hafiza aise
Sun 3 July 2011, 10:24 am GMT +0200
C) MEKKE FETHİNDEKİ YÜCE HİKMETLER
Hudeybiye barışı, bu büyük fethin öncesinde bir başlangıç ve bir hazırlıktı. Bu barış sayesinde insanlar birbirine güven duydular ve birbirleriyle konuştular, İslâm dini hakkında tartışma yaptılar. Mekke'deki imanlarını gizleyen müslümanlar dinlerini açığa vurma, ona çağrıda bulunma ve onun üzerinde tartışma yapma imkânı buldular. Bu barış sebebiyle büyük bir insan kitlesi İslâm'a girdi. Bu yüzden Allah Teâlâ, şu âyetinde onu bir fetih olarak isimlendirdi: "Doğrusu biz sana apaçık bir fetih verdik." [910] Hudeybiye barışı hakkında bu âyet nazil olunca Hz. Ömer (r.a.): "Bu bir fetih midir, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Evet!" buyurdu. [911]Allah Teâlâ Hudeybiye'yi fetih olarak anısını tekrarladı ve: "Allah, Rasû-lü'nün rüyasını doğru çıkardı..." diye başlayan âyetin "Allah sizin bilmediğinizi, bilir. Size bundan başka yakın zamanda bir fetih verecektir.[912] kısmında böyle andı. Büyük olayların öncesinde, onlara bir giriş ve işaret niteliğinde mukaddimeler takdim etmek Allah Teâlâ'nın âdetidir. Nitekim Hz. İsa ve babasız yaratılışı kıssasının öncesinde, Hz. Zekeriyya kıssasını ve onun du-rumundakilerin çocuk sahibi olamayacağı kadar yaşîı oluşuna rağmen ona çocuk verişini anlatmıştır. Yine kıblenin neshedilmesinin öncesinde Kabe'nin tarihini, yapılışını ve hürmete lâyık oluşunu, isminin yüceltilişini; sonra yapıcısını ve onun hürmet ve medhe lâyık oluşunu anlattı ve bütün buniardan önce neshi, onu gerektiren hikmetini ve onu kuşatan kudretini zikretmek suretiyle bir ön giriş yaptı. Rasûlü'nün (s.a.) peygamber olarak gönderilmesi öncesinde Fil kıssasını, kâhinlerin onu müjdelemelerini ve başka şeyleri anlatmış olması da böyledir. Uyanık halde iken vahyin gelmesinden önce Rasûlullah'm (s.a.) uykusunda gördüğü salih rüyalar da, aynı şekilde bir mukaddimedir. Hicret de cihad emri öncesi yine bir mukaddimedir. Şeriatın ve kaderin sırlarını, gereği gibi düşünen kişi, O'nun hikmetinin, akılları hayrete düşüren hallerini görür.
1— Anlaşmalılar, devlet başkanının zimmetinde, himaye ve güveni altında bulunanlarla savaştıklarında, devlet başkanına savaş açmış sayılırlar ve aralarındaki anlaşma ortadan kalkmış olur. Bu durumda devlet başkanı onlara» yurtlarında geceleyin baskın yapabilir. Eşitlik üzere anlaşmanın bozulduğunu onlara bildirmesine ihtiyaç yoktur. Bildirme, ancak onların hiyanet etmelerinden korkarsa olur. Hiyanet gerçekleştiğinde ise, onunla yapılan anlaşmanın dışına çıkmış ve anlaşmayı bozmuş olurlar.
2— Anlaşmalılar ses çıkarmadıkları, karşı gelmedikleri ve buna razı oldukları takdirde, bizzat yapanlarla destekçileri dahil, hepsinin anlaşması bozulmuş olur. Şöyle ki; Kureyş'ten Bekiroğulları'na yardım edenler onların bir kısmıydı ve hepsi onlarla birlikte savaşmamışlardı. Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.) hepsine birden savaş açmıştır. Şöyle ki: Nasıl sulh anlaşmasına, tâbi olarak girmişler ve onlardan her biri ayrı bir sulh anlaşması yapmamış, yapılan anlaşmaya razı olup onu kabullenmişlerse, işte onların anlaşmayı bozmalarının hükmü de aynen böyledir. Gördüğünüz gibi kuşkusuz Allah Rasûlü'nün (s.a.) sünneti işte budur.
Bunun bütüne şâmil edilmesi herbir fert anlaşmayı bozacak davranışı bizzat yapmış olmasa bile onların cemaatinin buna razı olmaları halinde anlaşmayı bozan zimmîlere bu hükmün icra edilmesi demektir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), bazı yahudiler oğluna saldırdıklarında ve bir evin damından taş atıp kolunu kırdıklarında Hayber yahudilerini (yurtlarından) sürmüştür. Hatta Hz. Peygamber (s.a.) Kurayzaoğulları'nın bütün savaşçılarını öldürmüş, onlardan her birine anlaşmayı bozup bozmadığım sormamıştır. Sadece iki adamın suikaste teşebbüs etmesine rağmen Nadîroğullarını sürmesi de böyledir. Kay-nukaoğullan'na da böyle davranmıştır. Fakat Abdullah b. Übeyy, Allah Ra-sûlü'nden (s.a.) onları bağışlamasını istedi. İşte Rasûhıllah'm (s.a.) şeksiz-şüphesiz tavrı ve metodu budur.
Âlimler, destekçinin bizzat savaşa katılan kimse gibi olduğu konusunda icmâ etmişlerdir; ganimet taksiminde ve sevap elde etme hususunda da hepsinin tek tek savaşa bizzat katılmaları şart değildir.
Yol kesiciler de bu hükme dahildir: Destekçileri de bizzat buna katılanlar gibidir. Çünkü bizzat yapan, ancak geride kalanlardan aldığı güç sayesinde kötülüğe girişmiştir, onlar olmasa ulaşmış olduğu şeye ulaşamaz. Şüphesiz doğrusu budur ve bu, Ahmed (b. Hanbel), İmam Mâlik, Ebu Hanîfe ve daha başka imamların görüşüdür.
3— Savaş durumundaki harbîlerle 10 yıl savaş yapmamak üzere aniaş-ma caizdir, ama bundan (10 yıldan) daha fazla süreli bir anlaşma caiz midir? Doğrusu; ihtiyaç ve tercih edilen bir menfaat sebebiyle bunun caiz olmasıdır. Meselâ, müslümanlar tarafında bir zaaf bulunuyor ve düşmanları da kendilerinden daha güçlü bir durumda ise ve on yıldan daha uzun süreli anlaşma yapmada İslâm'ın bir menfaati varsa caizdir.
4— Devlet başkanı veya bir başka kimse, kendisinden verilmesi caiz yahut vacip olmayan şeyler istendiğinde, onu vermekten kaçınmak için susabilir. Susması istenileni vermek anlamına gelmez. Zira Ebu Süfyan, Allah Ra-sûlü'nden (s.a.) anlaşmanın yenilenmesini istemiş, ama Hz. Peygamber (s.a.) susmuş, ona herhangi bir şekilde cevap vermemiştir. Hz. Peygamber (s.a.), bu susmasından ötürü onunla anlaşma yapmış olmadı.
5— Kâfirlerin elçileri öldürülmez. Nitekim Ebu Süfyan, anlaşmayı Bozanların hükmüne dahil olduğu halde Allah Rasûlü (s.a.) onu öldürmemiştir. Çünkü o, kavminin Hz. Peygamber'e (s.a.) gönderdiği bir elçi idi. '
6— İslâm daveti kendilerine ulaşmışsa, kâfirlere kendi memleketlerinde, evlerinde gece baskını yapmak ve onları gafil avlamak caizdir. İslam daveti kendilerine ulaştıktan sonra Rasûlullah'm (s.a.) seriyyeleri, O'nun izniyle kâfirlere geceleyin baskın yapıp saldırıyorlardı.
7— Casusun öldürülmesi -müslüman da olsa- caizdir. Zira Hz. Ömer (r.a.) Rasûlullah'tan (s.a.), Mekkelilere durumu haber verecek mektubu gönderdiği için Hâtıb b. Ebî Beltaa'yi öldürme izni istedi. Ancak Hz. Peygamber (s.a.): Öldürülmesi helâl olmaz, o müslümandir, buyurmadı da, aksine: "Nerden biliyorsun, belki de Allah, Bedir savaşına katılanlara vâkıf olup, onları tanıyarak: 'İstediğinizi yapın!' buyurmuştur." dedi. Böylece onun öldürülmesin-deki engeli belirterek cevap verdi; o-engel de Bedir gazasına katılmış olmasıdır. Bu şekilde cevap verilmesi, böyle bir engeli olmayan casusun öldürülmesinin caiz oluşuna bir tenbih gibidir. Bu, İmam Mâlik ile Ahmed (b. Han-bel)'in mezhebindeki iki görüşten biridir. İmam Şafiî ve Ebu Hanîfe ise, 'öldürülmez' demişlerdir ki, Ahmed (b. Hanbel)'in zahir görüşü de budur. Her iki grup da Hâtıb kıssasını delil getirmektedir. Doğrusu: Böyle kimsenin öldürülmesi devlet başkanının görüşüne bırakılmıştır. Şayet Öldürülmesinde müslümanlar lehine bir fayda görürse, öldürür; sağ bırakılması daha iyi olacaksa, sağ bırakır. En iyi bilen Allah'tır.
8— Kamu yararı ve bir ihtiyaç sebebiyle kadının her tarafının soyulup açılması caizdir. Çünkü Hz. Ali ve Mikdâd, mahfedeki kadına: "Ya mektubu çıkarırsın ya da seni soyarız!" demişlerdir. Gerektiği yerde ihtiyaçtan ötürü soyulması caiz olduğuna göre, İslâm'ın ve müslümanların faydası dolayısıyla soyulması haydi haydi caizdir.
9— Kişi, kendi heva ve zevki için değil Allah için, O'nun Rasûlü ve dini. için öfkelenip yoruma giderek bir müslümana münafıklık ve kâfirlik suçlamasında bulunduğu vakit, bundan dolayı küfre düşmez, hatta günah işlemiş bile sayılmaz. Hatta niyetinden ve maksadından ötürü sevaba nail olur. Ancak bu durum, nefsine uyanlarla bid'atçilerin hilâfınadir. Zira onlar, kendi arzularına ve mezheplerine muhalefet sebebiyle tekfir edip bid'atçilikle suçluyorlar. Oysa kendileri tekfir edip bid'atçilikle suçladıkları kimselerden daha çok buna müstehaktırlar.
10— (Günahları) imha edici büyük bir sevap, şirk koşma dışındaki büyük bir günaha keffâret olabilir; Hâtıb'ın Bedir gazasına katılmasının, yaptığı casusluğa keffâret kabul edilişi gibi... Zira bu büyük iyiliğin kapsadığı yarar, Allah'ın ona olan sevgisi, ondan razı oluşu, onunla sevinişi ve meleklerine karşı onu yapanla övünüşü, casusluk suçunun içerdiği kötülükten ve ihtiva ettiği Allah'ın buğzundan daha büyüktür. Dolayısıyla en güçlü en zayıfa galip geldi de, onu ortadan kaldırıp gereğini iptal etti. Kalbin sıhhatli yahut hasta olmasını gerektiren iyiliklerden yahut kötülüklerden kaynaklanan sıhhat ve hastalık hususunda Allah'ın hikmeti işte budur ve Allah'ın vücuda ilişkin sıhhat ve hastalık konusundaki hikmetinin benzeridir. Çünkü bu ikisinden hangisi daha güçlü ise mağlub olana otoritesini kurar ve egemenlik onun eline geçer. Nihayet en zayıf olanın etkisi kaybolur. Bu O'nun yaratışı ve kazası konusundaki hikmetidir. İşte şerîatındaki ve buyruğundaki hikmeti de budur.
Bu durum Allah'ın: "Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir.", "Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz. "[913] âyetlerinden ve Hz. Peygamber'in (s.a,), "Bir günahın peşinden bir iyilik yap, onu imha etsin." hadisinden[914] dolayı kötülüklerin iyiliklerle yok edilmesi hakkında sabit olduğu gibi şu delillerden dolayı bunun aksinde de sabittir: "Ey inananlar! Sadakalarınızı başa kakma ve ezâ etmekle boşa çıkarmayın!..."[915] ve "Ey inananlar! Seslerinizi, Peygamber-1 in sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinizîe yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz, farkında olmadan amelleriniz boşa gir der.[916] Hz. Âişe'nin, Zeyd b. Erkâm bey-i îne usulüyle satım yaptığında ona söylediği: "Zeyd Rasûlullah'la (s.a.) yaptığı cihadı (n sevabını) iptal etmiştir; tevbe ederse o başka!" sözü de buna delildir. [917] Buharî'nin Sahihinde rivayet ettiği Hz. Peygamber'in (s.a.): "İkindi namazını terkeden kimsenin ameli boşa gitmiştir. "[918] hadisi de buna delildir. Bundan başka iyiliklerle kötülüklerin birbirini uzaklaştırdığım, birinin diğerini iptal ettiğini, onlardan güçlü olanın güçsüz olanı giderdiğini gösteren âyetlerle hadisler de vardırL Denkleştirme ve amelin boşa çıkması bunun üzerine kurulur, ,:
Özetle, iyilik yapma gücüyle isyan hastalığı birbirine saldırmakta ve birbiriyle savaşmaktadırlar. Bu güçle birlikte bu hastalığın bir artma ve helake varan durumu, bir gerileme ve noksanlaşma durumu -ki bu, hastanın en iyi halidir- ve yerinde sayma ve biri diğerini bastınncaya kadar birbirleriyle çekişme durumu vardır. Buhran vakti[919] girdiğinde -ki bu vuruşma için meydana çıkma ânıdır- kalbin nasibine şu ikiden biri düşer: Ya selâmete çıkmak ya da helak olmak... Bu buhran ya Allah Teâlâ'nın rızasını ve bağışlamasını ya da kızmasını ve ceza vermesini gerektiren fillerin işlenmesi ânında olur. Nitekim peygamberi duada: "Rahmetini gerektirenleri isterim."[920] diye geçmektedir. O gün Hz. Talha için de: "Talha cenneti hak edecek işler yaptı!"[921] buyurmuş ve bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) arz edilerek: "Ya Rasûlallah! Bu, cehennemi hakedecek davranışta bulundu." demişlerdi. Bunun üzerine: "Onun adına bir köle azad edin!" buyurmuştur[922] Sahih bir hadiste de: "îki mucibe (cenneti veya cehennemi gerektiren şey) nedir, biliyor musunuz?" sorusuna: "Allah ve Rasûlü en iyisini bilir." dediler. O zaman: "Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölen kimse cennete girer; Allah'a herhangi bir şeyi şirk koşarak ölen kimse de cehenneme girer." buyurdu[923]' Hz. Peygamber bu ha-disiyle tevhid ve şirkin mucibâtın (cenneti ve cehennemi gerektirecek şeylerin) başı ve temeli olduğunu ve bu ikisinin kesinlikle bir öldürücü zehir ve yine kesinlikle bir kurtarıcı panzehir yerinde bulunduğunu söylemek istiyordu.
Nitekim vücuda, gücünü gevşetip zayıflatacak kaçınılmaz kötü sebepler arız olabilir ve böylece, bunların varlığından dolayı vücut iyi sebeplerden ve yararlı gıdalardan istifade edemez, hatta o bozuk maddeler onları tabiatlarına ve kuvvetlerine çevirir ve onlarla sadece bedenin hastalığı artar. Bazan bedenin güçlenmesini sağlayan, onu sağlık ve sağlık sebepleriyle pekleştiren uygun sebepler ve münasip maddeler bedende bulunabilir ve bu yüzden kötü sebepler, hemen hemen hiç vücuda zarar veremez, hattâ bu fazla maddeleri onları asıl tabiatına dönüştürebilir. Kalbin sıhhatini yahut fesadını icabetti-ren maddeler de işte bunun gibidir.
Hâtıb'ın imanının gücünü bir düşün! O iman, onu Bedir gazasına katılmaya, Rasûlullah (s.a.) ile birlikte canını vermeye; Allah ve Rasûlü'nü kavmine, aşiretine ve yakınlarına tercih etmeye sürüklemişti. Üstelik onlar düşmanın arasında, beldesinde oldukları halde bu, onun azmini kırmadı, imanının keskinliğini de köreltmedi; ailesi, aşireti ve yakınları kendilerinin yanında olan kimselerle savaşmaktan alıkoymadı. Ne zaman ki, casusluk hastalığı geldi, bu güç kendim gösterdi. Buhran iyi durumda idi, bu yüzden hastalık iyileşti ve hasta ayağa kalktı. Sanki daha önce hiç kalp ağrısı yokmuş gibi oldu. Hekim, casusluk hastalığının üstüne çıkmış ve onu yenmiş olan imanının gücünü görünce, kan almak isteyene: "Bu hastalık, kan almaya ihtiyaç duymaz." dedi. "Ne biliyorsun, belki de Allah Teâlâ, Bedir gazasına katılanları iyice tanımış ve: 'Dilediğinizi yapın, şüphesiz günahlarınızı bağışladım! demiştir." (sözünü Hz. Peygamber (s.a.) bu anlamda söyledi.) Bunun aksi Zü'1-Huveysıra et-Temîmî ve benzeri Haricîler hakkında vâriddir ki onların namaz, oruç, Kur'an okuma hususundaki gayretleri bir sahabînin ( o Hâricî'nin ameli karşısında) kendi amelini küçümseyeceği bir dereceye varmıştı. Buna rağmen Allah Rasûlü (s.a.), bu Haricîler hakkında şu sözleri nasıl söylemiştir (iyi düşünmek gerek): "Yetişirsem onları Âd kavminin öldürüldüğü gibi öldüreceğim!", "Onları gebertin! Zira onların öldürülmesinden dolayı Allah katında öldüren için sevap vardır.", "Şu gökyüzü altında öldürülenlerin en şerlileri."[924] Bu veçhile o yok edici bozuk maddelerin varlığı yanında o büyük amellerden yararlanamadılar ve o büyük ameller kötülüğe dönüştü.
tblis'in halini düşün! Helak edici madde nefsinde saklanmış olduğu için o mevcutken geçmişte yaptığı ibadetlerden istifade edememiş ve asıl karekte-rine, daha müstahak olduğu şeye dönmüştür. Allah'ın, kendisine delillerini verdiği halde onlardan sıyrılıp çıkan ve kendisini şeytanın yönlendirdiği ve böylece azıtıp sapanlardan olan kimse ve benzerleri de işte böyledir. İtimat, içte gizlenen sırlara, maksatlara, niyetlere ve himmetleredir. O öyle bir iksirdir ki, ya bakır amelleri altına dönüştürür ya da cürufa iade eder. Basan Allah'tandır.
Aklı ve fikri olan bir kişi, bu meselenin kıymetini, kendisinin ona olan şiddetli ihtiyacını ve ondan faydalanmasını bilir ve bu mesele sayesinde herkesin yaptığını görenden ulaşan mucip sebeplerle Allah'ın yaratışında, buyruğunda, sevabında, cezasında, dengeleme hükümlerinde, dünya ve ahirette ruha ve bedene zevk ve elem ulaştırmasında ve bunlarda mertebelerin farklılaşması konusunda Allah Teâlâ'nın marifet ve hikmetinin kapılarından muazzam bir kapıya muttali olur.
11— Yine bu kıssadan çıkan sonuçlara göre, anlaşmayı bozduklarında, üzerlerine yürüyüşten haberdar edilmeksizin anlaşmalılara ansızın saldırmak ve gece baskını düzenlemek caizdir. Ancak anlaşmaya sadık kalırlarsa iki taraf anlaşmanın bozulduğunu eşit şekilde bilmedikçe bu caiz değildir.
12— Devlet başkanının yanına geldiklerinde, müslüman hükümdarların yaptıkları gibi düşman elçilerine müslümanların kaîabalıklığım, güçlülüğünü, şevketini ve heybetini göstermek caiz, hatta müstehaptır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'ye giriş gecesinde ateşler yakılmasını emir buyurdukları gibi, Hz. Abbas'a; İslâm askerleri, tevhid birlikleri ve Allah'ın ordusu kendisine gösterilinceye kadar Ebu Süfyan'ı dağın eteğinde, geçidin daraldığı yerde tutmasını da emretti ve tepeden tırnağa silahlı sadece gözleri görünür halde RasûlulJah'ın (s.a.) özel muhafız birliği kendisine gösterildi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Ebu Süfyan'ı gönderdi, o da gördüklerini Kureyş'e haber verdi.
13— Hz. Peygamberdin (s.a.) ve müslürhanlann girdiği gibi, mubah olan savaş için Mekke'ye ihramsız girmek caizdir ve bunda ihtilâf yoktur. Hac ve umre yapmak isteyenin, Mekke'ye ihramsiz giremeyeceğinde de ihtilaf yoktur. Bunun dışında ot toplayıcılar ve oduncular gibi, sürekli bir ihtiyaç olmaksızın girenler hakkında ise üç görüş vardır:
1) İhramsız girmek caiz değildir. İbn Abbas'ın (r.a.) görüşü ve Ahmed (b. Hanbel)'in zahir mezhebi, Şafiî'nin de iki görüşünden biri budur.
2) Ot toplayıcı ve oduncu gibidir; ihramsız girebilir. Bu da Şafiî'nin son görüşü m; Ahmed (b. Hanbel)'den gelen bir rivayettir.
3) Mîkatlann içinde ise, ihramsız olarak girişi caizdir. Mikatların dışında ise ancak ihramla girebilir. Bu da Ebu Hanîfe'nin görüşüdür.
Hz. Peygamber'in (s.a.) mücâhid ile hac ve umre yapmak isteyen hakkındaki tutumu bellidir. Fakat bu ikisinden başka şahıslar için, Allah'ın ve Rasuiü'nün vacip kıldığı ya da ümmetin icmâ ettiği hükümler dışında bir gereklilik (vacib) yoktur.
14— Âlimlerin çoğunluğunun (cumhurun) savunduğu gibi Mekke'nin kılıç zoruyla fethedildiği açıkça ifade edilmiştir. Bu konuda Şafiî ve Ahmed (b. Hanbel)'in iki görüşünden biri dışında aksinin söylendiği bilinmemektedir. Kıssanın akışı, düşünenler için cumhûr'un görüşünü yansıtan en açık bir şahittir. Ebu Hâmid el-Gazzâlî, Mekke'nin sulh yoluyla fethedildiğini söylemeyi çirkin görünce, el-Vasit adlı eserinde Şafiî'nin, oranm zorla fethedildiğine dair görüşünü zikredip, "Bu onun görüşüdür" demiştir.
Barış yoluyla fethedildiği görüşünde olanlar şöyle demişlerdir: Eğer savaşla fethedilmiş olsaydı, Rasûİuîlah (s.a.), Hayber'i ve diğer menkul ganimetleri taksim ettiği gibi Mekke'yi de ganimetçiler arasında paylaştırır; beşte birini alır, geri kalanı taksim ederdi. Müslüman olduğunda Ebu Süfyan, Mek-keliler için eman dileyince Rasûlullah (s.a.) eman verdi, bu da onlarla yapılan bir sulh akdi oldu. Şayet zorla fethedilseydi; ganimetçiler oranın meskenlerine ve evlerine sahip çıkarlar, bunlara Mekkelilerden daha çok hak sahibi olurlar ve Mekkelilerin oradan çıkarılmaları da caiz olurdu. Oysa Hz. Peygamber (s.a.), orası hakkında bu hükmü vermedi, hatta evleri, kendilerini oradan çıkaranların elinde bulunduğu halde Muhacirlere içlerinden çıkarıldıkları evlerini bile vermedi. Hz. Peygamber (s.a.), Mekkelilerin o evleri satmalarına, satın almalarına, kiralamalarına, oturmalarına ve onlardan yararlanmalarına ses çıkarmadı. Halbuki bu durum, zorla fethetme hükümlerine aykırıdır. Hem Rasûlullah (s.a.) evleri, (içlerinde oturan) Mekkelilere nisbet etmek suretiyle bunu açıkça ifade etmiştir: "Ebu Süfyan'm evine giren güvendedir, kendi evine giren de güvendedir."
Zorla fethedildiği görüşünde olanlar da şöyle demişlerdir: Şayet Rasûlullah (s.a.), Mekkelilerle sulh yapmış olsaydı; herbirinin kendi evine girmesi, kapısını kapatması ve silahını bırakmasıyla sınırlı emrinin bir faydası olmazdı; Halid b. Velid aralarından bir grubu öldürünceye kadar onlarla çar-pışmazdı. Üstelik Hz. Peygamber (s.a.) onu ayıplayıp nehyetmemiştir. Makîs b. Subâbe, Abdullah b. Hataî ve adları bu ikisiyle birlikte sayılan kişileri öldürmezdi. Çünkü barış anlaşması yapılmış olsaydı bu adamları anlaşmadan kesinlikle istisna ederdi ve her iki durum da nakledilirdi. Sulh yoluyla fethedilmiş olsaydı, onlarla çarpışmazdı. Halbuki şöyie buyurmuştur: "Herhangi bir kimse Rasûlullah'ın (s.a.) burada savaşmasını ruhsat saymaya kalkışırsa, ona: 'Ailah Teâlâ Rasûlü'ne izin vermiş, size müsaade etmemiştir' deyiniz!" Malumdur ki Rasûluilah'a (s.a.) mahsus olan bu izin sulh hususunda değil, ancak savaş hususundadır. Zira sulh hususundaki izin umumidir.
Hem Mekke'nin fethi sulh yoluyla olsaydı, "Allah Teâlâ'nın orayı kendisi için günün belli bir vaktinde helâî kıldığını" söylemezdi. Zira sulh yoluyla fetholunsaydı, haramlığı üzere kalır ve sulhtan ötürü haramlıktan çıkmazdı. Halbuki Mekke'nin o saatte haram olmadığım, harb süresinin bitiminden sonra ilk haramlığma döndüğünü haber vermiştir.
Yine, şayet sulhla fetholunmuş olsaydı; Kasûlullah (s.a.) ordusunu, atlılarını ve yayalarını sağ ve sol kanat olarak, silahla donatılmış bir halde hazır-lamazdı. Ebu Hureyre'ye: "Bana Ensar'ı çağır!" demiş, o da onları çağırmıştı. Ensar gelerek Hz. Peygamber'in (s.a.) etrafını sarmışlardı. Rasûİuîlah (s.a.): "Kureyş'in serserilerini) ve onlara katılanları görüyor musunuz?" demiş, sonra bir elini diğerinin üzerine koyarak: "Bana Safâ'da kavuşuncaya kadar onları ekin biçer gibi biçin!" buyurmuştu. Nihayet Ebu Süfyan: "Ya Rasûîallah! Kureyş cemaati (nin kanları) mubah kılındı, bugünden sonra artık Kureyş bitmiştir." demişti de, bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Kim kapısını kaparsa, o güvencededir." sözünü söylemişti. Böyle bir şeyin sulh varken olması imkânsızdır. Eğer aralarında bir sulh anlaşması geçmiş olsaydı -ki asla geçmemiştir- bundan daha ehemmiyetsiz bir şeyle bile bozulurdu.
Hem nasıl barış olabilir ki? Mekke, ancak atların ve süvarilerin ayak bas-malarıyla fetholunmuştur. Allah, Rasuiü'nün atlılarını ve süvarilerini Hudeybiye sulhunun olduğu gün engellediği gibi Mekke'ye girmesini engellememiştir. Çünkü o gün gerçekten barış günüydü. Zira Allah RasûhVnün (s.a.) devesi Kasvâ Hudeybiye'de çöktüğünde: "Kasvâ huysuzlaştı." dediler de, Ra-sûlullah (s.a.): "Huysuzlaşmadı, onun böyle bir huyu yoktur. Fakat onu, filleri (Mekke'ye girmekten) engelleyen engelledi." buyurdu. Sonra: "Vallahi, benden Allah'ın haramlarından bir harama hürmet ettikleri bir durum isterlerse onu onlara mutlaka vereceğim." dedi.
Sulh anlaşması, şahidlerin huzurunda bir belge düzenlenmesi suretiyle, müslümanlardan ve müşriklerden oluşan bir kalabalığın hazır bulunduğu bir ortamda yapıldı. Müslümanların sayısı o gün 1400 idi. Fetih gününde böyle bir sulh anlaşması yapılsın, bu yazıya geçirilmesin, şahit tutulmasın, hiç kimse orada hazır bulunmasın ve keyfiyeti ve kararlaştırılan şartlar nakledilmesin; açıktır ki bu imkânsızdır. Hz. Peygamberdin (s.a.) şu sözünü düşün: "Allah, filleri, Mekke'ye girmekten alıkoydu ve Rasûlü ile müslümanları oraya hâkim kıldı." Bu sözden, Rasûlü'nün ve galip olan ordusunun Mekke halkına egemen olmalarının, Mekke'ye zorla girecekken Allah'ın engellediği fillerin egemen olmasından daha muazzam olduğu nasıl anlaşılır! Allah, Rasûlü ile mü'minleri, Mekkelilere hâkim eylemiştir. Nihayet onlar da orayı galibiyetten, zorun baskısından, küfrü ve kâfirleri baş eğdirdikten sonra fethetmiş terdir. Bu ise, barışın yumuşaklığı, düşmanın teklif ve şartları altında onları Mekke'ye girdirmekten ve Rasûlü'ne açtığı, dinini kendisiyle aziz eylediği ve âlemlere bir alâmet kıldığı en muazzam bir fetih içinde zafer, izzet ve zorla fethetmenin yaptırım gücünü elde etmeyi onlardan engellemesinden daha değerli ve daha şerefli; delil yönünden daha açık, zafer itibarıyla daha mükemmel, hüküm ve irade olarak da daha yüce idi.
Zorla fethedildiğini savunanlar diyorlar ki: "Zorla fethedilmiş olsaydı, gaziler arasında pay edilirdi." sözünüze gelince; bunun temelinde, beşte biri ayrıldıktan sonra arazinin Allah Teâlâ'nm gaziler arasında taksim ettiği ganimetlere dahil olduğu hükmü yatmaktadır. Halbuki sahabenin ve onlardan sonra gelen imamların çoğunluğu aksi görüştedirler; arazi, taksim edilmesi vacip olan ganimetlere dahil değildir ve Hulefâ-i Râşidin'in uygulaması da böyledir. Hz. Bilâl ve arkadaşları, zorla fethettikleri Şam ve havalisi topraklarını aralarında taksim etmesini istediklerinde Hz. Ömer'e: (r.a.) "Beşte birini al ve taksim et!" dediler. O zaman Hz. Ömer: "Bu, mal değildir. Ancak orayı, sizlere ve müslümanlara devamlı gelir getiren bir fey' olarak tutacağım." dedi. Bunun üzerine Bilâl ve arkadaşları -Allah onlardan razı olsun-: "Onu aramızda taksim et!" dediler. Bu defa Hz. Ömer: "Yarabbi, beni Bi-lâî'den ve arkadaşlarından muhafaza et!" diye dua etti. Henüz bir sene geçmemişti ki onlardan bakan bir göz kalsın. Sonra diğer sahabiler de bu hususta Hz. Ömer'e (r.a.) muvafakat ettiler. Allah onlardan razı olsun. Mısır-1 Irak'ın fethinde de, İran toprakları ve zorla fethedilen diğer beldeler hakkı ı da da bu hüküm geçerli oldu; Hulefâ- Râşidîn, sözkonusu topraklardan'bir köyü bile taksim etmediler.
"Hz. Ömer, onların gönüllerini aldı ve orayı kendilerini razı etmek suretiyle vakfetti." demek doğru olmaz. Çünkü bu hususta onunla tartıştılar ve Hz. Ömer direnip Bilâl ve arkadaşlarına (r. anhüm) beddua etti. Onun düşüncesi ve tatbikatı, doğrunun ta kendisi ve tam bir başarıdır. Çünkü bu arazi taksim olunsaydı, o gazilerin mirasçıları ve akrabaları orayı miras yoluyla elde edeceklerdi; neticede bir köy ve bir belde tek bir kadının veya küçük bir çocuğun elinde kalacaktı, gazilerin elinde de hiçbir şey bulunmayacaktı. Bunda ise en büyük ve en muazzam bir fesad vardı. İşte Hz. Ömer'in (r.a.) korktuğu da bu idi. Nihayet Allah Teâlâ kendisini araziyi taksim etmemeye muvaffak eyledi de sözkonusu toprakları en son müslüman orada savaşmcaya kadar onların üzerine fey' olarak vakfetti. Onun ileri görüşünün bereket ve uğuru, İslâm ve müslümanlar üzerinde zahir oldu. Nitekim imamların çoğunluğu da bu konuda ona muvafakat ettiler.
Ancak, arazinin taksim edilmeksizin bırakılmasının keyfıyyeti hakkında imamlar ihtilâf ettiler. İmam Ahmed'in zahir görüşü ve kendinden gelen rivayetlerin çoğu, bu tür arazi konusunda devlet başkanı kendi nefsinden gelen bir tercihle değil, müslümanların menfaatine bağlı bir tercihle muhayyerdir. Şayet müslümanlar için en iyisi taksim ise taksim eder; en iyisi müslüman cemaatin istifadesi için vakfetmekse vakfeder; en uygunu bir bölmümü-nün taksimi, diğer bölüklünün vakfedilmesi ise öyle yapar. Zira Hz. Peygamber (s.a.) bu üç kısmı da yapmıştır: Kurayza ve Nadîroğulları arazilerini taksim etmiş, Mekke'yi taksim etmemiş, Hayber topraklarının ise bir kısmım taksim etmiş ve bir bölümünü de müslümanların yararına olmak üzere paylaş-tırmayıp bırakmıştır.
Ahmed (b. Hanbel)'den ikinci bir rivayet daha vardır: Devlet başkanı araziyi vakfetmek sizin, galibiyet ve istila ile arazi doğrudan doğruya vakıf olur. Mâlik'in görüşü de budur.
Yine ondan (Ahmed b. Hanbel'den) üçüncü bir/rivayet daha vardır: Devlet başkam araziyi gaziler arasında menkul mallan taksim ettiği gibi taksim edebilir; ancak gaziler o arazideki haklarından vazgeçerlerse o başka. İmam Şafiî'nin görüşü de böyledir.
Ebu Hanife diyor ki: Devlet başkanı şu üç şıktan birini seçmekte serbesttir: 1) Taksim edebilir, 2) Sahiplerini o arazide bırakıp onlardan harkc alabilir, 3) Sahiplerini oradan sürgün edip başka ahaliyi o topraklara yerleştirip onlardan haraç aiabilir.
Hz. Ömer'in (r.a.) bu uygulaması, Kur'an'a muhalif değildir. Çünkü arazî, Allah Teâlâ'nın beşte birinin alınıp geri kalanının gaziler arasında taksimini emrettiği ganimetlere dahil değildir. Bundan dolayı Hz. Ömer: "O, mal değildir." demiştir. Ganimetlerin bu ümmetten başkasına mubah olmaması da buna delildir; hatta bu durum, bu ümmetin özelliklerindendir. Nitekim sıhhati muttefekun aleyh olan bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ganimetler bana helâl kılındı; halbuki benden önce hiç kimseye helâl kılınmamıştı." Allah Teâlâ, kâfirlerin elinde bulunan topraklan bizden önceki peygamberlerin ümmetlerine, oraları zorla fethettiklerinde helâl kılmıştır. Nitekim Hz. Musa'nın kavmine zorla fethedilen toprakları helâl kılmıştır. Bu nedenle Hz. Musa, kavmine: "Ey kavmim; Allah'ın size yazdığı mukaddes topraklara girin, ardınıza dönmeyin, yoksa ziyana uğramış olarak döj-nersiniz!" [925] demişti. Hz. Musa ve kavmi, kâfirlerle savaştılar ve hem ülkelerini, hem de mallarını istilâ ettiler. Sonra ganimetleri bir araya getirdiler^ daha sonra gökten bir ateş inerek ganimetleri yaktı kül etti. Ancak o toprakr larda ve ülkede yerleştiler, bu kendilerine haram kılınmadı. Böylece arazinin ganimetlerden olmadığı ve Allah'ın araziye dilediğini vâris kıldığı anlaşildıı
Mekke'ye gelince, şayet orası dışındaki şehirlerin taksimi vacip olsa bile Mekke'de, Mekke'nin taksim edilmesini engelleyen bir diğer husus daha vardır: Bu da oranın mülk edinilemeyişidir. Zira Mekke, dâru'nnüsüktür (haç ibadetinin yerine getirildiği yerdir), halkın ibadetgâhıdır ve Allah Teâlâ'nın ister yerli, ister yabancı olsun insanlar için tahsis ettiği haremidir. Orası Al^ lah'ın âlemlere bir vakfıdır, onlar orada eşittirler ve Mina, önce gelenin ikametgâhıdır. Yani, burası falanın yeridir, denilemez. Allah Teâlâ buyurur ki; "Kâfirler ile Allah'ın yolundan, gerek yerli, gerek dışarıdan gelen bütün h> sanlar için ibadet yeri yaptığımız Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara ve orada zulüm ile yanlış yola saptırmak isteyenlere can yakıcı bir azap tattırırız."[926] Burada sözü edilen Mescid-i Haram'dan maksat, harem'in tamamıdır. Şu âyet de bunun gibidir: "Doğrusu müşrikler pistirler; artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar!"[927] Burada da Mescid-i Haram sözünden maksat haremin tamamıdır. Yine şu âyet de böyledir: "Kulunu bir gece MescidL i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın sânı ne yücedir!.."[928] Oyrsa Sahih'te [929] rivayet edildiği üzere: "Hz. Peygamber (s.a.) Ümmü Hâni'-nin evinden götürülmüştür." Allah Teâlâ buyurur ki: "İşte bu, ailesi Mescid-i Haram'da ikâmet etmeyen kimseler içindir."[930] Burada ikâmet etme sözünden maksat, ittifakla bizzat namaz mahallinde ikâmet etmek değil, Harem'-de ve oraya yakın yerlerde ikâmet etmek demektir; nitekim hac âyetinin akışı da buna delâlet eder. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "... Orada zulm ile yanlış yola saptırmak isteyenlere can yakıcı bir azab tattırırız." Bu, kesinlikle namaz mahalline (Kabe'ye) has değildir, bilakis bundan maksat Harem'in tamamıdır. Harem'i ister yerli ister yabancı olsun, bütün insanlar için kılan, oraya girmeyi engelleyeni ve zulüm ile hak yoldan saptırmak isteyeni tehdid edenin ta kendisidir. Harem ile Safa, Merve, sa'y mahalli Mina, Arafat dağı ve Müzdelife gibi hac menâsikinin ifâ edildiği bölümler hiç kimseye mahsus kılınamaz, buralar insanlar arasında müşterektir. Çünkü buraları insanların menâsiki (hac vazifelerini) yaptıkları ve ibadet ettikleri yerlerdir. Bu yerler, Allah'tan bir mesciddir ki, orayı insanlar için vakf ve vaz'etmiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber (sla.), kendisi için Mina'da onu sıcaktan koruyacak bir ev yapılmasından çekinerek: "Mina önce gelip konanın konakladığı, devesini çökerttiği bir yerdir." buyurdu.[931]
Bundan dolayı selef ve halef âlimlerinin çoğunluğu, Mekke arazisinin alınıp, satılmasının ve evlerinin kiraya verilmesinin caiz olmadığı görüşüne vardılar. Bu, Mekke âlimlerinden Mücâhid ve Atâ'nın, Medine âlimlerinden Mâlik (b. Enes)'in, Irak âlimlerinden Ebu Hanîfe'nin, ayrıca Süfyân es-Sevrî, İmam Ahmed b. Hanbel ve İshâk b. Rahûyeh'in görüşüdür.
îmam Ahmed (r.h.) Alkâme b. Nadle'nin şöyle dediğini nakleder: Mekke'nin evleri; Rasülullah (s.a.), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde Sevâib (boş evler) olarak anılırdı ve ihtiyacı olan oturur, ihtiyacı olmayan da (bir başkasını) oturturdu.
Abdullah b. Ömer'den de şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Mekke evlerinin kira paralarını yiyen kimse, ancak karnına cehennem ateşi doldurmaktadır." Bunu Dârakutnî Hz. Peygamber'in sözü olarak rivayet etmekte ve bu hadiste: "Allah Mekke'yi haram kılmıştır, evlerinin satışı da, ücretlerinin (veya kiralarının) yenmesi de haramdır." lafızları da yer almaktadır.
îmam Ahmed, Ma'mer-Leys senediyle Atâ, Tâvûs ve Mücâhid'in şöyle dediklerini nakleder: "Mekke evlerinin satışı veya kiraya verilmesi mekruhtur."
İmam Ahmed, Kasım b. Abdurrahman'ın: "Mekke evlerinin kirasından yiyen kimse, karnına ancak ateş doldurmaktadır." dediğini zikreder.
İmam Ahmed, Hüşeym-Haccâc-Mücâhid yoluyla Abdullah b. Ömer'in: "Mekke evlerinin kiraya verilmesini ve satışını yasakladı." dediğini; Atâ'nın da: "Mekke evlerinin kiralanmasını yasakladı." dediğini aktarır.
Ahmed, İshak b. Yusuf kanalıyla Abdülmelik'in şöyle dediğini naklet-miştir: Ömer b. Abdülaziz, Mekkelilerin emîrine, "Mekke evlerinin kiraya verilmesini yasaklamasına" dair mektup yazmış ve "Bu, haramdır" demiştir. Ahmed'in rivayetine göre Hz. Ömer; Mekkelilere, dışarıdan gelen (ya-bancı)lerin istediği yere yerleşmesi için evlere kapılar koymalarını yasaklamıştır; Abdullah b. Ömer de babasının, Mekke evlerinin kapılarının kapatılmasını, kapısı olmayanın evine kapı yapmasını, evinin bir kapısı olanın onu kapatmasını yasakladığını, ancak bunun hac mevsiminde olduğunu anlatır.
Satış ve kiraya verme caizdir diyenler şunları söylemektedir: Bunun caiz oluşuna delilimiz; Allah'ın kitabı, Rasûlü'nün sünneti, ashabının ve Hulefâ-i Râşidîn'in uygulamasıdır. Allah Teâlâ: "...Yurtlarından ve mülklerinden çıkarılan Muhacir fakirlerindir." [932] "...Hicret edenler ve yurtlarından çıkarılanlar... "[933], "Allah size ancak din uğrunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaran kimseleri dost edinmenizi yasaklar."[934] buyurmuş ve evleri onlara nisbet etmiştir, bu da mülk kılma nisbetidir. Kendisine: "Yarın Mekke'deki hangi evinizde konaklayacaksınız?" denildiğinde: "Akıl, bize ev bı-raktımı ki?!"[935] buyurmuş "Evim yoktur." dememiş, aksine onların evi kendisine nisbet etmelerine ses çıkarmamıştır. Ayrıca Akîl'in evi işgal edip elinden çıkarmadığını da haber vermiştir. Ümmü Hânî'nin evi, Hatice'nin evi, Ebu Ahmed b. Cahş'm evi... gibi evlerinin kendilerine nisbet edilmesi hadislerde sayılamayacak kadar çoktur. Onlar bu evlere, taşınabilir (menkul) mallara mirasçı oldukları gibi mirasçı oluyorlardı. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.): "Akîl bize ev bıraktırın ki?" demiştir. Ebu Tâlib'in evlerine Akîl vâris olmuştu; çünkü o kâfirdi, Hz. Ali (r.a.) ise Ebu Tâlib'e aralarındaki din farklılığından dolayı vâris olamamıştı. Bunun üzerine Akîl evleri işgal etmişti. Hicretten önce ve sonra hatta Hz. Peygamber'in (s.a.) peygamberliğinden önce ve sonra ölenlerin vârisleri, ölenin evine şu âna kadar mirasçı olagelmişlerdir. Safvân b. Ümeyye, bir ev Hz. Ömer b. el-Hattâb'a (r.a.) dört bin dirheme satmış, o da orayı hapishane yapmıştır. Alım-satım ve miras caiz olunca kiraya vermek haydi haydi caiz olur. Gördüğün gibi her iki grubun ayaklarının durduğu yer burasıdır. Delilleri kuvvet ve açıklık yönünden reddedilemez. Allah'ın delil ve açıklamaları ise birbirini iptal etmez, aksine birbirini tasdik eder, hepsinin gerektirdiği şekilde amel etmek farzdır ve vacip olan, nerede olursa olsun hakka uymaktır.
Doğrusu, her iki tarafın delillerinin gerektirdiği şekilde görüş ortaya koymaktır: Evler mülk edinilebilir, hibe edilebilir, miras kalabilir, satılabilir. Mülkiyetin el değiştirmesi ise toprakta ve arsada değil binada olur. Bina ortadan kalksa, sahibinin yeri satmaya hakkı yoktur. Ancak yeniden bina yapmak ve eski haline döndürmek hakkına sahiptir. O şahıs, orada oturmaya ve dilediğini oturtmaya daha lâyıktır. Kira akdi ile ikâmet menfaatine karşılık bedel alma hakkı yoktur. Zira bu menfaat konusunda başkasına tercih edilmeye müstehaktır. Önceliği ve ihtiyacı nedeniyle orası hakkında o kimsenin bir hususiyeti vardır. Oranın menfaatine ihtiyacı kalmazsa, bu menfaat için bir bedel alma hakkına sahip değildir. Nitekim meydanlarda ve geniş yollarda oturmak, madenler üzerinde ikâmet etmek /s. gibi müşterek menfaatler ve mallardan yararlanma böyledir; oraları önce işgal eden, yararlandığı sürece oraya daha müstehaktir, ihtiyacı kalmadığında da ona karşı bir bedel alma hakkına sahip değildir. Bu görüş sahipleri, evlerin satımı ve mülkiyetlerinin naklinin arsa üzerinde değil bina üzerinde gerçekleştiğini açık bir şekilde ifade etmişlerdir. Bunu Ebu Hanife'nin arkadaşları ve onun mezhebini izleyenler söylemektedirler.
Denilirse ki: Kiraya vermeyi yasakladınız, fakat satışı caiz gördünüz; bunun şerîatte bir benzeri var mıdır? Şeriatta malumdur ki, kira akdi satıştan daha geniş (hükümlere tâbi)dir. Satış yasak olduğu halde kiralama caiz olabilir, vakıf ve hür insanda olduğu gibi. Aksine gelince, böyle bir şey bilmiyoruz.
Cevap: Satış ve kiraya verme akitlerinden her birisi caizlik ve yasaklanma hususunda biri diğerini icabettirmeyen müstakil birer akittir; kaynaklan da çeşitlidir, hükümleri de... Satış caiz olur, çünkü satıcının başkasından daha üstün (ve tercihli) olduğu yer -bina- üzerinde meydana gelmektedir. Kiraya vermeye gelince, sadece menfaate yöneliktir, menfaat de müşterektir; ona daha önce sahip olanın ise bedel alma değil, bir öncelik hakkı vardır. Bundan dolayı kiraya vermeye değil satışa cevaz verdik. Kabul etmeyip ille seri/ atta bir benzerini göstermemizi istiyorsanız denildi ki: İşte mükâteb köle böyledir. Efendisinin onu satması caizdir, fakat alıcısı yanında mükâteb köle olur, efendisinin onu kiraya vermesi caiz değildir. Çünkü kiraya vermede kölenin mükâtebe akdi ile sahip olduğu menfaatlerini ve kazançlarını iptal vardır. En iyi bilen Allah'dır. Ne var ki satışı yasak değildir. Öyleyse Mekke'nin arazisinin ve evlerinin menfaatleri müslümanlar arasında müşterekse satıcının yanında olduğu gibi müşteri yanında da aynı şekilde bunların menfaatleri müşterek oîur: İhtiyacı varsa oturur, ihtiyacı yoksa (başkasını) oturtur. Satımı halinde müslümanların bu menfaattaki iştirakini iptal yoktur. Nitekim mükâtebin satımında, mükâtebe akdi ile onun sahip olduğu menfaatlerinin mülkiyetini iptal bulunmadığı-gibi... Bunun benzeri, Ümmet-i Mu-hammed'in eskiden beri uygulayageldikleri sahih kanaate göre, Hz. Ömer'in (r.a.) vakfetmiş olduğu haraç arazinin (araziyi haraciye) satımının caiz olmasıdır. Zira bu haraç arazi, müşteriye satıcı katında olduğu gibi harâciyye olarak intikal eder. Gazilerin hakkı ise sadece haracındadır, bu da satışla iptal olmaz. Kaldı ki ümmet bu arazinin miras olabileceğinde ittifak etmiştir. Şayet satımı vakıf olması sebebiyle bâtıl olsaydı, vakıf olması miras kalmasını da iptal etmeliydi. Ahmed b. Hanbel (haraç) arazinin nikâhta mehir kılınabileceğine hükmetti. Burada mehir, miras ve hibe yoluyla mülkiyetin nakli caiz olursa; kıyas, uygulama ve fıkıh itibarıyla satış da caiz olur. En iyisini Allah bilir.
Soru: Mekke zorla fethedilmiş olsa bile, zorla fethedilen diğer araziler gibi Mekke arazisinden haraç alınabilir mi, bunu yapmanız caiz midir, değil midir?
Cevap: Bu konuda Mekke'nin zorla fethedildiği fikrinde olanların iki görüşü vardır:
a) Başka türlü bir görüş belirtmenin caiz olmadığı üstün ve delillendiril-miş görüş: Zorla da fethedilmiş olsa Mekke arazisine haraç yoktur. Zira Mekke arazisi, haraç alınmayacak kadar yüce ve uludur. Özellikle haracın arazi cizyesi (cizyetü'1-arz) olduğu ve bunun (zimmılerden) adam başına alınan cizye gibi arazi üzerine konulduğu düşünüldüğünde... Rabbin haremi, üzerine cizye konulamayacak kadar ulu ve değer itibarıyla daha yücedir. Kaldı ki Mekke fethedilmesiyle birlikte Allah Teâlâ'nın takdir ettiği şekliyie müsiümanlarm müşterek olduğu bir emm harem oluş konumuna geri döndü. Çünkü harem, müsiümanlarm hac menâsikini ifa ettikleri ve ibadetlerini yaptıkları bir yerdir; yeryüzü halkının kıblesidir.
b) Ahmed (b. Hanbel)'in arkadaşları ve müntesiplerinden bazısının görüşü: Zorla fethedilen diğer arazilere konduğu gibi Mekke arazisine de haraç konur. Fakat bu görüş fâsiddir ve Ahmed'in (r.h.) açık ifadesine, mezhebine, Rasûhıllah'ın (s.a.) ve kendisinden sonraki Hulefâ-i Râşidîn'in (r. anhüm) uygulamasına aykırıdır. Bu görüşe iltifat edilmez. En iyi bilen Allah'dır.
Bazı arkadaşlar, Mekke evlerinin satışının haram oluşunu, zorla fethedilmiş olması görüşüne dayandırdılar. Bu doğru bir temellendirme değildir. Zira zorla alınan toprakların meskenleri, tek kelimeyle satılır. Şu halde bu temellendirmenin yanlışlığı meydana çıkmış demektir. En iyi bilen Allah'dir.
15— Mekke fethinden çıkartılan hükümlerden biri de şudur: Bu olaydan anlaşıldığına göre Rasûlullah'a (s.a.) söven kişinin öldürülmesi gerekir ve onun öldürülmesi mutlaka yerine getirilmesi gereken bir had cezasıdır. Zira Hz. Peygamber (s.a.), Mekîs b. Subâbe ile İbn Hatal'a ve çocuklar öldürülmediği gibi harbîlerin kadınları da öldürülmemekle beraber kendisine hicivli şarkılar söyleyen iki cariyeye eman vermemiş, o iki cariyenin öldürülmesini emretmiş ve Hz. Peygamber'e (s.a.) sövdüğü için efendisi tarafından öldürülen bir âmâ ümmü veledin kanını heder etmiştir.[936] Ayrıca yahudi Kâ'b b. Eşrefin öldürülmesini isteyerek: "Kâ'b'm hakkından kim gelir? O, Allah'a ve Rasûlü'ne eziyet etmiştir."[937] buyurmuştur ki, Kâ'b kendisine söverdi. Rasûlullah'a (s.a.) şovenin Öldürüleceği görüşü, Hulefâ-i Raşidîn'in icmâ'ıdır ve sahabe arasında onlara aykırı düşünen bir kimse de bilinmemektedir. Çünkü (Ebu Bekir) es-Sıddîk (r.a.) kendisine söven kimseyi öldürmek isteyen Ebu Berze el-Eslemi'ye: "Rasûlullah'tan (s.a.) başka herhangi bir kimse için bu olmaz." demiştir. Hz. Ömer de bir rahibe rastlamış ve kendisine: "Bu adam Rasûlullah'a (s.a.) sövüyor." denilmişti. O zaman Hz. Ömer: "Eğer duysaydım, onu gebertirdim. Biz onlara Peygamberimize (s.a.) sövmeleri için zimmet vermedik." demiştir.
Kuşkusuz, Peygamberimiz'e sövmek suretiyle savaşma, bize göre elle savaşmaktan ve yılda bir defa ahnan cizye parasını engellemekten eziyet ve mağlubiyet itibarıyla daha büyüktür. Öyleyse, nasıl zimmîlik anlaşması şunlarla bozulur ve bundan dolayı o kişi öldürülür de sövme halinde böyle bir şey söz konusu olmaz?! Yılda bir defa ödediği bir dinarı engellemesinin kötülüğü, şahitlerin gözü önünde Peygamberimiz'e en çirkin bir şekilde açıktan açığa sövmek suretiyle yaptığı kötülüğe nasıl oranlanır? Aksine, elle savaşmasının kötülüğü, sövmek suretiyle savaşmasının kötülüğüyle kıyas bile kabul etmez. Zira anlaşmasını ve emânmı bozan şeylerin en başında Allah Rasûlü'ne (s.a.) sövme gelir. Anlaşmasını (ahdini) bozan, bundan daha büyük bir şey yoktur; yaratan Allah'a sövme müstesna. İşte bu ta kıyasın kendisidir, nassların gereğidir ve Hulefâ-i Râşidîn'in (r. anhüm) icmâ'ıdır. Bu meselenin kırktan fazla delili vardır.
Denilirse ki: Hz. Peygamber (s.a.), "Eğer Medine'ye dönersek en şerefli olan en aşağılık olanı oradan çıkaracaktır." dediği halde Abdullah b. Übeyy'i öldürmemiştir. Kendisine: "Adaletli ol! Zira sen adaleti gözetmiyorsun!" diyen Zü'I-Huveysira'yı da, yine kendisine: "Diyorlar ki, sen azgınlığı yasaklıyor, ama onda kendin tek kalıyormuşsun!" diyen kişiyi de[938], "Bu taksimde Allah rızası gözetilmedi!" diyeni de, sikâye vazifesine öncelikle Zübeyr'in bakmasına hükmettiğinde: "Halanın oğlu olduğu için ona verdin." diyeni de, bunlardan başka kendilerinden O'na ezâ ve azarlama gelen şahısları da öldürmemiştir.
Cevap: Hak, Rasülullah'm (s.a.) idi. İster hakkım alır, ister almaktan vazgeçer. Kendisinden sonrakiler için Rasülullah'm (s.a.) hakkını almaktan vazgeçme hakkı yoktur. Nitekim kendi hakkını almak da, almamak da Allah Teâlâ'ya aittir ve Allah'a ait bir hak gerektikten sonra O'nun hakkını hiç kimsenin almaktan vazgeçmesi mümkün değildir. Zikrettiklerinizin ve daha başkalarının öldürülmesinden Hz. Peygamber'in (s.a.) hayatında vazgeçmekte, insanların gönlünü ısındırma ve kendisinden nefret ettirmeme gibi ölümünden sonra yok olan büyük maslahatlar vardır. Şöyle ki; insanlara O'nun (s.a.) ashabını öldürdüğü haberi ulaşsaydı nefret ederlerdi. Bizzat kendisi de buna işaret etmiş ve Abdullah b. Übey'in öldürülmesi fikrini ileri süren Hz. Ömer'e: "İnsanlara, Muhammed ashabım öldürüyor diye bir haber ulaşmasın!" buyurmuştur. [939]
Şüphesiz bu gönülleri İslâm'a ısındırma ve kalpleri onda birleştirme yararı, kendisine söven ve eziyet eden kimsenin öldürülmesiyle hasıl olacak yarardan O'na (s.a.) göre daha büyük ve daha iyi idi. Bu sebeple öldürme yararı galip gelip, s'erçekten ağırlık kazandığında; Kâ'b b. Eşrefe yaptığı gibi söve-ni öldürtmüştür. Çünkü Kâ'b, düşmanlığını ve sövmesini açığa vurmuştu. Bu yüzden öldürülmesi sağ bırakılmasından daha tercihe şayandı. îbn Hatal'ın, Mekîs'in, o iki cariyenin, âma ümmü veledin öldürülmesi de böyledir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) yarar tarafı ağır bastığı için öldürtmüş, yine yarar tarafı ağır bastığı için de dokunmamıştır. Yönetim, nâiblerine ve halifelerine intikal edince, onların Hz. Peygamber'in (s.a.) hakkını düşürme yetkileri kalmamıştır. [940]
[910] Fetih, 48/1.
[911] Ebu Davud, 2736. İsnadı hasendir.
[912] Fetih, 48/27.
[913] Hûd, 11/114; Nisa, 4/31.
[914] Sahih bir hadistir. Tirmizî, 1988; Ahmed b. Hanbe! Müsned, 5/153, 158, 228, 236; Dâ-rimî, 2/323; Ebu Zer ve Muâz b. Cebel'den rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nerede olursan ol, Allah'tan kork; kötülüğün ardından onu imha
.edecek bir iyilik yap ve insanlarla güzel bir şekilde geçin!"
[915] Bakara, 2/264.
[916] Hucurât, 49/2.
[917] Dârakutnî, (2/311) ve Beyhakî (5/330), Ebu tshak kanalıyla Âliye'den şu hadisi nakfel-mişierdir: Bir kadın Hz. Âişe'ye gelerek, veresiye olmak üzere Zeyd b. Sâbit'e 800 dirheme bir köle sattığını, sonra da Zeyd'den onu peşin paraya 600 dirheme geri satın aldığını, böyle bir satım akdinin hükmünün ne olduğunu sordu. Hz. Âişe: "Ne kötü almışsın, ne kötü satmışsın! Zeyd'e söyle, Allah Rasûlü'yle (s.a.) birlikte katıldığı cihadın sevabını iptal etmiştir. Ancak tevbe ederse o başka!" dedi. Râvileri sikadır. Âliye ise kendisinden hem kocasının, hem de oğlunun hadis rivayet ettiği bir râvidir; kocası da oğlu da hadis imamıydı, İbn Hibbân bu kadını es-Sikât adlı eserinde zikreder. Onun bu hadisini Sevrî, Evfeaî, Ebu Hanife ve arkadaşlan İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel, Hasan b. Salih delil kabul etmişlerdir. Zeylâî, Nasbu'r-Râye'de, et-Tenkîh adlı eserin müellifinin, hadisin senedini ceyyid bulunduğunu nakletmİştir.
[918] Buharı, 9/15.
[919] Tıpçılar, ani hastalıklarda hastada bir anda meydana gelen değişikliğe buhran = kriz demektedirler.
[920] Tirmizî, 4791; İbn Mâce, 1384; Abdullah b. Ebî Evfâ'dan. Senedinde Fâid b. Abdur-rahman adlı râvi vardır ki zayıftır. Hâkim ise Müstedrekİnde (1/525) îbn Mes'ûd'dan naklederek sahih olduğunu söylemiş ve Zehebî de ona katılmıştır.
[921] Ahmed b. Hanbel, 1/165; Tirmizî, 3739. Senedi kuvvetlidir; îbn Hibbân (2212) ve HâJ kim (3/374), sahih görmüş, Zehebî de Hâkim'e uymuştur. Tirmizî: "Hasen hadistir.' demiştir.
[922] Ebu Davud, 3964. Senedinde Gurayf b. ed-Deylemî vardır ki, Îbn Hibbân'dan başkası onu sika kabul etmemiştir.
[923] Müslim, 93: Câbir b. Abdullah'tan.
[924] Müslim, 1064: Ebu Saîd'den, 1067: Ebu Zer'den; Ahmed b. Hanbel, 5/253, 256; Tirmizî, 3003; Ebu Ümâme'den; senedi hasendir.
[925] Mâide, 5/21.
[926] Hacc, 22/25.
[927] Tevbe, 9/28.
[928] Isrâ, 17/1.
[929] Merhum müellifimiz bu hadisin Sahih-i Buharî'de veya Müslim'de yer aldığını söylemekle yanılmıştır. Fakat hadis îbn Hişâm (2/402), Taberânî ve Ebu Yal'a'da mevcut olup;za-yıftır. Bk. Feîhu'l-Bârî, 7/155; Mecmau'z-Zevâid, 1/76.
[930] Bakara, 2/396.
[931] Bk. Hz. Peygamber'in Haccı, 2/273 (Dipnot; 327).
[932] Haşr, 59/8.
[933] Âl-i îmrân, 3/195.
[934] Mümtahme, 60/9.
[935] Buharı, 25/44.
[936] Ebu Davud, 4361; Nesâî, 7/107, 108. Senedi güçlüdür. Hafız îbn Hacer,Bulûğu7-Merâm'da ravilerinin sika olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber'e (s.a.) sövmenin hükmü konusunda en derli toplu, en geniş eseri, "es-Sârimu'l-Meslûl a/â Şalimi 'r-Rasûl= Peygambere sövene yalın kılıç" adıyla Şeyhülislâm Ibn Teymiye kaleme almıştır.
[937] Daha önceki dipnotlara bakınız. Hadis sahihtir.
[938] Ahmed b. Hanbel, 5/2,4. Senedi hasendir.
[939] Buharî, 65/63; Müslim, 2584 (64); Tirmizî, 3312; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/393; metni şöyledir: "insanlar Muhammed ashabını öldürüyor, diye konuşmasınlar!"
[940] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/473-491.
Hudeybiye barışı, bu büyük fethin öncesinde bir başlangıç ve bir hazırlıktı. Bu barış sayesinde insanlar birbirine güven duydular ve birbirleriyle konuştular, İslâm dini hakkında tartışma yaptılar. Mekke'deki imanlarını gizleyen müslümanlar dinlerini açığa vurma, ona çağrıda bulunma ve onun üzerinde tartışma yapma imkânı buldular. Bu barış sebebiyle büyük bir insan kitlesi İslâm'a girdi. Bu yüzden Allah Teâlâ, şu âyetinde onu bir fetih olarak isimlendirdi: "Doğrusu biz sana apaçık bir fetih verdik." [910] Hudeybiye barışı hakkında bu âyet nazil olunca Hz. Ömer (r.a.): "Bu bir fetih midir, ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Evet!" buyurdu. [911]Allah Teâlâ Hudeybiye'yi fetih olarak anısını tekrarladı ve: "Allah, Rasû-lü'nün rüyasını doğru çıkardı..." diye başlayan âyetin "Allah sizin bilmediğinizi, bilir. Size bundan başka yakın zamanda bir fetih verecektir.[912] kısmında böyle andı. Büyük olayların öncesinde, onlara bir giriş ve işaret niteliğinde mukaddimeler takdim etmek Allah Teâlâ'nın âdetidir. Nitekim Hz. İsa ve babasız yaratılışı kıssasının öncesinde, Hz. Zekeriyya kıssasını ve onun du-rumundakilerin çocuk sahibi olamayacağı kadar yaşîı oluşuna rağmen ona çocuk verişini anlatmıştır. Yine kıblenin neshedilmesinin öncesinde Kabe'nin tarihini, yapılışını ve hürmete lâyık oluşunu, isminin yüceltilişini; sonra yapıcısını ve onun hürmet ve medhe lâyık oluşunu anlattı ve bütün buniardan önce neshi, onu gerektiren hikmetini ve onu kuşatan kudretini zikretmek suretiyle bir ön giriş yaptı. Rasûlü'nün (s.a.) peygamber olarak gönderilmesi öncesinde Fil kıssasını, kâhinlerin onu müjdelemelerini ve başka şeyleri anlatmış olması da böyledir. Uyanık halde iken vahyin gelmesinden önce Rasûlullah'm (s.a.) uykusunda gördüğü salih rüyalar da, aynı şekilde bir mukaddimedir. Hicret de cihad emri öncesi yine bir mukaddimedir. Şeriatın ve kaderin sırlarını, gereği gibi düşünen kişi, O'nun hikmetinin, akılları hayrete düşüren hallerini görür.
1— Anlaşmalılar, devlet başkanının zimmetinde, himaye ve güveni altında bulunanlarla savaştıklarında, devlet başkanına savaş açmış sayılırlar ve aralarındaki anlaşma ortadan kalkmış olur. Bu durumda devlet başkanı onlara» yurtlarında geceleyin baskın yapabilir. Eşitlik üzere anlaşmanın bozulduğunu onlara bildirmesine ihtiyaç yoktur. Bildirme, ancak onların hiyanet etmelerinden korkarsa olur. Hiyanet gerçekleştiğinde ise, onunla yapılan anlaşmanın dışına çıkmış ve anlaşmayı bozmuş olurlar.
2— Anlaşmalılar ses çıkarmadıkları, karşı gelmedikleri ve buna razı oldukları takdirde, bizzat yapanlarla destekçileri dahil, hepsinin anlaşması bozulmuş olur. Şöyle ki; Kureyş'ten Bekiroğulları'na yardım edenler onların bir kısmıydı ve hepsi onlarla birlikte savaşmamışlardı. Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.) hepsine birden savaş açmıştır. Şöyle ki: Nasıl sulh anlaşmasına, tâbi olarak girmişler ve onlardan her biri ayrı bir sulh anlaşması yapmamış, yapılan anlaşmaya razı olup onu kabullenmişlerse, işte onların anlaşmayı bozmalarının hükmü de aynen böyledir. Gördüğünüz gibi kuşkusuz Allah Rasûlü'nün (s.a.) sünneti işte budur.
Bunun bütüne şâmil edilmesi herbir fert anlaşmayı bozacak davranışı bizzat yapmış olmasa bile onların cemaatinin buna razı olmaları halinde anlaşmayı bozan zimmîlere bu hükmün icra edilmesi demektir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), bazı yahudiler oğluna saldırdıklarında ve bir evin damından taş atıp kolunu kırdıklarında Hayber yahudilerini (yurtlarından) sürmüştür. Hatta Hz. Peygamber (s.a.) Kurayzaoğulları'nın bütün savaşçılarını öldürmüş, onlardan her birine anlaşmayı bozup bozmadığım sormamıştır. Sadece iki adamın suikaste teşebbüs etmesine rağmen Nadîroğullarını sürmesi de böyledir. Kay-nukaoğullan'na da böyle davranmıştır. Fakat Abdullah b. Übeyy, Allah Ra-sûlü'nden (s.a.) onları bağışlamasını istedi. İşte Rasûhıllah'm (s.a.) şeksiz-şüphesiz tavrı ve metodu budur.
Âlimler, destekçinin bizzat savaşa katılan kimse gibi olduğu konusunda icmâ etmişlerdir; ganimet taksiminde ve sevap elde etme hususunda da hepsinin tek tek savaşa bizzat katılmaları şart değildir.
Yol kesiciler de bu hükme dahildir: Destekçileri de bizzat buna katılanlar gibidir. Çünkü bizzat yapan, ancak geride kalanlardan aldığı güç sayesinde kötülüğe girişmiştir, onlar olmasa ulaşmış olduğu şeye ulaşamaz. Şüphesiz doğrusu budur ve bu, Ahmed (b. Hanbel), İmam Mâlik, Ebu Hanîfe ve daha başka imamların görüşüdür.
3— Savaş durumundaki harbîlerle 10 yıl savaş yapmamak üzere aniaş-ma caizdir, ama bundan (10 yıldan) daha fazla süreli bir anlaşma caiz midir? Doğrusu; ihtiyaç ve tercih edilen bir menfaat sebebiyle bunun caiz olmasıdır. Meselâ, müslümanlar tarafında bir zaaf bulunuyor ve düşmanları da kendilerinden daha güçlü bir durumda ise ve on yıldan daha uzun süreli anlaşma yapmada İslâm'ın bir menfaati varsa caizdir.
4— Devlet başkanı veya bir başka kimse, kendisinden verilmesi caiz yahut vacip olmayan şeyler istendiğinde, onu vermekten kaçınmak için susabilir. Susması istenileni vermek anlamına gelmez. Zira Ebu Süfyan, Allah Ra-sûlü'nden (s.a.) anlaşmanın yenilenmesini istemiş, ama Hz. Peygamber (s.a.) susmuş, ona herhangi bir şekilde cevap vermemiştir. Hz. Peygamber (s.a.), bu susmasından ötürü onunla anlaşma yapmış olmadı.
5— Kâfirlerin elçileri öldürülmez. Nitekim Ebu Süfyan, anlaşmayı Bozanların hükmüne dahil olduğu halde Allah Rasûlü (s.a.) onu öldürmemiştir. Çünkü o, kavminin Hz. Peygamber'e (s.a.) gönderdiği bir elçi idi. '
6— İslâm daveti kendilerine ulaşmışsa, kâfirlere kendi memleketlerinde, evlerinde gece baskını yapmak ve onları gafil avlamak caizdir. İslam daveti kendilerine ulaştıktan sonra Rasûlullah'm (s.a.) seriyyeleri, O'nun izniyle kâfirlere geceleyin baskın yapıp saldırıyorlardı.
7— Casusun öldürülmesi -müslüman da olsa- caizdir. Zira Hz. Ömer (r.a.) Rasûlullah'tan (s.a.), Mekkelilere durumu haber verecek mektubu gönderdiği için Hâtıb b. Ebî Beltaa'yi öldürme izni istedi. Ancak Hz. Peygamber (s.a.): Öldürülmesi helâl olmaz, o müslümandir, buyurmadı da, aksine: "Nerden biliyorsun, belki de Allah, Bedir savaşına katılanlara vâkıf olup, onları tanıyarak: 'İstediğinizi yapın!' buyurmuştur." dedi. Böylece onun öldürülmesin-deki engeli belirterek cevap verdi; o-engel de Bedir gazasına katılmış olmasıdır. Bu şekilde cevap verilmesi, böyle bir engeli olmayan casusun öldürülmesinin caiz oluşuna bir tenbih gibidir. Bu, İmam Mâlik ile Ahmed (b. Han-bel)'in mezhebindeki iki görüşten biridir. İmam Şafiî ve Ebu Hanîfe ise, 'öldürülmez' demişlerdir ki, Ahmed (b. Hanbel)'in zahir görüşü de budur. Her iki grup da Hâtıb kıssasını delil getirmektedir. Doğrusu: Böyle kimsenin öldürülmesi devlet başkanının görüşüne bırakılmıştır. Şayet Öldürülmesinde müslümanlar lehine bir fayda görürse, öldürür; sağ bırakılması daha iyi olacaksa, sağ bırakır. En iyi bilen Allah'tır.
8— Kamu yararı ve bir ihtiyaç sebebiyle kadının her tarafının soyulup açılması caizdir. Çünkü Hz. Ali ve Mikdâd, mahfedeki kadına: "Ya mektubu çıkarırsın ya da seni soyarız!" demişlerdir. Gerektiği yerde ihtiyaçtan ötürü soyulması caiz olduğuna göre, İslâm'ın ve müslümanların faydası dolayısıyla soyulması haydi haydi caizdir.
9— Kişi, kendi heva ve zevki için değil Allah için, O'nun Rasûlü ve dini. için öfkelenip yoruma giderek bir müslümana münafıklık ve kâfirlik suçlamasında bulunduğu vakit, bundan dolayı küfre düşmez, hatta günah işlemiş bile sayılmaz. Hatta niyetinden ve maksadından ötürü sevaba nail olur. Ancak bu durum, nefsine uyanlarla bid'atçilerin hilâfınadir. Zira onlar, kendi arzularına ve mezheplerine muhalefet sebebiyle tekfir edip bid'atçilikle suçluyorlar. Oysa kendileri tekfir edip bid'atçilikle suçladıkları kimselerden daha çok buna müstehaktırlar.
10— (Günahları) imha edici büyük bir sevap, şirk koşma dışındaki büyük bir günaha keffâret olabilir; Hâtıb'ın Bedir gazasına katılmasının, yaptığı casusluğa keffâret kabul edilişi gibi... Zira bu büyük iyiliğin kapsadığı yarar, Allah'ın ona olan sevgisi, ondan razı oluşu, onunla sevinişi ve meleklerine karşı onu yapanla övünüşü, casusluk suçunun içerdiği kötülükten ve ihtiva ettiği Allah'ın buğzundan daha büyüktür. Dolayısıyla en güçlü en zayıfa galip geldi de, onu ortadan kaldırıp gereğini iptal etti. Kalbin sıhhatli yahut hasta olmasını gerektiren iyiliklerden yahut kötülüklerden kaynaklanan sıhhat ve hastalık hususunda Allah'ın hikmeti işte budur ve Allah'ın vücuda ilişkin sıhhat ve hastalık konusundaki hikmetinin benzeridir. Çünkü bu ikisinden hangisi daha güçlü ise mağlub olana otoritesini kurar ve egemenlik onun eline geçer. Nihayet en zayıf olanın etkisi kaybolur. Bu O'nun yaratışı ve kazası konusundaki hikmetidir. İşte şerîatındaki ve buyruğundaki hikmeti de budur.
Bu durum Allah'ın: "Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir.", "Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz. "[913] âyetlerinden ve Hz. Peygamber'in (s.a,), "Bir günahın peşinden bir iyilik yap, onu imha etsin." hadisinden[914] dolayı kötülüklerin iyiliklerle yok edilmesi hakkında sabit olduğu gibi şu delillerden dolayı bunun aksinde de sabittir: "Ey inananlar! Sadakalarınızı başa kakma ve ezâ etmekle boşa çıkarmayın!..."[915] ve "Ey inananlar! Seslerinizi, Peygamber-1 in sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinizîe yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz, farkında olmadan amelleriniz boşa gir der.[916] Hz. Âişe'nin, Zeyd b. Erkâm bey-i îne usulüyle satım yaptığında ona söylediği: "Zeyd Rasûlullah'la (s.a.) yaptığı cihadı (n sevabını) iptal etmiştir; tevbe ederse o başka!" sözü de buna delildir. [917] Buharî'nin Sahihinde rivayet ettiği Hz. Peygamber'in (s.a.): "İkindi namazını terkeden kimsenin ameli boşa gitmiştir. "[918] hadisi de buna delildir. Bundan başka iyiliklerle kötülüklerin birbirini uzaklaştırdığım, birinin diğerini iptal ettiğini, onlardan güçlü olanın güçsüz olanı giderdiğini gösteren âyetlerle hadisler de vardırL Denkleştirme ve amelin boşa çıkması bunun üzerine kurulur, ,:
Özetle, iyilik yapma gücüyle isyan hastalığı birbirine saldırmakta ve birbiriyle savaşmaktadırlar. Bu güçle birlikte bu hastalığın bir artma ve helake varan durumu, bir gerileme ve noksanlaşma durumu -ki bu, hastanın en iyi halidir- ve yerinde sayma ve biri diğerini bastınncaya kadar birbirleriyle çekişme durumu vardır. Buhran vakti[919] girdiğinde -ki bu vuruşma için meydana çıkma ânıdır- kalbin nasibine şu ikiden biri düşer: Ya selâmete çıkmak ya da helak olmak... Bu buhran ya Allah Teâlâ'nın rızasını ve bağışlamasını ya da kızmasını ve ceza vermesini gerektiren fillerin işlenmesi ânında olur. Nitekim peygamberi duada: "Rahmetini gerektirenleri isterim."[920] diye geçmektedir. O gün Hz. Talha için de: "Talha cenneti hak edecek işler yaptı!"[921] buyurmuş ve bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) arz edilerek: "Ya Rasûlallah! Bu, cehennemi hakedecek davranışta bulundu." demişlerdi. Bunun üzerine: "Onun adına bir köle azad edin!" buyurmuştur[922] Sahih bir hadiste de: "îki mucibe (cenneti veya cehennemi gerektiren şey) nedir, biliyor musunuz?" sorusuna: "Allah ve Rasûlü en iyisini bilir." dediler. O zaman: "Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölen kimse cennete girer; Allah'a herhangi bir şeyi şirk koşarak ölen kimse de cehenneme girer." buyurdu[923]' Hz. Peygamber bu ha-disiyle tevhid ve şirkin mucibâtın (cenneti ve cehennemi gerektirecek şeylerin) başı ve temeli olduğunu ve bu ikisinin kesinlikle bir öldürücü zehir ve yine kesinlikle bir kurtarıcı panzehir yerinde bulunduğunu söylemek istiyordu.
Nitekim vücuda, gücünü gevşetip zayıflatacak kaçınılmaz kötü sebepler arız olabilir ve böylece, bunların varlığından dolayı vücut iyi sebeplerden ve yararlı gıdalardan istifade edemez, hatta o bozuk maddeler onları tabiatlarına ve kuvvetlerine çevirir ve onlarla sadece bedenin hastalığı artar. Bazan bedenin güçlenmesini sağlayan, onu sağlık ve sağlık sebepleriyle pekleştiren uygun sebepler ve münasip maddeler bedende bulunabilir ve bu yüzden kötü sebepler, hemen hemen hiç vücuda zarar veremez, hattâ bu fazla maddeleri onları asıl tabiatına dönüştürebilir. Kalbin sıhhatini yahut fesadını icabetti-ren maddeler de işte bunun gibidir.
Hâtıb'ın imanının gücünü bir düşün! O iman, onu Bedir gazasına katılmaya, Rasûlullah (s.a.) ile birlikte canını vermeye; Allah ve Rasûlü'nü kavmine, aşiretine ve yakınlarına tercih etmeye sürüklemişti. Üstelik onlar düşmanın arasında, beldesinde oldukları halde bu, onun azmini kırmadı, imanının keskinliğini de köreltmedi; ailesi, aşireti ve yakınları kendilerinin yanında olan kimselerle savaşmaktan alıkoymadı. Ne zaman ki, casusluk hastalığı geldi, bu güç kendim gösterdi. Buhran iyi durumda idi, bu yüzden hastalık iyileşti ve hasta ayağa kalktı. Sanki daha önce hiç kalp ağrısı yokmuş gibi oldu. Hekim, casusluk hastalığının üstüne çıkmış ve onu yenmiş olan imanının gücünü görünce, kan almak isteyene: "Bu hastalık, kan almaya ihtiyaç duymaz." dedi. "Ne biliyorsun, belki de Allah Teâlâ, Bedir gazasına katılanları iyice tanımış ve: 'Dilediğinizi yapın, şüphesiz günahlarınızı bağışladım! demiştir." (sözünü Hz. Peygamber (s.a.) bu anlamda söyledi.) Bunun aksi Zü'1-Huveysıra et-Temîmî ve benzeri Haricîler hakkında vâriddir ki onların namaz, oruç, Kur'an okuma hususundaki gayretleri bir sahabînin ( o Hâricî'nin ameli karşısında) kendi amelini küçümseyeceği bir dereceye varmıştı. Buna rağmen Allah Rasûlü (s.a.), bu Haricîler hakkında şu sözleri nasıl söylemiştir (iyi düşünmek gerek): "Yetişirsem onları Âd kavminin öldürüldüğü gibi öldüreceğim!", "Onları gebertin! Zira onların öldürülmesinden dolayı Allah katında öldüren için sevap vardır.", "Şu gökyüzü altında öldürülenlerin en şerlileri."[924] Bu veçhile o yok edici bozuk maddelerin varlığı yanında o büyük amellerden yararlanamadılar ve o büyük ameller kötülüğe dönüştü.
tblis'in halini düşün! Helak edici madde nefsinde saklanmış olduğu için o mevcutken geçmişte yaptığı ibadetlerden istifade edememiş ve asıl karekte-rine, daha müstahak olduğu şeye dönmüştür. Allah'ın, kendisine delillerini verdiği halde onlardan sıyrılıp çıkan ve kendisini şeytanın yönlendirdiği ve böylece azıtıp sapanlardan olan kimse ve benzerleri de işte böyledir. İtimat, içte gizlenen sırlara, maksatlara, niyetlere ve himmetleredir. O öyle bir iksirdir ki, ya bakır amelleri altına dönüştürür ya da cürufa iade eder. Basan Allah'tandır.
Aklı ve fikri olan bir kişi, bu meselenin kıymetini, kendisinin ona olan şiddetli ihtiyacını ve ondan faydalanmasını bilir ve bu mesele sayesinde herkesin yaptığını görenden ulaşan mucip sebeplerle Allah'ın yaratışında, buyruğunda, sevabında, cezasında, dengeleme hükümlerinde, dünya ve ahirette ruha ve bedene zevk ve elem ulaştırmasında ve bunlarda mertebelerin farklılaşması konusunda Allah Teâlâ'nın marifet ve hikmetinin kapılarından muazzam bir kapıya muttali olur.
11— Yine bu kıssadan çıkan sonuçlara göre, anlaşmayı bozduklarında, üzerlerine yürüyüşten haberdar edilmeksizin anlaşmalılara ansızın saldırmak ve gece baskını düzenlemek caizdir. Ancak anlaşmaya sadık kalırlarsa iki taraf anlaşmanın bozulduğunu eşit şekilde bilmedikçe bu caiz değildir.
12— Devlet başkanının yanına geldiklerinde, müslüman hükümdarların yaptıkları gibi düşman elçilerine müslümanların kaîabalıklığım, güçlülüğünü, şevketini ve heybetini göstermek caiz, hatta müstehaptır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'ye giriş gecesinde ateşler yakılmasını emir buyurdukları gibi, Hz. Abbas'a; İslâm askerleri, tevhid birlikleri ve Allah'ın ordusu kendisine gösterilinceye kadar Ebu Süfyan'ı dağın eteğinde, geçidin daraldığı yerde tutmasını da emretti ve tepeden tırnağa silahlı sadece gözleri görünür halde RasûlulJah'ın (s.a.) özel muhafız birliği kendisine gösterildi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) Ebu Süfyan'ı gönderdi, o da gördüklerini Kureyş'e haber verdi.
13— Hz. Peygamberdin (s.a.) ve müslürhanlann girdiği gibi, mubah olan savaş için Mekke'ye ihramsız girmek caizdir ve bunda ihtilâf yoktur. Hac ve umre yapmak isteyenin, Mekke'ye ihramsiz giremeyeceğinde de ihtilaf yoktur. Bunun dışında ot toplayıcılar ve oduncular gibi, sürekli bir ihtiyaç olmaksızın girenler hakkında ise üç görüş vardır:
1) İhramsız girmek caiz değildir. İbn Abbas'ın (r.a.) görüşü ve Ahmed (b. Hanbel)'in zahir mezhebi, Şafiî'nin de iki görüşünden biri budur.
2) Ot toplayıcı ve oduncu gibidir; ihramsız girebilir. Bu da Şafiî'nin son görüşü m; Ahmed (b. Hanbel)'den gelen bir rivayettir.
3) Mîkatlann içinde ise, ihramsız olarak girişi caizdir. Mikatların dışında ise ancak ihramla girebilir. Bu da Ebu Hanîfe'nin görüşüdür.
Hz. Peygamber'in (s.a.) mücâhid ile hac ve umre yapmak isteyen hakkındaki tutumu bellidir. Fakat bu ikisinden başka şahıslar için, Allah'ın ve Rasuiü'nün vacip kıldığı ya da ümmetin icmâ ettiği hükümler dışında bir gereklilik (vacib) yoktur.
14— Âlimlerin çoğunluğunun (cumhurun) savunduğu gibi Mekke'nin kılıç zoruyla fethedildiği açıkça ifade edilmiştir. Bu konuda Şafiî ve Ahmed (b. Hanbel)'in iki görüşünden biri dışında aksinin söylendiği bilinmemektedir. Kıssanın akışı, düşünenler için cumhûr'un görüşünü yansıtan en açık bir şahittir. Ebu Hâmid el-Gazzâlî, Mekke'nin sulh yoluyla fethedildiğini söylemeyi çirkin görünce, el-Vasit adlı eserinde Şafiî'nin, oranm zorla fethedildiğine dair görüşünü zikredip, "Bu onun görüşüdür" demiştir.
Barış yoluyla fethedildiği görüşünde olanlar şöyle demişlerdir: Eğer savaşla fethedilmiş olsaydı, Rasûİuîlah (s.a.), Hayber'i ve diğer menkul ganimetleri taksim ettiği gibi Mekke'yi de ganimetçiler arasında paylaştırır; beşte birini alır, geri kalanı taksim ederdi. Müslüman olduğunda Ebu Süfyan, Mek-keliler için eman dileyince Rasûlullah (s.a.) eman verdi, bu da onlarla yapılan bir sulh akdi oldu. Şayet zorla fethedilseydi; ganimetçiler oranın meskenlerine ve evlerine sahip çıkarlar, bunlara Mekkelilerden daha çok hak sahibi olurlar ve Mekkelilerin oradan çıkarılmaları da caiz olurdu. Oysa Hz. Peygamber (s.a.), orası hakkında bu hükmü vermedi, hatta evleri, kendilerini oradan çıkaranların elinde bulunduğu halde Muhacirlere içlerinden çıkarıldıkları evlerini bile vermedi. Hz. Peygamber (s.a.), Mekkelilerin o evleri satmalarına, satın almalarına, kiralamalarına, oturmalarına ve onlardan yararlanmalarına ses çıkarmadı. Halbuki bu durum, zorla fethetme hükümlerine aykırıdır. Hem Rasûlullah (s.a.) evleri, (içlerinde oturan) Mekkelilere nisbet etmek suretiyle bunu açıkça ifade etmiştir: "Ebu Süfyan'm evine giren güvendedir, kendi evine giren de güvendedir."
Zorla fethedildiği görüşünde olanlar da şöyle demişlerdir: Şayet Rasûlullah (s.a.), Mekkelilerle sulh yapmış olsaydı; herbirinin kendi evine girmesi, kapısını kapatması ve silahını bırakmasıyla sınırlı emrinin bir faydası olmazdı; Halid b. Velid aralarından bir grubu öldürünceye kadar onlarla çar-pışmazdı. Üstelik Hz. Peygamber (s.a.) onu ayıplayıp nehyetmemiştir. Makîs b. Subâbe, Abdullah b. Hataî ve adları bu ikisiyle birlikte sayılan kişileri öldürmezdi. Çünkü barış anlaşması yapılmış olsaydı bu adamları anlaşmadan kesinlikle istisna ederdi ve her iki durum da nakledilirdi. Sulh yoluyla fethedilmiş olsaydı, onlarla çarpışmazdı. Halbuki şöyie buyurmuştur: "Herhangi bir kimse Rasûlullah'ın (s.a.) burada savaşmasını ruhsat saymaya kalkışırsa, ona: 'Ailah Teâlâ Rasûlü'ne izin vermiş, size müsaade etmemiştir' deyiniz!" Malumdur ki Rasûluilah'a (s.a.) mahsus olan bu izin sulh hususunda değil, ancak savaş hususundadır. Zira sulh hususundaki izin umumidir.
Hem Mekke'nin fethi sulh yoluyla olsaydı, "Allah Teâlâ'nın orayı kendisi için günün belli bir vaktinde helâî kıldığını" söylemezdi. Zira sulh yoluyla fetholunsaydı, haramlığı üzere kalır ve sulhtan ötürü haramlıktan çıkmazdı. Halbuki Mekke'nin o saatte haram olmadığım, harb süresinin bitiminden sonra ilk haramlığma döndüğünü haber vermiştir.
Yine, şayet sulhla fetholunmuş olsaydı; Kasûlullah (s.a.) ordusunu, atlılarını ve yayalarını sağ ve sol kanat olarak, silahla donatılmış bir halde hazır-lamazdı. Ebu Hureyre'ye: "Bana Ensar'ı çağır!" demiş, o da onları çağırmıştı. Ensar gelerek Hz. Peygamber'in (s.a.) etrafını sarmışlardı. Rasûİuîlah (s.a.): "Kureyş'in serserilerini) ve onlara katılanları görüyor musunuz?" demiş, sonra bir elini diğerinin üzerine koyarak: "Bana Safâ'da kavuşuncaya kadar onları ekin biçer gibi biçin!" buyurmuştu. Nihayet Ebu Süfyan: "Ya Rasûîallah! Kureyş cemaati (nin kanları) mubah kılındı, bugünden sonra artık Kureyş bitmiştir." demişti de, bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Kim kapısını kaparsa, o güvencededir." sözünü söylemişti. Böyle bir şeyin sulh varken olması imkânsızdır. Eğer aralarında bir sulh anlaşması geçmiş olsaydı -ki asla geçmemiştir- bundan daha ehemmiyetsiz bir şeyle bile bozulurdu.
Hem nasıl barış olabilir ki? Mekke, ancak atların ve süvarilerin ayak bas-malarıyla fetholunmuştur. Allah, Rasuiü'nün atlılarını ve süvarilerini Hudeybiye sulhunun olduğu gün engellediği gibi Mekke'ye girmesini engellememiştir. Çünkü o gün gerçekten barış günüydü. Zira Allah RasûhVnün (s.a.) devesi Kasvâ Hudeybiye'de çöktüğünde: "Kasvâ huysuzlaştı." dediler de, Ra-sûlullah (s.a.): "Huysuzlaşmadı, onun böyle bir huyu yoktur. Fakat onu, filleri (Mekke'ye girmekten) engelleyen engelledi." buyurdu. Sonra: "Vallahi, benden Allah'ın haramlarından bir harama hürmet ettikleri bir durum isterlerse onu onlara mutlaka vereceğim." dedi.
Sulh anlaşması, şahidlerin huzurunda bir belge düzenlenmesi suretiyle, müslümanlardan ve müşriklerden oluşan bir kalabalığın hazır bulunduğu bir ortamda yapıldı. Müslümanların sayısı o gün 1400 idi. Fetih gününde böyle bir sulh anlaşması yapılsın, bu yazıya geçirilmesin, şahit tutulmasın, hiç kimse orada hazır bulunmasın ve keyfiyeti ve kararlaştırılan şartlar nakledilmesin; açıktır ki bu imkânsızdır. Hz. Peygamberdin (s.a.) şu sözünü düşün: "Allah, filleri, Mekke'ye girmekten alıkoydu ve Rasûlü ile müslümanları oraya hâkim kıldı." Bu sözden, Rasûlü'nün ve galip olan ordusunun Mekke halkına egemen olmalarının, Mekke'ye zorla girecekken Allah'ın engellediği fillerin egemen olmasından daha muazzam olduğu nasıl anlaşılır! Allah, Rasûlü ile mü'minleri, Mekkelilere hâkim eylemiştir. Nihayet onlar da orayı galibiyetten, zorun baskısından, küfrü ve kâfirleri baş eğdirdikten sonra fethetmiş terdir. Bu ise, barışın yumuşaklığı, düşmanın teklif ve şartları altında onları Mekke'ye girdirmekten ve Rasûlü'ne açtığı, dinini kendisiyle aziz eylediği ve âlemlere bir alâmet kıldığı en muazzam bir fetih içinde zafer, izzet ve zorla fethetmenin yaptırım gücünü elde etmeyi onlardan engellemesinden daha değerli ve daha şerefli; delil yönünden daha açık, zafer itibarıyla daha mükemmel, hüküm ve irade olarak da daha yüce idi.
Zorla fethedildiğini savunanlar diyorlar ki: "Zorla fethedilmiş olsaydı, gaziler arasında pay edilirdi." sözünüze gelince; bunun temelinde, beşte biri ayrıldıktan sonra arazinin Allah Teâlâ'nm gaziler arasında taksim ettiği ganimetlere dahil olduğu hükmü yatmaktadır. Halbuki sahabenin ve onlardan sonra gelen imamların çoğunluğu aksi görüştedirler; arazi, taksim edilmesi vacip olan ganimetlere dahil değildir ve Hulefâ-i Râşidin'in uygulaması da böyledir. Hz. Bilâl ve arkadaşları, zorla fethettikleri Şam ve havalisi topraklarını aralarında taksim etmesini istediklerinde Hz. Ömer'e: (r.a.) "Beşte birini al ve taksim et!" dediler. O zaman Hz. Ömer: "Bu, mal değildir. Ancak orayı, sizlere ve müslümanlara devamlı gelir getiren bir fey' olarak tutacağım." dedi. Bunun üzerine Bilâl ve arkadaşları -Allah onlardan razı olsun-: "Onu aramızda taksim et!" dediler. Bu defa Hz. Ömer: "Yarabbi, beni Bi-lâî'den ve arkadaşlarından muhafaza et!" diye dua etti. Henüz bir sene geçmemişti ki onlardan bakan bir göz kalsın. Sonra diğer sahabiler de bu hususta Hz. Ömer'e (r.a.) muvafakat ettiler. Allah onlardan razı olsun. Mısır-1 Irak'ın fethinde de, İran toprakları ve zorla fethedilen diğer beldeler hakkı ı da da bu hüküm geçerli oldu; Hulefâ- Râşidîn, sözkonusu topraklardan'bir köyü bile taksim etmediler.
"Hz. Ömer, onların gönüllerini aldı ve orayı kendilerini razı etmek suretiyle vakfetti." demek doğru olmaz. Çünkü bu hususta onunla tartıştılar ve Hz. Ömer direnip Bilâl ve arkadaşlarına (r. anhüm) beddua etti. Onun düşüncesi ve tatbikatı, doğrunun ta kendisi ve tam bir başarıdır. Çünkü bu arazi taksim olunsaydı, o gazilerin mirasçıları ve akrabaları orayı miras yoluyla elde edeceklerdi; neticede bir köy ve bir belde tek bir kadının veya küçük bir çocuğun elinde kalacaktı, gazilerin elinde de hiçbir şey bulunmayacaktı. Bunda ise en büyük ve en muazzam bir fesad vardı. İşte Hz. Ömer'in (r.a.) korktuğu da bu idi. Nihayet Allah Teâlâ kendisini araziyi taksim etmemeye muvaffak eyledi de sözkonusu toprakları en son müslüman orada savaşmcaya kadar onların üzerine fey' olarak vakfetti. Onun ileri görüşünün bereket ve uğuru, İslâm ve müslümanlar üzerinde zahir oldu. Nitekim imamların çoğunluğu da bu konuda ona muvafakat ettiler.
Ancak, arazinin taksim edilmeksizin bırakılmasının keyfıyyeti hakkında imamlar ihtilâf ettiler. İmam Ahmed'in zahir görüşü ve kendinden gelen rivayetlerin çoğu, bu tür arazi konusunda devlet başkanı kendi nefsinden gelen bir tercihle değil, müslümanların menfaatine bağlı bir tercihle muhayyerdir. Şayet müslümanlar için en iyisi taksim ise taksim eder; en iyisi müslüman cemaatin istifadesi için vakfetmekse vakfeder; en uygunu bir bölmümü-nün taksimi, diğer bölüklünün vakfedilmesi ise öyle yapar. Zira Hz. Peygamber (s.a.) bu üç kısmı da yapmıştır: Kurayza ve Nadîroğulları arazilerini taksim etmiş, Mekke'yi taksim etmemiş, Hayber topraklarının ise bir kısmım taksim etmiş ve bir bölümünü de müslümanların yararına olmak üzere paylaş-tırmayıp bırakmıştır.
Ahmed (b. Hanbel)'den ikinci bir rivayet daha vardır: Devlet başkanı araziyi vakfetmek sizin, galibiyet ve istila ile arazi doğrudan doğruya vakıf olur. Mâlik'in görüşü de budur.
Yine ondan (Ahmed b. Hanbel'den) üçüncü bir/rivayet daha vardır: Devlet başkam araziyi gaziler arasında menkul mallan taksim ettiği gibi taksim edebilir; ancak gaziler o arazideki haklarından vazgeçerlerse o başka. İmam Şafiî'nin görüşü de böyledir.
Ebu Hanife diyor ki: Devlet başkanı şu üç şıktan birini seçmekte serbesttir: 1) Taksim edebilir, 2) Sahiplerini o arazide bırakıp onlardan harkc alabilir, 3) Sahiplerini oradan sürgün edip başka ahaliyi o topraklara yerleştirip onlardan haraç aiabilir.
Hz. Ömer'in (r.a.) bu uygulaması, Kur'an'a muhalif değildir. Çünkü arazî, Allah Teâlâ'nın beşte birinin alınıp geri kalanının gaziler arasında taksimini emrettiği ganimetlere dahil değildir. Bundan dolayı Hz. Ömer: "O, mal değildir." demiştir. Ganimetlerin bu ümmetten başkasına mubah olmaması da buna delildir; hatta bu durum, bu ümmetin özelliklerindendir. Nitekim sıhhati muttefekun aleyh olan bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ganimetler bana helâl kılındı; halbuki benden önce hiç kimseye helâl kılınmamıştı." Allah Teâlâ, kâfirlerin elinde bulunan topraklan bizden önceki peygamberlerin ümmetlerine, oraları zorla fethettiklerinde helâl kılmıştır. Nitekim Hz. Musa'nın kavmine zorla fethedilen toprakları helâl kılmıştır. Bu nedenle Hz. Musa, kavmine: "Ey kavmim; Allah'ın size yazdığı mukaddes topraklara girin, ardınıza dönmeyin, yoksa ziyana uğramış olarak döj-nersiniz!" [925] demişti. Hz. Musa ve kavmi, kâfirlerle savaştılar ve hem ülkelerini, hem de mallarını istilâ ettiler. Sonra ganimetleri bir araya getirdiler^ daha sonra gökten bir ateş inerek ganimetleri yaktı kül etti. Ancak o toprakr larda ve ülkede yerleştiler, bu kendilerine haram kılınmadı. Böylece arazinin ganimetlerden olmadığı ve Allah'ın araziye dilediğini vâris kıldığı anlaşildıı
Mekke'ye gelince, şayet orası dışındaki şehirlerin taksimi vacip olsa bile Mekke'de, Mekke'nin taksim edilmesini engelleyen bir diğer husus daha vardır: Bu da oranın mülk edinilemeyişidir. Zira Mekke, dâru'nnüsüktür (haç ibadetinin yerine getirildiği yerdir), halkın ibadetgâhıdır ve Allah Teâlâ'nın ister yerli, ister yabancı olsun insanlar için tahsis ettiği haremidir. Orası Al^ lah'ın âlemlere bir vakfıdır, onlar orada eşittirler ve Mina, önce gelenin ikametgâhıdır. Yani, burası falanın yeridir, denilemez. Allah Teâlâ buyurur ki; "Kâfirler ile Allah'ın yolundan, gerek yerli, gerek dışarıdan gelen bütün h> sanlar için ibadet yeri yaptığımız Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara ve orada zulüm ile yanlış yola saptırmak isteyenlere can yakıcı bir azap tattırırız."[926] Burada sözü edilen Mescid-i Haram'dan maksat, harem'in tamamıdır. Şu âyet de bunun gibidir: "Doğrusu müşrikler pistirler; artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar!"[927] Burada da Mescid-i Haram sözünden maksat haremin tamamıdır. Yine şu âyet de böyledir: "Kulunu bir gece MescidL i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın sânı ne yücedir!.."[928] Oyrsa Sahih'te [929] rivayet edildiği üzere: "Hz. Peygamber (s.a.) Ümmü Hâni'-nin evinden götürülmüştür." Allah Teâlâ buyurur ki: "İşte bu, ailesi Mescid-i Haram'da ikâmet etmeyen kimseler içindir."[930] Burada ikâmet etme sözünden maksat, ittifakla bizzat namaz mahallinde ikâmet etmek değil, Harem'-de ve oraya yakın yerlerde ikâmet etmek demektir; nitekim hac âyetinin akışı da buna delâlet eder. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "... Orada zulm ile yanlış yola saptırmak isteyenlere can yakıcı bir azab tattırırız." Bu, kesinlikle namaz mahalline (Kabe'ye) has değildir, bilakis bundan maksat Harem'in tamamıdır. Harem'i ister yerli ister yabancı olsun, bütün insanlar için kılan, oraya girmeyi engelleyeni ve zulüm ile hak yoldan saptırmak isteyeni tehdid edenin ta kendisidir. Harem ile Safa, Merve, sa'y mahalli Mina, Arafat dağı ve Müzdelife gibi hac menâsikinin ifâ edildiği bölümler hiç kimseye mahsus kılınamaz, buralar insanlar arasında müşterektir. Çünkü buraları insanların menâsiki (hac vazifelerini) yaptıkları ve ibadet ettikleri yerlerdir. Bu yerler, Allah'tan bir mesciddir ki, orayı insanlar için vakf ve vaz'etmiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber (sla.), kendisi için Mina'da onu sıcaktan koruyacak bir ev yapılmasından çekinerek: "Mina önce gelip konanın konakladığı, devesini çökerttiği bir yerdir." buyurdu.[931]
Bundan dolayı selef ve halef âlimlerinin çoğunluğu, Mekke arazisinin alınıp, satılmasının ve evlerinin kiraya verilmesinin caiz olmadığı görüşüne vardılar. Bu, Mekke âlimlerinden Mücâhid ve Atâ'nın, Medine âlimlerinden Mâlik (b. Enes)'in, Irak âlimlerinden Ebu Hanîfe'nin, ayrıca Süfyân es-Sevrî, İmam Ahmed b. Hanbel ve İshâk b. Rahûyeh'in görüşüdür.
îmam Ahmed (r.h.) Alkâme b. Nadle'nin şöyle dediğini nakleder: Mekke'nin evleri; Rasülullah (s.a.), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde Sevâib (boş evler) olarak anılırdı ve ihtiyacı olan oturur, ihtiyacı olmayan da (bir başkasını) oturturdu.
Abdullah b. Ömer'den de şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Mekke evlerinin kira paralarını yiyen kimse, ancak karnına cehennem ateşi doldurmaktadır." Bunu Dârakutnî Hz. Peygamber'in sözü olarak rivayet etmekte ve bu hadiste: "Allah Mekke'yi haram kılmıştır, evlerinin satışı da, ücretlerinin (veya kiralarının) yenmesi de haramdır." lafızları da yer almaktadır.
îmam Ahmed, Ma'mer-Leys senediyle Atâ, Tâvûs ve Mücâhid'in şöyle dediklerini nakleder: "Mekke evlerinin satışı veya kiraya verilmesi mekruhtur."
İmam Ahmed, Kasım b. Abdurrahman'ın: "Mekke evlerinin kirasından yiyen kimse, karnına ancak ateş doldurmaktadır." dediğini zikreder.
İmam Ahmed, Hüşeym-Haccâc-Mücâhid yoluyla Abdullah b. Ömer'in: "Mekke evlerinin kiraya verilmesini ve satışını yasakladı." dediğini; Atâ'nın da: "Mekke evlerinin kiralanmasını yasakladı." dediğini aktarır.
Ahmed, İshak b. Yusuf kanalıyla Abdülmelik'in şöyle dediğini naklet-miştir: Ömer b. Abdülaziz, Mekkelilerin emîrine, "Mekke evlerinin kiraya verilmesini yasaklamasına" dair mektup yazmış ve "Bu, haramdır" demiştir. Ahmed'in rivayetine göre Hz. Ömer; Mekkelilere, dışarıdan gelen (ya-bancı)lerin istediği yere yerleşmesi için evlere kapılar koymalarını yasaklamıştır; Abdullah b. Ömer de babasının, Mekke evlerinin kapılarının kapatılmasını, kapısı olmayanın evine kapı yapmasını, evinin bir kapısı olanın onu kapatmasını yasakladığını, ancak bunun hac mevsiminde olduğunu anlatır.
Satış ve kiraya verme caizdir diyenler şunları söylemektedir: Bunun caiz oluşuna delilimiz; Allah'ın kitabı, Rasûlü'nün sünneti, ashabının ve Hulefâ-i Râşidîn'in uygulamasıdır. Allah Teâlâ: "...Yurtlarından ve mülklerinden çıkarılan Muhacir fakirlerindir." [932] "...Hicret edenler ve yurtlarından çıkarılanlar... "[933], "Allah size ancak din uğrunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaran kimseleri dost edinmenizi yasaklar."[934] buyurmuş ve evleri onlara nisbet etmiştir, bu da mülk kılma nisbetidir. Kendisine: "Yarın Mekke'deki hangi evinizde konaklayacaksınız?" denildiğinde: "Akıl, bize ev bı-raktımı ki?!"[935] buyurmuş "Evim yoktur." dememiş, aksine onların evi kendisine nisbet etmelerine ses çıkarmamıştır. Ayrıca Akîl'in evi işgal edip elinden çıkarmadığını da haber vermiştir. Ümmü Hânî'nin evi, Hatice'nin evi, Ebu Ahmed b. Cahş'm evi... gibi evlerinin kendilerine nisbet edilmesi hadislerde sayılamayacak kadar çoktur. Onlar bu evlere, taşınabilir (menkul) mallara mirasçı oldukları gibi mirasçı oluyorlardı. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.): "Akîl bize ev bıraktırın ki?" demiştir. Ebu Tâlib'in evlerine Akîl vâris olmuştu; çünkü o kâfirdi, Hz. Ali (r.a.) ise Ebu Tâlib'e aralarındaki din farklılığından dolayı vâris olamamıştı. Bunun üzerine Akîl evleri işgal etmişti. Hicretten önce ve sonra hatta Hz. Peygamber'in (s.a.) peygamberliğinden önce ve sonra ölenlerin vârisleri, ölenin evine şu âna kadar mirasçı olagelmişlerdir. Safvân b. Ümeyye, bir ev Hz. Ömer b. el-Hattâb'a (r.a.) dört bin dirheme satmış, o da orayı hapishane yapmıştır. Alım-satım ve miras caiz olunca kiraya vermek haydi haydi caiz olur. Gördüğün gibi her iki grubun ayaklarının durduğu yer burasıdır. Delilleri kuvvet ve açıklık yönünden reddedilemez. Allah'ın delil ve açıklamaları ise birbirini iptal etmez, aksine birbirini tasdik eder, hepsinin gerektirdiği şekilde amel etmek farzdır ve vacip olan, nerede olursa olsun hakka uymaktır.
Doğrusu, her iki tarafın delillerinin gerektirdiği şekilde görüş ortaya koymaktır: Evler mülk edinilebilir, hibe edilebilir, miras kalabilir, satılabilir. Mülkiyetin el değiştirmesi ise toprakta ve arsada değil binada olur. Bina ortadan kalksa, sahibinin yeri satmaya hakkı yoktur. Ancak yeniden bina yapmak ve eski haline döndürmek hakkına sahiptir. O şahıs, orada oturmaya ve dilediğini oturtmaya daha lâyıktır. Kira akdi ile ikâmet menfaatine karşılık bedel alma hakkı yoktur. Zira bu menfaat konusunda başkasına tercih edilmeye müstehaktır. Önceliği ve ihtiyacı nedeniyle orası hakkında o kimsenin bir hususiyeti vardır. Oranın menfaatine ihtiyacı kalmazsa, bu menfaat için bir bedel alma hakkına sahip değildir. Nitekim meydanlarda ve geniş yollarda oturmak, madenler üzerinde ikâmet etmek /s. gibi müşterek menfaatler ve mallardan yararlanma böyledir; oraları önce işgal eden, yararlandığı sürece oraya daha müstehaktir, ihtiyacı kalmadığında da ona karşı bir bedel alma hakkına sahip değildir. Bu görüş sahipleri, evlerin satımı ve mülkiyetlerinin naklinin arsa üzerinde değil bina üzerinde gerçekleştiğini açık bir şekilde ifade etmişlerdir. Bunu Ebu Hanife'nin arkadaşları ve onun mezhebini izleyenler söylemektedirler.
Denilirse ki: Kiraya vermeyi yasakladınız, fakat satışı caiz gördünüz; bunun şerîatte bir benzeri var mıdır? Şeriatta malumdur ki, kira akdi satıştan daha geniş (hükümlere tâbi)dir. Satış yasak olduğu halde kiralama caiz olabilir, vakıf ve hür insanda olduğu gibi. Aksine gelince, böyle bir şey bilmiyoruz.
Cevap: Satış ve kiraya verme akitlerinden her birisi caizlik ve yasaklanma hususunda biri diğerini icabettirmeyen müstakil birer akittir; kaynaklan da çeşitlidir, hükümleri de... Satış caiz olur, çünkü satıcının başkasından daha üstün (ve tercihli) olduğu yer -bina- üzerinde meydana gelmektedir. Kiraya vermeye gelince, sadece menfaate yöneliktir, menfaat de müşterektir; ona daha önce sahip olanın ise bedel alma değil, bir öncelik hakkı vardır. Bundan dolayı kiraya vermeye değil satışa cevaz verdik. Kabul etmeyip ille seri/ atta bir benzerini göstermemizi istiyorsanız denildi ki: İşte mükâteb köle böyledir. Efendisinin onu satması caizdir, fakat alıcısı yanında mükâteb köle olur, efendisinin onu kiraya vermesi caiz değildir. Çünkü kiraya vermede kölenin mükâtebe akdi ile sahip olduğu menfaatlerini ve kazançlarını iptal vardır. En iyi bilen Allah'dır. Ne var ki satışı yasak değildir. Öyleyse Mekke'nin arazisinin ve evlerinin menfaatleri müslümanlar arasında müşterekse satıcının yanında olduğu gibi müşteri yanında da aynı şekilde bunların menfaatleri müşterek oîur: İhtiyacı varsa oturur, ihtiyacı yoksa (başkasını) oturtur. Satımı halinde müslümanların bu menfaattaki iştirakini iptal yoktur. Nitekim mükâtebin satımında, mükâtebe akdi ile onun sahip olduğu menfaatlerinin mülkiyetini iptal bulunmadığı-gibi... Bunun benzeri, Ümmet-i Mu-hammed'in eskiden beri uygulayageldikleri sahih kanaate göre, Hz. Ömer'in (r.a.) vakfetmiş olduğu haraç arazinin (araziyi haraciye) satımının caiz olmasıdır. Zira bu haraç arazi, müşteriye satıcı katında olduğu gibi harâciyye olarak intikal eder. Gazilerin hakkı ise sadece haracındadır, bu da satışla iptal olmaz. Kaldı ki ümmet bu arazinin miras olabileceğinde ittifak etmiştir. Şayet satımı vakıf olması sebebiyle bâtıl olsaydı, vakıf olması miras kalmasını da iptal etmeliydi. Ahmed b. Hanbel (haraç) arazinin nikâhta mehir kılınabileceğine hükmetti. Burada mehir, miras ve hibe yoluyla mülkiyetin nakli caiz olursa; kıyas, uygulama ve fıkıh itibarıyla satış da caiz olur. En iyisini Allah bilir.
Soru: Mekke zorla fethedilmiş olsa bile, zorla fethedilen diğer araziler gibi Mekke arazisinden haraç alınabilir mi, bunu yapmanız caiz midir, değil midir?
Cevap: Bu konuda Mekke'nin zorla fethedildiği fikrinde olanların iki görüşü vardır:
a) Başka türlü bir görüş belirtmenin caiz olmadığı üstün ve delillendiril-miş görüş: Zorla da fethedilmiş olsa Mekke arazisine haraç yoktur. Zira Mekke arazisi, haraç alınmayacak kadar yüce ve uludur. Özellikle haracın arazi cizyesi (cizyetü'1-arz) olduğu ve bunun (zimmılerden) adam başına alınan cizye gibi arazi üzerine konulduğu düşünüldüğünde... Rabbin haremi, üzerine cizye konulamayacak kadar ulu ve değer itibarıyla daha yücedir. Kaldı ki Mekke fethedilmesiyle birlikte Allah Teâlâ'nın takdir ettiği şekliyie müsiümanlarm müşterek olduğu bir emm harem oluş konumuna geri döndü. Çünkü harem, müsiümanlarm hac menâsikini ifa ettikleri ve ibadetlerini yaptıkları bir yerdir; yeryüzü halkının kıblesidir.
b) Ahmed (b. Hanbel)'in arkadaşları ve müntesiplerinden bazısının görüşü: Zorla fethedilen diğer arazilere konduğu gibi Mekke arazisine de haraç konur. Fakat bu görüş fâsiddir ve Ahmed'in (r.h.) açık ifadesine, mezhebine, Rasûhıllah'ın (s.a.) ve kendisinden sonraki Hulefâ-i Râşidîn'in (r. anhüm) uygulamasına aykırıdır. Bu görüşe iltifat edilmez. En iyi bilen Allah'dır.
Bazı arkadaşlar, Mekke evlerinin satışının haram oluşunu, zorla fethedilmiş olması görüşüne dayandırdılar. Bu doğru bir temellendirme değildir. Zira zorla alınan toprakların meskenleri, tek kelimeyle satılır. Şu halde bu temellendirmenin yanlışlığı meydana çıkmış demektir. En iyi bilen Allah'dir.
15— Mekke fethinden çıkartılan hükümlerden biri de şudur: Bu olaydan anlaşıldığına göre Rasûlullah'a (s.a.) söven kişinin öldürülmesi gerekir ve onun öldürülmesi mutlaka yerine getirilmesi gereken bir had cezasıdır. Zira Hz. Peygamber (s.a.), Mekîs b. Subâbe ile İbn Hatal'a ve çocuklar öldürülmediği gibi harbîlerin kadınları da öldürülmemekle beraber kendisine hicivli şarkılar söyleyen iki cariyeye eman vermemiş, o iki cariyenin öldürülmesini emretmiş ve Hz. Peygamber'e (s.a.) sövdüğü için efendisi tarafından öldürülen bir âmâ ümmü veledin kanını heder etmiştir.[936] Ayrıca yahudi Kâ'b b. Eşrefin öldürülmesini isteyerek: "Kâ'b'm hakkından kim gelir? O, Allah'a ve Rasûlü'ne eziyet etmiştir."[937] buyurmuştur ki, Kâ'b kendisine söverdi. Rasûlullah'a (s.a.) şovenin Öldürüleceği görüşü, Hulefâ-i Raşidîn'in icmâ'ıdır ve sahabe arasında onlara aykırı düşünen bir kimse de bilinmemektedir. Çünkü (Ebu Bekir) es-Sıddîk (r.a.) kendisine söven kimseyi öldürmek isteyen Ebu Berze el-Eslemi'ye: "Rasûlullah'tan (s.a.) başka herhangi bir kimse için bu olmaz." demiştir. Hz. Ömer de bir rahibe rastlamış ve kendisine: "Bu adam Rasûlullah'a (s.a.) sövüyor." denilmişti. O zaman Hz. Ömer: "Eğer duysaydım, onu gebertirdim. Biz onlara Peygamberimize (s.a.) sövmeleri için zimmet vermedik." demiştir.
Kuşkusuz, Peygamberimiz'e sövmek suretiyle savaşma, bize göre elle savaşmaktan ve yılda bir defa ahnan cizye parasını engellemekten eziyet ve mağlubiyet itibarıyla daha büyüktür. Öyleyse, nasıl zimmîlik anlaşması şunlarla bozulur ve bundan dolayı o kişi öldürülür de sövme halinde böyle bir şey söz konusu olmaz?! Yılda bir defa ödediği bir dinarı engellemesinin kötülüğü, şahitlerin gözü önünde Peygamberimiz'e en çirkin bir şekilde açıktan açığa sövmek suretiyle yaptığı kötülüğe nasıl oranlanır? Aksine, elle savaşmasının kötülüğü, sövmek suretiyle savaşmasının kötülüğüyle kıyas bile kabul etmez. Zira anlaşmasını ve emânmı bozan şeylerin en başında Allah Rasûlü'ne (s.a.) sövme gelir. Anlaşmasını (ahdini) bozan, bundan daha büyük bir şey yoktur; yaratan Allah'a sövme müstesna. İşte bu ta kıyasın kendisidir, nassların gereğidir ve Hulefâ-i Râşidîn'in (r. anhüm) icmâ'ıdır. Bu meselenin kırktan fazla delili vardır.
Denilirse ki: Hz. Peygamber (s.a.), "Eğer Medine'ye dönersek en şerefli olan en aşağılık olanı oradan çıkaracaktır." dediği halde Abdullah b. Übeyy'i öldürmemiştir. Kendisine: "Adaletli ol! Zira sen adaleti gözetmiyorsun!" diyen Zü'I-Huveysira'yı da, yine kendisine: "Diyorlar ki, sen azgınlığı yasaklıyor, ama onda kendin tek kalıyormuşsun!" diyen kişiyi de[938], "Bu taksimde Allah rızası gözetilmedi!" diyeni de, sikâye vazifesine öncelikle Zübeyr'in bakmasına hükmettiğinde: "Halanın oğlu olduğu için ona verdin." diyeni de, bunlardan başka kendilerinden O'na ezâ ve azarlama gelen şahısları da öldürmemiştir.
Cevap: Hak, Rasülullah'm (s.a.) idi. İster hakkım alır, ister almaktan vazgeçer. Kendisinden sonrakiler için Rasülullah'm (s.a.) hakkını almaktan vazgeçme hakkı yoktur. Nitekim kendi hakkını almak da, almamak da Allah Teâlâ'ya aittir ve Allah'a ait bir hak gerektikten sonra O'nun hakkını hiç kimsenin almaktan vazgeçmesi mümkün değildir. Zikrettiklerinizin ve daha başkalarının öldürülmesinden Hz. Peygamber'in (s.a.) hayatında vazgeçmekte, insanların gönlünü ısındırma ve kendisinden nefret ettirmeme gibi ölümünden sonra yok olan büyük maslahatlar vardır. Şöyle ki; insanlara O'nun (s.a.) ashabını öldürdüğü haberi ulaşsaydı nefret ederlerdi. Bizzat kendisi de buna işaret etmiş ve Abdullah b. Übey'in öldürülmesi fikrini ileri süren Hz. Ömer'e: "İnsanlara, Muhammed ashabım öldürüyor diye bir haber ulaşmasın!" buyurmuştur. [939]
Şüphesiz bu gönülleri İslâm'a ısındırma ve kalpleri onda birleştirme yararı, kendisine söven ve eziyet eden kimsenin öldürülmesiyle hasıl olacak yarardan O'na (s.a.) göre daha büyük ve daha iyi idi. Bu sebeple öldürme yararı galip gelip, s'erçekten ağırlık kazandığında; Kâ'b b. Eşrefe yaptığı gibi söve-ni öldürtmüştür. Çünkü Kâ'b, düşmanlığını ve sövmesini açığa vurmuştu. Bu yüzden öldürülmesi sağ bırakılmasından daha tercihe şayandı. îbn Hatal'ın, Mekîs'in, o iki cariyenin, âma ümmü veledin öldürülmesi de böyledir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) yarar tarafı ağır bastığı için öldürtmüş, yine yarar tarafı ağır bastığı için de dokunmamıştır. Yönetim, nâiblerine ve halifelerine intikal edince, onların Hz. Peygamber'in (s.a.) hakkını düşürme yetkileri kalmamıştır. [940]
[910] Fetih, 48/1.
[911] Ebu Davud, 2736. İsnadı hasendir.
[912] Fetih, 48/27.
[913] Hûd, 11/114; Nisa, 4/31.
[914] Sahih bir hadistir. Tirmizî, 1988; Ahmed b. Hanbe! Müsned, 5/153, 158, 228, 236; Dâ-rimî, 2/323; Ebu Zer ve Muâz b. Cebel'den rivayet olunmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nerede olursan ol, Allah'tan kork; kötülüğün ardından onu imha
.edecek bir iyilik yap ve insanlarla güzel bir şekilde geçin!"
[915] Bakara, 2/264.
[916] Hucurât, 49/2.
[917] Dârakutnî, (2/311) ve Beyhakî (5/330), Ebu tshak kanalıyla Âliye'den şu hadisi nakfel-mişierdir: Bir kadın Hz. Âişe'ye gelerek, veresiye olmak üzere Zeyd b. Sâbit'e 800 dirheme bir köle sattığını, sonra da Zeyd'den onu peşin paraya 600 dirheme geri satın aldığını, böyle bir satım akdinin hükmünün ne olduğunu sordu. Hz. Âişe: "Ne kötü almışsın, ne kötü satmışsın! Zeyd'e söyle, Allah Rasûlü'yle (s.a.) birlikte katıldığı cihadın sevabını iptal etmiştir. Ancak tevbe ederse o başka!" dedi. Râvileri sikadır. Âliye ise kendisinden hem kocasının, hem de oğlunun hadis rivayet ettiği bir râvidir; kocası da oğlu da hadis imamıydı, İbn Hibbân bu kadını es-Sikât adlı eserinde zikreder. Onun bu hadisini Sevrî, Evfeaî, Ebu Hanife ve arkadaşlan İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel, Hasan b. Salih delil kabul etmişlerdir. Zeylâî, Nasbu'r-Râye'de, et-Tenkîh adlı eserin müellifinin, hadisin senedini ceyyid bulunduğunu nakletmİştir.
[918] Buharı, 9/15.
[919] Tıpçılar, ani hastalıklarda hastada bir anda meydana gelen değişikliğe buhran = kriz demektedirler.
[920] Tirmizî, 4791; İbn Mâce, 1384; Abdullah b. Ebî Evfâ'dan. Senedinde Fâid b. Abdur-rahman adlı râvi vardır ki zayıftır. Hâkim ise Müstedrekİnde (1/525) îbn Mes'ûd'dan naklederek sahih olduğunu söylemiş ve Zehebî de ona katılmıştır.
[921] Ahmed b. Hanbel, 1/165; Tirmizî, 3739. Senedi kuvvetlidir; îbn Hibbân (2212) ve HâJ kim (3/374), sahih görmüş, Zehebî de Hâkim'e uymuştur. Tirmizî: "Hasen hadistir.' demiştir.
[922] Ebu Davud, 3964. Senedinde Gurayf b. ed-Deylemî vardır ki, Îbn Hibbân'dan başkası onu sika kabul etmemiştir.
[923] Müslim, 93: Câbir b. Abdullah'tan.
[924] Müslim, 1064: Ebu Saîd'den, 1067: Ebu Zer'den; Ahmed b. Hanbel, 5/253, 256; Tirmizî, 3003; Ebu Ümâme'den; senedi hasendir.
[925] Mâide, 5/21.
[926] Hacc, 22/25.
[927] Tevbe, 9/28.
[928] Isrâ, 17/1.
[929] Merhum müellifimiz bu hadisin Sahih-i Buharî'de veya Müslim'de yer aldığını söylemekle yanılmıştır. Fakat hadis îbn Hişâm (2/402), Taberânî ve Ebu Yal'a'da mevcut olup;za-yıftır. Bk. Feîhu'l-Bârî, 7/155; Mecmau'z-Zevâid, 1/76.
[930] Bakara, 2/396.
[931] Bk. Hz. Peygamber'in Haccı, 2/273 (Dipnot; 327).
[932] Haşr, 59/8.
[933] Âl-i îmrân, 3/195.
[934] Mümtahme, 60/9.
[935] Buharı, 25/44.
[936] Ebu Davud, 4361; Nesâî, 7/107, 108. Senedi güçlüdür. Hafız îbn Hacer,Bulûğu7-Merâm'da ravilerinin sika olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber'e (s.a.) sövmenin hükmü konusunda en derli toplu, en geniş eseri, "es-Sârimu'l-Meslûl a/â Şalimi 'r-Rasûl= Peygambere sövene yalın kılıç" adıyla Şeyhülislâm Ibn Teymiye kaleme almıştır.
[937] Daha önceki dipnotlara bakınız. Hadis sahihtir.
[938] Ahmed b. Hanbel, 5/2,4. Senedi hasendir.
[939] Buharî, 65/63; Müslim, 2584 (64); Tirmizî, 3312; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/393; metni şöyledir: "insanlar Muhammed ashabını öldürüyor, diye konuşmasınlar!"
[940] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/473-491.