- Mucize Talebi

Adsense kodları


Mucize Talebi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Tue 7 August 2012, 03:28 pm GMT +0200
Mucize Talebi

Mekke'li müşrikler Hz. Muhammed'den peygamberliğini destekleyecek mucizeler (âyetler-alâmetler) istediler; ancak onlara Rasûlullah'in vazifesinin onların istedikle­ri şeyleri üretmek değil, insanları Allah'ın yo­luna davet etmek olduğu söylenmiştir. Kaldı ki, kendisinden istenen şeyleri yapmak onun elinde de değildi. Kur'ân-ı Kerîm, müşrikle­rin bu tür mucize taleplerini defalarca redde­derek Kur'ân'dan daha büyük ne gibi bir mu­cize olabileceğini sormuştur: "Onlara bir âyet getirmediğin zaman; '(Öteki âyetleri surdan burdan topladığın gibi) bunu da toplasaydın ya!' derler. De ki: 'Ben, ancak Rabb'imden bana vahyolunana uyuyorum. Bu (Kur'ân), Rabb'inizden gelen basiretler (gönül gözlerini açan nurlar)dır ve inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmettir!" (7: 203). Bu âyet niye mucizeler gösterilmediğini açıkça izah et­mektedir. Birincisi, Peygamber'in bunun üzerinde herhangi bir kontrolü yoktur ve o, talep edildi diye veya insanların ihtiyaç his­settiklerini anladığı için mucizeler yaratabile­cek konumda da değildir. O sadece bir tebliğcidir ve onun vazifesi kendisini gönderen Yü­ce Varlığa ulaştırmada Rehberlik etmektir. İkincisi, Hz. Peygamber, inkarcılara, muci­zeler talep etmek yerine kendilerine gönderi­len Kur'ân'ı ciddî şekilde mütalaa etmelerinin kendileri için daha akıllıca bir iş olacağını söylemektedir (The Meaning of the Qur'an, c. IV, sh. 100).

Bu durum inkarcılara defalarca açık açık izah edilmiştir. Onlar ise hiçbir zaman Kur'ân'ı ve Peygamberin Vazifesini anlama gayreti İçin­de olmadılar; küfür bataklığının içine yuvar­landıkça yuvarlandılar. Hz. Peygamber bu insanların bu ya da şu şekilde İslâm'a girme­lerini çok arzuluyordu. Bu endişe ve arzu içinde, buna bazı âyetlerin (alâmetlerin-mucizelerin) yardımcı olabileceğini düşünüyordu, ancak Allah tarafından ona bu konuda şöyle hitapta bulunuldu: "Eğer onların yüz çevir­mesi sana ağır geldiyse, haydi (yapabilirsen) yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da gö­ğe çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin. Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı, o hâlde câhillerden olma! Ancak kulak verenler (çağ­rıya) gelir; ölülere gelince Allah onları diril­tir, sonra O'na döndürülürler." (6: 35-36). Hz. Peygamber'e burada onların inkârı kendi­sini üzüyorsa da, onları İslâm'a getirme konusunda bir şey yapamıyacağı söylenmekte­dir: "İnatlan karşısında sabırsızlık gösterme, vazifeni bizim çizdiğimiz yolda ısrarla yerine getirmeye devam et. Eğer bu vazife mucize­lerle yerine getirilecek olsaydı, bunu bizzat kendimiz yapamaz mıydık? Fakat istenilen zihnî ve ahlâkî inkılâbın gerçekleşmesi ve se­nin oluşturmak üzere bir elçi olarak seçildiğin muttaki toplumun kurulması için bu yolun uygun olmadığını biz biliyoruz. Bununla bir­likte, eğer kayıtsızlıklarının ve inkârlarının yol açtığı gönlünün acısına katlanamıyorsan ve kabul edebilecekleri apaçık bir âyetin on­ların zihinlerinde ve gönüllerindeki katılığı kırabileceğini düşünüyorsan, o zaman kendin Öyle bir alâmet/âyet getirmeye uğraş; gücün yeterse yeri del, geç veya göklere çık. Fakat sünnetimizde böyle bir şeye yer olmadığın­dan bu arzunu yerine getirmemizi Biz'den bekleme." Bu, Allah'ın gayesinin tek tek her insanın şu ya da bu şekilde Hidâyet'i kabule zorlanması olmadığını belirtmek içindir. Al­lah'ın iradesi böyle olmuş olsaydı, o zaman insanları melekler gibi, ta doğuştan muttaki ve sâlih olacak şekilde yaratırdı. O vakit de peygamberler ve kitaplar göndermeye gerek kalmazdı (The Meaning of the Qur'an, c. VI, sh. 108).

Rasûlullah'in ve peygamberliğin amacı bu değildi; Allah bunun için insanları Hidâyete eriştirmede Kendi uygun gördüğü yolları uy­gulamaya geçirtmiştir:

"Andolsun biz bu Kur'ân'da insanlara her çe­şit misali türlü biçimlerde anlattık, ama insan­lardan çoğu, inkârda direttiler. Dediler ki: 'Yerden bize kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayız. Yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı, arala­rından ırmaklar akıtmalısın! Yahut zannetti­ğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmeli-sin, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza ge­tirmelisin (onlar, senin doğru söylediğine şahitlik etmelidirler)! Yahut altın bir evin ol­malı, ya da göğe çıkmalısın. Maamâfih, sen, bizim üzerimize, okuyacağımız bir Kitap indirmedikçe senin (tek basma) göğe çıkmana da İnanmayız!' De ki: '(Bu gibi hayalleri tek­lif etmekten) Rabbimi tenzih ederim! (hâşâ, ben O'na böyle şeyler yapmasını teklif ede­mem.) Ben, sadece elçi ol(arak gönderil)en bir insan değil miyim?" (17: 89-93).

Bu âyet, Peygamber'e inanmaları için on­dan peygamberliğine delil olacak mucizeler isteyen inkarcıların talebini kati suretle red­detmektedir. Eğer Peygamber'in iddiasının sahihliği hakkında gerçekten ve samimi ola­rak bir hüküm vermek istiyorlarsa O'nun Tebliğinin muhtevasına bakarak bir hükme varmalıydılar. Eğer bu tebliğin Hakikate da­yandığına ve tamamıyla akılcı olduğuna ikna olduysalar onu saçma sapan isteklerde bulun­madan kabul etmeli İdiler. Diğer yandan, on­da herhangi bir eksiklik bulurlarsa onu red-detsinlerdi. Eğer iddialarının doğru olup ol­madığını denemek istiyor İdiyseler, Hz. Pey­gamber'in bir insan olarak davranışına, ahlâkına ve dâvetine bakarak hükmedebilirlerdi. Bunları yapmak yerine, ondan yerden kaynaklar fışkırtmasını veya göğü parça par­ça üstlerine düşürmesini istemeleri saçmalık değil midir? Peygamberlikle bu gibi şeyler arasında acaba ne gibi bir ilgi ve bağ vardır? (The Meaning ofthe Qur'an, c. VI, sh. 167-168).

Kur'ân bu delilini Bakara sûresinde, şu şekil­de tekrar etmektedir: "Bilmeyenler dediler ki: 'Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mucize) gelmeli değil miydi?' Onlardan ön­cekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik. Doğrusu Biz seni, hak ile, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennem halkın­dan sen sorumlu değilsin." (2: 118-119). Bu âyetlerde, Kur'ân, inkarcılardan gözlerini açıp, dikkatle bakmalarım istemiştir; bu tak­dirde Hz. Peygamber'in şahsında en parlak âyeti (mucizeyi) göreceklerdir. Onun bütün iffetli ve asıl hayatı onların arasında geçmiştir ki, bu bile tek başına onun Allah'ın peygam­beri olduğunun açık delili (âyeti)dîr. Bunun İçin onların başka bir delile (âyete, mucizeye) ihtiyaçları yoktur (The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 106-107).

Daha sonra Rad sûresinde şu âyeti görmekte­yiz: "İnkâr edenler diyorlar ki: 'Ona Rabb'in-den bir âyet (mucize) indirilmeli değil miy­di?' Sen ancak bir uyarıcısın, her toplumun bir yol göstericisi vardır." (13: 7). Burada inkarcıların zihniyetine işaret edilmiştir. On­lara göre Hz. Muhammed'in doğruluğuna hükmetmeleri için tek geçerli ölçü onun mu­cize gerçekleştirmesiydi. Çünkü onlar onun öğretilerini akılcı münazara yoluyla değerlen­dirmeyi değil, peygamberliğine delil olarak mucize istiyorlardı. Onlara bu mantıksız is­tekleri ile ilgili doğrudan bir cevap verilmedi, ancak onların mucize taleplerine aldırış et­meksizin vazifesini sürdüren Hz. Muhammed vasıtasıyla dolaylı bir cevap verildi. Çünkü inkarcıların akıbetinin ne olacağı onun vazi­fesi ile ilgili bir şey değildi.

En'am sûresi bu konuya şöyle değinmekte­dir: "Dediler ki: 'Rabb'inden bir mucize indi­rilmeli değil miydi?' De ki: 'Şüphesiz Allah bir mucize indirmeye Kadirdir, fakat çokları bilmezler." (6: 37). Bu âyet Allah'ın pey­gamberine niçin mucizeler göndermediğini izah etmektedir. Bu, Allah buna muktedir olmadığı için değildir, ancak bunda onların an­layamadıkları Allah'ın Hikmeti vardır, bu sûrenin diğer âyetlerinde açıklandığı üzere (6: 8-9), eğer Allah onlara mucizeler gönde­rirse artık doğru yola dönmeleri için mühlet tanımayacaktır. İkincisi, Allah insanları muci­ze ve benzeri yollarla İslâm'a girmeye zorla­maz, ancak Tebliğini kendi arzularıyla kabul veya reddedecekleri sabit bir imtihan süresi verir. Üçüncüsü, Allah, bu dünya şartlarına uygun olarak onlara bahşetmiş olduğu muhakeme ve anlayış kabiliyetleri vasıtasıyla inan­malarını istemektedir. O imtihan dönemi bit­meden önce mucizeler yoluyla Gayb'ın kapı­larını açmak niyetinde değildir. (The Mea­ning of the Qur'an, c. VI, sh. 98-99). Bu du­rum Bakara süresinde açıkça belirtilmiştir: "Onlar, bulut gölgeleri içinde, Allah'ın azabının ve meleklerin tepelerine İnip işin bit­mesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a dö­necektir." (2: 210).

Bu âyet Allah'ın elçileri ve onların vazifeleri ile ilgili temel Hakikati açıklamaktadır: Allah insanı, bir imtihandan geçmesi için bu dünya­ya göndermiştir. O, rasûlleri vasıtasıyla Hakk'ı (İslâm'ı) vahyetmiş ve insana bu ger­çeğe inanma veya inanmama, inandıktan son­ra ona teslim olma veya olmama hürriyetini vermiştir. O, hakikati insandan gizli tutar ve gönderdiği elçiler, kitaplara ve peygamberle­rin gösterdiği âyetler (mucizeler-belgeler) ışı­ğında, o gerçeği, mantığım ve aklını kullana­rak değerlendirip hüküm vermeyi insana bıra­kır. Allah, hakkı hiçbir zaman herkesin kayıt­sız şartsız kabul edeceği bir şekilde çırılçıplak gözler önüne sermez; çünkü, o zaman imtihan diye bir şey sözkonusu olamaz ve başarı veya başarısızlık kavramları manâlarını kaybeder­ler. Bundan dolayı Allah insanları şöyle uyar­maktadır: "Allah'ın melekleri ile birlikte tüm azameti ile önünüze çıkacağı günü bekleme­yin. O zaman sizin için azâb mühürle onay­lanmış olacak ve hiçbir şansınız da olmaya­caktır. O zaman iman ve itaat etmenin hiç bir anlamı kalmayacaktır. İman ancak, gerçek, si­zin duyularınızdan gizli igayb) iken ve siz aklınız ile muhakeme edip, hiçbir zorlama ol­maksızın onu kabul ederek ahlakî seviyenizi gösterdiğinizde değer kazanır. Allah'ı, istiva ettiği Arş'ta gözlerinizle görüp, yerde ve gök­te görevli melekleri müşahade ettiğiniz ve kendinizi tamamen O'nun kudreti altında his­settiğiniz zaman, iman ve itaatin hiçbir değeri olmayacaktır. O zaman inatçı kâfirler ve en büyük günahkârlar bile inanmama veya isya­na muktedir olamayacaktır. Fakat iş işten geçmiş olacaktır; çünkü imtihanın süresi dol­muştur. Perde kaldırılıp Hakikati herkes göz­leriyle görebildiğinde, kimseye şans tanınma­yacak ve artık imtihan olmayacaktır; çünkü artık Hüküm Günü gelmiştir." (The Meaning ofîhe Qur'an, c. I, sh. 156).

Ancak inkarcılar şu şekilde tartışıyorlardı: "Eğer kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklar diye, bütün güçleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: 'Mucizeler, an­cak Allah katındadır.' Hem bilir misiniz o (mucize) gelmiş olsa da onlar yine inanmaz­lar? Gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz, il­kin ona inanmadıkları gibi (mucizeyi gördük­ten sonra da inanmazlar) ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar. Biz on­lara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve herşeyi toplayıp karşılarına ge-tirseydik, Allah dilemedikten sonra yine inan­mazlardı; fakat çokları (bunu) bilmezler." (6: 109-111). Yani, "bâtılı reddedip, kendi hür ve serbest iradeleriyle Hakk'ı kabul etmeyecek­lerinden kendilerine Hakk'ı izletmek için ka­lan tek alternatif Allah'ın zorlamasıdır. Bu­nun için de, yaptıklarından sorumlu olmayan diğer türler gibi, kendilerini düşünce ve tatbik hürriyetinden mahrum bırakacak şekilde Al­lah'ın mahiyetlerini değiştirmesi gerekmekte­dir. Fakat bu, insanın yaratılışına aykırıdır. Dolayısıyla, Allah'ın, mucizeler şeklindeki olağandışı bir müdahaleyle onları inandırması beklenmemelidir." (The Meaning of the Qur'an, c. VI, sh. 143).

Kur'ân Mucizesi: İnkarcılara Peygamber'in en büyük mucizesinin Kur'ân olduğu tekrar tekrar söylenmiştir. Eğer gören gözleri ve düşünen beyinleri varsa Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Muhammed'in peygamberliği­ne ve vazifesine dair apaçık gerçek belgeler görecektirler. Taha sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Dediler ki: 'Bize Rabb'inden bir âyet (mucize) getirmeli değil miydi?1 Onlara, önceki Kitab'larda bulunan deliller gelmedi mi? Şayet onları, ondan önce bir azâb İle helak etseydik: 'Rabbimiz! Bize bir elçi gönderseydin de, böyle alçak ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!' derlerdi." (20: 133-134). Böylece inkarcılara deliller açıkça sunulmuş, kendi İyiliğini gerçekten dü­şünen kişiler için artık şüpheye mahal kalmamıştır. Onlara eğer gerçekten mucize (âyet) istiyorlarsa onu Kur'ân'da bulabilecekleri söylenmiştir. Yine Ankebut sûresinde, şu ifa­deleri görmekteyiz: "İşte sana, (kendisinden önceki Kitabları doğrulayan) böyle (bir) Kitap indirdik. Kendilerine Kitab verdiklerimiz, ona inanırlar. Şunlardan, (şu Araplardan) da ona inananlar vardır. Ayetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez." (29: 47). Daha sonra onlara tekrar aradıkları âyetlerin (mucizele­rin) Kur'ân'da olduğu şu âyetlerde ifade edil­mektedir: "Hayır, o (Kur'ân), kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde (ışıldayan) açık açık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi, zâlimlerden başkası inkâr etmez. Dediler ki: 'Ona Rabb'inden âyetler (mucizeler) indirilmeli değil miydi?' De ki: 'Âyetler (mucizeler) Al­lah'ın katındadır. Ben ancak apaçık bir uyarı­cıyım?' Kendilerine okunan Kitab'ı sana in­dirmemiz, onlara yetmedi mi? Şüphesiz iman eden bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır." (29: 49-51).

Yani hiç okuma-yazması olmayan birinin, birdenbire, hiç kimse onu daha önce herhangi bir hazırlık yaparken görmediği hâlde olağa­nüstü nitelik ve özelliklere sahip Kur'ân gibi bir kitap getirmesi ve onu insanlara sunması, aslında bilgi ve hikmete sahip insanlar için o kimsenin peygamberliğinin apaçık delilidir. Tarihte büyük diye anılan kişilerin hayat hikâyesi incelendiğinde, çevresinde onun ki­şiliğini şekillendiren ve yaşadığı sürece kendisinden kaynaklanan mükemmellikler için onu hazırlayan faktörler bulunabilir. Her za­man onun çevresi ile kişiliğini oluşturan yön­ler arasında açık ilişkiler vardır. Fakat Hz. Muhammed'in çevresinde onun gösterdiği mükemmmelikler ve mucizelere kaynak teş­kil edebilecek hiçbir şey yoktur. Onun duru­mu sözkonusu olduğunda, ne o dönemdeki Arap toplumunda, ne de Arabistanın ilişkide bulunduğu komşu toplumlarda Hz. Muham­med'in kişiliğini oluşturan yönlerle uzak­tan bile ilişkisi olan faktörler bulmak imkânsızdır. İşte bu gerçeğe dayanılarak burada Hz. Muhammed'in kişiliğinin sadece bir tek âyet değil, bir çok âyet olduğu vurgu­lanmaktadır. Câhil bir insan bu âyetlerden, işaretlerden hiçbirini görmeyebilir. Fakat, kendilerine ilim verilenler bu âyetleri görerek onun gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğuna kani olmuşlardır. Bu mucize daima insanların gözü önündedir. Onların önünde hergün okunmaktadır; ve onu istedikleri zaman ve yerde görüp gözleyebilirlerdi. Kur'ân insanlar için büyük bir rahmettir, ancak ondan yalnız­ca ona inananlar faydalanabilir (The Meaning ofthe Qur'an, c. IX, sh. 169).

Daha sonra Nahl sûresinde şunu okumakta­yız: V'Bİz sana Kitab'ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan kimseler için, (o Kitab) yol gösterici ve rahmet olsun." (16: 64). Bu âyet Kur'ân'ın, Rasûlullah vasıtasıyla tebliğ edilişinin se­bebini açıklamaktadır. Birincisi, bölük pörçük olmuş insanlara ayrılıklarını gidermek ve Kur'ân tarafından sunulan Hakikat temelinde kalıcı bir birlik kurmak imkânını verir. İkinci­si, bu Kitap Doğru Davranış'a yönelten bir rehberdir. Üçüncüsü, tevbe ve selamet yolunu gösterir ve hata etmiş olan günahkârlar için en büyük rahmettir (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an, sh. 672).

Şüphesiz, bu Kitab'm gayesi insanlara Doğ­ruluk Rehberi olmaktır; ki, bu sayede insanlar kendilerini bu dünyada refaha, gelecekte de ebedî saadete eriştirecek olan bir hayat tarzını benimsesinler. Kur'ân bu durumu şöyle dile getirmektedir: "Onlar ki iman ettiler ve salih amel işlediler; mutluluk onların, güzel gele­cek onlarındır. Seni de böylece, kendilerinden önce nice milletler geçmiş bulunan bir millete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara oku­yasın. Oysa (buna rağmen) onlar yine Rah­man'a nankörlük ederler, (O çok merhamet eden Allah'ın nimetlerine şükretmezler.) De ki: 'O (Rahman), benim Rabb'imdir, O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım, dönüş yalnız O'nadır." (13: 29-30).

Kur'ân, daha sonra insanlara kendilerinden önce yaşayıp peygamberlerinden mucizeler talep eden ve mucizeler gerçekleştiğinde de inkâr edip sonra da helak edilen kavimlerin kıssalarım anlatmaktadır. İsra sûresinde şu âyetleri görmekteyiz: "Bizi âyetler (mucize) göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin, (on­ları) yalanlamış olmasıdır. Semud (oğulla­nma açık bir mucize olarak dişi deveyi ver­dik, o yüzden kendilerine zulmettiler (deveyi boğazlayarak kendilerine yazık etmiş oldu­lar). Halbuki biz o (istenen) mucizeleri, yal­nız korkutmak için göndeririz." (17: 59). Mü'min sûresinde, şunu okumaktayız: "(Ey Muhammedi) Andolsun ki, senden önce bir­çok peygamberler gönderdik; sana onların ki­mini anlattık, kimini anlatmadık; hiçbir pey­gamber, Allah'ın izni olmadan bir mucize ge­tiremez. Allah'ın buyruğu gelince iş gerçekten biter. İşte o zaman boşa uğraşanlar hüsranda kalır." (40: 78). Firavun ailesine pek çok bel­geler gösterilmişti: "Andolsun ki, Biz de Fira­vun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kurak­lığa ve ürün kıtlığına uğrattık. Onlara bir iyi­lik geldiği zaman; 'bu bizden ötürüdür' der­ler, bir kötülüğe uğrarlarsa da, Musa ve onun­la birlikte olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki, kendilerinin uğradığı uğursuzluk Al­lah kalındandır, fakat çoğu bunu bilmezler. Firavun ailesi: 'Bizi sihirlemek için ne muci­ze gösterirsen göster, sana inanmayacağız' dediler. Bunun üzerine su baskınını, çekirge­yi, haşeratı, kurbağalan ve kanı birbirinden ayrı mucizeler olarak onlara musallat kıldık; yine de büyüklük taslayıp suçlu bir millet ol­dular. Azab başlarına çökünce, 'Ey Musa! Rabbine, sana verdiği ahde göre, bizim için yalvar. Bizden azabı kaldırırsan sana, andol­sun ki inanacağız ve İsraüoğullanm seninle beraber göndereceğiz' dediler. Azabı -nasıl olsa sonu gelecekleri- bir müddet için üzerle­rinden kaldırınca, hemen sözlerinden cayıyor­lardı. Bu sebeple onlardan öç aldık, âyetle­rimizi yalan sayıp umursamadıkları için onla­rı denizde boğduk." (7: 130-136).

Zuhruf sûresinde, aynı olay şu sözlerle anla­tılmaktadır: "Onlara âyetlerimizi getirince on­lara alay edip gülmeğe başladılar. Onlara gösterdiğimiz her mucize, mutlaka ötekinde bü­yüktü. Belki dönerler diye onları (kıtlık, tufan, çekirge gibi türlü azâb(lar) ile cezalandırdık... Ne zaman ki bizi kızdırdılar, onlardan öç aldık, hepsini boğduk." (43: 47-55).

Ve Âd milleti Hz. Hûd'a şu sözlerle karşı­lık vermiştr: "Dediler ki: 'Öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir. Bu (tavır ve hareketimiz) sadece evvelkilerin ahlâkı (ve geleneği)dir. Biz azaba uğratılacak değiliz.' (Böylece) onu yalanladılar. Biz de onları helak ettik. Şüphesiz bunda bir ibret-vardır, ama yine çokları inanmazlar." (26: 136-139). Salih Peygamber'in milleti bir mu­cize istediler ve onlara dişi deve şeklinde bir mucize gönderildi ve şöyle dendi: "Sakın ona bir kötülük dokundurmayın, sonra büyük bir günün azabı sizi yakalar.' Nihayet onu kesti­ler, ama pişman oldular. Ve azâb onları yaka­ladı. Muhakkak ki bunda bir ibret vardır. Ama yine çokları inanmazlar." (26: 156-158).

Kur'ân Mekkelileri, Allah'ın âyetlerini yalan­layan ve Elçilerini reddeden önceki milletle­rin akibetine uğramamaları konusunda uyar­maktadır: "Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıklan eserler daha sağlam olan öncekilerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir. Peygamberleri onlara belgelerle gelince, ken­dilerinde olan bilgiden gururlandılar da, alaya aldıkları şey kendilerini sarıverdi." (40: 82-83).

Yukarıdaki âyetlerde Allah'ın belgelerim inkâr eden önceki milletlerin kötü sonu anl«-tıldıktan sonra Mekke'nin Kureyş kabilesi uyarılmakta ve Kur'ân gibi yüce bir Tebliğ'den sonra daha neyi bekledikleri sorul­maktadır. "Eğer kendisiyle dağların yürütül­düğü, yahut arzın parçalandığı, yahut ölülerin konuşturulduğu bir Kur'ân olsaydı (bu Kitab olurdu). Ama bütün işler Allah'a aittir. (Onla­rın teklif ettiği mucizeleri yapacak olan Al­lah'tır. Onların bu hâllerini gördükten sonra) inananlar halâ anlamadılar mı ki, Allah dile-seydi, bütün insanları yola iletirdi? Yaptıkları (küfür ve kötü işler) yüzünden inkâr edenle­rin, başlarına âni bir belâ gelecek, yahut (o belâ) evlerinin yakınına konacak, Allah'ın va'di gelinceye kadar bu böyle sürüp gide­cektir. Allah, verdiği sözden şüphesiz cay­maz (tam dediği zaman, azabı gelir)." (13: 31).

Bu âyet müşriklerin talep ettiği mucizenin bir türlü gösterilmeyişİne üzülen mü'minlere iza­fe edilmiştir. Onların zannmca böyle bir mu­cize gösterilse onlar hemen İslâm'ı kabul edivereceklerdi. Tabiatıyla hiçbir mucize gösterilmeyince, Rasûlün peygamberliği hakkında kuşku besleyenlerin talepleri karşılanmadı di­ye fazlasıyla üzüldüler. Bu âyette zikredilen soru müslümanlann üzüntüsünü bertaraf et­mek içindir. Yani şöyle: "Kurân'm bir süre­siyle şöyle şöyle bir mucize gösterilirse he­mencecik İslâm'a gireceklerini mi sanıyorsu­nuz? Sanki onlar İslâm'ı kabule hazır da iş yalnızca bir mucizenin gösterlmesine mi kal­dı? Öyle mi sanıyorsunuz? Kur'ân'ın Öğretle-rinde, kâinattaki hâdiselerde, Rasûlullah'in tertemiz hayatında, ashabında meydana gelen harikulade değişmelerde hakikatin ışığını göremeyenlerin, dağların yürümesinde, arzın yarılmasında ve ölülerin kabirlerinden çıkarı­lıp konuşturulmasmda göreceklerini mi dü­şünüyorsunuz?" Daha sonra onlara şöyle söy­lenmektedir: "Allah herşeye kadirdir" ve iste­diği zaman istediği mucizeyi gösterebilir. An­cak insanlığa hidâyet etme sünnetine aykırı Üuşen bir mucizeyi ise göstermez. Çünkü asıl mesele Rasûl vasıtasıyla insana hidayet et­mektir ve Allah hiç kimseyi Rasûl'ün risaletine zorla inandırmak istemez. Onun istediği insanların hidayeti düşünerek, hikmetle mü-şahade ederek bulmalarıdır, mucizeler göre­rek değil. Diğer bir ifadeyle, onlar Allah ile ilişkilerini kestikleri ve kendilerini ondan müstağni gördüklerinden hakikate karşı kalp­leri mühürlenmiştir; onları hiçbir mucizevî belge ikna edemez. Allah ise insanlara iyi ile kötü arasında kendi iradeleri ile seçim yapma hürriyeti bağışladığı için kimseyi iman etme­ye zorlamaz. Şimdi kabul veya reddetmek ki­şinin kendi görüşüne kalmıştır. Ancak, Allah, kendisine yönelen (ve elçisi vasıtasıyla gön­derdiği Hakikati kabul eden) ve Allah ile olan ahdini yerine getiren (13: 20) kimseleri Hidâyetine eriştirir; ve Allah ile olan ahidlerini bozmuş olan (2: 26-27) ve Allah'ın elçisini ve Kitab'im reddeden kötü kimseleri hidâye­tinden uzak tutar (The Meaning of the Qur'an).

Allah, Hakkı bâtıldan açık bir şekilde ayır­mıştır ve insana kendi yolunu seçme hürriyeti vermiştir. İki yoldan birini (yanlış veya doğ­ru) kendi hür iradesi ile seçecektir. Hüküm gününde ceza veya mükâfata yalnızca kendi kararı nedeniyle hak kazanacaktır. Bu sebeple insanları istemedikleri halde Hakikati kabule zorlamak Allah'ın sünnetine aykırı bir tuturr olurdu.

Eğer insanları imana zorlamak Allah'ın arzu su olsaydı, O insanı melek tabiatında yaratırd ve aşağıdaki âyette değinildiği gibi o vaki âyetlere (belgelere) gerek kalmazdı: "Rabbiı isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlak inanırdı, O hâlde sen mi insanları mü'min olmalan için zorlayacaksın?" (10: 99). Bu âyet insanoğluna, Allah'ın Elçisi vasıtasıyla ulaş­tırdığı Hakikate inanma ya da inanmama hürriyeti bağışlandığına işaret etmektedir. Onları Allah'ın Doğru Yoluna (Sırat-ı Müs­takim) getirmek için kullanılacak herhangi bir olağandışı metod veya zorlama insanlığın yaratılış gayesindeki bütün Hikmeti geçersiz kılacaktır. Ve bu âyetin ikinci kısmı, Hz. Pey­gamber'e seslense de, bu tebliği kabul et­meleri için zorlamanın Hz. Peygamber'in vazifesi olmadığı inkarcılara îma edilmekte­dir. Şayet Allah'ın arzusu bu olsaydı, onu Kendisi gerçekleştirirdi; ve bu durumda in­sanlara peygamber göndermeye ihtiyaç da duyulmazdı. (The Meaning of the Quran, c. V, sh. 59-60). Ve yine Hud süresinde şu âyetler mevcuttur: "Rabb'in dileseydi, insan­ları bir tek ümmet yapardı. Fakat, Rabb'inin merhamet ettikleri bir yana, halâ ihtilâf edip durmaktadırlar, zaten (Allah) onları bunun için yaratmıştır..." (11: 118-119).

Bu âyette de aynı husus vurgulanmıştır: Allah insanoğlunu bitki ve hayvanlarda olduğu gibi doğuştan itibaren sabit bir hayat seyrine bağlı bırakmamışın-. Eğer bu şekilde sınırlamış ol­saydı, insanları imana çağırmak için elçiler ve kitaplar göndermesine gerek kalmazdı. Bu durumda herkes mü'min ve müslüman doğar; hiçbir inkâr ve isyan olmazdı. Fakat Allah, kullanna seçim ve hareket hürriyeti vererek onlann herhangi bir hayat tarzını kendi arzu­larıyla seçmelerini murad etmiştir. O bundan dolayı hem Cennet hem de Cehennem yolunu açık bırakmaktadır. Ve her toplum ve ferde bu iki yoldan birini tam bir hürriyetle seçme ve izleme fırsatı tanımakta; kendi gayret ve çabalanyla yaptıklan seçimin neticesinde her iki sondan biriyle karşılaşmalarını sağlamak­tadır. Allah'ın koyduğu bu çerçeve, mesele­nin irade hürriyeti/iman-küfür tercihi üzerine temellendiğini açıkça göstermektedir. İşte bu yüzden, Allah, kötü yolu izlemeye niyetlenen ve bunun için plan yapıp, çalışan bir toplumu Sırat-ı Müstakime gelmeleri için zorlamaz. Allah'ın sünneti böyle bir toplumun plan ve çabalarına müdahale etmemektir. Bir toplum zâlim, fâsık ve mücrim insanlar oluşturmaya karar vermiş ve düzenlemelerini bu karara göre gerçekleştiriyorsa; Allah, onlara her şeyi rayına oturtacak doğuştan sâlih kişiler gön­dermez. Her toplum arzusuna göre iyi veya kötü insanlar yetiştirmekte serbesttir. Ve bir toplum, topluca sapık yolu izlemeye karar vermiş ve fazilet seviyesini yükseltecek dü­rüst insanlann yetişmesi ve gelişmesi için çok dar imkân tanıyorsa, Allah o toplumu hak yo­lu takip edeceksin diye zorlamaz. Kaçınılmaz akıbetleri ile başbaşa kalmalan şartıyla, seçti­ği yolu takip etmede serbest bırakır. Buna karşılık, Allah, uğrunda yeterli sayıda hakikat davetçisi yetişen ve kollektif sisteminde bun-lann ıslah ve tezkiye gayretlerine imkân tanı­yan toplumlardan rahmetini esirgemez (The Meaning of the Qur'an, c. V, sh. 114-115).

Özet: İnsanoğlunun Rabbi tarafından belli bir gaye için ve belli bir plan dahilinde yaratıldı­ğı çeşitli vesilelerle belirtilmiştir. İnsanoğlu dünyada belli bir dönem için yaşayacaktır, ve bu esnada herkes ve her toplum zorlama ve baskı olmaksızın istediği yolu seçme ve ona göre hareket etme hürriyetine sahip olacaktır. Allah'ın Elçisi ve Kitab'ı iyilik, fazilet ve adalet yolunu izlemeyi arzu eden kimselere hidayet rehberi olarak hizmet etmek üzere vardırlar. Ve bunu görmezden gelenler de kendi yollarını seçmekte hürdürler. Onları iyilik yoluna getirmek ve inanmaya zorlamak için tabiatüstü veya olağanüstü mucizeler ve­ya hususi belgeler göstermek Allah'ın sünne­tine aykırıdır. Herhangi bir hareket tarzını iz­lemeleri kendi tercihleri olacaktır ve ona göre ceza veya mükâfat ile karşılaşacaklardır. Al­lah'ın bu sünneti değişik yollarla ve çok ikna edici ve akılcı bir biçimde izah edilmiştir ki, böylece düşünen ve anlayanların zihninde hiç şüphe kalmasın. Onları tatmin etmek ve Doğ­ru Yola getirmek için her türlü delil ve mantıkî açıklamalar getirilmiştir. İnsanları Rasûlullah'in tebliğinin doğruluğuna ikna etmek için verilebilecek hiçbir delil ve mantıkî izah eksik bırakılmamıştır, ancak sa­ğır kulaklar bunları işitmemiştir. Daha sonra insanlara fazilet ve hakikat yoluna inanmak ve bunu takip etmek istiyorlarsa, Hz. Muhammed'in peygamberliği vasıtasıyla te­min edilen büyük mucizeyi ve açık belgeyi (âyeti) müşahade etmeleri ve onun hakkında düşünmeleri söylenmektedir. Okur-yazar ol­mamasına rağmen, çok yüce ve mükemmel bîr kitap olan Kur'ân'ı getirmiştir. Eğer onlar gerçekten Hakikati arıyorlarsa yalnızca bu gerçek onları Hz. Muhammed'in peygam­berliğine inandıracak büyük bir mucize değil midir? Bundan sonra başka bir mucizeye ve­ya âyete/alâmete ihtiyaç var mıdır? Diğer mu­cizeler geçici olacaktır, sadece onları görenler üzerinde tesir halk edecektir; ama bu Kur'ân mucizesi daima önlerindedir ve onu okuyabi­lirler ve müstesna ve eşsiz öğretilerini tatbik edebilirler (Sirat Sanvar-i 'Alam, sh. 400).

İnkarcıların Hz. Muhammed'den bir alâmet (meselâ, bir mucize) istemeleri ile il­gili olarak ele alman bütün tartışma, her talep ve itirazın akılcı temellerde değerlendirildiği­ni ve sonra karşılığını veremeyecekleri ikna edici bir cevap verildiğini göstermektedir. So­nunda kendi çıkardıkları tartışmalarda kendi­leri yenik düşmekteydiler. Çünkü kendileri­nin yanlış olduğunu biliyorlar ve doğru olma­yan itirazlarını kasıtlı olarak öne sürüyorlardı. Bu onların talep ve itirazlarını her hâle göre değiştirmek gibi bir davranış göstermelerin­den de anlaşılmaktadır. Bu Hz. Muhammed'i iddiasından vazgeçirme ve onunla uzlaş­ma vazifesinden dönerken Kureyş'in önde gelen reislerinden Utbe b. Rebia'nm söylediği ifadelerle de teyid edilmektedir. Hz. Muham­med 'in sözlerinin (iddia ettikleri gibi) ne şiir ve ne de kâhin ve sihirbaz sözü olmadığı­nı ifade ederek çevresindekilere şöyle demiş­tir: "Tavsiyemi dinleyin ve benim yaptığımı yapın; bu adamı tamamen yalnız bırakın, Al­lah'a yemin ederim ki, duyduğum sözler her bir yana yayılacaktır." (İbni İshak).