- Muhafazakârlık üzerine tezler

Adsense kodları


Muhafazakârlık üzerine tezler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 5 July 2012, 03:49 pm GMT +0200
Muhafazakârlık üzerine tezler
Fırat MOLLAER • 60. Sayı / DOSYA YAZILARI


Muhafazakârlığın gündelik dildeki çağrışımları o kadar belirgin ki, kavramın kendiliğinden verili olduğunu sanabiliriz. Oysa araştırmada yol almadan önce cevap bekleyen birçok temel soru var: Muhafazakârlık bir ideoloji mi, yoksa her ideolojide karşılaşabileceğimiz zihinsel bir tutum mu? Evrensel bir fenomen mi, tarihsel ve modern döneme özgü mü? Eğer modern döneme özgü ise modernlikle ilişkisini nasıl tanımlayabiliriz? Modernliğe karşı çıkışları ifade etmeye yarayan genel bir kategori mi, yoksa modernlikle ilişkisi daha sofistike bir biçimde anlaşılması gereken bir ideoloji mi? Son olarak, hangi muhafazakârlıktan bahsediyoruz? Evrensel bir fenomen değilse, bu tarihsel olarak birçok farklı muhafazakârlıktan sözedebileceğimiz anlamına gelir. Fakat bu çoğulluğa rağmen, belli bir türü, muhafazakârlığı temsil etme açısından üstünlüğe sahip olabilir. Hegomonik bir güce sahip olan bu tür hangisidir?

Muhafazakârlık ve modernlik
Muhafazakârlık, Fransız Devrimi’ne tepki olarak ortaya çıktı ve o tarihten itibaren modernliğe yönelik eleştirilerin bereketli bir kaynağı oldu. Fakat burada önemli olan, eleştirinin kaynaklarından sadece biri olduğunu akıldan çıkarmamak. Diğer deyişle, muhafazakârlığı, genelleştirilmiş bir anti-modern kategori olarak kavrayamayız.

Bu tür bir analiz, modernlikten duyulan ve birbirinden çok farklı ideolojik-felsefi temellere dayanan hoşnutsuzlukları gereğinden fazla basitleştirerek tek bir potaya indirger. Muhafazakârlığın bu kadar geniş bir şemsiye kavram olarak kullanılması, ifade yeteneği üzerine kuşku düşürüyor; onu popülerleştirirken kavramsal açıklayıcılığını azaltıyor. Örneğin, Bilimler ve Sanatlar Üzerine Nutuk’ta modernliğin hoşnutsuzluklarını ilk defa dile getirirken özellikle modern bilim ve kapitalizmi hedef alan J. J. Rousseau, modernliği aşkın bir yurtsuzluk durumunun karamsar işareti olarak algılayan romantikler ve baskıcı bir metafizik sistem olarak eleştiren post-yapısalcılar, muhafazakârlığın atası sayılan Edmund Burke’le belli ortak zeminleri paylaşıyor olabilirler. Fakat bu dar kubbenin altında rahatsızlık duymaksızın yaşayabilirler mi?

Daha da önemlisi, muhafazakârlığın gerçekten anti-modern olduğu ya da –en azından yukarıda sayılan diğer akımlar kadar– radikal bir modernlik eleştirisi getirdiği yanılsamasına yol açıyor. Böyle düşünmek, dünyayı Aydınlanmacı felsefenin aydınlık-karanlık, ileri-geri gibi şemalarıyla kavrayanlara kolay geliyor olabilir ama bu konu sanıldığından daha karmaşık. Çünkü muhafazakârlığın varlığını modernliğin kalkış noktalarında gösterdiği tepkiye borçlu olduğu doğru olsa bile, burada çatışmacı bir diyalektiğin sonucu olan mutlak bir antagonizmden ziyade melez bir ilişki sözkonusu. Muhafazakârlığın modernleşmeye karşıtlığı güçlü olmadığından onu bir anti-tez olarak sınıflandırmak zor görünüyor. Bu ancak, modernliği katı bir rasyonalist özle, muhafazakârlığı da uslanmaz bir akıl düşmanlığıyla tanımlarsak mümkün olabilir.

Bu noktada, modernliği tanımlama sorunsalının sahasına (da) girmiş bulunuyoruz. Zaten muhafazakârlık üzerine düşünmek, daima modernlik üzerine düşünmenin bir veçhesi olmuştur. Öyle görünüyor ki, muhafazakârlığı kavramak, modernliğin kavramsal zorluklarının yükünü de taşımaktadır. Bu ilave yük konusunu iki aşamada ele alabiliriz:

Sorun, “modernlik”, “modernleşme”, “modernizm” gibi birbirinden farklı terimleri tek bir özle tanımlamaktan ve gelişigüzel bir biçimde kullanmaktan kaynaklanıyor. Oysa modernleşmeyi –genel olarak kabul gördüğü gibi– kapitalizm ve sanayileşme ile tanımladığımızda, muhafazakârlığın modernleşmeye güçlü bir itirazının olmadığını görürüz. Hatta bırakalım kapitalist modernleşmeyle çatışmayı, onun destekçisi olmuştur. Karl Polanyi, kapitalist ekonomik düzen anlayışına dair şimdiye dek yapılmış en güçlü eleştirilerden biri olan Büyük Dönüşüm adlı eserinde ekonomik liberalizmi karşı çıkılmaz bir güç konumuna getiren etkenin zıt görüşler arasındaki uyum olduğunu yazar. Rasyonalist-reformistlerle Burke gibi bir muhafazakârın birlikte kabul ettikleri şey (kapitalizmin ilericiliği, yoksulluğun ilerlemenin bir parçası ve toplumda yaşayan, karşı çıkılamaz doğa olduğu vs.) otomatik olarak tanıtlanmış görüldü. Bu durumda, muhafazakârlığı, “büyük dönüşüm”ün müzmin düşmanı olarak gösteren yorumların inandırıcılığı ciddi bir yara alıyor. Baştaki ilkeye sadık kalacaksak, bu tür yorumların muhafazakârlığı kavrayışımıza katkısı olmadığı gibi, modernleşmeyi kavrayışımıza da katkısının olmadığını eklemeliyiz.

Konu “modernlik”e geldiğinde, bu kez de muhafazakârlığın modernliği tezine yer açmak için güçlü kanıtlar var. Modernliği daraltılmış rasyonalist bir özle tanımlamak zorunda değiliz. Modernlik, en azından, rasyonalist ve empirist olmak üzere birbirinden farklı iki okula sahip oldu. İlkinin kökenleri, Réne Descartes’ın Kartezyen rasyonalizmine kadar geri götürülebilir: Tümdengelimci bir akıl yürütme, toplumu tabula rasa (boş levha) olarak gören, kökten değişimci, kurucu rasyonalist, tarihsel açıdan kopuşçu bir paradigma. Diğeri ise, rasyonalizmin tümdengelimci akıl yürütmesini fazlasıyla basit ve metafizik bulan, işe soyut metafizik ilkeler yerine sınanabilir gerçekliklerden başlama ve deney üstüne deney yaparak temkinli bir biçimde ilerleme yanlısı olan empirist paradigma ve John Locke ile David Hume’un empirizmine kadar geri götürülebilir. Burke’ün canını sıkan ve devrim gibi bir “bela”ya neden olduğunu düşündüğü, bunlardan ilki. Çünkü Burke, Fransız Devrimcileri’nin “her şeyi daha önce hiç tecrübe edilmemiş spekülasyonlara terk ederek sınırsız vaatleri ve öngörüleriyle empirik gerçeği hiçe saymalarından” yakınırken devrimin rasyonalist kökenlerine gönderme yapar ve rasyonalist paradigmaya karşı empirist paradigmadan güç alır. Bunun anlamı, muhafazakârlığın modernliğin okullarından biri olan empirizmle ciddi bir sorununun olmadığı.

Muhafazakârlığın kaynaklarını, rasyonalist paradigmanın radikal toplumsal değişim talebine karşı ılımlı toplumsal değişim önerisi sunan empirist paradigmanın etki alanında bulduğumuzda, onun tarihsel ve modern döneme özgü bir fenomen olduğunu da varsaymış oluruz. Bununla birlikte, burada varolan, muhafazakârlığın bir ideoloji mi yoksa zihinsel bir tutum mu olduğu sorusunun cevabından çok, sadece bazı imalardır: Eğer muhafazakârlık ideolojiler çağı olarak kabul edilen modern döneme özgü ise, onun bir ideoloji olduğunu tahmin edebiliriz. Her ideolojide rastlanan zihinsel bir tutum olarak muhafazakârlık tezinin zararlarını düşündüğümüzde, böyle düşünmek kesinlikle daha faydalıdır. Çünkü bu tez, muhafazakârlığı kendine has özellikleri olan felsefi-ideolojik bir dil olarak konumlandırmanın karşıtı olarak çalışıyor. Onu belli bir ideolojinin içindeki “ilerici-gerici” eğilimleri ayırt etmeye yarayan bir araç olarak kullanarak, hem özgüllüğünü indirgiyor hem de “gerici” eğilimlerin ayracı olarak kullandığı için, bir şekilde, daha önce zikrettiğim, anti-modern bir genel kategori olarak muhafazakârlık tezini destekliyor. Nihayet, muhafazakârlığı nesneleştirmenin ve ideoloji eleştirisinin malzemesi kılmanın önüne geçiyor. Zira muhafazakârlığın amorf varlığı, çoğu zaman onun insan doğasının kadim bir ilkesine indirgeyerek doğallaştıran bir görüşü temel alıyor. Tahmin edileceği gibi, bu kadar, amorf ve doğal bir fenomeni ideoloji olarak ele almak ve eleştirmek imkânsız hale gelir. Buna karşılık, muhafazakârlığın şekilsiz bir tutumu ve entelektüel bir fikir jimnastiğini aşan özellikler taşıdığına, söylendiği gibi doğadan gelmediğine dair yeterince işaret bulunuyor. Muhafazakârlık altın çağını 1980’lerde yaşadı. Bu dönemde, dünyada egemen olan ve muhafazakârlığı temsil etme açısından hegomonik bir güce sahip olan Anglo-Amerikan muhafazakârlığıydı. Muhafazakârlar, refah devleti döneminin kapitalizmle sosyalizm arasında bir yol tutturmaya çalışan anlayışını ilkinin lehine çözmek ve kapitalizmin tıkanıklıklarını aşmak üzere işe koyuldu. Buna karşılık, muhafazakârlığı ideoloji ötesi bir fenomen olarak sunma çabaları da eş zamanlı olarak işbaşındaydı. Anglo-Amerikan muhafazakârlığı, Burke’ten beri, ideoloji-karşıtı eğilimlerin billurlaştığı bir zemin olmuştu. Fakat bu iddia, 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran “ideolojilerin sonu” ve “tarihin sonu” tezleriyle birleştiğinde ortaya son derecede hegomonik ve muktedir bir karışım çıktı. Hegomonikti, çünkü birbirinden farklı kaynakları birbirine eklemleyebiliyor ve buradan bir üreme kanalı oluşturabiliyordu. (Bu birbirinden farklı kaynaklara 1970’lerin liberal felsefe tartışmalarıyla postmodernizm tartışmalarını ekleyebiliriz. Bu tartışmaların anafikri, “iyi toplum” arayışlarının beyhudeliği ya da potansiyel tehlikesi ve ideoloji teriminden vazgeçilmesi olarak özetlenebilir). Muktedirdi, çünkü siyasal sistem olarak liberal/liberal-muhafazakâr bir modelin, ekonomik sistem olarak kapitalizmin alternatifsizliğini işaretleyerek, eleştirel aklı ebleh bir iyimserliğe, iradeyi ise felce uğratmaya memur amaçlar güdüyordu. Dolayısıyla acı bir ironi iş başındaydı: İdeolojiye karşı çıkış bu kadar sistemli hale geldiğinde, yeni bir ideolojinin sahasında bulunduğumuzdan kuşkulanmak için vakit gelmiş demektir.

Muhafazakârlık bir ideoloji mi?

Muhafazakârlığın ideoloji olduğunu söylemek, bizi aksine inandırmaya adanmış güçlü koroya karşı gözlerimizi biraz açabilir ama yeterli değil. İki sorunun daha cevaplanması gerekir:

Bu ideolojinin ilkeleri nelerdir? Bu konuda, diğerleri kadar büyük tartışma olmadığını iddia etmek şaşırtıcı olabilir: “Muhafazakârlık, rasyonalizme karşı insan aklının yetersizliğini savunur. Gelenekleri, bu yetersizliği telafi etmek üzere öne çıkarır. Rasyonalizmin ‘akılcı olan’a yaptığı vurguya karşı, ‘tecrübe’den süzülen sağduyuya başvurur” vs. Bunlar, muhafazakârlığı tanımlayan az çok kabul görmüş ilkeler olarak görülebilir. Fakat haklarında geniş mutabakat olan bu ilkeler, bize muhafazakârlığın tam olarak ne olduğunu söylemez.

Şimdilik, bu soruya cevap vermek yerine yeni sorular ekleyelim: Romantikler de insan aklının yetersiz olduğunu söyler; Engels, aklı burjuvazinin idealleştirilmiş egemenliği olarak görür; Nietzsche sıklıkla dalga geçer; Heidegger, “Varlığın unutulması”na yol açan uğursuz bir metafizik olarak anar; Freud, aklın dışındaki güçlerin iktidarının sandığımızdan çok daha büyük olduğu konusunda ikaz eder; nihayet post-yapısalcılar akıl-duygu gibi dikotomilerin akılcı-metafizik bir güç hiyerarşisini yansıttığını düşünürler. Daha önce belirttiğim gibi, muhakkak, bazı ortak zeminler var burada. Fakat bu görüşler, muhafazakârlıktan farklı bağlamların ürünü. Her rasyonalizm eleştirisi muhafazakârlığa işaret etmiyorsa, demek ki, rasyonalizme muhalefet, muhafazakârlığı tanımlamak için yeterli değil.

Rasyonalizme muhalefet gibi, gelenekçilik de muhafazakârlığın tekelinde değil. Birçok isim sayılabilir ama iki kendine özgü sosyalistin ismini zikretmek galiba daha ilginç olacak: Antonio Gramsci ve Walter Benjamin. Gramsci’nin düşüncesi, modernlik-gelenek gibi bir dikotomi kurmaktan hayli uzak. Daha da önemlisi, geleneğin politikaya kazandırılmasını savunur. Benjamin, radikal rasyonalizmi ve ilerlemeci iyimserliği sorgulamakta çok daha ileri gider ve geleneğin muhalefet potansiyeline dikkat çekerek devrimci bir açıdan yorumlanması gerektiğini söyler.

Uzun sözün kısası, ne rasyonalizm eleştirisi ne de geleneğin müdafaası –ki bunlar muhafazakârlığın ayırt edici ilkeleri olarak görülür– muhafazakârlığın tekelinde. O halde, muhafazakârlığı yapan nedir? Muhafazakârlığın merkezî ilkesi, insan aklının adil ya da eşitlikçi bir toplumu planlayıp kurabileceğine karşı duyulan kuşkudur. Muhafazakârlara göre, toplum rasyonel bir biçimde planlanamayacak kadar karmaşık. Sosyal hiyerarşiler, toplumun karmaşık doğasının bir parçası olarak kabul edilmeli. Bu karmaşıklığı dikkate almayan bir rasyonel planlama projesi toplumu felâkete götürecektir. Başka bir deyişle, muhafazakârlık, saydığımız diğer akım ve düşünürlerden farklı biçimde, rasyonalizme muhalefeti ve gelenekçiliği bu temel eşitsizlikçi ilkenin önderliğinde örgütler. Buradan çıkarmamız gereken sonuç, muhafazakârlığı yüzeysel bir biçimde, rasyonalizm eleştirisi ve gelenekçilik olarak ele almanın eksik olacağı sonucu. Rasyonalizm eleştirisi ve geleneğin değerlendirilmesi, eşitsizlikçi olmak zorunda değil ama muhafazakârlığın ayırt edici vasfı, konuyu bu perspektiften yorumlamak.

Buna karşın, Türk muhafazakârlığının Anglo-Amerikan muhafazakârlığından farklı olduğu geniş bir kabul gördü. Bunun da haklı nedenleri var kuşkusuz. Çünkü her ideoloji gibi muhafazakârlık da zorunlu olarak bulunduğu bağlamın etkilerini taşıyacak. Türk muhafazakârlığını Anglo-Amerikan örneğinden ayıran en önemli özelliklerden biri, –en azından çıkış noktasında– onun kadar güçlü bir toplumsal sınıf tabanına dayanmamış olması ya da farklı bir toplumsal sınıf örgütlenmesine dayanan bir toplumda yer alması ve farklı kültürel kaynaklara sahip olmasıdır. Fakat bu farklılık söyleminin cazibesine kapılmadan, bunun “biz biz benzeriz” söyleminde cisimleşen sahihlik etiğiyle ilişkisini iyice düşünmek zorundayız. Bütün toplumları açıklama kabiliyetine sahip evrensel bir muhafazakârlık modeli olmasa bile, muhafazakârlığın hegomonik bir modeli var ve onun küresel etkisi farklılık tezini her geçen gün daha fazla zedeliyor.

Peyami Safa, Halide Edip Adıvar ve Mustafa Şekip Tunç gibi muhafazakârlar, daha 1940’lardan itibaren, Anglo-Amerikan temalarına dayanan bir muhafazakârlık inşa etmeye başlamışlardı. Bunların –özellikle sağ cephenin kanaat önderlerinden biri haline gelen Peyami Safa tarafından– Soğuk Savaş döneminde sosyalizm karşıtlığına ve ABD yandaşlığına dönüşmesi bu nedenle hiç de zor olmadı. Diğer bir deyişle, Türk muhafazakârlığında başından itibaren Anglo-Amerikan muhafazakârlığının temaları vardı ama bunların serpilmesi uygun toplumsal ve tarihsel koşulları gerektiriyordu. Soğuk Savaş döneminde işçi sınıfının güçlenmesi, sosyal sınıf temeline dayanan siyasal partilerin kurulması ve sosyalist hareketlerin canlılık kazanması gibi toplumsal gelişmeler, Türk muhafazakârlığıyla Anglo-Amerikan muhafazakârlığını birbirine yaklaştırdı. 1980 sonrasındaki dönemde ise Türkiye’nin kapitalist ekonomik sistemle bütünleşme sürecinde ilerlemesiyle birlikte, Türk ve Anglo-Amerikan muhafazakârlıkları adeta yapışık ikizler haline geldi. Bundan böyle sorulacak soru şu: Günümüzde, ortalama bir Türk muhafazakârıyla Anglo-Amerikan muhafazakârını ayıran farklar nelerdir? Bunların iyice azaldığına kuşku yok.