- Melei İnkara Sevkeden Sebepler

Adsense kodları


Melei İnkara Sevkeden Sebepler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
meryem
Sun 10 April 2011, 02:42 pm GMT +0200
MELE'İ İNKÂRA SEVK EDEN SEBEPLER

 A- İnkârda Cebir ve İrâdenin Rolü


 "Ey Âdemoğulları! Size içinizden bir peygamber gelip âyetlerimi size anlattığı zaman kim tekzipten sakınır ve halini düzeltirse, artık onlara korku yoktur ve mahzun da olacak değillerdir. Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onları kibirlerine yediremeyenlere gelince), bunlar cehennemliktirler, onlar ebedî olarak orada kalıcıdırlar."[397]

"Kendilerine ap açık anlatabilsin diye her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik."[398]

"... Sonra O'nun ardından bir çok peygamberleri kavimlerine gönderdik de bunlar, onlara (davalarını ispat eden) apaçık mucizeler getirdiler. Fakat önceden (hakkı) yalan say(maya alış)dıkları için bir türlü inanmadılar. İşte haddi aş(maya alış)anlanın gönülleri üzerine biz böyle mühür basarız."[399]

"De ki: 'Bakın göklerde ve yerde neler var?' Gerçi îmân etmeyen bir millete âyetler ve ikâzlar hiç'bir fayda temîn etmez."[400]

"Göklerde ve yerde (Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretini ispat eden) nice âyetler vardır ki (insanlar) bunlardan yüz çevirici olarak üstüne basarak geçerler."[401]

"Ant olsun biz bu Kur'ân'da insanlara (inanmak için muhtaç oldukları) her çeşit misâli (ve mânâlarını) açık olarak verdik. Fakat insanların çoğu kabule yanaşmayıp ancak küfrü seçti."[402]

Örnek olarak aldığımız bu âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki Allah Teâla, insanlara rehber olarak gönderdiği peygamberlerinin, kavimleri tarafından tasdîk edilmesini sağlamak için akla veya hisse hitap eden bir çok delil ve mucizeleri gösterebilme imkânı ve iznini onlara vermiştir. Aynı zamanda bu mucizeler, o günün toplumunda mevcut âlim-câhil, zengin-fakir vb. her seviye ve sınıftaki insanın anlayabileceği üslup ve şekillerde açıklanmıştır. Çünkü bir mucizenin sadece fakir veya sadece yöneticilere yönelik olması, ilâhî adaletin icâbı mümkün değildir. Ancak her kes kendi seviyesine göre bu mucizelerden gereken dersi alır. Bütün peygamberler, zamanlarındaki insanların ilgisini en çok çeken konularda, beşerin beceremeyeceği harikalar göstererek haklılığını ispat eder ve bunu her kes anlar. Bu konuda Peygamberimiz de şöyle buyurmuşlardır:

"Kendisine, beşerin inanacağı kadar delil (ve mucize)ler verilmiş olmayan hiç bir peygamber yoktur".[403]

Fakat bütün bunlara rağmen her peygamberin zamanında inanmayanlar mevcut olmuştur. Bunların içinde de peygamberleri inkârda öncülük edenlerin, daima zengin veya idareci olmakla, toplumda kalbur üstü sayılan kimselerin olduğunu önceki bahislerde tespit etmiştik. Toplum içinde, özellikle bu zümrenin neden inanmadığını ve bununla da kalmayıp neden inkârda öncülük ettiğinin sebeplerini araştırırken, Mu'tezile ve Cebriyye'nin tartışmalarına girmemeye gayret ederek kısa bir ön bilgi vermeye çalışacağız. Ancak Kur'ân'da her iki grubu da destekleyen birçok âyet-i kerîmenin mevcudiyetine binâen kısmen de olsa beşerî irâde ve cebir konusuna temas etmeden asıl konuya geçemeyeceğiz.

Allah Teâla, anılan zümrenin inanmamaktaki kesin kararlarını beyân, için şöyle buyuruyor:

"Şu bir gerçektir ki, (Ebû Cehil, Ebû Leheb vb.) kâfirleri uyarsan da uyarmasan da onlar için fark etmez, inanmazlar, Allah onların kalplerine de kulaklarına da mühür basmıştır, gözlerinin üzerinde de bir perde var (bu sebeple) en büyük azap onlarındır."[404]

Kur'ân-ı Kerîm'de, kalplerin ve kulakların mühürlenmesi, gözlere perde çekilmesi mânâsında daha birçok âyet vardır. İlk bakışta bu âyetler, inanmayanların bu hallerini ellerinde olmayan bazı sebeplere bağlıyor. Fakat bu konudaki diğer âyetleri de ele alıp bir yere cem ettiğinizde, mühürleme ve perdelemenin; inanmayanların kendi arzularına, tercihlerine, ısrar ve inatlarına binâen Allah tarafından yaratıldığını anlarız. Meselâ:

"Gerçekten size Rabbinizden basiretler (hakîkatleri anlama kabiliyetleri) gelmiştir. Artık kim (onları gereği gibi kullanır da hakkı) görür (ve îmân eder)se kendi lehine, kim (onları kullanmaz da) kör olursa o da kendi aleyhinedir."[405] âyet-i kerîmesinde kulun tercihini açıkça görüyoruz. Ayrıca bu konudaki daha bir çok âyetin içinden aşağıdaki örnekleri de gözden geçirelim:

"Yemin olsun ki, cin ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. (Çünkü) onların kalpleri var fakat anlama(ya yanaşma)zlar, gözleri var fakat gör(mek iste)mezler, kulakları var fakat duymaz (gibi davranırlar. (Dolayısıyla) onlar (bu halleriyle) hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar, gaflete düşenlerin ta kendileridirler."[406]

"(Kâfirlerle müminlerin oluşturduğu) bu iki zümrenin hali, kör ve sağır olanlarla, gören ve işiten kimselerin durumu gibidir. Hiç bunlar eşit olur mu? Artık düşünmez misiniz?"[407]

"Bir kavim, kendisinde bulunan (güzel hal ve ahlak)ı değiştirmedikçe, şüphesiz Allah da onu(n halini) bozmaz"[408]

"Hayır! Allah onların kalpleri üzerine küfür(de ısrar etme)leri yüzünden, mühür basmıştır. Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, îmân etmezler."[409]

Bu âyet-i kerîmeler de inanmayanların; gerçekleri duymaya, görmeye yanaşmadıkları için körlere, sağırlara benzediğini, küfürde ısrarlarının ise, inanmaya müsait olan yaratılışlarını bozup yeni bir tip oluşturduğunu ve böylece bu kendi olumsuz gayretleri yüzünden kalplerinin Allah tarafından mühürlendiğini belirtiyor. Râzî (606/1209)'nin tefsirinde bu konu anlatılırken de örnek olarak aldığımız âyetlerin sonuncusundaki "illâ kalîlen" istisnasının delaletiyle mühürlenmenin, îmâna mâni olmayacağı belirtiliyor.[410]

Yine bu konuyu dile getiren diğer bir âyet-i kerîmenin[411] nüzul sebebini açıklama sadedinde Ibnu Hişâm (213/828) şu mütâlâayı serdediyor:

"Peygamberimiz Mekke müşriklerine Kur'ân okuduğu ve onları İslâm'a davet ettiği zaman, O'nunla alay ederek şöyle diyorlardı: 'Bizi kendisine davet ede geldiğin şeyden kalplerimiz örtüler içindedir, söylediklerini anlamıyoruz, kulaklarımızda da bir ağırlık, sağırlık var söylediklerini duymuyoruz, seninle bizim aramızda, bizi birbirinden ayıran bir perde var. Bu sebeple sen bildiğince hareket et, biz de bildiğimize göre hareket edelim. Çünkü senden hiçbir şey anlamıyoruz. Yüce Allah da (onların bu haksız itirazlarını mütekellim siygasıyla hikâye eden) şu âyet-i kerîmeleri indirdi:

"Sen Kur'ân'ı okuduğun zaman, Seninle âhirete inanmazların arasına, (onların iddialarına göre) perde çekeriz, onların kalpleri üzerine onu iyice anlamalarına (engel) perdeler gerer, kulaklarına ağırlık veririz. (Fakat) Sen Kur'an'da Rabbini bir tek olarak andığın vakit (kin ve) nefretle dolu olarak arkalarını dönüp hemen kaçarlar.''[412] Yani Allah Te'âlâ onların bu iddialarına karşılık, âyetin bu son kısmıyla şöyle cevap veriyor: Eğer ben onların iddialarına göre, kalplerinin üstüne örtüler koymuş, kulaklarına da ağırlık vermiş ve seninle onların arasına perdeler germiş isem; Senin, Rabbini birlediğini nasıl duyup hemen anlayarak kaçıyorlar? Şu halde bunu ben yapmış değilim, (kendileri bu duruma meydan vermiş oluyorlar.)[413]

Yine aynı konunun psikolojik bir izahım yapan Râzî tefsîrinde şöyle diyor: "Şu gerçeği iyi bilmek gerekir ki, bir şeye olan nefret, son haddine varınca (insanın) benliğine yerleşir. Artık onun hakkında bir söz işittiği zaman, mânâsını gereği gibi anlamaz, onu gördüğü zaman, bu görmesi onun bütün hâl ve inceliklerini gözden geçirip fark etmeye nefsi müsaade etmez. Çünkü esas anlayan ve fark eden nefisten başkası değildir. Şu halde onun, bir şeye olan şiddetli nefreti, o şeyin bütün ayrıntılarını tetkik ve düşünmekten nefsi men eder. Durum bundan ibaret olunca onların: "-Bizi kendisine davet ede geldiğin şeyden kalplerimiz örtüler içindedir..." demeleri, kastedilen mânâyı ifadede mükemmel bir istiaredir."[414]

Son olarak bu konuda Kur'ân'dan iki örnek daha verelim:

"Hayır (mesele onların iddia ettikleri gibi değil)! Kim kötülük işle(meye ısrarla devam ede)r de suçu, kendisini çepçevre kuşatırsa onlar cehennemliktir."[415]

"Yalan say(ıp inanmayanların o gün vay haline! Ki onlar, hesap gününü inkâr ediyorlardı. Halbuki onu; haddi aşıp taşkınlık yapan, günaha düşkün olanlardan başkası yalan saymaz. Ona (ve onun gibilerine) âyetlerimiz okununca: '-(Dinlemeye gerek yok çünkü) evvelkilerin masallarıdır.' demişti. Hayır! (mesele onların iddia ettikleri gibi değil), bilakis kazanmakta devam ede geldikleri (günahlar) kalplerini kaplamıştır (da artık gerçeği anlayamazlar.)"[416]

Bu âyetin tefsiri mâhiyetinde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Hiç şüphe yok ki kul bir günah işlediği zaman kalbinde kara bir leke oluşur. Eğer sahibi pişman olur, tövbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar, tövbe etmez de günahta ısrar ederse, o kara leke artar. Nihayet git gide artan leke, kalbini tamamen kaplar ki Yüce Allah'ın Mutaffifîn Sûresi'nde zikrettiği "rân" (kalbin paslanıp kararması) budur."[417]

Bu hadis-i şerifi açıklama sadedinde şu iki örneği verebiliriz:

Temiz ve yeni bir ayna, karşısındaki cisimleri güzel gösterir. Ama üstünde birkaç kara leke oluşunca iyi göstermez, silindiği zaman ise aynı net görüntüyü tekrar elde edebiliriz. Fakat uzun müddet rutubette kalmış olan aynanın sırları dökülmeye başladıktan sonra görüntü elde edebilmek için artık silip temizlemek de fayda vermeyecektir.

Israr ve inadın yüzünden ortaya çıkan aşırı nefretin, insanı nasıl psikolojik bir çıkmaza ittiği hakkında az önce müfessir Râzî'den naklettiğimiz izahın tam aksini düşünelim: Çok aşırı bir sevgiye kapılan bir kimsede de, nefrete düşen gibi, akıl normal şartlar altında görevini yürütemez. Çünkü akim etrafını aşırı bir hissiyat/duygusallık çemberi sarmıştır. Bu çemberi geçip akla hitap edebilmek için, önce hisse hitabeden bir ortamın içine alınıp kalbi saran hissiyat çemberinin kırılıp aşılması gerekir. Bu yapılmadan girişilen her teşebbüs neticesiz kalır, çünkü o kimse, normal aklın, aşık olduğu kimsede gördüğü kusurları bir meziyetmiş gibi görür. İşte bu sebeple Kur'ân da böylesine ruhî/psikolojik saplantılara/ önyargılara düşen kimseler için; "Kördürler, sağırdırlar, (bu sebeple bakarlar ama) görmezler, duyamazlar; Allah kalplerini mühürlemiştir, anlayamazlar" gibi deyimler sık sık kullanılmıştır. Yine bunları, içine düştükleri bu peşin hükümlerden kurtarabilmek için, aklî deliller yanında, hisse hitap eden birçok meseller anlatılmıştır. Ama duyguları da dumura uğramış körelmiş kimseler için bunlar da yeterli değilse artık elden ne gelir ki?

Şu halde âyet-i kerîmeler Peygamber Efendimiz s.av.'in hadis-i şerifleri ve verdiğimiz bu örneklerden açıkça anlaşıldığına göre; günahlar tekrar edildikçe, kişide menfî bir iz bırakır ve bu olumsuz izler çoğaldıkça insanın tertemiz fıtratı bozularak yeni bir karakter ortaya çıkar. Artık böyle bir kimse, alışmış olduğu kötülüğe kendisi için gerekli bir şeymiş gibi bakar. Yine günümüzde buna en güzel örnek; sigara, kumar ve içki alışkanlıklarıdır. İrâdesi ve şahsiyeti tam olgunlaşmamış genç biri, bu kötülüklere alışınca, ileri yaşlarda, zararlarına dair ne kadar bilgi edinirse edinsin artık onları bırakmakta çok büyük güçlüklerle karşılaşır.

İşte bu nevi bir alışkanlık sonucu yeni bir karaktere sahip olarak, bir takım peşin hükümlere saplanmadaki "kesb" (tercih ve irâdesini o yönde sarf) kullardan; O'nun bu hale dönüşmesindeki "halk" yani yaratma fiili ise Allah'tandır. Bu husus aşağıdaki âyet-i kerîmelerde açıkça görülüyor:

"Kim kendisine, doğru yol bes belli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, müzminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu, döndüğü o yolda bırakırız. (Fakat âhirette) kendisini cehenneme koyarız."[418]

"İşte onlar (Hakk'dan) sapıp eğrildikleri zaman, Allah da onların kalplerini (hidâyetten) döndürdü. Allah fasıklar güruhuna hidâyet etmez.[419]

Yine bu kendini beğenmiş ve peşin hükümlü grup için Allah Te'âlâ şöyle buyuruyor:

"Eğer, hakîkaten biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileri ile konuşsa idi, her şeyi de onlara karşı (senin söylediklerine) kefiller (ve şahitler) olmak üzere bir araya getirip toplasaydık onlar, yine îmân etmeyeceklerdi. Ancak Allah'ın dilemesi müstesna. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler."[420]

Bu âyet-i kerîmenin tefsirini de Râzî, Mekke ileri gelenleri içinde, Kur'ân'la alay eden Velîd b. Muğîre, Âs b. Vâil, Esved b. Abdiyeğûs, Esved b. Abdilmuttalib ve Hars b. Hanzala gibi isimleri saydıktan sonra, âyetteki "illâ en yeşâellâhu" yani, " Allah'ın dilemesi başkadır" istisnasına işaret ederek şu izahı yapıyor: "İlk bakışta sanki Allah Te'âlâ, onların îmânını istemiyor" gibi bir mânâ ortaya çıkıyor. Halbuki Allah Te'âlâ, hiçbir kimsenin küfrüne razı olmaz;[421] Buna göre, anılan âyet ile islâm'ın ana maksadı olan; insanların îmâna, hidâyete erdirmek arasında bir tezat var sanılıyor. Bu şüpheyi gidermenin ise yolu şudur: Allah Te'âlâ herkesten, kendi tercih ve iradeleri ile îmân etmesini istiyor. Fakat zor ve cebir kullanarak îmân etmelerini istemiyor. Böylece bu, var gibi sanılan tezat kaldırılmış oluyor.[422]

Başka bir âyet-i kerîmede de Allah şöyle buyuruyor:

"Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki kimselerin hepsi(ni mecbur ederdi de) topyekün elbette îmân ederlerdi. O, (şânı yüce Allah zorlayıp kendi irâdelerine bıraktığı) halde, (hepsi) mümin olsunlar diye insanları sen mi zorlayıp duracaksın?"[423]

Şu âyet-i kerîme de îmânın zor ve cebir ile değil hür irâde ve tercîh ile olması gerektiğini açıkça ortaya seriyor:

"Tâ Sîn Mîm... Bunlar apaçık Kitâb'ın âyetleridir. (Habîbim) Onlar mümin olmayacaklar diye âdeta kendine kıyacaksın! Biz dilesek, onların üzerine gökten bir mucize indiririz de boyunları ona eğilir (inanırlar). (Böyle yapılmayıp da normal şartlar altında) Kendilerine o çok esirgeyici (Allah)dan (vahiy ile) yeni bir öğüt gelmeye dursun, hemen bundan yüz çeviricidirler onlar. Üstelik (ona) "yalandır" derler; fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri yakında onlara gelecektir.[424]

Örnek olarak aldığımız son iki âyet-i kerîme ve açıklamalardan şunu anlıyoruz: Allah Te'âlâ dileseydi bütün insanları kendisine mecburen îmân edecek bir fıtratta yaratırdı. O zaman meleklerde olduğu gibi, O'nu inkâr etmek hiçbir kimsenin aklına gelmezdi. Meselâ, arı gibi hayvanlara muayyen bir iç güdü verilmiş, hiçbiri bunun dışına çıkamıyor. Ama böyle olsaydı insanların mümin olması şuursuz ve mecburî olurdu. Hâlbuki insanları meleklerin de üstüne bir mertebeye çıkaran şey, muhtâr/hür bir irâde ile yaratıldığı halde, küfrü bırakıp îmânı tercih etmesi ve onu en güzel amellerle süslemesidir.

Netice olarak: "Kalpleri yakînen bildiği halde (irâdelerini menfî yönde kullanıp îmâna müsait fıtratlarını    bozduklarından kendilerine) zulüm yaparak ve kibirlenerek bütün mucizeleri (ve dolayısıyla peygamberleri) bile bile inkâr ettiler."[425] âyet-i kerîmesini esas alıp; inanmamalarını ellerinde olmayan sebeplere bağlıyor gibi görünen âyet-i kerîmeleri de bu veya bu mânâyı taşıyan âyetlere göre te'vîl ederiz. Böylece bu ileri gelenler grubunun, gaflet veya cehaletin sonucu değil de; kasten ve kendi istekleriyle inanmadıkları ortaya çıkar.

İşte biz bu neticeye göre neden kasten inanmadıklarının sebeplerini: şirkin devamıyla kendileri için oluşan siyâsî, ticarî ve iktisadî vb. haksız menfaatlerini elden kaçırmak istememeleri gibi başlıklar altında incelemeye çalışacağız. Bu sebepleri incelemeye geçmeden önce yine önemli sayılan iki hususa işaret etmek gerekir: Mele'in, inanmamalarına dair göstereceklerimizin dışında daha bir çok sebeplerinin olabileceğini de düşünmek gerekir. İkinci olarak: Allah Te'âlâ "Müsebbibü'l-Esbâb'"dır, yani (hidayet) sebeplerini de yaratan O'dur. Bu sebeple; "Hamd olsun Allah'a ki, bizi hidâyetiyle bu (doğru yolu)na kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık"[426] âyetinin irşadı ile, her ne sebeple olursa olsun inanmayanlar grubuna dahil olmadığımız için, Allah'a sonsuz hamd ve şükürler olsun, diye duâ etmemizin gereğine inanıyorum.[427]


[397] A'râf: 7/35-36.

[398] İbrahim: 14/4.

[399] Yûnus: 10/74. Ayrıca bkz.: Rûm: 30/47; Hadîd: 57/25.

[400] Yûnus: 10/101.

[401] Yûsuf: 12/105.

[402] İsrâ: 17/89. Ayrıca bkz.: Kehf: 18/54, Rûm: 30/58; Zümer: 39/27.

[403] Buhârî, İ'tisâm bi'l-Kitâb, 1; Fedailü'1-Kur'ân, 1; Müslim, İmân, 1.

[404] Bakara: 2/6-7, mealde geçen isimler için bkz.: Vahidî, a.g.e., 12; Taberî, Câmi'u’l-Beyân, I, Râzî, a.g.e., II, 40; Beydavi, a.g.e., 10.

[405] En'âm: 6/104.

[406] A'râf: 7/179.

[407] Hûd: 11/24.

[408] Ra'd: 13/11.

[409] Nisa: 4/155. Ayrıca bkz.: el-Bakara, 2/88.

[410] Râzî, a.g.e., XVII, 140. Ayrıca bkz.: XX, 124.

[411] İsrâ: 17/46-47.

[412] İsrâ: 17/45-46.

[413] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 338.

[414] Râzî, a.g.e., XXVII, 98.

[415] Bakara: 2/81. Mutaffifin: 83/10-14.

[416] Bakara: 2/81.

[417] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 297; Tirmizî, Tefsir, Taberi, Câmi’u’l-Beyân, I, 112 vd; XXX, 97 vd.; İbnü Kesîr, Tefsir, IV, 485.

[418] Nisa: 4/115.

[419] Sâf: 61/5. Ayrıca bkz.: Tevbe: 9/67, 127.

[420] En'âm: 6/111.  Ayrıca bkz.: Ra'd, 13/31.

[421] Zümer: 39/7.

[422] Râzî, a.g.e., XIV, 151 vd.

[423] Yûnus: 10/99. Ayrıca bkz.: Ra'd: 13/31; En'âm: 6/149; Hûd: 11/118.

[424] Şu'arâ: 26/1-6.

[425] Neml: 27/14. Ayrıca bkz.: Hûd: 11/59; 'Ankebût: 29/47, 49; En'âm: 6/33.

[426] A'râf: 7/43.

[427] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 127-135.