ayten
Wed 29 September 2010, 12:03 am GMT +0200
Mücmel ve Mübeyyen
BEŞİNCİ FASIL
MÜCMEL[1] VE MÜBEYYEN (İCMAL VE BEYAN)
BİRİNCİ MESELE:
Hz. Peygamber, söz, fiil ve takrirleri[2] ile, açıklamakla görevli olduğu konuları beyan etmekteydi: "Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur´ân´ı indirdik" [3]
Hz. Peygamber sözlü beyanda bulunurdu. Meselâ talâkla ilgili hadislerinde: "Allah´ın, dikkate alınarak kadınları boşanmasını emrettiği iddet işte budur" [4]buyurması gibi. (Rasûlullah, hesaba çekilen kimsenin azap göreceğini ifade etmesi ü-zerine) Hz. Âişe, kendisine "Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir´[5] âyeti hakkında ne demeli " diye sormuştu. Buna: "O sadece arzdır" buyurarak açıklama getirdi.[6]"Münâfıkın alâmeti üçtür:" sözünden ne kastettiklerini soran birine de: "Ondan size ne Ben onunla şunu şunu kastettim. .." demiştir.[7]
Aynı zamanda fiilleri ile de beyanda bulunuyordu[8] "Ona benim öyle yaptığımı bildirseydin ya´[9] Allah Teâlâ da şöyle buyurur:
"Onu seninle evlendirdik ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestikleri zaman onlarla evlenmek konusunda mü´minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin"[10] Hz. Peygamber namazın nasıl kılınacağını, haccın nasıl yapılacağını fiilleri ile açıklamış ve konuyla ilgili olarak: "Beni nasıl namaz kılıyorken görüyorsanız siz de öyle kılın" "Hac vecibelerinizi benden alın" buyurmuştur.[11]
Hz. Peygamberdin ikrarı da aynı şekilde beyan oluyordu. Bir fiilin işlendiğini bilir ve ona karşı bâtıl ya da haram olması halinde tepkisini göstermeye de imkânı bulunur ve buna rağmen onu onaylarsa, bu da bir beyan çeşidi olur. Meselâ usûlcülerin Müdlicli Mücezziz meselesi[12] hakkında ortaya koydukları gibi. Bütün bunlar usûl kitaplarında açıklanmıştır. Ancak biz, buradan hareketle bir başka noktaya gelmek istiyoruz ki o da şudur: [13]
İKİNCİ MESELE:
Âlimler, Hz. Peygamber´in vârisleridir. Dolayısıyla onlar hakkında beyan, mutlaka onların âlim olması hasebiyle olacaktır. Buna iki husus delâlet eder:
1.
Âlimlerin, peygamberlerin varisleri[14] olduğunun sabit olması. Bu sahih ve sabit bir husustur. Alimlerin vâris olmasından, beyan konusunda vâris olduğu kimsenin yerini almaları lâzım gelir. Peygambere beyan farz olduğuna göre, aynı şekilde vârise de farz olacaktır. Beyan konusunda, delillerden müşkil ve mücmel olanın açıklanması ya da kullanılacak delillerin ortaya konulması arasında fark yoktur. Tebliğin esası, şer´î hükümlerin açıklanması dır. Tebliğden sonra, (âlimler tarafından) yapılan tebliğ de, ilk tebliğ gibidir.
2.
Âlimlere nisbetle bu konuda gelen deliller. Meselâ, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Gerçekten, Allah´ın indirdiği Kitap´tan birşeyi gizlemede bulunup, onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir[15]"Hakkı bâtıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin[16]"Allah tarafından kendisine bildirilen gerçeği gizleyenden daha zâlim kim olabilir[17] Hadiste de şöyle buyurulur: "Dikkat edin! Burada bulunanlarınız, bulunmayanlara tebliğ etsin[18]"Hased (gıpta) ancak iki kişi hakkında caizdir: Birincisi, Allah´ın kendisine mal verdiği ve o malı hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kimsedir, ikincisi de, Allah´ın kendisine hikmet (ilim) verdiği kimsedir; onunla amel eder ve onu öğretir[19]"Kıyamet alâmetlerinden biri de, ilmin kaldırılmış olması[20] ve cehaletin ortaya çıkmasıdır[21] Bu konuda vârid olan hadisler pek çoktur. Beyan görevinin âlimler üzerine vacip olduğunda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Beyan ise, gelen nasslara ve yönelen yükümlülüklere ait ilk açıklamaları kapsar. Bütün bunlar, âlimin, âlim olması hasebiyle beyan ile görevli olduğunu ortaya koyar. Durum böyle olunca, bunun üzerine bir konu daha bina edilir: [22]
ÜÇÜNCÜ MESELE:
Beyan, hem söz hem de fiil ile gerçekleştiğine göre, bunun Hz. Peygamber´e nisbetle olduğu gibi, âlimlere nisbetle de gerçekleşmiş olması gerekir. Selef-i sâlih işte bu şekilde kendilerine uyulan kimseler olmuşlardır. Buna onlardan nakledilen bir çok söz delâlet etmektedir. Nitekim bunlar, konunun işlenmesi sırasında ortaya çıkacaktır. O yüzden sözü şimdi burada uzatmak istemiyoruz; zira tekrar olacaktır[23] .
DÖRDÜNCÜ MESELE:
Eğer beyan, söz ve söze uygun fiil ile gerçekleşmişse, bu beyânın en üst mertebesini teşkil edecektir. Taharet, oruç, namaz, hacc ve benzeri ibâdet ve âdetlerle ilgili hükümlerin beyan edilmiş olması gibi. Eğer bu ikisinden biri ile gerçekleşmiş ise, o da beyandır; şu kadar var ki, her biri yalnız başına bir yönden beyanın en üst mertebesine nisbetle noksan; diğer bir yönden de beyanın en üst noktasına ulaşmış olur.
Meselâ fiil, husûsî muayyen şekillerin beyanı konusunda sözlü beyanların yetişemeyeceği bir dereceye ulaşır. Bunun içindir ki Ra-sûlullah , ümmetine namazı Cibril´in kendisine yaptığı gibi fiilî beyan ile açıklamıştır. Keza haccı aynı şekilde bizzat icra etmek suretiyle öğretmiştir. Taharet hükümleri de aynı şekildedir. Gerçi bunlar hakkında sözlü beyan da gelmekle birlikte, asıl beyan fiil ile yapılmıştır. Kur´ân´da yer alan taharet nassı, bizzat Hz. Peygamber tarafından icra edilen fiilî beyan şekline vurulduğu zaman, duyular yoluyla elde edilen bilgi, nassdan akıl yolu ile elde edilen bilgiden elbette ki daha güçlü ve açık olacaktır.[24] Kaldı ki Hz. Peygamber insanlara indirileni kendilerine açıklamak için gönderilmiştir. Farzedelim ki Hz. Peygamber Kur´ân´da yer alan nassdan özel olarak anlaşılamayacak bazı detayları kendisine gelen özel bir vahye (vahy-i gayr-ı metluuv) istinaden eklemiş olsun. Beyan sonrasında bu ilaveler, Kur´ân nassina vurulduğu zaman, nass onları reddetmez; aksine kabul eder. Meselâ, abdest âyetini ele alalım: Hz. Peygamber´in abdesti a-lış şekli bu âyete vurulduğu zaman, nassın onu hiç kuşkusuz kapsamış olduğu görülür. Hacc âyeti ile, Hz. Peygamber´in bizzat haccı ifâsı yani fiilî beyanı arasında da durum aynıdır. Eğer fiilî beyan olmasa da biz nass ile başbaşa bırakılacak olsaydık, o nasslardan bütün bunları anlamak mümkün olmazdı; aksine daha az şey anlaşılırdı. Fiil ile sözlü beyanın arasındaki ilişki her zaman için böyledir.[25] Hatta âdeten, söylenecek bir sözün terkip mânâsı için sözden anlamış olduğu şeyin gereği üzere fiili işlediği zaman eksiksiz, fazlasız ve amacından saptınlmaksızm sözden maksûd olacak şekilde duyulara hitap eden fiillerden bir nazîri bulunmaması uzak bir ihtimaldir. Her ne kadar basit şekilleri mutat olsa da, namaz, hacc, taharet vb. gibi (sonradan değişik muhtevalar alan şeylerde ise sözlü beyan bizatihi yeterli değildir.[26]) Bu gibi durumlarda maksada, fiilî mânâsı basit olan veya mutatta bir naziri bulunan söz yaklaştırmış olur. Bu durumda söz, mutat olan fiile atıf yapmıştır.[27] Beyan da mücerred söz ile değil işte bu fiille hasıl olmuştur. Durum böyle olunca, beyan hakkında söz, her yönden fiilin yerini tutmuş olmaz. Dolayısıyla bu açıdan ele alındığında fiil daha açık beyan şekli olmuş olur.
Fiil, bir başka yönden ise sözlü beyandan geri kalır. Şöyle ki: Söz, umum ve husus için haller, zamanlar ve şahıslar hakkında beyan şeklidir. Çünkü sözlü beyan, bu sayılan şeyleri vb. gerektirecek söz kalıplarına sahiptir. Fiil ise böyle değildir. Çünkü fiil, sadece faili, zamanı ve hali üzerine münhasırdır; mahallinden asla bir başka yere sirayet etmez. Bu durumda eğer biz meselâ Hz. Peygamber´in işlemiş olduğu fiil ile başbaşa bırakılacak olsaydık, bu fiilden bizim çıkaracağımız sonuç sadece Hz. Peygamber´in o fiili, falan vakitte ve falan şekil üzere işlemiş olduğunu öğrenmemiz olacaktır. Bunun ötesinde düşünmemiz gerekecektir: Acaba bu fiilin yapılması sadece o hale mi hastır; yoksa bütün hallerde mi işlenmesi istenilmiştir Acaba o fiil sadece o zamânâ mı hastı, yoksa her zaman için mi geçerlidir Acaba o fiil sadece Hz. Peygamber´in kendisine mi hastı Yoksa bütün ümmeti için hüküm ifade eden bir fiil miydi Bütün bunlardan sonra tekrar bir değerlendirme yaparak işlemiş olduğu bu fiilin şer´î hükümlerden hangisi altına girdiğinin tesbitini yapmak gerekecektir. Bu ve benzeri sorular bizzat fiilin kendisinden anlaşılamayacak şeylerdir. İşte bu yönden ele alındığı zaman fiil, sözlü beyandan noksan kalmaktadır. Dolayısıyla fiilin her yönden sözlü beyanın yerini tutması sahih değildir. Bu husus, basit bir düşünce sonrasında ortaya çıkacak kadar açıktır. Fiilî beyanın bu eksikliğinden dolayıdır ki, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır´[28] Hz. Peygamber de iba- detleri fiilen icra ederek beyan ettikten sonra şöyle buyurmuştur: "Beni nasıl namaz kılıyorken görüyorsanız siz de öyle kılın"Hac vecibelerinizi benden alın [29] Böylece beyanın sonuna dek sürdüğünün bilinmesi istenmiştir. [30]
Fasıl:
Bu huhus sabit olduktan sonra, bu iki beyan çeşidi arasında mutlak bir tercihte bulunmak[31] sahih olmayacaktır. Dolayısıyla: "Beyan açısından hangisi daha açıktır Söz mü Yoksa fiil mi " demek doğru olmayacaktır. Zira her ikisinin bir mahalle isabet edebilmesi için, o mahallin eğer varsa benzeri mutat olan basit bir fiil olması gerekir. Ancak bu halde biri diğerinin yerini tutar ve işte o zaman: "Hangisi daha açıktır veya "Hangisi daha evlâdır " denilebilir. Meselâ sünnet mahallerinin karşı karşıya gelmesi halinde guslün gerekeceği meselesinde olduğu gibi.[32]Zira bu, meseleyi bu kabilden sayanlara göre[33] hem fiil hem de söz ile beyan edilmiştir. Bu söz ve fiilden ortaya çıkan, onu mücerred işlemiş, sonra da gusletmiş olmasıdır ve işte bu kadarında söz ve fiil birbirlerinin yerini tutmaktadır. Bunun ötesinde guslün vacip, ya da mendup oldu-ğu ve ümmetin de onunla yükümlü bulunduğu hükmü ise sadece sözlü beyandan çıkarılabilir. [34]
BEŞİNCİ MESELE:
Sözlü beyandan sonra ortaya konulan fiil:
a) Ya sözlü beyanı destekler ve tasdik eder veya tahsis ya da takyid eder. Kısaca o beyandan kastedilen ne ise onu ortaya koymak için ona destek verir ve doğabilecek ihtimalleri ortadan kaldırır. Bu, fiilin söze uygun olması, ters düşmemesi halinde Qİur.
b) Ya da onu tekzip eder veya ona şek ya da şüphe sokar ve onun hemen kabullenilmesine mani olur. Tabiî bu da, fiilin sözlü beyana ters düşmesi durumunda olur.
Buna aşağıdaki hususlar delâlet eder:
1.
Bir âlim meselâ falanca ibadetin ya da falan fiilin vacip olduğunu haber verip, sonra bizzat kendisi de o şeyi işler ve söyledikleri ile ters düşecek herhangi birşey yapmazsa, muhatap yanında o şeyin vacip olduğu inancı güçlenir ve o da onu yapmaya çalışır. Ondan işiten ve işittiği gibi de amel ettiğini gören herkes öyle yapmaya çalışır. Yine mesalâ falanca şeyin haram olduğunu bildirir, sonra kendisi de onu terkeder ve hiçbir şekilde onu işlediği, hatta yanından bile geçtiği görülmezse, muhatap yanında onun haber verdiği o şeyin sıhhati güç kazanır ve o da o şeyden kaçınmaya çalışır. Ama böyle yapmaz da birşeyin vacip olduğunu söyler ve sonra da bizzat kendisi o şeyi yapmazsa veya birşeyin haram olduğunu bildirir, fakat bizzat kendisi o şeyi işleyecek olursa, onun sözünün hiçbir kıymeti kalmaz. Çünkü böyle bir durumda ona tâbi olan insanların kalpleri, emrettiği şeyi yapması, yasakladığı şeyden de kaçınması halinde olduğu gibi hiçbir zaman söylediklerine yatmaz. Bu durumda, fiilden doğan birşey, sözlü beyanı zedeler ve bunun sonucunda şu ihtimaller belirir: Ya sözün yoruma açık olduğu sonucu çıkarılır; ya sözlü beyanda bulunanın yalancı olduğu inancına ulaşılır; ya da sözün kaynaklarında şüphe olabileceği kuşkusu uyanır. Halbuki, din ya da dünya işlerinde ulu kabul edilen kimselere nis-betle fiil ya da terklere uyulması cibillî bir duygu gibidir. Nitekim gözlemlerimiz bunu doğrulamaktadır. Bu durumda sözlü beyanda bulunana nisbetle söz, işlediği fiile tâbi gibi olur. Kişinin fiili sözüne uyduğu oranda kendisine tâbi olunur ve örnek alınır.
Bunun içindir ki, peygamberler örnek edinme ve kendilerine uyulma konusunda en önde gelen insanlardır. Onlara tabi olanlar son derece sağlam bağlanmakta ve söyledikleri her sözü tasdik konusunda koşmaktadırlar. Ayrıca onlar mucize ve apaçık delillerle ilâhî teyide de mazhar olmaktadırlar (ve bunun sonucunda onları yalanlamak, onların haber kaynaklarından (vahiy) şüphe etmek mümkün olmamakta ve sözlerim kabul ve tasdikten başka geriye ihtimal kalmamaktadır.) İlâhî teyide mazhar oldukları delillerden biri de şu anda konumuzu teşkil eden, fiilin söze uygun düşmesidir. Etrafımızda olup bitenler hakkında yaptığımız gözlemler de bunu teyid eder. Meselâ bir doktor size falanca şeyin zehir olduğunu ve dolayısıyla ona yaklaşmamanızı söylese, sonra sizin önünüzde o şeyi alsa; ya da sizde mevcut olan bir hastalıktan dolayı falanca yiyeceği ya da ilacı almanızı söylese, aynı hastalık kendisinde de olsa ve sonra ihtiyacına rağmen kendisi o ilacı kullanmasa; bütün bunlar verilen haberde ya da haberin anlaşılmasında bir hata olduğunu ortaya koyar ve bu yüzden kalp o haberi kabule yanaşmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz. Düşünmez misiniz [35] "Ey inananlar! Yapmadığınız şeyi niçin söylersiniz [36] Bu mânâyı ahde vefa ve doğru vaadde bulunma da destekler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İnananlardan, Allah´a verdiği ahdi yerine getiren erler vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir[37] Zıddı hakkında da şöyle buyurmuştur: "Aralarında: Allah bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız diye O´na and verenler vardır. Allah, onlara bol nimet verince, cimrilik ettiler, yüz çevirdiler.
Zaten dönektirler. Allah´a verdikleri sözden caydıkları ve yalancı oldukları için O´nunla karşılaşacakları güne kadar Allah kalplerine nifak soktu[38] Görüldüğü gibi, fiilin söze uygunluğu doğruluktan sayılmıştır. İlimleriyle âmil olan âlimlere göre, doğruluğun hakikati da işte budur. Aynı şekilde bir âlim, falanca şeyin vacip ya da haram olduğunu bildirdiği zaman, o bununla bütün mükellefler için böyle olduğunu ve kendisinin de onlardan biri olduğunu söylemiş olmaktadır. Bundan sonra eğer bu sözüne uygun hareket ederse, doğru, muhalefet ederse yalan söylemiş olacaktır.
2.
İnsanlara dinlerini öğretmek için tayin olunan kimseler, hem söz hem de fiilleri ile bu işi yapmak üzere görevlendirilmiş olmaktadırlar. Çünkü onlar Hz. Peygamber´in vârisleridirler. O, hem söz hem de fiilleri ile beyanda bulunuyordu. Aynı şekilde vârisin de mirasçısı olduğu kimsenin (mevrûs) yerine geçmesi ve onun yerini alması gerekir; aksi takdirde gerçek varislikten bahsedilemez. Bilindiği üzere sahabe [ ra^mhu ] , hükümleri Hz. Peygamber´in sözlerinden, fiillerinden, takrirlerinden, sükûtundan ve tüm davranış şeklinden alıyorlardı. Vârisin durumu da aynı şekildedir. Dolayısıyla eğer fiillerini muhafaza konusunda sözlerini muhafaza ettiği gibi davranıyor ve fiilleri sözlerini yalanlamıyorsa, onu takip eden kimseler hidayet üzere olacaklardır. Eğer böyle değilse, arkasından gelenler hidayet üzere olmayıp, sapıklık üzere bulunacaklardır ve buna sebep de kendisi olacaktır. Sahabe, her konuda kendisine tâbi oldukları Hz. Peygamber´in kendilerine mubah kıldığa fakat bizzat kendisinin işlemediği şeyleri yapma konusunda bazen duraksıyorlar ve kendilerine sözlü olarak izin vermesine rağmen onun fiillerine uymuş olmak için aşırı bir hırs gösteriyorlar ve o şeyleri işlemiyorlardı. Çünkü onlar bu gibi durumlarda, kendilerine izin verilen şeyin terkinin daha üstün olabileceğini düşünüyorlar ve bizzat Hz. Peygamber´in o şeyi yapmamış olmasını da buna delil olarak kullanıyorlardı. Ne zaman ki, Hz. Peygamber o şeyi işler, onlar da hemen işliyorlardı. (Hudeybiye sulhünde) umre için girilen ihramdan çıkma, sefer esnasında orucu bozma meselelerinde olduğu gibi. Evet, bütün bunlar sahihtir. Bu durumda, masum olmayan âlimler hakkında ne demeli Dolayısıyla onların, sözlerini fiilleri ile teyid etmek, nefislerine hakim olmak ve böylece hem kendilerini hem de kendilerine uyan kimseleri korumak konusunda daha fazla çaba göstermeleri gerekir.
İtiraz: Hz. Peygamber masumdur; hatadan korunmuştur. Dolayısıyla onun sözlü beyanlarını açıklayıcı mahiyette olan fiil ve terklerine hata girmez. Masum olmayan kimseler yani âlimler ise böyle değildir.
Cevap: Bu itiraz geçerli değildir. Çünkü fiile uymanın terki konusunda bu ihtimale değer verecek olursak, aynı şeyi sözlü beyanlar için de yapmamız gerekir. O takdirde ise, hiçbir zaman önü alınamayacak bir fesad ve kapatılması mümkün olmayan bir gedik açılmış olacaktır. Dolayısıyla fiilin mutlaka söz mesabesinde tutulması gerekecektir. İşte bu yüzdendir ki, şeriat âlimin zellesini çok büyük görmüş ve onun küçük günahları büyük sayılmıştır. Çünkü onun söz ve davranışları, genelde kendisine uyulan söz ve davranışlar olmaktadır. Dolayısıyla onun sürçmesi durumunda bu ister sözde olsun ister fiilde mutlaka o diğer insanlara da sirayet edecektir. Çünkü âlimler kendilerine uyulmak üzere konulmuş kandiller mesabesindedir. Bu durumda eğer onun işlediği zellenin zelle olduğu bilinecek olursa, o şey insanların gözünde küçülecek ve ona uyarak o şeyin işlenmesine karşı cüretkâr olacaklardır; o şeyin kendisine duydukları iyi zan sonucunda âlim tarafından bilinen, fakat kendilerince bilinmeyen dinî bir ruhsat olduğunu düşüneceklerdir. Eğer o şeyin bir zelle olduğu bilinmeyecek olursa, bu defa da o şey sanki şeriatın bir hükmü imiş gibi kabul edilebilecektir. Bütün bunlar, o âlimin fiilinin sonucu olmaktadır.
Hadis-i şerifte şöyle gelmiştir: "Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum" "Onlar nedir Yâ Rasûlallah!" dediler. Rasûlullah şöyle cevap verdi: "Onlar hakkında âlimin zellesinden, haksız hükümden ve peşine düşülen heuâdan korkuyorum"[39] Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Üç şey dini yıkar: Âlimin zellesi, münâfıkm Kur´ân´la mücadelesi, saptırıcı devlet başkanları" Benzeri bir ifade Ebu´d-Derdâ´dan da nakledilmiştir ancak o, "saptırıcı devlet başkanları" şıkkını zikretmemiştir. Muâz b. Cebel de şöyle demiştir: "Ey Arap kavmi! Üç şey karşısında ne yapacaksınız Boğazlarınızı koparacak dünya, âlimin zellesi ve münâfıkın Kur´ân´la mücadelesi" Aynı söz, Selmân´dan da nakledilmiştir. Âlimler, âlimin zellesini gemide açılmış deliğe benzetmişlerdir. Bu delik sebebiyle gemi battığı zaman, içinde bulunan pek çok kişi de batmış olacaktır. İbn Abbâs şöyle der: "Âlimlerin sürçmesi yüzünden tebânın vay haline!" "Bu nasıl olur " dediklerinde şöyle açıklamıştır: "Âlim, kendi reyi ile birşey söyler. Sonra kendisinden Rasûlul-lah´ı (yani onun sünnetini) daha iyi bilen birini bulur ve kendi görüşünü terkederek onunkini alır; fakat tabileri (eski görüşüne tâbi olmaya) devam eder"[40]
Bu sayılan şeyler dini yıkabilecek özelliktedir. Âlimin zellesi belirtildiği gibidir ve geminin delinmesine benzetilmesi gerçekçi bir benzetiştir. Haksız hükmün durumu da açıktır. Peşine düşülen hevâya gelince, o diğerlerinin hepsinin esasım teşkil eder. Kur´ân ile mücâdele ise, eğer güçlü ve aşırı husumet sahibi biri tarafından yapılıyorsa en büyük fitnelerden biridir. Çünkü Kur´ân, gerçekten büyük bir güçtür ve onunla münafık dahi mücadele etse, iddiasını hak şekline dönüştürebilir ve o münâfıkm tevili doğrultusunda ona uyanlar çıkabilir. İşte bu yüzden Haricîler, ümmet hakkında büyük fitne olmuşlar ve birçokları onların fitnesine düşmüştür. Çünkü onlar yanlış iddialarım Kur´ân´a dayandırmışlar ve yaptıkları tevilleri akılla desteklemişlerdir. Bu yüzden de büyük bir fitne olmuşlardır. Haktan saptırıcı devlet başkanları da öyledir. Çünkü onlar, halk üzerinde sahip oldukları devlet gücü sayesinde hakkı bâtıla; bâtılı da hakka çevirmeye muktedir olurlar ve Allah´ın yolunu öldürürken, şeytanın yollarına ilgi uyandırırlar. İnsanlar için dünya fitnesinin tehlikeleri ise malumdur.
Konuyu özetleyecek olursak: Fiiller, eğer sözlü beyan ile bir arada bulunacak olursa, yalnız başına sözlü beyandan daha güçlü olur ve toplum içerisinde örnek konumda olan insanların bizzat kendileri hakkında fiillerine dikkat etmeleri gerekir; hatta bu husus göz önünde bulundurulduğu zaman, Örnek alınma durumunda olan ve beyan makamında bulunan herkesin bütün söz ve davranışlarını kontrol etmesi kendisine farz olur. Bu meyanda işlenecek şeylerin vaciple mendup ya da mubah olması; terke aileceklerin de mekruh ya da haram olması arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü onun fiil ve sözlerinin iki değerlendirme yönü vardır:
1. Kendisinin de mükelleflerden biri olması yönü. Bu açıdan baktığı zaman kendisi hakkında hükümler (vacip, mendup, mubah, mekruh, haram olmak üzere) beş kategoriye ayrılır.
2. Sözlerinin ve fiillerinin Sâri´ Teâlâ´nın koymuş olduğu hükümlerin açıklanması ve izahı şeklini alması yönü. Örnek alınacak bir konumda olması hasebiyle böyle bir kimsenin bütün fiil ve sözleri kendisi hakkında ya vaciptir[41] ya da haramdır; üçüncü bir hüküm yoktur. Çünkü o bu yönden beyan edici konumundadır. Beyan ise vaciptir. Bu durumda o,işlenilecek ya da söylenilecek birşey ise, genel olarak işlenmesi vacip fiil olacaktır. Eğer işlenmeyecek ya da söylenmeyecek birşey ise, onun da terki vacip ve işlenmesi haram olacaktır. Nitekim birazdan bu hususu Allah´ın izniyle açıklayacağız.
Ancak bu durum, kendisine uyulacak kimseye nisbetle beyana ihtiyaç duyulması halinde taayyün eder: Beyana ihtiyaç da; ya işleme ya da terketmenin hükmünü bilmeme halinde, ya hükmün aksini itikat etme durumunda ya da hükmün aksine itikat edildiğinin sanılması halinde olur.
İşlenmesi matlup olanlar: Bu kısmın beyanı, eğer vacip ise işlemek (fiil) ile ya da işlemeğe uygun düşen sözle olur. Mendup olup hükmü meçhul olanın durumu da aynıdır. Eğer mendup ise fakat vacip olduğu samlabilecek bir durumdaysa, onun beyanı terk iledir veya terk ile birleşen söz iledir. Kurban kesmenin terki, Şevvâl´den altı gün oruç tutmanın terki[42]vb. gibi. Eğer hakkında talep olmadığı sanılan ya da (ihmal ve önemsememe sonucu) tümden terkedilebileceği düşünülen birşey ise, onun da beyanı işlemekle[43] ve kesinlik zannı vermeyecek şekilde devamlılıkla olur. Bu zamanlarda unutulmaya yüz tutmuş sünnet ve menduplarm işlenmesinde olduğu gibi.
Terki matlup olanlar: Bunların beyanı, eğer haram ise terk ile ya da terk ile desteklenen söz iledir. Eğer mekruh ise ve hükmü bilinmiyorsa yine aynı şekildedir. Eğer (öyle olmadığı halde) haram olduğuna itikat edilebilecek ve beyanın da fiil ile olması tercih edilecek birşey ise, o zaman maksada kâfi en az miktarda ve en yakın şekil üzere fiil taayyün edecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır[44]"Zeyd, eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiğinde onlarla evlenmek konusunda mü´minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin[45] Cünüp olarak sabahlayan kimse hakkındaki hadiste de şöyle denilir: "Ben oruç tutmaya niyetli olduğum halde cünüp olarak sabahlarım [46] Ebû Bekir b. Abdirrahman hadisinde ise Hz. Âişe şöyle der: Ta Abdarrah-man! Sen Rasûlullah´m yapmakta olduğu şeyden yüz mü çeviriyorsun " O: "Hayır, vallahi!" der. Hz. Âişe: "Ben Rasûlullah hakkında şehadet ederim ki, o ihtilamdan değil, cinsî ilişkiden dolayı cünüp olarak sabahlardı ve sonra o gün oruç tutardı" demiştir.[47] Ümmü Seleme hadisinde de: "Benim de öyle yapmakta olduğumu ona haber verseydin ya"[48]buyurmuştur. İsmail el-Kâdî, Ziyâd b. Husayn´dan, o da babasından rivayet eder: İbn Abbâs´ı gördüm. Devesini sürüyor ve ihramlı olduğu halde şöyle bir recez tekrarlıyordu:
O, cimâı (nenik kelimesi) kinâyesiz ismi ile zikretmişti. Kendisine: "Ey İbn Abbâs! Sen ihramlı olduğun halde cima sözünü ağzına mı alıyorsun (Bu âyette geçen "rafes" sözcüğünün kapsamına girmez mi )" dedim. O: "Şüphesiz rafes, kendisiyle kadınlara yaklaşılan şeydir" dedi. Öyle gözüküyor ki, İbn Abbâs, böyle bir yanlış telakkinin var olduğunu gördü ve bunu izale etmek için de bu recezi söyledi ve soru üzerine de açıklamasını yaptı. Böylece haccla ilgili "felâ rafese velâ füsûka.[49] âyetininin mânâsını ve rafesten maksadın erkek ile kadın arasındaki ilişki olduğunu beyan etmiş oldu.
Eğer talep bulunduğu itikadı ya da işlenmesine devam edilmesi inancı doğabilecekse, o zaman onun beyanı, eğer bir esası yoksa, veya aslı olsa bile mubah kısmından ya da işlenmesi durumunda günah yok anlamındaki kısımdan bulunsa tümden terketmek yoluyla olacaktır. Nitekim İmam Mâlik´e göre şükür secdesinin[50] durumu böyledir. Keza yemekten önce ellerin yıkanması konusu da Abdulmelik b. Salih meselesinde İmam Mâlik´in beyan etmiş olduğu üzere böyledir. Bu inşallah ileride[51] gelecektir.
Kısaca geçen açıklama ve örneklerde[52] dikkate alınan husus, aşırı uçlardan ve sapmalardan kurtarıcı ve hak yola döndürücü maksada yeterli bir beyan şeklinin talep edilmesidir. Kim, selef-i sâlihın davranışları üzerinde düşünecek olursa, burada anlatılanlar Allah´ın izniyle iyice açıklık kazanacaktır. Bu genel beyanın bir de beş teklifi hükme ya da bir kısmına nisbetle açıklamasını yapmak zarureti vardır. Böylece amaçlanan hedefe tam olarak ulaşılmış olacaktır. Yardım istenilecek olan ancak Allah´tır. [53]
ALTINCI MESELE:
Mendup: Birşeyin gerçek anlamda mendup olarak yerleşmesi için, onun vaciple; ne sözde, ne fiilde, ne de itikatta eş tutulmaması gerekir. Eğer mendup söz, ya da fiilde vaciple eşit tutulacaksa bunun itikat açısından herhangi bir ihlâli getirmemesi gerekir. Bu hususu aşağıdaki noktalar açıklar:
1.
Vacip ile mendup arasını itikat açısından eşit tutmak yani vacip olmayan birşeyin vacip olduğuna inanmak ittifakla bâtıldır. Söz ya da fiil, vacip ile mendup arasında mutlak bir eşitleme[54] yapılması sonucuna götürecekse (zerîa), o zaman aralarının ayrılması vacip olur. Bu ise ancak sözlü beyan ve aralarında fark olduğunu gösteren fiil yoluyla yapılır. Bu fiil de, menduplarm devamlı olarak işlenmesini terketmek yoluyla olur. Zaten mendupîarın Özelliği de, onların devamlı olarak işlenilmeyişleridir.
2.
Hz. Peygamber insanları doğru yola iletmek ve kendilerine indirileni onlara açıklamak için gönderilmiştir. Onun bu görevinden olmak üzere (mendup ve vacibin arasım) sözlü ve fiilî beyanları ile açıklaması da vardır. Meselâ sadece cuma günü oruç tutmayı, yalnızca cuma gecesini ihya etmeyi yasaklamıştır.[55]Bir hadislerinde "Sizden biriniz namazından şeytana bir pay ayırmasın!" buyurmuştur.[56] Bunu İbn Ömer hadisi açıklamıştır: Vâsi´ b. Hibbân der ki: Namaz (kıldığım yer)den sol tarafımdan ayrıldım. Abdullah b. Ömer bana: "Seni sağ tarafından ayrılmadan alıkoyan şey nedir " diye sordu. Ben de: "Seni öyle gördüm ve senin yaptığın gibi yaptım" dedim. O: "İsabet ettin. Birileri ´Sağından ayrıl!´ diyor. Ben ise: ´Nasıl istersen öyle ayni; ister sağından, ister solundan.´ diyorum" Bazı hadislerde Hz. Peygamber´in vacip olmayan hükmü belirledikten sonra şöyle buyurduğu belirtilir: "Kim işlerse iyi yapmış olur; kim de işlemezse ona bir günah yoktur" Bedevi´nin: "Bana (bu bildirdiklerinden) başka bir yükümlülük varmı " diye sorması üzerine Hz. Peygamber cevap olarak: "Hayır! Ancak nafile olarak yapman müstesna" buyurmuştur.[57] Tertibe riayeti gerekli olmayan bazı hac fiillerinin birbirinden önce yapılması durumu sorulduğu zaman da: "Bir sakınca yok" buyurmuştur. Râvi diyor ki: O gün öne alman ya da tehir edilen şeylerle ilgili soruların hepsine: "Yap, bir sakınca yok!" diye cevap verdi.[58] Halbuki bazı fiillerin diğerinden önce yapılması, istenilen birşeydir; ancak bu vücup yoluyla değildir. Rasûlullah Ramazan´dan bir ya da iki gün önce oruca başlanmasını yasaklamış,[59] bayram günü oruç tutulmasını haram kılmış[60], uzletten (tebettül[61]) nehyet-miştir.[62] Halbuki âyette "Herşeyi bırakıp yalnız O´na yönel"[63] buyu-rulmaktadır. Visal orucunu yasaklamış ve: "Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını alın´[64] buyurmuştur. Oysa ki, hayırlı ameller ne kadar çok yapılırsa o kadar iyidir. Buna benzer daha pek çok aksi matlup bulunduğu halde Hz. Peygamber´ce söz, fiil ve takrirleri ile beyan edilmiş şeyler bu konuya örnek teşkil eder. Bunlar aslında matlup bulunduğu halde, farz olduğuna itikat edilir korkusuyla onları terketmiş ve verilen örneklerdeki gibi açıklamalarda bulunmuştur.
Bir başka tutum daha vardır: Şöyle ki: Hz. Peygamber işlemek istediği bazı amelleri, insanlar onunla amel ederler de üzerlerine farz olur korkusuyla terkederdi. Hz. Âişe şöyle demiştir: "Hz. Peygamber, kuşluk namazım asla kılmamışlar. Ben ise onu müstehap görüyorum"[65] Hz. Peygamber Ramazan gecesini ihya etmek (teravih namazı kılmak) üzere mescide çıkmış, insanlar etrafına toplanarak onunla birlikte namaz kılmışlar. Daha sonraki günler insanlar iyice çoğalınca, Hz. Peygamber onu terketmiş ve gerekçe olarak da insanların üzerine farz kılınacağından korktuğunu söylemiştir.[66] Bu gerekçe iki şekilde anlaşılabilir:
a) Vahiy yolu ile ve bütün insanlar üzerine farz kılınabilir korkusu.
b) Eğer devamlı olarak kılarsa, aslında farz olmadığı halde ümmeti içerisinden bazı kimselerin onun farz olduğu zannı-na kapılması korkusu. Bu gayet yerinde bir izah tarzıdır.[67]
3.
Sahabe, bu hususun şeriatta gözetilmiş olan esaslardan biri olduğunu kavrayarak, dinde ihtiyat üzere amelde buluna-gelmişlerdir. Onlar, kendilerine tâbi olunan örnek insanlardı ve bazı şeyleri terkederek, bu noktayı açıklamışlardı. Böylece o şeylerin terkinin - her ne kadar işlenmesi matlup olan şeyler ise de kişinin diyanetini zedelemeyeceğini beyan etmiş oluyorlardı.
Bu noktadan hareketle Hz. Osman, hilâfeti esnasında yolculuk sırasında namazları kısaltmadan kıldırmış ve ruhsat hükmünü ter-ketmiştir. Gerekçe olarak da şöyle demiştir: "Ben insanların önderiyim. Bedeviler, bâdiye halkı bana bakacak; iki rekat namaz kılıyorum, sonra namazın böyle farz kılınmış olduğunu söyleyecekler" Oysa ki müslümanların ekserisi yolculuk esnasında namazın kısalturnasının matlup olduğu[68] görüşündedirler.
Huzeyfe b. Esîd şöyle der: "Ebû Bekir ve Ömer´i gördüm; onlar insanlar vacip sanırlar korkusuyla kurban kesmezlerdi" Bilâl de şöyle demiştir: "Bir koç ya da horoz kurban etmişim; benim için fark etmez" Rivayete göre İbn Abbâs da kurban bayramı gününde iki dirhemlik et satın alırdı ve (âzâdlısı) İkrime´ye şöyle derdi: "Sana soran olursa, ´Bu İbn Abbâs´m kurbanıdır´ dersin". Halbuki İbn Abbâs zengindi. (İbn Mesûd da) şöyle demiştir: "Şüphesiz ki ben en varlıklılarınızdan olduğum halde komşular vacip sanmasın diye kurban kesmeyi terke diyorum" Ebû Eyyûb el-Ensârî de şöyle demiştir: "Biz kadınlarımız ve aile efradımız için kurban keserdik. İnsanlar bu yolla Öğünmeye başlayınca, biz de terkettik" Ashabın tavrı işte böyle. Kurbanın, kesilmesi matlup birşey olduğunda herhangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır.
İbn Ömer, kuşluk namazının bid´ât olduğunu söylemiştir. Bu iki şekilde izah edilebilir:
a) Ya onlar onu cemaat halinde kılıyorlardı.
b) Ya da, farz namazların akabinde kılınan sünnet namazlar şeklinde kılıyorlardı.
Kadınlar mescide gitmekten engellenmişlerdir. Halbuki: "Allah´ın (kadın) kullarını, Allah´ın mescitlerine gitmekten alıkoymayın´[69] şeklinde hadis vardır. Çünkü onlar kendilerini bir miktar gösterişe kaptırmışlar ve çıkışlarından endişe edilir hale gelmişler-di.[70]
4.
Müctehid imamlar da her ne kadar detaylarda farklı düşünseler de genel anlamda aynı esas üzerinde yürümeye devam etmişlerdir.
Meselâ İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe, aîti günlük Şevval orucunu mekruh görmüşlerdir. Bu, belirtilen endişeden dolayıdır. Halbuki bu konuda teşvik edici hadislerin bulunduğu sahih ve sabittir./Buna rağmen onlar, Ramazan orucundan sanılabilir endişesiyle bu orucu mekruh görmüşlerdir. el-Karâfî, bu korkunun Acem İçin vaki olduğunu söylemiştir.[71]
İmam Şafiî benzeri şeyi kurban kesme hakkında söylemiş ve onun vacip olmadığına zikri geçen sahâbîlere ait davranışları delil olarak kullanmıştır. İmam Mâlik´te bu kabilden zikredilen şeyler çoktur. Sedd-i zerîa ilkesi, onca makbul ve hem âdetlerde, hem de ibâdetlerde bidüziyelik gösteren bir esastır.
Bütün bu delillerin tümü, vacip ile mendubu birbirinden ayırmanın sözlerin ve fiillerin eşit durumda olmaları halinde şer´an maksûd olduğunu ve örnek alınma durumunda olan insanlardan onların matlup bulunduğunu[72] kesin olarak ortaya koyar. Keza itikat bakımından bu iki kışımın birbirinden ayrılması gereğini de kesin bir şekilde isbat eder.
Fasıl:
Mendup ile vacibi birbirinden ayırma çeşitli şekillerde olur:
1. Yeterli olması halinde sözlü beyanla yapılır.
2. Sözlü beyanın yeterli olmaması halinde fiil ile beyan edilir ve bu tür yerlerde asıl amaçlanan da budur. Beyan edici fiil, bazen mendup olan şeyin öncesinde, bazen beraberinde ve bazen de sonrasında olur.[73]Bunlarla ilgili örnekler konu esnasında geçmiştir. Farkın en çok ortaya çıktığı şey, hakkında nass bulunmayan keyfiyetler hakkında olmuştur. Hakkında nass bulunanlara gelince, onlar hakkında bir söz yoktur. Şu halde fiil, mendupla vacibi birbirinden ayırma konusunda sözden daha güçlüdür. Zira fiil, sözü ya tasdik ya da tekzip eder.
Fasıl:
Mendubun gerçek anlamda yerleşebilmesi için, onu işleme konusunda vaciple eşit tutulmaması gerektiği gibi, mutlak terk konusunda bazı mubahlarla beyansız eş tutulmaması da gereklidir. Çünkü eğer menduplar terk konusunda mubahlarla eş tutulacak olursa, bundan o mendubun terkinin meşru olduğu sonucu çıkar; mendubun mendup olduğu anlaşılmaz. Bu bir.
Bir husus daha var. O da şudur: Mendubun terki, küllî bir esasın ihlâli sonucunu doğurur. Bilindiği gibi menduplardan bir kısmı kül olarak ele alındığı zaman vacip olmaktaydı. Bu durumda onun mutlak terki, vacibin ihlâline sebep olur. Dahası mutlaka o mendubun işlenmesi, böylece onun mendup olduğunun insanlara gösterilmesi ve onların da işlemelerinin sağlanması gerekir. Bu, örnek konumunda olan kimselerden istenilen birşeydir. Nitekim selef-i sâli-hin durumu böyle idi.
Enes´ten gelen hasen bir hadiste şöyle denilir: Rasûlullah bana dedi ki: ´Yavrucuğum! Eğer kalbinde hiçbir kimse hakkında en ufak bir kötü düşünce olmadan sabahlamaya gücün yeterse bunu yap" Sonra şöyle buyurdu: ´Yavrucuğum! Bu benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi ihya ederse beni sevmiş olur. Kim de beni severse cennette benimle beraber olur[74]
Bu hadiste, sünnetle amel etmek, onu ihya sayılmıştır. Dolayısıyla sünnetin açıklanması sadece sözlü beyana has değildir. İmam Mâlik, hacıların Mekke´de Muhassab´a yani Ebtah´a inmeleri hakkında şöyle demiştir: "Ben imamlar ve örnek konumda olan insanlar için, orada konaklamadan geçmemelerini müstahap görüyorum. Çünkü bu onların bir görevidir. Zira bu, Rasûlullah ve halifeleri tarafından yapılmış birşeydir. Dolayısıyla imamlar ve örnek konumunda olan ilim adamları için onun bu sünnetini ihya etmeleri, bu fiilin tümden terke dilmeme si ve bunun sonucunda orada konaklama ile herhangi bir yerde konaklama arasında hüküm bakımından bir farkın olmadığı ve orada konaklamanın bir fazileti ^ bulunmadığı, dahası orada konaklamanın sevap getireceğine inanmanın caiz olmayacağı inancının doğmaması için, onu işlemeleri kendilerine bir görev olarak taayyün eder. Bâcî´nin nakli böyledir. İmam Mâlik´in mezhebinden anlaşılan, mendubun mutlaka mendup olmayandan ayrılması gerektiğidir. Bu da, onun işlenmesi ve böylece ortaya konulması yoluyla olacaktır.
Bazıları [Hz. Ömer, (Amr b. el-Âs´a) şöyle demiştir: "Hayret! Ey Âsî oğlu! Haydi sen elbiseler buldun; peki herkes bulabiliyor mu Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur. Bilakis gördüğümü yıkarım, görmediğim üzerine de su serperim (olur biter)"[75] şeklindeki] Hz. Ömer hadisi hakkında şöyle demişlerdir: Hz. Ömer, kendi fiil ve sözlerinin sünnet edinildiğini ve kendisine uyulan önder konumunda olduğunu bildiği için böyle yaptı. Yani bu fiilini, yaptığı şeyin görülmesini ve kendisinden alınmasını istediği için yaptı. Böylece bu, namaz için ayrı bir elbise külfetine girilmemesi ve elbiseyi yıkamak için namazın geciktirilmesi konusunda insanlara genişlik getiren bir esas oldu. Bu yüzdendir ki şöyle demiştir:
"Hayret! Ey Âsî oğlu! Haydi sen elbiseler buldun; peki herkes bulabiliyor mu Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur..." İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayıdır ki torunu[76] Ömer b. Abdulaziz, onun yoluna uymuş ve onun gidişatım benimsemiştir. el-Utbiy-ye´de şöyle nakledilir: Ömer b. Abdulaziz´e namazı biraz geciktirdiği söylendi. O: "Elbisem yıkandı da" diye cevap verdi. İbn Rüşd şöyle der: "Onun dünyaya karşı zühdü sebebiyle giydiğinden başka elbisesi olmaması muhtemeldir. Belki de vakit geniş olmakla birlikte başkasını almayı Allah´a karşı tevazu olsun diye terketmiş, böylece bu gibi konularda kendisine uyulmasını istemiş olabilir. Bunu yaparken de kendisi Hz. Ömer´in yaşantısını örnek almış olmaktadır. Zaten o, her konuda Hz. Ömer´in hâl ve gidişatını kendisine Örnek alma konusunda insanların en önde geleni idi.
Konumuzla ilgili olarak Mâverdî[77] de şöyle diyor: Namazı cemaatle kılmayı terketmeyi âdet haline getiren bir kimse, eğer onun bu alışkanlığının başkalarına da sirayet etmesinden endişe edilirse hâkim tarafından men ve te´dip edilir. O, Hz. Peygamber´inf bu konuda varid olan: "Ashabıma odun toplamalarını emredeyim.[78] hadisini de bu hükme delil olarak kullanmıştır. Keza bir ülke ahalisi namazı son vaktine kadar geciktirmeyi itiyat haline getirseler, hâkim onları meneder. Çünkü bütün insanların bunu itiyat haline getirmesi, yeni yetişen çocukların, namazın vaktinin öyle olduğu, daha öncesinde kılınamayacağı inancına kapılmasına sebep olur. Mâverdî daha başka benzer meselelere de işaret eder ve şu konu ile ilgili iki görüş nakleder: Köylüler, {sayı gibi) bazı yönlerden kendileri ile inikâd edip etmeyeceği konusunda ihtilâf edilen cuma namazının kılınması meselesinde muhtesibin köylülere müdahalesi söz konusu olur mu Bu muhtesibin kılınması görüşünde, köylülerin de kıhnmaması görüşünde oldukları zaman sözkonusudur. Muhtesibin reyi üzere kılınması görüşünün izahı, maslahatın dikkate alınmasıdır. Buna göre yeni yetişen çocuklar cumasız olarak büyürlerse, sayı dolduğu zaman dahi cumanın gerekmeyeceği düşüncesine sahip olurlar. Bu konu çok geniştir. Zikrolunan ve benzeri zikrolunmayan bu tür meselelerde beyanın takviyesi meyanında kabul edilecek şeylerden biri de, Ömer b. Abdulaziz´in Urve b. Iyâz ile aralarında geçen olaydır. O, iki gözü arasına hayzerâne (ok ya da kamış) ile dürttükten sonra, iki gözü arasındaki secde izini kastederek: "Senin hakkında beni aldatan şey bu. Eğer benden sonra bunun sünnet edinileceğinden korkmasaydım, emrederdim de secde mahalli oyulurdu" demiştir.
Alimler, bu anlayış üzerinde yürümüşler ve onu bidüziyelik gösteren bir esas kabul etmişlerdir. Bu anlayış, sonuç itibarıyla sedd-i zerâi´ ilkesine çıkar. Âlimler bilindiği gibi bu ilke konusunda bütün olarak her ne kadar detaylarında görüş ayrılığı olsa da ittifak halindedirler. Meselâ: "Ey iman edenler! Peygamber´e: (Bizi gözet anlamına ´çobanımız´ anlamında da kullanılabilecek) ´Râınâ´ demeyin[79]"Allah´tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah´a sövmesinler´[80]âyetleri gibi. İmam Mâlik, yalnız başına Şevval hilâlini gören kimsenin orucunu bozmaması görüşündedir. Çünkü eğer bozarsa bu, zaten oruç tutmamak için bahane arayan fâsıklar için bir sebep olur ve onu delil göstererek oruçlarını tutmazlar. İki yalancı şahidin karısını boşadığına dair şahitlik eden ve mahkemece birbirinden ayrıldığına karar verilen kimse hakkında da, boşanmış gözüken karısıyla ilişkide bulunmamasını insanlardan habersiz olması hali hariç söylemiştir. Ziyâd da, Basra ve Küfe camilerinde insanların namaz kılmaları konusunda bu mânâyı göz önünde bulundurmuştur. Onlar camide namaz kılarken secdeden başlarını kaldırdıklarında, yapışan toprak sebebiyle alınlarını siliyorlar di. Caminin zeminine çakıl döşenmesini emretti ve şöyle dedi: "Ara uzayınca, yeni yetişen çocukların secde izinden dolayı alnı silmeyi namazın sünnetlerinden sayabileceklerinden emin değilim" Ebû Cafer el-Mansûr ile İmam Mâlik arasında geçen Muvatta´ın kanunlaştırılması olayı da böyledir. Mansûr, insanları onunla amel etmeye zorlayacağını söylediği zaman, İmam Mâlik buna engel olmuştur. [81]İbn Ömer, kuşatıldığı sırada Hz. Osman´ın yanma girmişti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti: İbn Ömer:
" Bak şunlar ne söylüyorlar!" Hz. Osman:
" Ya kendini azlet ya da seni öldüreceğiz" diyorlar.
" Sen dünyada ebedî misin "
" Hayır!"
" Peki onlar seni cennete, ya da cehenneme sokmaya kadirler mi "
" Hayır!"
" Şu halde üzerindeki Allah´ın gömleğini çıkarma; yoksa bu bir âdet (sünnet) olur. Her ne vakit bir grup halifelerinden hoşlan-masa ya onu azlederler ya da öldürürler"
Ebû Cafer el-Mansûr, Îbnu´z-Zübeyr´in bina ettiği şekilde Hz. İbrahim tarafından atılmış asıl temeller üzerinde Kabe´yi yeniden inşâ etmek istemişti. Bu konuda İmam Mâlik´e danıştı. İmam Mâlik ona; "Allah aşkına ey mii´minlerin emiri, bu kutlu evi senden sonra gelecek hükümdarların elinde bir oyuncak haline getirme! Eğer öyle yaparsan her aklına esen, onda değişiklikler yapmaya kalkar ve insanların kalplerinden onun heybeti kaybolur gider" dedi ve onu bu düşüncesinden vazgeçirdi. Çünkü bu bir çığır olur ve içtihada dayansın dayanmasın uyulur ve hiçbir şekil üzere istikrar kalmaz. [82]
YEDİNCİ MESELE:
Mubahların, gerçek anlamda mubah olarak yerleşebilmesi için, menduplarla ve mekruhlarla bir tutulmaması[83] gerekir.[84] Çünkü eğer mubahlar, devamlı ve belli bir şekil üzere işlenmek suretiyle menduplarla müsavi tutulacak olursa, onların mubah değil men-dup oldukları kanaati uyanacaktır. Toprak zeminli camiden secdeden kalkınca alnın silinmesi, Hz. Ömer´in, ihtilâm sonucunda başka bir elbise giymek yerine elbisesini yıkama yolunu tercih etmesi örneklerinde geçtiği gibi. Iyâz, İmam Mâlİk´ten nakleder: O (yani İmam Mâlik) Medine emiri bulunan Abdulmelik b. Salih´in yanma girer. Bir süre oturur. Sonra (el yıkamak için) su ve yemek getirmelerini söyler. İmam Mâlik´i kastederek: "Önce Ebû Abdillah´tan başlayın!" der. İmam Mâlik kendisini kastederek : "Ebû Abdillah elini yıkamayacak" der. "Niçin " diye sorar. İmam Mâlik: "Bu memleketimizde yaşayan ilim adamlarının yap agel dikleri birşey değil. Bu bir Acem âdeti. Hz. Ömer, yediği zaman elini ayağının altına silerdi" der. Abdulmelik: "Ey Ebâ Abdillah! Terke diyorum" diye karşılık verir. İmam Mâlik: "Evet vallahi!" der. Abdulmelik b. Salih, bir daha öyle yapmaz. İmam Mâlik şöyle der: "Biz insana, elini yıkamamasını emretmeyiz. Ancak bu sanki bir vacip gibi telakki edilirse işte o zaman iş değişir. Acem geleneklerini (yabıncı hayranlığını) öldürün; Arap âdetlerini ihya edin. Hz. Ömer´in: *Zor hayat tarzını seçin, haşin giyecekler giyin, yalın ayak yürüyün; acem giyim-kuşa-mından sakının[85] dediğini işitmediniz mi "
Aynı şekilde terk konusunda da mubahlarla mekruhlar eşit tutulursa, o şeyin mekruh olduğu inancı doğabilir. Meselâ Hz. Peygamber keler yemeyi sevmiyordu. Sebebini soranlara: "O benim memleketimde bulunmaz. Bu yüzden onu yemeyi içim çekmi-yor´[86] buyurmuş, sofrasında da yendiği için hükmü belli olmuştu. Hz. Peygamber´e içerisinde sarımsak bulunan bir yemek takdim edilmişti, ondan yemedi. Ebû Eyyûb -yemeği gönderen zat^-"Yâ Rasûlallah! Haram mı ki " diye sordu. Rasûlullah"Hayır! Ancak ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmıyorum"[87]buyurdu. Bir rivayette de ashabına "Siz yiyin. Çünkü ben sizin gibi değilim. Ben dostuma (yani Cibril´e) eza vermekten çekiniyorum[88] buyurmuştur. Hadiste rivayet edildiğine göre, Şevde bt. Zem´a, Rasûlullah´m kendisini boşayacağından korktu ve ona "Beni boşama, nikahında tut ve benim günümü Âişe´ye tahsis et" dedi. Hz. Peygamberf de öyle yaptı.[89] Bunun üzerine "Aralarında anlaşmaya çalışmalarında kendilerine bir vebal yoktur" âyeti indi.[90]Bu bir te´dib idi ve genelde hoş görülmeyen ve bunun sonunda sanki mekruh gibi görünecek olan mubah bir durumun[91] hem sözle hem de fiil ile yapılmış bir beyanıydı. Menduplarm gerçek anlamda yerleşmesi ile getirilen deliller bu konu hakkında da geçerlidir. [92]
SEKİZİNCİ MESELE:
Mekruhların gerçek anlamda yerleşebilmesi için ne haramlarla ne de mubahlarla eşit tutulmamaları gerekir.
Haramlarla eş tutulmamalıdır; çünkü eğer mekruh haram mesabesinde tutulursa o zaman onun haram olduğu inancı doğar ve belki zamanla bilmeyen kimseler için o şeyi terketmek vacip halini alır.
İtiraz: Bu hususun beyanı için mekruhun işlenmiş olması gerekir. Halbuki o, yasaklanmış şeyler kapsamındadır.
Cevap: Beyan durumu daha güçlüdür. Bazen kesin yasak bile, üstün bir maslahat varsa işienebiîmektedir. Meselâ, zina eden kimsenin suçu gerçekten işleyip işlemediğinin tesbiti için ona çeşitli sorular yöneltilmesi bu kabildendir. Hadiste geldiği üzere, Hz. Peygamber zina ikrarında bulunan kimseye çeşitli sorular yönelttikten sonra ´Sen onu şey[93] ettin mi " diye kinâyesiz açıkça o fiilin ismini zikretmiştir.[94] Halbuki aynı sözün beyan sadedinde olmaksızın zikredilmesi mekruh ve âdaba aykırıdır. Ancak burada, hükmün ortaya çıkması için açıkça söylenmesi gerekmektedir ve beyan yönü daha güçlü olmaktadır. Dolayısıyla üzerine terettüp edecek şey hoşgörülür ve bağışlanır. Burada da durum aynıdır. Hz. Âişe´nin, Rasûlullah jile birlikte yaptığı şeyi yani guslün gerekmesi için sünnet mahallinin girmesinin yeterli olduğunu haber vermesine baksanız a! Keza Hz. Peygamber´in Ümmü Se-leme´ye "Benim de öyle yaptığımı haber verseydin ya[95] buyurması da böyledir. Burada Hz. Âişe´nin bildirdiği, Hz. Peygamber´in bildirmesini istediği şeyler, ayıp şeyler olup, beyan sadedinde olmadığı zaman söylenmesi yasaktır. Daha önce, ihramlı olduğu halde İbn Abbâs´ın cimâdan bahseden recez söylediği geçmişti.[96] Beyan sadedinde olduğu zaman, bu gibi şeylerde bir beis görülmemektedir.
İkincisine yani mekruhların, mubahlarla eş tutulmaması kısmına gelince; mekruhlar devamlı surette işlenir ve onlardan kaçınılmaz ise, o mekruhların mubah oldukları inancı doğar ve bilmeyenlere göre onun hükmü mekruhluktan mübahlığa dönüşür. Bunun beyanı, değiştirme ve uygun bir şekilde te´dib (zecr) yoluyla olur.[97] Özellikle de sünnet edinilebilecek mekruhlar karşısında bu tavır daha belirgindir. Bunlar, mescitlerde ve dinî amaçlı toplantı ve derneklerin olduğu, çoğunluk halkın bir arada bulunduğu yerlerde işlenen mekruhlardır.[98] İşte bu noktadan hareketledir ki İmam Mâlik, Rasûlullah´ın mescidinde herhangi bir mekruh işleyen kimseye karşı çok şiddetli tepki gösterirdi. Hatta o, sevap kasdı ile mubah işleyen kimselere dahi sert çıkardı. Nitekim birinde, sıcaktan ridasını Önüne koyan bir kimsenin te´dib edilmesini emretmişti.
Fasıl:
Buraya kadar geçen meselelerden hem fikıh (furû´) hem de usûl ile ilgili kaideler doğar: .
Bunlardan biri şudur: Mendup olan bedenî ibadetlerden herhangi birini kendisi için iltizam edinen bir kimsenin, eğer gözlerin kendi üzerinde olduğu bir kimse ya da benzeri biri ise câhillerin, o ibadetin vacip birşey olduğunu zannedecekleri şekilde devamlılık göstermesi uygun değildir. Aksine böyle birinin bazı vakitlerde o ameli terketmesi ve böylece onun vacip olmadığının bilinmesi uygun olur. Çünkü tekrarlanmakta olan vaciplerin özelliği, o şeyin iltizam edilmesi ve ihmal edilmeksizin sürekli olarak vaktinde yapılmış olmasıdır. Nitekim mendubun Özelliği de, sürekli yapılmamasıdır. Eğer devamlı yapılacak olursa, o zaman vacip için sözko-nusu olan Özelliği kazanmış olacağından yanlış değerlendirmelere meydan verecek, belki zamanla kendisi de o mendubu vacip kabul edecek ve bu şekilde devam edecek, sonunda da sapıtacaktır.
Aynı durum şu hususlarda da geçerlidir:
1. İbadetin, illâ da belli bir keyfiyet üzere ifasının iltizam edilmesi.
2. Bir başka ibadetin ya da ibadet olmayan başka bir unsurun eklenmesi sebebiyle, bu hallerde bulunmayan mânâların ortaya çıkması.
3. Mubahın çeşitli şekillerde ifâsı mümkün iken illâ da içlerinden bir şeklin seçilip, hep o şekil üzere devamlılık gösterilmesi ve diğer şekillerin terkedilnıesi.
4. Bazı mubahların, belli bir gerekçe olmaksızın meşru hükmün terk olduğu intibaını verecek şekilde terkedilmesi.
Bu noktadan hareketle Hz. Ömer, minberde secde âyetini okumuş, sonra insanlarla birlikte secde etmişti. Bir başka defasında yine okumuştu. Yerine yaklaştığında, insanlar secde etmek üzere hazırlandılar, fakat Hz. Ömer secde etmedi: "Allah Teâlâ, bunu bize yazmamıştır; ancak dilersek yapmamız hali müstesna" dedi.
İmam Mâlik´e, abdest alınırken besmele çekilmesi soruldu. O: "Hayvan boğazlamak mı istiyor " diye takılarak, soruya verilecek cevabın sanki bu konuda güçlü bir talep olduğu şeklindeki beklentisine tepki göstermiş oldu.Yine Hz. Ömer´den abdest hakkında: "Ha sağımızdan başlamışız, ha solumuzdan başlamışız, bizce önemli değil" dediği nakledilmiştir. Halbuki her şeyde sağdan başlamak müstehaptır.
Birinci kısma yani ibadetin, illâ da belli bir keyfiyet üzere ifâsının iltizam edilmesine örnek olarak, İmam Mâlik´in namazda kıyamda iken ayakların hiç oynatılmamasma gösterdiği tepkiyi verebiliriz.
İbadet olmayan başka bir unsurun ibâdete eklenmesine örnek, Mâverdî´nin naklettiği secdeden kalktıktan sonra alnın silinmesi ile Hz. Ömer´in ihtilam olduğunda elbisesini değiştirmeyip yıkamayı tercih etmesi ve "Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur. Bilakis gördüğümü yıkarım, görmediğim üzerine de su serperim (olur biter)" demesidir.[99]
Mubahın çeşitli şekillerde ifâsı mümkün iken illâ da içlerinden bir şekli seçip, hep o şekil üzere devamlılık gösterilmesi ve diğer şekillerin terkedilmesine örnek olarak da, İmam Mâlik´ten nakledilen E334] şu olayı gösterebiliriz: Ona abdest alınırken bir kere yıkanmasının hükmü sorulmuştu: "Hayır, abdest ikişer ikişer veya üçer üçer (yıkamakla) olur" diye cevap verdi. Halbuki hem abdestte hem de gu-sülde belli bir sayı değil de, istenilen organların iyice yıkanmış olması (isbâğ) esas kabul edilmişti. el-Lahmî bunu şöyle izah eder: "Bu bir ihtiyat ve koruma şeklidir. Çünkü sıradan biri, örnek olan kimseyi birer kere yıkayarak abdest alır halde görünce, kendisi de aynı şeyi yapacaktır. Belki bir kerede organlarını tam olarak yıka-yamayacak, bu yüzden abdestsiz namaz kılma durumuna düşecektir"
Bu gibi örnekler çoktur.
Bütün bunlar, insanların yanında yaptığı zaman ve o fiili işleyene başkalarının uyabileceği ihtimalinin bulunması halinde söz konusudur. Böyle olmaz da kişi kendi başına, kimsenin görmeyeceği şekilde ve yaptığı şeyin de dindeki hükmü ne ise ona itikat ederek işlemesi durumunda bir sakınca yoktur. Nitekim müteahhir âlimler Şevvâl´den altı gün oruç tutma hakkında, kim bunu kendi kendine onun sahih olacağına itikat ederek tutarsa, bu sahih olur, demişlerdir. Keza İmam Mâlik bir kere yıkanarak alınan abdest hakkında: "Bunu, ancak abdest ahkâmını bilen bir kimse için caiz görürüm" demiştir. el-Lahmî´nin izahı, kişinin kendisine tâbi olunmayacağı bir yerde yapması halinde bir sakınca olmayacağını ve onun mezhep üzere hareket etmiş olacağını göstermektedir. Çünkü İmam Mâlik´in abdest hakkındaki aslı, bir sayı tahdidinin bulunmadığı, asıl maksadın organların tam olarak yıkanmış olması şeklindedir. Ama bir kere yıkamayı iltizam eder ve o şekli hiç terket-mez ise, o zaman bunun insanların gözü önünde olması uygun olmaz. Çünkü devamlı olarak insanların gözü önünde öyle yapacak olursa, muhtemelen bilgisiz insanlar onun vacip veya matlup, ya da terki caiz olmayan birşey olduğunu zannedeceklerdir. Halbuki şer´an o öyle değildir. Dolayısıyla izhar etmesi durumunda mutlaka o kişinin, o şekli devamlı olarak iltizam etmediğini göstermesi, iltizamı halinde de onu izhar etmemesi gerekecektir. Bu, Deliller bölümünün evvelinde zikredilen şart[100] üzere olacaktır.
İtiraz: Bu, daha önce ortaya konan amellerin devamlılığına yönelik Şâri´in kasdına ters düşer. Hz. Peygamber bir amel işlediği zaman onu iyice ortaya kordu.
Cevap: İtiraz varid değildir. Çünkü devamlılık vasfı, hiç terke-dilmeyen birşey hakkında kullanıldığı gibi, çoğunlukla yapılan şey hakkında da kullanılır. Dolayısıyla birşeyin bazı vakitlerde terkedilmiş olması, onu devamlılık vasfından çıkarmış olmaz. Nitekim biz, sahabenin kurban kesmeyi bazı vakitlerde terketmeleri hakkında, onların kurban kesme konusunda müdavim olmadıklarım söylemiyoruz. Şu halde devamlılık vasfının sahih olabilmesi için, asla terk durumunun olmaması şart değildir; şart olan lügat bakımından ism-i fail kalıbının kendisine hakikat anlamda kullanılması sahih olabilecek ölçüde çoğu zaman o şeyi yapar olması veya ekseriyettir.
Sûfiyye, seyrü sülükte, vacip olmayan bazı şeyleri iltizam etmiş, hatta işleme konusunda vacip ile mendup; terk konusunda da mekruhla haramı eşit tutmuşlardır. Dahası terk konusunda bir çok mubah ile mekruhları dahi eşit kabul etmişlerdir. Bu tarz, onların gidişatlarının esası olmuştur. Özellikle de ruhsatların alınmasını terketmişlerdir. Zira onların tuttukları yolun gereklerinden biri de, sâlik için - -seyrü sülük halinde olması hasebiyle ruhsatlara kendisini kaptırmaması ve diğer insanlar için gerekli olmayan şeyleri iltizam edinmesidir. Onlar tarikatlarını, kendileri ve müritleri arasında sırlarını saklamak ve hiçbir şekilde onları izhar etmemek, seyrü sülük için üstlenmiş oldukları vazifeler ve mücâhede halleriyle halvete çekilmek üzere kurmuşlardır. Çünkü bunlar kendilerini görüp de maksatlarını anlayamayacakların; vacip olmayanı vacip, caiz olanı caiz değil veya matlup sanmalarından ya da kendi hallerine muttali olanların haklarında kötü zanna düşebileceklerinden korkmuşlardır. Dolayısıyla bu konuda onları suçlamamak gerekir. Nitekim onlar vecd hallerine ait sırlarını sakladıkları için de kınanmazlar. Zira onlar, bu esasa[101] dayanmaktadırlar. Onlardan bazılarının ya kendilerine galebe çalan bir vecd halinden dolayı, ya da bazılarının görüşlerini sahih başka bir esas üzerine bina etmeleri sebebiyle bu aslı ihlâl etmeleri yüzünden, bir yanda ulemâdan pek çoğunun onlara karşı suizan beslemesi kapısı açılırken, Öbür taraftan da cahillerin onların maksatlarını anlayamamaları, kas-tetmemiş oldukları şeyi anlamaları kapısı aralanmıştır. Bunların hepsi de mahzurludur. [102]