pek bozuk bir din değil midir?

Âsâyı, bastonu ejder, yılan yapmak, ölüyü diriltmekten daha güçtür. Çünkü, baston ile yılan, hiçbir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın âsâyı ejdere çevirdiğine inanıyorsunuz da, ona tanrı veya tanrının oğlu demiyor­sunuz. Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veya şöyle, böyle diyorsunuz?"

Hıristiyan, bu sözüme karşı diyecek bir şey bulamadı, susmaya mecbur oldu.

Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hammâd bin Ebî Süleymân hazretlerinden ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans´ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olma­dığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî de­lillerle dünyânın bir yaratıcısı ol­madığını söyleyip Allahü teâlânın varlı­ğını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bil­meyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya baş­ladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A´zam haz­retlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rü­yâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.

Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd´ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslü- manları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rü­yâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, ge­rekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Ho­casına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; "Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim." dedi.

Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe münâzara için in­sanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kür­süye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek ka­dar genç olan İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A´zam´ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A´zam; "Hakâ­reti bırak söyleyeceğini söyle de görüşe­lim." dedi. Dehrî, İmâm´ın cesâ­ret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: "Var olan şe­yin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?" İmâm-ı A´zam şöyle cevap verdi:

"Sayıları bilir misin?" Dehrî; "Evet." deyince, İmâm-ı A´zam; "Birden önce hangi sayı vardır?" dedi. Dehrî; "Birden önce bir şey yoktur." dedi. Bunun üze­rine İmâm-ı A´zam buyurdu ki: "Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir?" Bu söz üze­rine dehrî başka sorular sormaya başladı. Arala­rında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: "Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yön­lerinden bir yerde bulunur?" Ebû Hanîfe; "Mumu yakınca, ışığı hangi ta­raftadır?" diye sordu. Dehrî; "Mumun ışığı her tarafta ay­nıdır." dedi. Bu­nun üzerine İmâm-ı A´zam; "Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?" buyurdu. Dehrî cevap veremedi.

Dehrî yine dedi ki: "Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O´nun yeri ne­residir?" İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; "Bu sütte yağ var mıdır?" buyurdu. Dehrî; "Evet vardır." dedi. Ebû Hanîfe; "Yağ bu sü­tün neresindedir?" diye sorunca, dehrî; "Hiçbir yerine mahsûs değildir?" dedi. İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri; "Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratı­cısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?" buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.

Dehrî son olarak; "Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür?" diye sordu. İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: "Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir ke­recik inip benim ye­rime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vere­yim." dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; "Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benze­ten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O´nun işi budur." buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesi­nin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar kar­şısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A´zam´a kendine soracağı soruların so­rulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.

Bir defâsında dünyâya kadîm, yâni dünyânın bir yaratıcısı yoktur di­yen dehrîlerden bir grup, İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´yi öldürmek üzere geldiler. Bu topluluk, İmâm-ı A´zam´la bir konuda münâkaşa edelim ve onu yenip öyle öldü­relim dediler. Ebû Hanîfe´nin yanına gelince onlara; "İçerisinde ağır ve çok kıymetli yük yükletilmiş, engin dalgalı bir denizde kaptansız bir geminin bu­lunmasına ne dersiniz?" diye sordu. O topluluk; "Böyle şey olur mu?" dediler. Ebû Hanîfe; "Her mevsim, hattâ her gün, şekli, hâli, işleri değişen, her gün bir başka şekilde görünen intizâmı akıllara hayret veren bu dünyânın hâkim bir ya­ratıcısı ve çok tedbirli bir sâhibi olmadığına nasıl hükmedersiniz?" buyurdu. Gelenler, aldıkları iknâ edici cevap karşısında düşündüklerine ve yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler. Dünyâyı Allahü teâlânın yarattığına inandılar ve kı­lıçlarını kınlarına sokup oradan ayrıldılar.

Büyük âlim ve velî Seyyid Muhammed Emîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) 1900 senesinde Arvas´tan babasının icâzetli talebelerinden Molla Abdülkerîm, Molla Abdullah, Hacı Sâlih, Başkale´den Mevlânâ Seyyid Abdülhakîm, birâderleri Seyyid Tâhâ, amcazâdeleri Şeyh Hasan, müderrisler Molla Alâüddîn Van´da birleşerek hacca gitmek üzere Şam´a geldiler. Bütün Şam ulemâsı, onları imtihan için toplanıp, Seyyid Muham- med Emîn´le ilmî mubâhase ve mücâdele sonunda her ilimde mağlûb olarak üstünlüğünü kabul ettiler. Fakat mağlûbiyeti hazm ede­meyip, Bey- rut vâlisine; "Türkiye´den Şeyh Muhammed Emîn Efendi is­minde bir zât Şam´a geldi. Bütün Şam âlimlerini yendi. Bu üstünlüğü on­lara bırakma- mak üzere, Arabistan´ın neresinde olursa, bildirin, onları mutlaka mağlûb ettirin." diye çok imzalı bir yazı gönderdiler. Beyrut, Ara­bistan´da meşhûr üç âlimi temin edip, onların bulundukları yere gönderdi. Odasına gir-diklerinde Şeyh Muhammed Emîn murâkabe hâlinde kıb­leye dönük oturmaktaydı. Selâm verdiler. Selâmlarını tam alıp, hoş geldiniz ey âlimler buyurdu. Âlim olduğumuzu nereden öğrendiniz dediler. Âlimle­rin se­lâmı bellidir buyurunca, size arz edilecek birkaç suâl vardır dediler. Kendileri günlerce çalışmış, en önemli suâlleri not etmişlerdi. Buyurun, suâllerinizi sorun buyurdu. Bir suâl sorup, cevap istediler. Başka suâlle­riniz de varsa, hepsini so­run, sırasıyla cevaplandırayım buyurunca, efendim, suâllerimiz çoktur dediler. Sonunda otuz üç suâl sordular. Hep­sine yeterli ve doyurucu sağlam cevaplar ve­ren Muhammed Emin Efendi sonunda, "Bir îtirâzınız, bir sözünüz var mı?" bu­yurdu. Âlimler; "Yoktur, cevapların doğruluğunu ve mükemmelliğini kabûl et­tik" dediler. Bunun üzerine Seyyid Muhammed Emîn, verilen cevaplar sahîhdir (doğrudur), esah (en doğru) değildir buyurup, bu defa esah cevapları söyledi. Mahcûb olup, seslerini çıkaramayıp, el öpüp ayrıldılar. Vâliye gidip; "Bizi ki­min imtihanına gönderdiniz. Vakti müsâit olsa, bu dîn-i mübîni göğsün­deki ilimden yenilemeye muktedir bu zâtın ilmi, Sâdüddîn Teftezânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinin ilimleri ile ancak mukâyese edilebilir." dediler. Vâli, bu seçkin heyeti iftar yemeğine dâvet etti. Yemekte asıl maksadını açıklayıp; "Sizi imtihana gönderdiğim âlimler, Arabistan´ın en üstün âlimleridir." deyip özür diledi. Vâli, maiyeti ile birlikte tarîkate intisab etti. Beyrut´ta büyük şöhret ve hürmet hâsıl oldu. Vâli, Sultan Abdülhamîd Hana bir mektup gönderip, Muhammed Emîn hazretlerinin memleket ve künyesini göstermek sûretiyle; "Arvas´tan bu zât Arabistan ulemâsına gâlib geldi. Büyük bir âlim, mâneviyât sâhibi bir zâhiddir. Mutlaka bu zâtı şeyhülislâm yapmak lâzımdır." diye arz etti. Öte yandan kâfile Cidde´ye, oradan Mekke-i mükerremeye, haccı edâdan sonra Me­dîne-i münevvereye geldiklerinde, Mekke-i mükerremenin şerîfi onlarla be­raber geldi. Medîne-i münevverede Şerîf, Peygamber efendimizin tür­besinin al­tın kapısını açtı. Muhammed Emîn Efendi, fakirâne, zelîlâne, hürmetle içeriye, ceddi Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem ziyârete gitti. Orada bulunan cemâatten birkaç ehl-i hakîkat, Resûlullah´ı ancak bu zât ziyâret etti dediler. Ziyâretten çıkınca, ağzından yanmış ci­ğer kokusu geliyordu. Seyyid Abdülhakîm hazretleri; "Muhammed Emîn´in ciğerleri kebâb oldu, çok yaşa­maz." buyurdu. O andan îtibâren hastalandı. Kâfile yola çıkıp hareket etti. Yol­culuk yaptıkları vapur, Tûr Dağına yakın bir limana yanaştı. Muhammed Emin hazretlerini alıp has­taneye götürdüler. Ağır hasta idi. Bir Cumâ günü sabah na­mazından sonra, Tûr beni örttü mânâsında "Gâmenî Tûr" diyerek ebced hesâ­bına göre (1318) vefât târihini söyledi. Sonra kelime-i tevhîd okuyup temiz rû­hunu teslim etti. Vefâtında otuz iki yaşındaydı. Hastalığı sırasında has­tânede hizmetinde bulunan Hacı Sâlih Efendi der ki: "Seyyid Abdülhakîm hazretlerine bu elîm hâdiseyi arz etmek için gittim. Murâkabe hâlinde ağlıyordu."

Büyük âlim ve velî Muhammed Sıddîk Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişip hocası Abdülhakîm Arvâsî haz­retlerinden icâ­zet aldıktan sonra Arvas´ta ve Van´da hizmet etti. Van´da bulunduğu sırada bir gün Van Vâlisi Tâhir Paşa zamânında, Van´a, rû­hun bir insandan başka bir in­sana geçtiğine inanan sapık bir kimse gel­mişti. Van´a geliş sebebini Vâli Tâhir Paşaya anlatıp, vâli konağında mi­sâfir olmuştu. Vâli Tâhir Paşaya sapık düşün­celerini açınca, bir müddet münâkaşa ettiler. Bu münâkaşadan sonra Vâli Tâhir Paşa da Van´da bulunan büyük âlim Muhammed Sıddîk Efendiyi vâli konağına dâvet edip; "Şöyle sapık bir kimse geldi. Bozuk fikrini yayarsa zararlı olur ne edelim?" diye sordu. Bunun üzerine; "Ben şimdilik onu tam mânâsıyla susturup iknâ edemem. Konuşma çok uzar. Onu birkaç sözle ancak ho­cam Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri iknâ eder." dedi. Bunun üze­rine Başkale´ye; "Muhammed Sıddîk çok ağır hasta acele teşrifinizi di­lemektedir." diye bir tel çekildi. Abdülhakîm Efendi bu haberi alır almaz atına binip Van´a gitti. Talebesi Muhammed Sıddîk ile buluşunca, Mu- hammed Sıddîk; "Efendim benim hastalı­ğım, sıkıntım şudur?" diye­rek inkârcı, sapık kimsenin hâlini anlattı ve ce­vap verilerek onun iknâ edilip susturulmasını arzu ettiğini söyledi.

Bunun üzerine Abdülhakîm Efendi; "O kimse ile bahçede görüşece­ğim. Bir yer hazırlatın. Altı yaşında bir eşeği de bahçeye bağlatıp bir müddet aç ve susuz bırakınız." dedi. Bu hazırlıklar yapıldıktan sonra sa­pık kimse ile bahçede gö­rüşmek üzere bir araya geldiler. Konuya geç­meden önce Abdülhakîm Efendi sapık kimseye; "Nerelisin? Evli misin, baban öleli kaç sene oldu?" diye sordu. Sapık kimse; "Siz şarklı hocalar birisi ile karşılaşınca, böyle fuzûlî sorular so­rarsınız. Buraya ne için gel­diyseniz o konuda konuşalım." dedi. Abdülhakîm Efendi hazretleri; "Dâ­vânızı duydum. Yalnız siz çok insafsız bir kimsesiniz. İn­safsızlarla ilmî münâzara yapmayı tercih etmem." buyurunca; "Neden insafsız mışım?" dedi. "İfâdenize göre baban altı sene önce ölmüş ve o zaman deminden beri şurada anırıp duran şu eşek dünyâya gelmiş ve babanın rûhu bu eşeğe geç­miş! Böyle iddiâ ediyorum aksini isbât edebilir misin?" de­yince, sapık kimse şaşırıp kaldı ve yenik düştü. Sapık bir düşüncede ol­duğunun farkına vardı. Seyyid Abdülhakîm Efendinin büyük bir âlim ve velî olduğunu anladı, iknâ oldu.

Bundan sonra Seyyid Abdülhakîm Efendi ilmî olarak gâyet geniş açık ve anlayabileceği bir tarzda rûhun bir insandan başka bir insana geçme­yeceğini, bunun mümkün olmadığını anlattı. Sapık kimse gerçekten iknâ olup, sapık fik­rinden vaz geçti. Îtikâdını düzeltti ve tövbe etti.

Seyyid Abdülhakîm Efendi onu alıp Vâli Tâhir Paşanın yanına gö­türdü. "İşte bir iddiâ ile buraya kadar gelmiş bu kimseyi bir eşekten misâl vererek müslüman ettik." buyurdu. Sonra bu kimsenin saptırdığı insanla­rın îtikâdının düzeltilmesi için Tâhir Paşanın gayret göstermesini ve yar­dımcı olmasını istedi.

Büyük velîlerden Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretlerinin sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu fel­sefeci, Pey­gamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan bü­yük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: "Avâmdan insanlar, İbrâhim aleyhisselâmın ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatin­dedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır." Devâm edip bir takım sözler söyleyince, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen: "Biz de: Ey ateş İbrâhim´e karşı serin ve selâmet ol! dedik" bu­yurmaktadır." dedi. Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi fi­lozofun eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kal­mıştı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin elini yakmadı­ğını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tek­rar mangalı doldurup, filozofa; "Yaklaş ve ellerini ateşe sok!" deyince, fi­lozof elle­rini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyid- dîn-i Arabî bu­nun üzerine; "Ateşin yakıp yakmaması, Allahü teâlânın dilemesiyledir." bu­yurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

Anadolu´da yetişen ve Anadolu´yu aydınlatan evliyânın meşhurların­dan Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri za­mânında İs­tanbul´da Hacı Ömer Ağa adında birisi âlimler ile ilmî münâ­zaralara girer, kimse onunla baş edemezdi. Bu zât Bolu ulemâsıyla da münâzaraya girmesi için Bolu´ya gönderilmişti. Bolu vâlisi orada bulunan âlimleri topladı. Sâfî Efendiye de özel bir dâvetiye gönderdi. Dâveti kabûl edip geldi. Münâzara sırasında Sâfî Efendi o kimseye öyle cevaplar ver- di ki, o zamâna kadar meclislerde hiç sus­mak bilmeyen o kişi, ko­nuşmaz oldu. Mustafa Sâfî Efendinin ilmi ve kerâmeti karşısında kendini tuta- mayıp kalktı, mecliste bulunanların gözü önünde ellerini öptü ve artık onun se venlerinden ve sohbetine devâm eden talebelerinden oldu. On­dan Şerh-i Akâid´i okudu. Bir müddet derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Daha sonra Amasya´ya gönderildi. O mecliste bulunan vâli ve diğer zâtlar da o günden itibâren Mustafa Sâfî Efendinin sohbetlerine devam ettiler.

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu´da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamâ­nında "Bir gün Semerkand´a, mecûsî iken hıristiyanlığı seçmiş bir râhib geldi. Îsâ aleyhisselâm hakkında asılsız şeyler söylüyor, ona (hâ- şâ) ilâhtır, diyordu. Pekçok bozuk ve bâtıl delîller göstererek, halkın îtikâdını sarsıyordu. Üstelik sorduğu suâllere, âlimler dahî cevap veremi­yordu. Bu râhip, Semerkand Sultânı Hâlid´e haber göndererek; "Âlimleri­nizle münâzara etmek üzere geldim. Eğer âlimlerinizden biri beni sustu­rabilirse müslüman olurum. Bütün servetimi de İslâmiyet için harcar, bu dînin yayılmasına çalışırım. Şâyet galip gelirsem, Semerkând´ın vergisini isterim." dedi. Sultan Hâlid, âlimleri toplayarak durumu anlattı. Onlar da; "Bir râhip nedir ki, cevap vermekte âciz kalalım. Onunla her zaman mü­nâzaraya hazırız." dediler. Bir gün tâyin ederek, câmide toplandılar. Râ­hip sorularını sordu. Fakat âlimlerin cevâbı iknâ edici değildi. Bunun üze­rine gurûrlanan râhip, sultânın huzûrunda; "Gitmediğim memleket kal­madı. Sorula­rıma hiç kimse cevap veremedi ki, sizin âlimleriniz cevap versin!" gibi edebe uymayan ileri-geri laflar etti. Sultan üzüldü. Bu sırada âlimlerden bâzıları hu­zûra çıkıp; "Efendim! Bu râhibe ancak Seyyid Alâeddîn hazretleri cevap verir, onun üstesinden gelir. Yalnız o, şu anda kırk günlük bir halvete, yalnızlığa girdi, nefs terbiyesi ile meşgûldür. Ko­lay kolay gelmez. Ancak dîn-i İslâm için izin verilirse gelebilir." dediler. Sultan memnûn oldu ve râhibden kırk günlük mühlet istedi. Hemen Seyyid Alâeddîn hazretlerine verilmek üzere bir mektup yazdırdı. Mektup gönderilmek üzere iken, saraya bir kimse çıkageldi ve sultana bir mektup sundu. Hâlid, mektubu okudukça hayretten hayrete düşüyordu. Se­vin­cinden cenâb-ı Hakk´a şükrediyordu. Orada bulunan âlimler merâk ede­rek sebebini sordular. Sultan, mektubu getiren kimseye sesli olarak okuttu. Mektu­bun başında, Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salevât ve Emîr Hâlid´e duâdan sonra yazıyordu ki: "Bu mübârek günde, büyük de­dem, insanların ve cinnin Peygamberi ve âlemlere rahmet olarak gönde­rilen Resûlullah efendimiz bu fa­kîre merhamet ederek göründüler. Bu­yurdular ki: "Evlâdım Alâeddîn! Halvetine son verdim. Allahü teâlânın kullarını irşâd etmek, onlara dîn-i İslâmın emir ve yasaklarını bildirmek için dışarı çık. Allahü teâlânın izniyle pekçok kimsenin hidâyete kavuş­masına sebeb olacaksın. Türbemi ziyârete gelmeden önce Semerkand´a git. Oraya ümmetimin âlimlerine ezâ ve cefâ veren bir râhip geldi. Ona lâzım olan cevâbı vererek hidâyete gelmesine vesîle ol, ümmetimi de sı­kıntıdan kurtar." Bu haberi size ulaştırmak üzere mektup yazıp, Derviş Cihangir ile gönderiyorum. Sevinmeniz için böyle yaptım. Bugün biz de gelirdik, fakat Peygamber efendimizin işâreti üzerine yarına kaldık."

Alâeddîn´den gelen bu mektubu herkes hayretle dinliyordu. Mektup okun­duğunda tekbir sesleri kubbeyi çınlatıyordu. Seyyid Alâeddîn´in bu­lunduğu yer ile Semerkand arası on yedi günlük yol idi. Bir günde bu yo- lun katedilip gelin­diğini öğrendiklerinde, bütün âlimler; "Allahü teâlâ her şeye kâdirdir." diyor­lardı. Ertesi günü sabah namazından sonra, Sultan Hâlid ve tebeası, Seyyid Alâeddîn´i karşılamak üzere şehir dışına çıktılar. Kuşluk vakti idi, başta Seyyid Alâeddîn hazretleri olmak üzere, arkasında pekçok evliyâ, grup hâlinde görün­düler. Seyyid Alâeddîn be­yaz bir ata binmiş, yeşil elbise giymişti. Diğer velîler, etrâfında ve arka­sında ağır a- ğır yürüyorlardı. Bu heybetli manzara karşısında herkes he­yecanla aya- ğa kalkıp, o tarafa doğru hürmetle yürümeye başladı. Başta Sultan Hâlid olmak üzere, herkes atından inmişti. İki cemâat karşılaştık­larında, Sultan Hâlid, Seyyid Alâeddîn´in ellerini öptü. O da Sultânın gözlerinden öp­tükten sonra; "Ey Sultan Hâlid! O râhip, dostlarımızı üz­müş. Dedemiz, â- lemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberi­miz işâret buyur- dular. Allahü teâlânın izniyle râhibin hidâyete gelmesine vesîle olacağız." buyurdu. Cemâat büyük câmide toplandı. Râhibe haber gönderildi. Râ- hib, Seyyid Alâeddîn haz­retlerini görünce, heybetinden tit­remeğe başladı ve; "Ben, Allahü teâlâya ve O´nun Resûlü Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğine inandım." dedikten sonra, Seyyid Alâeddîn´in elini öptü ve: "Bu gece rüyâmda zât-ı âlinizi gördüm. Bütün suâllerimi sorup, hasta kalbimin şifâsı olan cevaplarınızı öğrendim. Artık hiç şüphem kalmadı ve sormama da lüzum yoktur. İslâmiyetin hak din oldu­ğunu anladım. Îmân edip müslüman olmakla şereflendim." dedi. Herkes hayret edip, ziyâde sevindiler. Seyyid Alâeddîn gülümseyerek, râhibe; "Şimdi tertemiz, gü- nahsız bir müslüman oldun. Cenâb-ı Hak râzı olsun. Fakat dostlarımızın da istifâde etmesi için suâl sorunuz" buyu­runca, o; "Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm; "Ümmetimin âlim­leri, İsrâil oğullarının pey- gamberleri gibidir." buyuruyor. Îsâ aleyhisselâm ölüleri diriltirdi, bu üm- metten böyle bir şey olmuş mudur? Bunun îzâhını istiyorum." dedi. Bu sırada Sultan Hâlid´in sarayından bir hizmetçi gelip, Sultân´a; "Efendim! Hasta olan kızınız rûhunu teslim etti." dedi. Bu haber karşısında herkes çok üzüldü. Seyyid Alâeddîn ise, başını önüne eğe­rek murâkabeye va- rıp, Allahü teâlâya yalvarmaya, duâ etmeye başladı. Her­kes Seyyid´in bir şey söylemesini bekliyor ve çıt çıkmıyordu. Sultan Hâlid de aynı vaziyet- te bekliyordu. Bu hâl üç saatten fazla sürdü. Sonunda Alâeddîn hazretle- ri başını kaldırarak tebessüm etti ve; "Ey Sultan! Kızı­nız, Allahü teâlânın izniyle sıhhate kavuştu. Şu ânda yemek yiyor. Sara­yınıza gidiniz, bu hâli göreceksiniz." buyurdu. Bu haber herkesi heye­canlandırdı. Böylece Sey- yid Alâeddîn, müslüman olan râhibin suâline kâl (söz) ile değil, hâl ile (iş yaparak, göstererek) cevap verdi. Seyyid Alâeddîn vazifesinin bittiğini belirterek, oradakilerle vedâ­laşıp, berâber geldiği velîler ile birlikte ayrıl- dılar. Onlar gittikten sonra, Sultan Hâlid, müslüman olan râhib ve halk, saraya doğru heyecanla yürüyerek, bir ân önce verilen haberin doğrulu- ğunu öğrenmek istediler. Saraya yaklaştık­larında, bâzı kimselerin Sul- tân´a müjde vermek için koştuklarını gördüler. Karşılaştıkla­rında, Sultâ- na; "Efendim! Kızınız vefât etmişti. Birkaç saat sonra tekrar dirildi. Hayret ettik. Size bu haberi müjdelemek için geldik." dediler. Sultan ve yanın­dakiler birbirlerine, bunun Seyyid Alâeddîn´in bü­yük bir kerâmeti, himmeti ve bereketi olduğunu, onun, Allahü teâlânın katında derecesinin ne ka- dar yüksek olduğunu söylediler. Sultan Hâlid´e müslüman olan râhip; "Seyyid Alâeddîn hazretleri, beni, tereddüde me­câlim kalmayacak şekil- de iknâ etti, irşâd etti. Allahü teâlânın izni ve onun sebeb olması ile, El- hamdülillah hidâyete kavuş­tum. Bu canım sağ ol­dukça İslâmiyete bede- nimle ve malımla hizmet edeceğim." dedi.

Büyük âlim ve velî Seyyid Şerîf Cürcânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Tîmûr Hânın âlimlere büyük sevgisi ol­duğundan, Sa?düddîn-i Teftâzânî ile Seyyid Şerîf Cürcânî?ye huzûrunda ilmî münâ- zaralar yaptırırdı. Tîmûr Hân, Seyyid Şerîf Cürcânî?yi daha çok sevdiği için, münâza­ralardan sonra; "Kabûl edelim ki, ikisi de din ve mâ­rifet bilgilerinde aynıdır. O zaman Seyyid?in nesebi üstündür. Çünkü Resûlul- lah?ın soyundandır." derdi. Seyyid Şerîf Cürcânî, on sekiz sene Semer- kand?da kalıp, Tîmûr Hân?dan çok büyük alâka ve hürmet gördü. Semer- kand?da kaldığı müddet içinde, medrese­lerde ders verip, yüzlerce kıy- metli âlim yetiştirdi. Ayrıca çok değerli eserler yazdı. Tîmûr Hânın vefâ- tından sonra, Semerkand ve Mâverâünnehr?de çıkan karışıklıklar sebe- biyle, Semerkand?dan ayrılıp, Şîrâz?a döndü. Vefâtına kadar Cürcân?da kalıp, ders vermek ve eserlerini yazmakla meşgûl oldu. Bu­rada da, vefâ- tına kadar pekçok âlim yetiştirdi ve kıymetli eserler yazdı.

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kuru­cusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) zamâ­nında Hârun Reşîd, her sene Bizans İmparatorundan vergi o- larak çok para ve mal alırdı. Bir sene imparator, âlimlerle münazara et- mek için ruhbanlar gön­derdi; "Eğer bizi yenerlerse onlara vergilerimizi vermeye devam edeceğiz. Yok biz yenersek vermeyiz." dedi.

Dört yüz hıristiyan geldi. Halîfe, bütün âlimlerin Dicle kenarında top­lanma­sını emretti. İmâm-ı Şâfiî hazretlerini çağırarak, hıristiyan ruhban­lara sen cevap ver! dedi. Herkes Dicle kenarında toplandı. İmâm-ı Şâfiî seccâdeyi omuzuna alıp nehre doğru gitti. Seccâdeyi nehre atıp üzerine oturdu ve; "Benimle münâ­kaşa etmek isteyenler buraya gelsin." dedi.

Bu hâli gören ruhbanların hepsi müslüman oldu. Bizans İmparatoru, adam­larının İmâm-ı Şâfiî´nin elinde müslüman olduğunu öğrenince; "İyi ki, o buraya gelmedi. Yoksa buradakilerin hepsi müslüman olurdu, kendi dinlerini bırakır­lardı." dedi.

Konya´ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine felsefeciler­den bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî hazretleri´ne havâle etti. Bunun üzerine onun ya­nına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî; "Sorun!" buyurdu. İçlerin­den birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: "Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de ina­nalım." Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O; "Şeytanın ateşten yaratıl­dığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrîzî; "Peki öbürünü de sor!" bu­yurdu. O; "Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi. Bunun üze­rine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâ­vâcı oldu. Ve; "Ben, soru sor­dum, o başıma kerpiç vurdu." dedi. Şems-i Tebrîzî; "Ben de sâdece cevap ver­dim." buyurdu. Kâdı bu işin açıklama­sını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı: "Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, ba­şının ağrısını göstersin de görelim." O kimse şaşırarak; "Ağrıyor ama göstere­mem." dedi. Şems-i Tebrîzî; "İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şey­ta- na ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Top- rak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak ol­maz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir me­sele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranma­sın?" buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.

Hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Muhammed Taflâtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri gençliğinde ilim tahsîl etmek için Mısır´a gitti. Bu­rada iki sene dokuz ay Mısır´ın ileri gelen âlimlerinden ders aldı. Annesini ziyârete gi­derken Fransızlar tarafından esir edildi.

Fransızlar, Muhammed Taflâtî´yi Malta adasına götürdüler. Malta, o zaman İslâmiyetin ve müslümanların düşmanlığını yapanların bulunduğu mühim bir merkezdi. Muhammed Taflâtî, orada bulunduğu zaman hıris- tiyan papazlarla uzun münâzaralarda bulundu. Papazların bir tânesi Arabçayı ve mantık ilmini çok iyi biliyordu. O ve diğer papazlar, Muham- med Taflâtî ile yaptıkları münâ­zara sonunda susmak zorunda kaldılar. Yapılan münâzaralar, hazret-i Îsâ´nın ilâh olup olmadığı hak­kında idi. Muhammed Taflâtî, hazret-i Îsâ´nın ilâh olma­dığını, onun sâ­dece Allahü teâlânın kulu ve peygamberi olduğunu, papazlar ise hazret-i Îsâ´nın ilâh olduğunu söylüyorlardı. Papazların ileri gelenlerinden biri, Muhammed Taflâtî´ye şöyle dedi: "Ey Muhammedî! Hazret-i Îsâ´nın hakî­kati, ilâhın hakîkati ile birleşip tek bir hakîkat olmuştur." Bunun üzerine Muhammed Taflâtî; "Eğer mesele dediğin gibi olsaydı. İlâh ve hazret-i Îsâ´nın hakî- katlarının birleşmelerinden önce, şu üç ihtimalden birisinden başkası tasavvur edilemezdi. Ya ikisi de kadîm, yâhut ikisi de hâdis (sonradan var olan) veya birisi kadîm di­ğeri hâdis olurdu. Hâlbuki bütün bu ihtimaller bâtıldır. O zaman bu ihtimallere göre düşünülen birleşme de hükümsüz olur. Meselâ birinci ihtimâle; yâni hakîkatların birleşmesinden önce ikisinin de kadîm olmalarına gelince, böyle düşünmek katî olarak her ikisinin de hâdis olduklarına götürür. Çünkü birkaç şeyden meydana gelmek, sonradan var olanların temel husûsiyetlerindendir. Hâdis yâni sonradan var olan şey ilâh olamaz. İkinci ihtimâlin, yâni her ikisinin hâdis olması da bâtıldır. Çünkü ilâhın hâdis olması muhal olup mümkün değil­dir. Üçüncü ihtimâle gelince, bu da bâtıldır. Böyle düşünmek de imkan­sızdır. Çünkü bu ihtimâlde, kadîm olan ilâhın terkîbden sonra hâdis ol­ması, hâdis ola­nın da kadîm olması lâzım gelir. Böyle bir durum ise ha­kîkatlerin değiştiklerini söylemek demek olur ki, böyle bir şey bâtıldır. Hem sonra bu üçüncü ihtimâl­den iki zıd şeyin, ilâh ile ilâh olmayanın, ilâhın yarattığı bir şeyin birleşmesi hâli ortaya çıkar ki, böyle iki zıddın birleşmesini hiçbir akıl sâhibi söylememiş­tir" dedi. Papazlar bu sözler karşısında verecek cevap bulamayıp, şaşırıp ka­lınca, ileri gelenlerinden ve en bilgili olanı; "Bu pek ince ve derin bir mesele olup, bizim akıllarımız bunu anlıyamaz" dedi. Bunun üzerine Muhammed Taflâtî; "Bunlar bizde sonda değil başlangıçta öğrenilen bilgilerdir." dedikten sonra papazların ileri gelenine; "Doğru söyle! Îsâ aleyhisselâm puta (hâşâ) tapı­nır mıydı?" diye sorunca, papaz; "Hayır, hazret-i Îsâ haça tapmazdı. Ancak haç, hazret-i Îsâ´dan sonra ortaya çıkmıştır. Fakat biz ilâhın benzerine tapıyo­ruz." dedi.

Muhammed Taflâtî; "Doğru söyle! Allahü teâlâ başkasına benzer mi?" diye sorunca, papaz; "Hayır benzemez" dedi. Bunun üzerine Mu- hammed Taflâtî; "Öyleyse şu haçı, katran ve ziftle yakmak gerekir." dedi.

Muhammed Taflâtî ile o papaz arasında daha başka münâzaralar oldu. Pa­pazın, İslâmiyet, Kur´ân-ı kerîm ve muhtelif mevzûlardaki yanlış fikirlerine sağlam ve delîlli cevaplar verdi.

Muhammed Taflâtî´nin yaşı o sırada 19 idi. Papaz ona; "Sen bu ka­dar bil­giyi nereden öğrendin" diye sordu. Muhammed Taflâtî ona; "Senin bana sordu­ğun bütün suâller, bizim başlangıçta öğrendiğimiz bilgilerdir. Eğer sana derin, ince ve yüksek bilgilerden bahsetmiş olsaydım, hay­retler içinde kalırdın" dedi. Papaz, onunla münâzarayı bırakmak zorunda kaldı. Ondan sonra Muhammed Taflâtî´nin şöhreti papazlar ve Malta´nın ileri gelenleri arasında yayıldı. Nereye gitse ona hürmet ve ikrâmda bu­lunuyorlardı.