- Memleket İdaresinde Kadınların Vazifeleri

Adsense kodları


Memleket İdaresinde Kadınların Vazifeleri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Eslemnur
Thu 23 September 2010, 06:40 pm GMT +0200
III. MEMLEKET İDARESİNDE KADINLARIN VAZİFELERİ

 Bizden, hangi İslâmî usul ve ahkâma göre, kadınla­rın kanun koyucu mecliste âza olmaları menedilmiş ol­duğu sorulmaktadır. Aynı zamanda Kur'an ve Hadiste bu hususta ne gibi işaretler ve hükümlerin olduğu bilinmek isteniyor. Ve sonra da hangi hükümler gereğince bu gibi meclislerin işleri yalnız erkeklerin ellerine bırakıldığı so­rulmaktadır.

Bu suallere cevap vermeden önce, biz bu meclislerin çeşidini ve doğru şeklini izah etmek zorundayız. Yani kadınların âza olabileceği bahis mevzuu bulunan mec­lislere yanlış olarak "kanun - saz" (kanun koyucu) mec­lisler denmesi esasen bu yanlış anlayışı doğurur. Bunlara "kanun saz": (kanun koyucu) meclisler denemez. Bun­lara "kanun kuran, kanun yapan" meclisler denmesi lâzımdır. Çünkü bunların işleri yal­nız "kanun yapmak" değil "kanun vazetmektir". İşte bu yanlış anlayıştan bir başka yanlış anlayış da ortaya çıkıyor. Zihinlerin karış­masına sebep oluyor. O da şudur: Sahabiler devrinde kadınların da kanunî meseleler üzerinde durdukları, ko­nuştukları ve görüş beyan ettikleri ve bazı şeyler yaptık­ları, hattâ Halifelerin kendileri bile bu kadınlarla çok vakit müşaverede bulundukları ve onların reylerine başvur­dukları görülmüştür. Şimdi şu mesele hayrete verici olu­yor ki, bu gün, İslâınî usuller diye isim verilen hususlarda bu gibi meclislerde kadınların iştirak etmeleri niçin ve neden doğru olmayıp da hatalı olacaktır?

Gerçek şudur: Bugün adına "Kanun vazeden mec­lis" denilen bu gibi meclisler, sadece kanun etmekle meşgul değillerdir. Meclislerin daha bir sürü başka işleri de vardır. Bu meyanda bütün memleketin mülkî siyasetini kontrol etmek; bakanları tayin etmek, anlaşmalar yapmak ve bozmak; memleketin asayiş vaziyetini gözönüne al­mak; emniyet ve zabıta gibi işleri idare etmek; vergi işle­rini tanzim ve bütçeyi hazırlamak; memleketin iktisadî işleri ile meşgul olmak; daha bunlar gibi bir hayli mese­lelerin yanı başında harp ve sulh gibi çok mühim işleri karara bağlamak hep bu meclisin vazifeleri cümlesinden­dir. Bu bakımdan bu meclislerin azaları sadece bir fakîh veya bir müftü makamında bulunan kimseler değillerdir. Memleketin her hususunu gözönünde bulunduran "kavvam": (Düzenleyici, koruyucu) durlar.

Şimdi bir parça düşünelim. Kur'an içtimaî yaşayışta bu makamı kimlere vermiştir ve kimlere vermemiştir?

Süre-i Nisâ'da Allahu Taalâ şöyle buyurmuştur:

"Erkekler kadınların koruyucularıdır. Allah bazılarını bazılarından üstün kıldığı ve erkeklerin kendi mallarından kadınlara geçim verdikleri için. Saliha kadınlar itaat eden, Allahın koruması sayesinde gıyabında (kocalarının mu­hafaza edilecek şeylerini) muhafaza ederler."

(En – Nisa: 33).

Bu âyette Hak Taalâ sarahatle ve açık kelimelerle koruyuculuk ve düzenleyicilik vazifesini erkeklere vermiş­tir. Saliha kadınların burada iki vasfı beyan edilmiştir. Biri itaat eder olmak, ikincisi de kocalarının bulunmadıkları zaman, onların muhafaza edilmesi lâzım gelen şeylerini muhafaza etmek. Nitekim Allah muhafaza etmiştir.

Şimdi siz diyeceksiniz ki, bu hüküm ev hayatına ait bir mesele içindir. Memleket meseleleri için değildir. Fa­kat görüyoruz ki, âyet-i kerimenin birinci kısmında "er­kekler kadınların koruyucularıdır, düzenleyicileridir" den­diğine göre, burada "fil - buyûti": (evlerinde veya ev­lerde) denmediğinden, bu cümledeki meselenin evle sı­nırlandırılmamış olduğu anlaşılır. Sonra yine siz şunu da kabul etmek istersiniz ki, bize de sorulduğu gibi Allah evde "kavvam" koruyucu kılmamıştır; kadına da "kunût": (itaat etme) makamını gözönünde tutmuştur; o zaman siz bütün evlerin hepsinde yani bütün memlekette "kunût": (itaat etme) makamını kaldırıp bunun yerine kavvamiyet: koruyuculuk makamını mı koyacaksınız? Evi korumak makamı memleketi korumak makamından daha büyük ve daha yüksek derecede midir? Şimdi siz nasıl olur da dersiniz ki, Allah Taalâ bir evin koruyuculuğunu bir kadına vermediği halde bir memleketin koruyuculu­ğunu bir kadının eline vermek için izin vermiştir? Bunları bütün evlerin koruyucusu yapmakla bütün cemiyetin ge­nel yapısını teşkil eden memleketin koruyucusu kılmıştır hükmü verilebilir mi?

Ve görüyoruz ki, Kur'an-ı Kerim kesin kelimelerle ka­dınların çalışma dairesini tayin etmiştir:

"Evlerinde otursunlar ve eski cahiliye devrinde ol­duğu gibi kırıtmasınlar."

(El – Ahzab: 33).

Burada, yine şu meseleyi ileri sürenler vardır: Bu emir Zat-ı Risaletpenahilerinin hanımları hakkında veril­miş bir emirdir. Biz de şu noktayı soruyoruz: Zat-ı Risaletpe­na­hi­lerinin hanımlarının ne gibi noksanları vardı ki, onların evlerine bağlanması emrediliyor da, evin dı­şındaki işlerde, onların ehil olmadıkları ortaya konuyor? Niçin diğer kadınlar bu hususlarda onlardan üstün tutul­muştur? Acaba bunun sebebi nedir? Bu da bir tarafa dursun, Zat-ı Saadetlerinin hanımları bu gibi kırıtma işle­rinden menedilirken acaba diğer müs­lüman kadınlara kırıtma müsaadesi mi verilmiştir? Nasıl olur da Zat-ı Sa­adetlerinin hanımlarına yabancı erkeklerle kırıtarak ko­nuşmalarına ve yabancı erkekleri tahrik etmelerine izin verilmemiş de diğer müslüman kadınlarının yabancı er­kek­lerle kırıtmalarına müsaade edilmiş ve bu yabancı erkeklerin erkeklik hislerini tahrik etmelerine izin mi ve­rilmiştir? Bundan başka nasıl olur da Allah Taalâ kendi peygamberinin evini ve ailesini temiz tutmasını emreder­ken, diğer müslü­man­ların evlerinin bulaşık vaziyette kal­malarına göz yummuş olabilir?

Bundan sonra Hadis-i şeriflere gelebiliriz. Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin açık hadisleri elimizdedir. Buyuruluyor ki:

"Ne zaman sizin emirleriniz halkın en kötüsü, zen­ginleriniz en cimri kimselerden olur ve işleriniz de kadın­ların eline geçerse, o zaman yerin altı üstünden elbette ki iyi olacaktır."

(Tirmizî)

Ebî Bekre'den rivayet edilen şu Hadis-i Şerif gerçeği elle tutarcasına göstermektedir:

Allah'ın Resulü Sallallahu aleyhi ve sellem, İran hal­kının Kisrâ'nın kızını kendilerine padişah kıldıklarını du­yunca şöyle buyurdular:

"İşlerini kadınların eline teslim eden bir kavim hiç bir zaman felah bulmaz."

(Buhari, Ahmed, Nesâî, Tirmizî)

Bu iki Hadis-i Şerif de şu hidayeti İlâhiyenin hakikî tefsirini beyan etmektedir:

"Erkekler kadınların koruyucularıdırlar."

Âyetinin hakikî tefsirini; beyan etmekte ve açıktan açığa bildirmektedir ki, siyaset ve memleket idaresi ka­dınların yapacağı işlerden değildir.

Şimdi şu mesele kalmaktadır: Böyle olunca kadınla­rın yapacakları işlerin ölçüsü nedir ve bu iş dairesinin hududu nerelerdedir? O zaman Zat-ı Risaletpenahilerinin şu Hadis-i Şeriflerini ileri sürerek deriz ki, bu mevzu dahi şu Hadis-i Şerifte beyan kılınmıştır:

"Kadın da kocasının, evinin ve çocuğunun çobanıdır. O da bunlardan mesuldür."

(Ebu Davud)

Bu Hadis-i Şerif de şu âyet-i kerimenin tefsiridir:

"Evlerinde otursunlar."

Bu mevzunun daha geniş tefsiri ve daha etraflıca izahı hususunda, zikredeceğimiz şu Hadis-i Şerif, kadın­ları siyaset işlerinden ve onların ev dışındaki işlerle ilgi­lenmekten menetmiştir:

"Cuma (namazı) haktır Her müslümana da cemaat ile farzdır. Ancak dört zümre (bundan muaftır): Boynu bağlı olan köle, kadın, çocuk ve hasta olanlar."

(Ebu Davud)

Ümm-i Atiyye'den şu hadis rivayet edilmiştir:

"Biz cenazelerin arkasından gitmekten men edilmiş bulunuyoruz."

(Buhari)

Bizim için bu hususları aydınlığa kavuşturacak daha birçok deliller mevcut olmasına rağmen, bir karışıklığa meydan vermemek için, bu kadarla yetinmeyi uygun bul­duk. Zira bize sorulan sualler de geniş delilleri icap ettir­memektedir.

Şu hususu da tespit etmek gerekir ki, herhangi bir müs­lü­mana şu hakkın da verilmiş olduğuna kani değiliz: Bir müs­lüman Allah'ın ve O'nun Resulünün açık hüküm­lerini duyduktan sonra, bu emirlere göre amel etmek ve bunların icabını yerine getirmek İçin kalkıp da aklî deliller istemez. Bir müslüman için — eğer bu kimse hakikî bir müslüman ise — ilk şart amel etmektir.

Sonra kendi fikrini güvenli bir hale koymak için, amel ettiği bu hükme kendisinin delil bulması gerekir. "Aksi takdirde, ilk önce beni aklî delillerle bu hüküm hakkında ikna edin, yoksa Allah'ın ve Resulünün hükümlerine inanmıyacağım" derse, böyle bir kimseye müslüman demememiz için bir sebep kalmaz. Nerde kaldı ki, bir İslâmî Hükümetin Anayasasını yapanlar için böyle bir isteğe müsaade edilmiş olsun? Amel etmek hükmünü kabul etmek için aklî deliller istemek gibi bir tavrın, İslam içinde yeri yoktur. Böyle bir yer ancak Islâmın dışındadır.

Siyaset ve memleket idaresi işlerinde kadınların ha­riç tutulmadığına delil olarak, Hazret-i Ayşe Radıyallahu Taalâ anhanın Hazret-i Osmanın kanını isteme davası ileri sürülüyor. "O zaman Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anh ile Cemel muharebesine girişmişti" deniyor. Halbuki, ilk başta bu delil hatalıdır. Çünkü Allahın ve O'nun Re­sulünün hükümlerinde açık olarak mevcut bulunan bir mesele hakkında, herhangi bir Sahabinin tek başına yaptığı bir iş, delil olarak ileri sürülemez. Böyle bir şey hiçbir zaman da hüccet olamaz. Evet şurası da doğrudur ki, Sahabilerin temiz yaşayışları, bizim için her zaman bir hidayet meşalesidir. Onların gitmiş oldukları yolun aydın­lığında Allahın ve O'nun Resulünün hükümlerini elde ederek doğru yoldan yürüme imkânını bulabiliyoruz. Fa­kat bu demek değildir ki, Allahın ve Resulünün hidayet kıldıkları hükümleri bırakıp da onların tek başlarına gitmiş oldukları bir tek yanlış yol varsa o yanlış yola uyarak gi­delim. O zaman bile böyle bir yolun yanlış olduğu o gü­zide Sa­habiler tarafından bildirilmiş olduğuna göre, aynı yolun tavsiyesi ciddiyetle bağdaşabilir mi? Sonra ÜmmülMümininin ken­disi dahi tuttuğu işin hatalı oldu­ğunu anlamış ve pişman olmuştur. Buna rağmen, nasıl olur da İslâmda yeni bir bid'at başlatmak için bu mese­leye istinad edilir ve delil diye ileri sürülür?

Hazret-i Ayşe Radiyallahu Taalâ anha'nın bu hare­kete girişeceğini haber alan Hazret-i Ümm-ü Seleme kendisine bir mektup göndermişti. Bu mektubun tam metni İbn-i Ku­tey­be'nin "El - İmame ve's - Siyase" isimli kitabında vardır. İbn-i Abd-i Rabbîh de bu mektubu ay­nen "İkd ül - Ferid" isimli eserinde nakletmiştir Lutfedip de baksınlar, orada ne kadar kuvvetli bir şekilde bu mevzu üzerinde durulmuştur:

"Zat-ı İffetpenahnerinin eteği Kur'an ile doludur. Siz bununla bir şey kazanamazsınız. Zat-ı İffetpenahileri hatırlamıyor musunuz ki, Resulııllah Sallallahu aleyhi ve sellem zatınıza ifrattan çekinmenizi buyurmuştur. Ve devamla, Düşünün bir kere, Onun sizi böyle çölün orta­sında şu taraftan bu tarafa, bu taraftan şu tarafa deve koştururken gördüğünü farz­ediniz, Resulullaha ne cevap verebilirsiniz?

Sonra da Abdullah İbn-i Ömer'in şu sözü hatırlatıl­maktadır:

"Ayşenin kendi evi onun havdecinden daha iyidir.

Hazret-i Ebu Bekre'nin şu sözünü Buhari naklet­me­k­tedir:"

"Benim Cemel muharebesinden uzak kalmak iste­me­min sebebi Hazret-i Resulü Ekremin şu sözü hatırıma geldiği içindir:

İşlerini kadınların ellerine bırakmış olan kavim, hiçbir zaman felah bulamaz."

Hazfet-i Ali Radıyallahu Taalâ anh bir tarafa, acaba o zaman hiç Şeriat ilmini bilen yok muydu? Onlar da açık olarak Hazret-i Ayşe'ye yaptığı işin Şeriat hududuna te­cavüz olduğunu yazdılar. Hazret-i Ayşe Radıyallahu Taalâ anha, kemâl-i zekâsı ve fıkıh bilgisine rağmen, bunların karşısında ileri sürecek bir delil bulamadı. O zaman Hazret-i Ali Radı­yallahu Taalâ anh'ın sözleri şöyle idi:

"Siz, şüphesiz olarak, Allah ve Resulünün hatırı için, sıkılarak bu işe girişmiş oldunuz. Fakat bu. sorumlu ol­madığınız ve sizi ilgilendirmeyen bir iştir. Muharebe ve halk arasında düzen temin etmek (ıslah beynen - nâs) kadınları nereden ilgilendiriyor? Siz Osman Radıyallahu Taalâ anhın kanını iddia etmek için ayaklanmış bulunu­yorsunuz. Fakat ben hakikatı söyliyeyim ki, sizi bu işe sevk eden ve sizi bu davaya sürükleyen kimse, Osmanın katillerinden daha da çok günahkâr kimsedir."

Görüyoruz ki, bu yazıyı Seyyidinâ Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh, Hazret-i Ayşeye yazmış ve onun yaptığı bu işi açık bir şekilde şeriata aykırı olarak belirt­miştir. Hazret-i Ayşe de tamamen doğru olan bu sözlere karşı bir şey söyliyememiş ve çekilip gitmiştir.

Cemel muharebesi bittikten sonra Hazret-i Ali Radıyal­lahu Taalâ anh, Ümmül Müminin Radıyallahu Taalâ anha, ile buluştukları zaman şöyle buyurdular:

"Ey Havdec sahibesi! Allah sana evinde oturmanı emretmiş iken, sen kalkıp da harbe çıktın."

Bu hitaba karşılık Hazret-i Ayşe: "Hayır, biz kadınla­rın evlerimizde oturmamız emredilmemiştir. Siyaset işle­rinde ve muharebe meselelerinde de bize hisse verilmiş­tir" diye cevap vermemiştir.

Sonra şurası da açıktır ki, Hazret-i Ayşe, muhare­beye ka­tıldığından dolayı son derece pişman oldu. Zira, allâme İbn-i Abdül - Berr, İstiâb isimli eserinde bu mevzuyu şu şekilde kaydeder:

Ümmül müminin, Abdullah İbn-i Ömer'e sitem ederek şu sözleri söyledi:

"Ya Ebu Abdurrahman, sen niçin beni girişmiş oldu­ğum bu işten men etmedin?"

Ebu Abdurrahman, bu suale şu cevabı verdi:

"Ben o kimsenin (yani Abdullah İbn-i Zübeyr) senin düşüncende olduğunu biliyordum. Ve senin de böyle bir işe kalkışacağını ümit etmiyordum."

Bu cevap üzerine, Hazret-i Ümmül müminin:

"Keşki, sen beni men etmiş olsaydın da, böyle bir işe girişmiş olmasaydım, dedi."

Bunlardan sonra, Cenab-ı Sıddıka Radıyallahu Taalâ Ânhânın bu hareketinin bir delil olma mahiyeti kalırmı ki, ilim erbabı bunu hüccet olarak kabul edebilsin? İslâmda kadınların dahi siyaset ve memleket düzeni işlerinde vazifeleri vardır diye iddia edilsin? Memleket işlerinde kadınlara da bir hak düşer diye fikir ileri sürülsün?.. Dün­yada galip milletlerin çalışma sistemini kendilerine ölçü olarak alan zümreyi bir tarafa bırakalım. - Çünkü bunlar, çoğunluk ne tarafa giderse, hemen o tarafa sürüklenip giden kimselerdir. — O zaman şuna bakalım ki, bunlar­dan hangisi İslâmın, kendileriyle birlikte yürümesini is­terler?

Onların gözü dışardadır. Fakat hiç olmazsa biraz ol­sun insafa yakın kimseler vardır ki, isim verdikleri şeyin bir parçacık olsun müsemmasına bağlanmak isterler. Hiç olmazsa onlar, Allahın kitabında ve O'nun Resulünün Sünnetinde bulunmayan ve asırlar boyunca tarihin şaha­detiyle mevcut olmayan şeyleri, delilsiz olarak, İslâma bağlamazlar.