saniyenur
Tue 7 August 2012, 03:28 pm GMT +0200
Mucize Talebi
Mekke'li müşrikler Hz. Muhammed'den peygamberliğini destekleyecek mucizeler (âyetler-alâmetler) istediler; ancak onlara Rasûlullah'in vazifesinin onların istedikleri şeyleri üretmek değil, insanları Allah'ın yoluna davet etmek olduğu söylenmiştir. Kaldı ki, kendisinden istenen şeyleri yapmak onun elinde de değildi. Kur'ân-ı Kerîm, müşriklerin bu tür mucize taleplerini defalarca reddederek Kur'ân'dan daha büyük ne gibi bir mucize olabileceğini sormuştur: "Onlara bir âyet getirmediğin zaman; '(Öteki âyetleri surdan burdan topladığın gibi) bunu da toplasaydın ya!' derler. De ki: 'Ben, ancak Rabb'imden bana vahyolunana uyuyorum. Bu (Kur'ân), Rabb'inizden gelen basiretler (gönül gözlerini açan nurlar)dır ve inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmettir!" (7: 203). Bu âyet niye mucizeler gösterilmediğini açıkça izah etmektedir. Birincisi, Peygamber'in bunun üzerinde herhangi bir kontrolü yoktur ve o, talep edildi diye veya insanların ihtiyaç hissettiklerini anladığı için mucizeler yaratabilecek konumda da değildir. O sadece bir tebliğcidir ve onun vazifesi kendisini gönderen Yüce Varlığa ulaştırmada Rehberlik etmektir. İkincisi, Hz. Peygamber, inkarcılara, mucizeler talep etmek yerine kendilerine gönderilen Kur'ân'ı ciddî şekilde mütalaa etmelerinin kendileri için daha akıllıca bir iş olacağını söylemektedir (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 100).
Bu durum inkarcılara defalarca açık açık izah edilmiştir. Onlar ise hiçbir zaman Kur'ân'ı ve Peygamberin Vazifesini anlama gayreti İçinde olmadılar; küfür bataklığının içine yuvarlandıkça yuvarlandılar. Hz. Peygamber bu insanların bu ya da şu şekilde İslâm'a girmelerini çok arzuluyordu. Bu endişe ve arzu içinde, buna bazı âyetlerin (alâmetlerin-mucizelerin) yardımcı olabileceğini düşünüyordu, ancak Allah tarafından ona bu konuda şöyle hitapta bulunuldu: "Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi (yapabilirsen) yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da göğe çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin. Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı, o hâlde câhillerden olma! Ancak kulak verenler (çağrıya) gelir; ölülere gelince Allah onları diriltir, sonra O'na döndürülürler." (6: 35-36). Hz. Peygamber'e burada onların inkârı kendisini üzüyorsa da, onları İslâm'a getirme konusunda bir şey yapamıyacağı söylenmektedir: "İnatlan karşısında sabırsızlık gösterme, vazifeni bizim çizdiğimiz yolda ısrarla yerine getirmeye devam et. Eğer bu vazife mucizelerle yerine getirilecek olsaydı, bunu bizzat kendimiz yapamaz mıydık? Fakat istenilen zihnî ve ahlâkî inkılâbın gerçekleşmesi ve senin oluşturmak üzere bir elçi olarak seçildiğin muttaki toplumun kurulması için bu yolun uygun olmadığını biz biliyoruz. Bununla birlikte, eğer kayıtsızlıklarının ve inkârlarının yol açtığı gönlünün acısına katlanamıyorsan ve kabul edebilecekleri apaçık bir âyetin onların zihinlerinde ve gönüllerindeki katılığı kırabileceğini düşünüyorsan, o zaman kendin Öyle bir alâmet/âyet getirmeye uğraş; gücün yeterse yeri del, geç veya göklere çık. Fakat sünnetimizde böyle bir şeye yer olmadığından bu arzunu yerine getirmemizi Biz'den bekleme." Bu, Allah'ın gayesinin tek tek her insanın şu ya da bu şekilde Hidâyet'i kabule zorlanması olmadığını belirtmek içindir. Allah'ın iradesi böyle olmuş olsaydı, o zaman insanları melekler gibi, ta doğuştan muttaki ve sâlih olacak şekilde yaratırdı. O vakit de peygamberler ve kitaplar göndermeye gerek kalmazdı (The Meaning of the Qur'an, c. VI, sh. 108).
Rasûlullah'in ve peygamberliğin amacı bu değildi; Allah bunun için insanları Hidâyete eriştirmede Kendi uygun gördüğü yolları uygulamaya geçirtmiştir:
"Andolsun biz bu Kur'ân'da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık, ama insanlardan çoğu, inkârda direttiler. Dediler ki: 'Yerden bize kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayız. Yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı, aralarından ırmaklar akıtmalısın! Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmeli-sin, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin (onlar, senin doğru söylediğine şahitlik etmelidirler)! Yahut altın bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Maamâfih, sen, bizim üzerimize, okuyacağımız bir Kitap indirmedikçe senin (tek basma) göğe çıkmana da İnanmayız!' De ki: '(Bu gibi hayalleri teklif etmekten) Rabbimi tenzih ederim! (hâşâ, ben O'na böyle şeyler yapmasını teklif edemem.) Ben, sadece elçi ol(arak gönderil)en bir insan değil miyim?" (17: 89-93).
Bu âyet, Peygamber'e inanmaları için ondan peygamberliğine delil olacak mucizeler isteyen inkarcıların talebini kati suretle reddetmektedir. Eğer Peygamber'in iddiasının sahihliği hakkında gerçekten ve samimi olarak bir hüküm vermek istiyorlarsa O'nun Tebliğinin muhtevasına bakarak bir hükme varmalıydılar. Eğer bu tebliğin Hakikate dayandığına ve tamamıyla akılcı olduğuna ikna olduysalar onu saçma sapan isteklerde bulunmadan kabul etmeli İdiler. Diğer yandan, onda herhangi bir eksiklik bulurlarsa onu red-detsinlerdi. Eğer iddialarının doğru olup olmadığını denemek istiyor İdiyseler, Hz. Peygamber'in bir insan olarak davranışına, ahlâkına ve dâvetine bakarak hükmedebilirlerdi. Bunları yapmak yerine, ondan yerden kaynaklar fışkırtmasını veya göğü parça parça üstlerine düşürmesini istemeleri saçmalık değil midir? Peygamberlikle bu gibi şeyler arasında acaba ne gibi bir ilgi ve bağ vardır? (The Meaning ofthe Qur'an, c. VI, sh. 167-168).
Kur'ân bu delilini Bakara sûresinde, şu şekilde tekrar etmektedir: "Bilmeyenler dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi?' Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik. Doğrusu Biz seni, hak ile, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennem halkından sen sorumlu değilsin." (2: 118-119). Bu âyetlerde, Kur'ân, inkarcılardan gözlerini açıp, dikkatle bakmalarım istemiştir; bu takdirde Hz. Peygamber'in şahsında en parlak âyeti (mucizeyi) göreceklerdir. Onun bütün iffetli ve asıl hayatı onların arasında geçmiştir ki, bu bile tek başına onun Allah'ın peygamberi olduğunun açık delili (âyeti)dîr. Bunun İçin onların başka bir delile (âyete, mucizeye) ihtiyaçları yoktur (The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 106-107).
Daha sonra Rad sûresinde şu âyeti görmekteyiz: "İnkâr edenler diyorlar ki: 'Ona Rabb'in-den bir âyet (mucize) indirilmeli değil miydi?' Sen ancak bir uyarıcısın, her toplumun bir yol göstericisi vardır." (13: 7). Burada inkarcıların zihniyetine işaret edilmiştir. Onlara göre Hz. Muhammed'in doğruluğuna hükmetmeleri için tek geçerli ölçü onun mucize gerçekleştirmesiydi. Çünkü onlar onun öğretilerini akılcı münazara yoluyla değerlendirmeyi değil, peygamberliğine delil olarak mucize istiyorlardı. Onlara bu mantıksız istekleri ile ilgili doğrudan bir cevap verilmedi, ancak onların mucize taleplerine aldırış etmeksizin vazifesini sürdüren Hz. Muhammed vasıtasıyla dolaylı bir cevap verildi. Çünkü inkarcıların akıbetinin ne olacağı onun vazifesi ile ilgili bir şey değildi.
En'am sûresi bu konuya şöyle değinmektedir: "Dediler ki: 'Rabb'inden bir mucize indirilmeli değil miydi?' De ki: 'Şüphesiz Allah bir mucize indirmeye Kadirdir, fakat çokları bilmezler." (6: 37). Bu âyet Allah'ın peygamberine niçin mucizeler göndermediğini izah etmektedir. Bu, Allah buna muktedir olmadığı için değildir, ancak bunda onların anlayamadıkları Allah'ın Hikmeti vardır, bu sûrenin diğer âyetlerinde açıklandığı üzere (6: 8-9), eğer Allah onlara mucizeler gönderirse artık doğru yola dönmeleri için mühlet tanımayacaktır. İkincisi, Allah insanları mucize ve benzeri yollarla İslâm'a girmeye zorlamaz, ancak Tebliğini kendi arzularıyla kabul veya reddedecekleri sabit bir imtihan süresi verir. Üçüncüsü, Allah, bu dünya şartlarına uygun olarak onlara bahşetmiş olduğu muhakeme ve anlayış kabiliyetleri vasıtasıyla inanmalarını istemektedir. O imtihan dönemi bitmeden önce mucizeler yoluyla Gayb'ın kapılarını açmak niyetinde değildir. (The Meaning of the Qur'an, c. VI, sh. 98-99). Bu durum Bakara süresinde açıkça belirtilmiştir: "Onlar, bulut gölgeleri içinde, Allah'ın azabının ve meleklerin tepelerine İnip işin bitmesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a dönecektir." (2: 210).
Bu âyet Allah'ın elçileri ve onların vazifeleri ile ilgili temel Hakikati açıklamaktadır: Allah insanı, bir imtihandan geçmesi için bu dünyaya göndermiştir. O, rasûlleri vasıtasıyla Hakk'ı (İslâm'ı) vahyetmiş ve insana bu gerçeğe inanma veya inanmama, inandıktan sonra ona teslim olma veya olmama hürriyetini vermiştir. O, hakikati insandan gizli tutar ve gönderdiği elçiler, kitaplara ve peygamberlerin gösterdiği âyetler (mucizeler-belgeler) ışığında, o gerçeği, mantığım ve aklını kullanarak değerlendirip hüküm vermeyi insana bırakır. Allah, hakkı hiçbir zaman herkesin kayıtsız şartsız kabul edeceği bir şekilde çırılçıplak gözler önüne sermez; çünkü, o zaman imtihan diye bir şey sözkonusu olamaz ve başarı veya başarısızlık kavramları manâlarını kaybederler. Bundan dolayı Allah insanları şöyle uyarmaktadır: "Allah'ın melekleri ile birlikte tüm azameti ile önünüze çıkacağı günü beklemeyin. O zaman sizin için azâb mühürle onaylanmış olacak ve hiçbir şansınız da olmayacaktır. O zaman iman ve itaat etmenin hiç bir anlamı kalmayacaktır. İman ancak, gerçek, sizin duyularınızdan gizli igayb) iken ve siz aklınız ile muhakeme edip, hiçbir zorlama olmaksızın onu kabul ederek ahlakî seviyenizi gösterdiğinizde değer kazanır. Allah'ı, istiva ettiği Arş'ta gözlerinizle görüp, yerde ve gökte görevli melekleri müşahade ettiğiniz ve kendinizi tamamen O'nun kudreti altında hissettiğiniz zaman, iman ve itaatin hiçbir değeri olmayacaktır. O zaman inatçı kâfirler ve en büyük günahkârlar bile inanmama veya isyana muktedir olamayacaktır. Fakat iş işten geçmiş olacaktır; çünkü imtihanın süresi dolmuştur. Perde kaldırılıp Hakikati herkes gözleriyle görebildiğinde, kimseye şans tanınmayacak ve artık imtihan olmayacaktır; çünkü artık Hüküm Günü gelmiştir." (The Meaning ofîhe Qur'an, c. I, sh. 156).
Ancak inkarcılar şu şekilde tartışıyorlardı: "Eğer kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklar diye, bütün güçleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: 'Mucizeler, ancak Allah katındadır.' Hem bilir misiniz o (mucize) gelmiş olsa da onlar yine inanmazlar? Gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz, ilkin ona inanmadıkları gibi (mucizeyi gördükten sonra da inanmazlar) ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar. Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve herşeyi toplayıp karşılarına ge-tirseydik, Allah dilemedikten sonra yine inanmazlardı; fakat çokları (bunu) bilmezler." (6: 109-111). Yani, "bâtılı reddedip, kendi hür ve serbest iradeleriyle Hakk'ı kabul etmeyeceklerinden kendilerine Hakk'ı izletmek için kalan tek alternatif Allah'ın zorlamasıdır. Bunun için de, yaptıklarından sorumlu olmayan diğer türler gibi, kendilerini düşünce ve tatbik hürriyetinden mahrum bırakacak şekilde Allah'ın mahiyetlerini değiştirmesi gerekmektedir. Fakat bu, insanın yaratılışına aykırıdır. Dolayısıyla, Allah'ın, mucizeler şeklindeki olağandışı bir müdahaleyle onları inandırması beklenmemelidir." (The Meaning of the Qur'an, c. VI, sh. 143).
Kur'ân Mucizesi: İnkarcılara Peygamber'in en büyük mucizesinin Kur'ân olduğu tekrar tekrar söylenmiştir. Eğer gören gözleri ve düşünen beyinleri varsa Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve vazifesine dair apaçık gerçek belgeler görecektirler. Taha sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Dediler ki: 'Bize Rabb'inden bir âyet (mucize) getirmeli değil miydi?1 Onlara, önceki Kitab'larda bulunan deliller gelmedi mi? Şayet onları, ondan önce bir azâb İle helak etseydik: 'Rabbimiz! Bize bir elçi gönderseydin de, böyle alçak ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!' derlerdi." (20: 133-134). Böylece inkarcılara deliller açıkça sunulmuş, kendi İyiliğini gerçekten düşünen kişiler için artık şüpheye mahal kalmamıştır. Onlara eğer gerçekten mucize (âyet) istiyorlarsa onu Kur'ân'da bulabilecekleri söylenmiştir. Yine Ankebut sûresinde, şu ifadeleri görmekteyiz: "İşte sana, (kendisinden önceki Kitabları doğrulayan) böyle (bir) Kitap indirdik. Kendilerine Kitab verdiklerimiz, ona inanırlar. Şunlardan, (şu Araplardan) da ona inananlar vardır. Ayetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez." (29: 47). Daha sonra onlara tekrar aradıkları âyetlerin (mucizelerin) Kur'ân'da olduğu şu âyetlerde ifade edilmektedir: "Hayır, o (Kur'ân), kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde (ışıldayan) açık açık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi, zâlimlerden başkası inkâr etmez. Dediler ki: 'Ona Rabb'inden âyetler (mucizeler) indirilmeli değil miydi?' De ki: 'Âyetler (mucizeler) Allah'ın katındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım?' Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz, onlara yetmedi mi? Şüphesiz iman eden bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır." (29: 49-51).
Yani hiç okuma-yazması olmayan birinin, birdenbire, hiç kimse onu daha önce herhangi bir hazırlık yaparken görmediği hâlde olağanüstü nitelik ve özelliklere sahip Kur'ân gibi bir kitap getirmesi ve onu insanlara sunması, aslında bilgi ve hikmete sahip insanlar için o kimsenin peygamberliğinin apaçık delilidir. Tarihte büyük diye anılan kişilerin hayat hikâyesi incelendiğinde, çevresinde onun kişiliğini şekillendiren ve yaşadığı sürece kendisinden kaynaklanan mükemmellikler için onu hazırlayan faktörler bulunabilir. Her zaman onun çevresi ile kişiliğini oluşturan yönler arasında açık ilişkiler vardır. Fakat Hz. Muhammed'in çevresinde onun gösterdiği mükemmmelikler ve mucizelere kaynak teşkil edebilecek hiçbir şey yoktur. Onun durumu sözkonusu olduğunda, ne o dönemdeki Arap toplumunda, ne de Arabistanın ilişkide bulunduğu komşu toplumlarda Hz. Muhammed'in kişiliğini oluşturan yönlerle uzaktan bile ilişkisi olan faktörler bulmak imkânsızdır. İşte bu gerçeğe dayanılarak burada Hz. Muhammed'in kişiliğinin sadece bir tek âyet değil, bir çok âyet olduğu vurgulanmaktadır. Câhil bir insan bu âyetlerden, işaretlerden hiçbirini görmeyebilir. Fakat, kendilerine ilim verilenler bu âyetleri görerek onun gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğuna kani olmuşlardır. Bu mucize daima insanların gözü önündedir. Onların önünde hergün okunmaktadır; ve onu istedikleri zaman ve yerde görüp gözleyebilirlerdi. Kur'ân insanlar için büyük bir rahmettir, ancak ondan yalnızca ona inananlar faydalanabilir (The Meaning ofthe Qur'an, c. IX, sh. 169).
Daha sonra Nahl sûresinde şunu okumaktayız: V'Bİz sana Kitab'ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan kimseler için, (o Kitab) yol gösterici ve rahmet olsun." (16: 64). Bu âyet Kur'ân'ın, Rasûlullah vasıtasıyla tebliğ edilişinin sebebini açıklamaktadır. Birincisi, bölük pörçük olmuş insanlara ayrılıklarını gidermek ve Kur'ân tarafından sunulan Hakikat temelinde kalıcı bir birlik kurmak imkânını verir. İkincisi, bu Kitap Doğru Davranış'a yönelten bir rehberdir. Üçüncüsü, tevbe ve selamet yolunu gösterir ve hata etmiş olan günahkârlar için en büyük rahmettir (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 672).
Şüphesiz, bu Kitab'm gayesi insanlara Doğruluk Rehberi olmaktır; ki, bu sayede insanlar kendilerini bu dünyada refaha, gelecekte de ebedî saadete eriştirecek olan bir hayat tarzını benimsesinler. Kur'ân bu durumu şöyle dile getirmektedir: "Onlar ki iman ettiler ve salih amel işlediler; mutluluk onların, güzel gelecek onlarındır. Seni de böylece, kendilerinden önce nice milletler geçmiş bulunan bir millete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Oysa (buna rağmen) onlar yine Rahman'a nankörlük ederler, (O çok merhamet eden Allah'ın nimetlerine şükretmezler.) De ki: 'O (Rahman), benim Rabb'imdir, O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım, dönüş yalnız O'nadır." (13: 29-30).
Kur'ân, daha sonra insanlara kendilerinden önce yaşayıp peygamberlerinden mucizeler talep eden ve mucizeler gerçekleştiğinde de inkâr edip sonra da helak edilen kavimlerin kıssalarım anlatmaktadır. İsra sûresinde şu âyetleri görmekteyiz: "Bizi âyetler (mucize) göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin, (onları) yalanlamış olmasıdır. Semud (oğullanma açık bir mucize olarak dişi deveyi verdik, o yüzden kendilerine zulmettiler (deveyi boğazlayarak kendilerine yazık etmiş oldular). Halbuki biz o (istenen) mucizeleri, yalnız korkutmak için göndeririz." (17: 59). Mü'min sûresinde, şunu okumaktayız: "(Ey Muhammedi) Andolsun ki, senden önce birçok peygamberler gönderdik; sana onların kimini anlattık, kimini anlatmadık; hiçbir peygamber, Allah'ın izni olmadan bir mucize getiremez. Allah'ın buyruğu gelince iş gerçekten biter. İşte o zaman boşa uğraşanlar hüsranda kalır." (40: 78). Firavun ailesine pek çok belgeler gösterilmişti: "Andolsun ki, Biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. Onlara bir iyilik geldiği zaman; 'bu bizden ötürüdür' derler, bir kötülüğe uğrarlarsa da, Musa ve onunla birlikte olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki, kendilerinin uğradığı uğursuzluk Allah kalındandır, fakat çoğu bunu bilmezler. Firavun ailesi: 'Bizi sihirlemek için ne mucize gösterirsen göster, sana inanmayacağız' dediler. Bunun üzerine su baskınını, çekirgeyi, haşeratı, kurbağalan ve kanı birbirinden ayrı mucizeler olarak onlara musallat kıldık; yine de büyüklük taslayıp suçlu bir millet oldular. Azab başlarına çökünce, 'Ey Musa! Rabbine, sana verdiği ahde göre, bizim için yalvar. Bizden azabı kaldırırsan sana, andolsun ki inanacağız ve İsraüoğullanm seninle beraber göndereceğiz' dediler. Azabı -nasıl olsa sonu gelecekleri- bir müddet için üzerlerinden kaldırınca, hemen sözlerinden cayıyorlardı. Bu sebeple onlardan öç aldık, âyetlerimizi yalan sayıp umursamadıkları için onları denizde boğduk." (7: 130-136).
Zuhruf sûresinde, aynı olay şu sözlerle anlatılmaktadır: "Onlara âyetlerimizi getirince onlara alay edip gülmeğe başladılar. Onlara gösterdiğimiz her mucize, mutlaka ötekinde büyüktü. Belki dönerler diye onları (kıtlık, tufan, çekirge gibi türlü azâb(lar) ile cezalandırdık... Ne zaman ki bizi kızdırdılar, onlardan öç aldık, hepsini boğduk." (43: 47-55).
Ve Âd milleti Hz. Hûd'a şu sözlerle karşılık vermiştr: "Dediler ki: 'Öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir. Bu (tavır ve hareketimiz) sadece evvelkilerin ahlâkı (ve geleneği)dir. Biz azaba uğratılacak değiliz.' (Böylece) onu yalanladılar. Biz de onları helak ettik. Şüphesiz bunda bir ibret-vardır, ama yine çokları inanmazlar." (26: 136-139). Salih Peygamber'in milleti bir mucize istediler ve onlara dişi deve şeklinde bir mucize gönderildi ve şöyle dendi: "Sakın ona bir kötülük dokundurmayın, sonra büyük bir günün azabı sizi yakalar.' Nihayet onu kestiler, ama pişman oldular. Ve azâb onları yakaladı. Muhakkak ki bunda bir ibret vardır. Ama yine çokları inanmazlar." (26: 156-158).
Kur'ân Mekkelileri, Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve Elçilerini reddeden önceki milletlerin akibetine uğramamaları konusunda uyarmaktadır: "Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıklan eserler daha sağlam olan öncekilerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir. Peygamberleri onlara belgelerle gelince, kendilerinde olan bilgiden gururlandılar da, alaya aldıkları şey kendilerini sarıverdi." (40: 82-83).
Yukarıdaki âyetlerde Allah'ın belgelerim inkâr eden önceki milletlerin kötü sonu anl«-tıldıktan sonra Mekke'nin Kureyş kabilesi uyarılmakta ve Kur'ân gibi yüce bir Tebliğ'den sonra daha neyi bekledikleri sorulmaktadır. "Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yahut arzın parçalandığı, yahut ölülerin konuşturulduğu bir Kur'ân olsaydı (bu Kitab olurdu). Ama bütün işler Allah'a aittir. (Onların teklif ettiği mucizeleri yapacak olan Allah'tır. Onların bu hâllerini gördükten sonra) inananlar halâ anlamadılar mı ki, Allah dile-seydi, bütün insanları yola iletirdi? Yaptıkları (küfür ve kötü işler) yüzünden inkâr edenlerin, başlarına âni bir belâ gelecek, yahut (o belâ) evlerinin yakınına konacak, Allah'ın va'di gelinceye kadar bu böyle sürüp gidecektir. Allah, verdiği sözden şüphesiz caymaz (tam dediği zaman, azabı gelir)." (13: 31).
Bu âyet müşriklerin talep ettiği mucizenin bir türlü gösterilmeyişİne üzülen mü'minlere izafe edilmiştir. Onların zannmca böyle bir mucize gösterilse onlar hemen İslâm'ı kabul edivereceklerdi. Tabiatıyla hiçbir mucize gösterilmeyince, Rasûlün peygamberliği hakkında kuşku besleyenlerin talepleri karşılanmadı diye fazlasıyla üzüldüler. Bu âyette zikredilen soru müslümanlann üzüntüsünü bertaraf etmek içindir. Yani şöyle: "Kurân'm bir süresiyle şöyle şöyle bir mucize gösterilirse hemencecik İslâm'a gireceklerini mi sanıyorsunuz? Sanki onlar İslâm'ı kabule hazır da iş yalnızca bir mucizenin gösterlmesine mi kaldı? Öyle mi sanıyorsunuz? Kur'ân'ın Öğretle-rinde, kâinattaki hâdiselerde, Rasûlullah'in tertemiz hayatında, ashabında meydana gelen harikulade değişmelerde hakikatin ışığını göremeyenlerin, dağların yürümesinde, arzın yarılmasında ve ölülerin kabirlerinden çıkarılıp konuşturulmasmda göreceklerini mi düşünüyorsunuz?" Daha sonra onlara şöyle söylenmektedir: "Allah herşeye kadirdir" ve istediği zaman istediği mucizeyi gösterebilir. Ancak insanlığa hidâyet etme sünnetine aykırı Üuşen bir mucizeyi ise göstermez. Çünkü asıl mesele Rasûl vasıtasıyla insana hidayet etmektir ve Allah hiç kimseyi Rasûl'ün risaletine zorla inandırmak istemez. Onun istediği insanların hidayeti düşünerek, hikmetle mü-şahade ederek bulmalarıdır, mucizeler görerek değil. Diğer bir ifadeyle, onlar Allah ile ilişkilerini kestikleri ve kendilerini ondan müstağni gördüklerinden hakikate karşı kalpleri mühürlenmiştir; onları hiçbir mucizevî belge ikna edemez. Allah ise insanlara iyi ile kötü arasında kendi iradeleri ile seçim yapma hürriyeti bağışladığı için kimseyi iman etmeye zorlamaz. Şimdi kabul veya reddetmek kişinin kendi görüşüne kalmıştır. Ancak, Allah, kendisine yönelen (ve elçisi vasıtasıyla gönderdiği Hakikati kabul eden) ve Allah ile olan ahdini yerine getiren (13: 20) kimseleri Hidâyetine eriştirir; ve Allah ile olan ahidlerini bozmuş olan (2: 26-27) ve Allah'ın elçisini ve Kitab'im reddeden kötü kimseleri hidâyetinden uzak tutar (The Meaning of the Qur'an).
Allah, Hakkı bâtıldan açık bir şekilde ayırmıştır ve insana kendi yolunu seçme hürriyeti vermiştir. İki yoldan birini (yanlış veya doğru) kendi hür iradesi ile seçecektir. Hüküm gününde ceza veya mükâfata yalnızca kendi kararı nedeniyle hak kazanacaktır. Bu sebeple insanları istemedikleri halde Hakikati kabule zorlamak Allah'ın sünnetine aykırı bir tuturr olurdu.
Eğer insanları imana zorlamak Allah'ın arzu su olsaydı, O insanı melek tabiatında yaratırd ve aşağıdaki âyette değinildiği gibi o vaki âyetlere (belgelere) gerek kalmazdı: "Rabbiı isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlak inanırdı, O hâlde sen mi insanları mü'min olmalan için zorlayacaksın?" (10: 99). Bu âyet insanoğluna, Allah'ın Elçisi vasıtasıyla ulaştırdığı Hakikate inanma ya da inanmama hürriyeti bağışlandığına işaret etmektedir. Onları Allah'ın Doğru Yoluna (Sırat-ı Müstakim) getirmek için kullanılacak herhangi bir olağandışı metod veya zorlama insanlığın yaratılış gayesindeki bütün Hikmeti geçersiz kılacaktır. Ve bu âyetin ikinci kısmı, Hz. Peygamber'e seslense de, bu tebliği kabul etmeleri için zorlamanın Hz. Peygamber'in vazifesi olmadığı inkarcılara îma edilmektedir. Şayet Allah'ın arzusu bu olsaydı, onu Kendisi gerçekleştirirdi; ve bu durumda insanlara peygamber göndermeye ihtiyaç da duyulmazdı. (The Meaning of the Quran, c. V, sh. 59-60). Ve yine Hud süresinde şu âyetler mevcuttur: "Rabb'in dileseydi, insanları bir tek ümmet yapardı. Fakat, Rabb'inin merhamet ettikleri bir yana, halâ ihtilâf edip durmaktadırlar, zaten (Allah) onları bunun için yaratmıştır..." (11: 118-119).
Bu âyette de aynı husus vurgulanmıştır: Allah insanoğlunu bitki ve hayvanlarda olduğu gibi doğuştan itibaren sabit bir hayat seyrine bağlı bırakmamışın-. Eğer bu şekilde sınırlamış olsaydı, insanları imana çağırmak için elçiler ve kitaplar göndermesine gerek kalmazdı. Bu durumda herkes mü'min ve müslüman doğar; hiçbir inkâr ve isyan olmazdı. Fakat Allah, kullanna seçim ve hareket hürriyeti vererek onlann herhangi bir hayat tarzını kendi arzularıyla seçmelerini murad etmiştir. O bundan dolayı hem Cennet hem de Cehennem yolunu açık bırakmaktadır. Ve her toplum ve ferde bu iki yoldan birini tam bir hürriyetle seçme ve izleme fırsatı tanımakta; kendi gayret ve çabalanyla yaptıklan seçimin neticesinde her iki sondan biriyle karşılaşmalarını sağlamaktadır. Allah'ın koyduğu bu çerçeve, meselenin irade hürriyeti/iman-küfür tercihi üzerine temellendiğini açıkça göstermektedir. İşte bu yüzden, Allah, kötü yolu izlemeye niyetlenen ve bunun için plan yapıp, çalışan bir toplumu Sırat-ı Müstakime gelmeleri için zorlamaz. Allah'ın sünneti böyle bir toplumun plan ve çabalarına müdahale etmemektir. Bir toplum zâlim, fâsık ve mücrim insanlar oluşturmaya karar vermiş ve düzenlemelerini bu karara göre gerçekleştiriyorsa; Allah, onlara her şeyi rayına oturtacak doğuştan sâlih kişiler göndermez. Her toplum arzusuna göre iyi veya kötü insanlar yetiştirmekte serbesttir. Ve bir toplum, topluca sapık yolu izlemeye karar vermiş ve fazilet seviyesini yükseltecek dürüst insanlann yetişmesi ve gelişmesi için çok dar imkân tanıyorsa, Allah o toplumu hak yolu takip edeceksin diye zorlamaz. Kaçınılmaz akıbetleri ile başbaşa kalmalan şartıyla, seçtiği yolu takip etmede serbest bırakır. Buna karşılık, Allah, uğrunda yeterli sayıda hakikat davetçisi yetişen ve kollektif sisteminde bun-lann ıslah ve tezkiye gayretlerine imkân tanıyan toplumlardan rahmetini esirgemez (The Meaning of the Qur'an, c. V, sh. 114-115).
Özet: İnsanoğlunun Rabbi tarafından belli bir gaye için ve belli bir plan dahilinde yaratıldığı çeşitli vesilelerle belirtilmiştir. İnsanoğlu dünyada belli bir dönem için yaşayacaktır, ve bu esnada herkes ve her toplum zorlama ve baskı olmaksızın istediği yolu seçme ve ona göre hareket etme hürriyetine sahip olacaktır. Allah'ın Elçisi ve Kitab'ı iyilik, fazilet ve adalet yolunu izlemeyi arzu eden kimselere hidayet rehberi olarak hizmet etmek üzere vardırlar. Ve bunu görmezden gelenler de kendi yollarını seçmekte hürdürler. Onları iyilik yoluna getirmek ve inanmaya zorlamak için tabiatüstü veya olağanüstü mucizeler veya hususi belgeler göstermek Allah'ın sünnetine aykırıdır. Herhangi bir hareket tarzını izlemeleri kendi tercihleri olacaktır ve ona göre ceza veya mükâfat ile karşılaşacaklardır. Allah'ın bu sünneti değişik yollarla ve çok ikna edici ve akılcı bir biçimde izah edilmiştir ki, böylece düşünen ve anlayanların zihninde hiç şüphe kalmasın. Onları tatmin etmek ve Doğru Yola getirmek için her türlü delil ve mantıkî açıklamalar getirilmiştir. İnsanları Rasûlullah'in tebliğinin doğruluğuna ikna etmek için verilebilecek hiçbir delil ve mantıkî izah eksik bırakılmamıştır, ancak sağır kulaklar bunları işitmemiştir. Daha sonra insanlara fazilet ve hakikat yoluna inanmak ve bunu takip etmek istiyorlarsa, Hz. Muhammed'in peygamberliği vasıtasıyla temin edilen büyük mucizeyi ve açık belgeyi (âyeti) müşahade etmeleri ve onun hakkında düşünmeleri söylenmektedir. Okur-yazar olmamasına rağmen, çok yüce ve mükemmel bîr kitap olan Kur'ân'ı getirmiştir. Eğer onlar gerçekten Hakikati arıyorlarsa yalnızca bu gerçek onları Hz. Muhammed'in peygamberliğine inandıracak büyük bir mucize değil midir? Bundan sonra başka bir mucizeye veya âyete/alâmete ihtiyaç var mıdır? Diğer mucizeler geçici olacaktır, sadece onları görenler üzerinde tesir halk edecektir; ama bu Kur'ân mucizesi daima önlerindedir ve onu okuyabilirler ve müstesna ve eşsiz öğretilerini tatbik edebilirler (Sirat Sanvar-i 'Alam, sh. 400).
İnkarcıların Hz. Muhammed'den bir alâmet (meselâ, bir mucize) istemeleri ile ilgili olarak ele alman bütün tartışma, her talep ve itirazın akılcı temellerde değerlendirildiğini ve sonra karşılığını veremeyecekleri ikna edici bir cevap verildiğini göstermektedir. Sonunda kendi çıkardıkları tartışmalarda kendileri yenik düşmekteydiler. Çünkü kendilerinin yanlış olduğunu biliyorlar ve doğru olmayan itirazlarını kasıtlı olarak öne sürüyorlardı. Bu onların talep ve itirazlarını her hâle göre değiştirmek gibi bir davranış göstermelerinden de anlaşılmaktadır. Bu Hz. Muhammed'i iddiasından vazgeçirme ve onunla uzlaşma vazifesinden dönerken Kureyş'in önde gelen reislerinden Utbe b. Rebia'nm söylediği ifadelerle de teyid edilmektedir. Hz. Muhammed 'in sözlerinin (iddia ettikleri gibi) ne şiir ve ne de kâhin ve sihirbaz sözü olmadığını ifade ederek çevresindekilere şöyle demiştir: "Tavsiyemi dinleyin ve benim yaptığımı yapın; bu adamı tamamen yalnız bırakın, Allah'a yemin ederim ki, duyduğum sözler her bir yana yayılacaktır." (İbni İshak).