- Metaforların kırık aynası

Adsense kodları


Metaforların kırık aynası

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sun 1 July 2012, 08:57 am GMT +0200
Metaforların kırık aynası
Naci BOSTANCI • 61. Sayı / TOPLUM


Metafor kelimesini ilk nerede duydum hatırlamıyorum, ama benzeştirmeyle açıklamanın insanı savuran, dilin, anlamın sınırlarını zorlayan çekiciliğini hep hissettim. Düz anlatımın akıllı uslu kelimeleri metaforların elinde çok katmanlı deli bir dünyaya ait oluyorlar, adeta hakikatin çekirdeğine doğru bir yolculuğun girdabına dönüşüyorlardı. Metaforlar orada öylece yazıldıkları gibi duruyorlardı, doğru, ama yıllar geçip çeşitli yaşantıların tecrübeleriyle onlara her dönüşte, dünya ile dil arasındaki o garip o tüketici yolculukta olduğumu, açılan her yeni anlam ile artık herhangi bir sualin kalmadığı sonsuz dinginlik vaadini sunduklarını hissediyordum. Garip olan şuydu ki, gerçekliğin bir anlık parlayışı karşısında kamaşan aklın sayıklar gibi dile getirdiği metaforlar, tarihe, ülkeye, zamana, dile aldırmaksızın tuhaf örtüşmelerle birbirini teyit ediyor, sanki subjektif olana ilişkin bir nesnellik zemini kuruyorlardı.

Hayatımız metaforlarla dolu. Gibi’li her sözden bir metafora ulaşmak mümkün. Bu kelimeden haberi olmayan, okuma yazma dahi bilmeyen “Don Pablo”, Neruda’nın postacısı, Skarmeta’nın kahramanı, şairin “Deniz” şiirini dinlediğinde “Bir garip oldum, sizin sözcüklerinizle sallanıp duran bir gemiye döndüm” der. Metaforun ne olduğunu şairden dinleyen, şiirin ardından da metafor yaptığını öğrenen Pablo, “Madem her şey bir başka şeyin metaforu, öyleyse dünya, bütün dünya, rüzgarlarıyla, hayvanlarıyla, ağaçlarıyla, dağlarıyla, ateşiyle, evleriyle, çölleriyle, yağmuruyla… neyin metaforu?” diye soruverir. Sahiden dünya, biz, hayat dediğimiz şey her ne ise o, jestler, arzular neyin metaforudur?



İlk duyduğum çarpıcı metafor Eflatun’a aitti. “Mağaradakiler”de, dış dünya yerine mağara duvarına yansıyan gölgelerin bilgisine sahip olanların gerçeklik yanılsamasını dile getiren Eflatun, bilgilerin, şartların ürünü bir yanılsama ile malul halini anlatır. Hayatın hakikatine ulaşmak için okuryazarlık yolculuğuna çıkmış birisi olarak, Eflatun’dan ilhamla başkalarının mağaraları üzerine düşündüm. Her kitapla birlikte gözümdeki perdelerden birisi düşerken hâlâ kıpırdamadan mağara duvarına bakanlardan olabilir miydim? Henüz dilin bir hayat gerçekliğine tekabül etmeksizin bilgisini iletemeyeceği gerçeğinden, mağaradan çıkışın hayat boyu süren bir med-cezir olduğundan habersiz birisi olarak, bana “hikâye ve efsane” anlatanlara ben de mağaradakileri anlattım. İki bin yıl öncesinin antik sütunları arasında Akdeniz güneşine karışan üstadın sözlerini onlara kardeşçe ileterek mağaralarına bir tutam ışık düşürmek istedim. Aynı sözün bana dönüşü ise bazen bir ân sonra, bazen yıllar sonra oldu, bazen ise dönmedi, belki dönmeyecek...

Peşinden, sürekli hasta, zayıf, bitkin, otel odalarındaki yorgun münzevi Nietzsche’yle ilgisini kurmakta zorlandığım, davudi sesiyle Batı’nın ufkuna çığlıklarını bırakan, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün Nietzsche’si, çıktı karşıma. Yirmili yaşların başında, her okuryazarını bir kader gibi kendi mağlubiyetinin isyankâr temsilciliğine yazan bir medeniyetin çocuğu olarak Nietzsche’ye başımı vurdum, coşkun, saldırgan, öfkeli anlatımından kendimce hakikatler çıkardım. İçimdeki bulanık, muğlâk, sessiz itiraz onun dil coğrafyasından beslendi. Muhkem Batı medeniyetinin makyaja bulanmış yaralarına o sesin şahitliğinde dokunmak, başkalarına göstermek, ezikliğimi onun gölgesinde ayağa kaldırmak istedim.

Nietzsche her zaman yanlış anlaşılmaya açık bir felsefeciydi, ama herhalde bu en çok da yirmili yaşlarının başı için doğruydu. “Kadınına mı gidiyorsun, kırbacını elinden eksik etme,” diyen Nietzsche’nin, sevdiği Rus kadın Salome’nin eline kırbaç vererek bir at arabasının üzerine bindirdiği, koşumlarından birisine kendisinin geçtiği –diğerine de bir başka felsefeci, kadının bir başka âşığı geçmiştir– fotoğrafı acaba bu söz için nasıl bir dipnot teşkil etmeliydi?

Dil oyunlarının arasından parlayan gizemli hakikatler, beni olduğu gibi, diğer dumanlı genç başları da sarhoş kılmalıydı. Ben de üstattan alıp karanlık gerçekliğine kendime ilişkin arzuları da ekleyerek başkalarına “Minervanın kuşu alacakaranlıkta uçar”ı sattım. Kanatlarını açmış devasa bir kuş, henüz gün ışıklarının bir yanılsama olarak yayıldığı o kızıl vadide süzülüyor, geceden siyah ipliği ayırma ânının ebediliğinde hakikati kavramaya çalışıyordu. Metaforu anlıyordum elbette, ama sadece bir metafor olarak anlıyordum, hayat farklıydı ve biz parlak gün ışığında apaçık bir hakikat olarak görülen bilgileri aramıyor muyduk? Eflatun mağarayı anlatırken, aslında bizi mağaranın dışına çağırmamış mıydı?

Metafordan hayata, hayattan yeniden metafora yeniden ve yeniden metafora dönüşüm zaman aldı. Nietzsche, aydınlık karanlık karşıtlığı üzerinden bilgelik ile cahilliği anlatan klişe ve mütehakkim metaforların karşısına alacakaranlığı getiriyordu. Öğrendikçe aydınlandığını düşünen bizlere bu yolculuğun her zaman alacakaranlıkta gerçekleşen bir yolculuk olduğunu anlatıyordu. Bilgelik, kesinlik yoksunluğunun, aydınlanma hallerini dahi yanılsamalardan ayırt etmeye dönük o ebedi kuşkunun, her şeyi dip bucak kolaçan eden bir tedirgin bilincin, nihayet aşılması imkânsız tarihselliğin gölgelediği hakikatin farkında olma süreciydi. Sonuçta bilgelik, bilginin hâkimi olamayacağını kavrayan bir irfanın hayata, insanlara –tarihin gölgesine çekilmiş, kendileri yerine artık yanlış yorumlara da açık izlerinin konuştuğu canım insanlara da– ve tüm canlılara merak ettiren, bunu hak ettiren bir saygıyla yaklaşımı olmalıydı.



“Dil üzerine konuşmak, maşayı maşayla tutmaya benzer” diyen, dile ilişkin hakikati ancak bir anlık parlayış olarak gören, derslerinde hemhal olduğu dilin açmazlarında boğulan, deliren, acizleşen, öğretmen zırhına bürünmek yerine yaralarını paylaşan Wittgenstein! Cambridge’de, fotoğrafı çekilirken “Nerede durayım?” dediği fotoğrafçının “Oralarda bir yerde işte,” sözünde dilin hakikatini bulur: Dil, oralarda bir yerde olandır. Sıradan bir söz Wittgenstein’ın bağlamında bilgelik kuşunun uçtuğu alacakaranlığa dönüşmüştür. Oralarda bir yerde, hem bir parça aydınlık içerir, hem de kesinlikten yoksunluk dolayısıyla karanlığı ima eder. Nietzsche ile Wittgenstein farklı kelimeler ve hayatların içinden gelerek, metaforların bulanık bağlamında aynı anlam üzerinde buluşmuşlardı.



Delphi tapınağının kapısındaki “Kendini bil!” hitabı, bütün semavi dinlerin, mistik tecrübelerin, büyük medeniyetlerin temel ilkelerinden birisiydi. İlmin varacağı yer Yunus’un dediği gibi kendini bilmekti, eğer kişi kendini bilmezse okumasının anlamı yoktu. Kur’an insanı bilmeye ve anlamaya çağırır, sonuçta bütün bilgilerin dönüp dolaşıp geleceği yer kendini bilmek, oradan da Rabbini bilmektir. Cogito ergo sum (düşünüyorum, öyleyse varım), varoluşla düşünce arasındaki bağı kurar, düşünce kişinin kendisine dokunmasının bir yöntemidir. Kant ise, “Bilmeye cüret et!” diye seslenir insanoğluna. Bilmek niçin cüretkâr bir iştir, niçin cesaret gerektirir, insan bilerek neye meydan okur, nasıl bir emaneti üstlenir? Cennetten kovulmaya neden olan bilme arzusunun yeniden cennete dönüş için de gerekli oluşu bize kendi hayatlarımız için ne söylüyor? Cüreti gerektiren, bilginin ayartıcı, baştan çıkartıcı gücüne karşı kişinin kendisini koruyabilmesi, bilginin sarhoş kılan kudretine kendisini bırakmaması mıdır?

...

Bütün işler gelip sonunda bilmeye dayanıyor. Bilmek ise bir alacakaranlık, en iyisinden “oralarda bir yerde”nin belirsizliğinde yaşanan bir süreç. Kelimenin kökeni, canlı, organik bir ilişkiyi, iç içe geçmeyi ifade ediyor. Sadece bilmiyorsunuz, aynı zamanda biliniyorsunuz. Cüretkârlık, belki bilinmeye de açık olmakla ilgili. Öte yandan alacakaranlık, sanki biraz da “içine gömülü olduğumuz bu dünya”nın “yanılsamalar doğuran şartları”nda olmalı. Belki Marx’a kulak verip, “Yanılsamalardan kurtulma isteği, yanılsamalar doğuran bir şarttan kurtulma isteğidir” sözünün öğreticiliğini “bilme”yle birlikte yeniden düşünmek lazım.



Kürt meselesi de bir metafor, kırık aynaların sonsuz ifşasında bir alacakaranlık yolculuk. Bombalar, ölümler, parçalanmış hayatlar ise gerçek. Metaforlar “zamanın bir fonksiyonu” fakat dökülen kan, kendi çıplak ve yalın görüntüsü kadar sahici. Bilginin yanlışı tashih edilebilir, ama tashih edilemeyecek olan metafor, müritlerinin omzunda her zaman bir yük olacaktır.