hafiza aise
Sun 1 May 2011, 06:09 pm GMT +0200
Mekan Tercihi
İki ordu, birbirine çok yaklaşmış ve buluşacakları yer, Bedir olarak kesinlik kazanmıştı. Öyleyse, bir an önce oraya gidip karargah kurarak yerleşmek gerekiyordu. Ve Ramazan ayının on yedinci günü bir cuma akşamı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), ashabıyla birlikte Bedir' e gelip konaklama emri verdi.
Bu arada yanına yaklaşan Hiibôb İbn Münzir: - Ya Resülullah, dedi.
Hübab, henüz gençti ve Allah Resülü'ne muhalefet etme endişesi taşıyordu. Onun için sesini olabildiğince kısmış, endişe dolu bir
35 Gerçekten de müşrik ordusu, Efendimiz'in söylediği rakamın ortası olan dokuz yüz elli kişiden oluşuyordu. Bkz. İbn Sa'd, Tabakat. 2/ı5
sesle hitap ediyordu. Ancak zaman ve mekan açısından ortada, istişarenin hakkını vermeyi ve bildiğini ortaya koyup tecrübeyi paylaşmayı gerektiren bir durum vardı. Şöyle devam etti ve sordu:
- Bu mekanı tercihiniz; bizim herhangi bir değişiklik yapıp da takdim veya tehir tercihimiz olmayan ve Allah'ın Size bildirdiği bir vahiy neticesi mi yoksa bu, harp ortamını göz önüne alarak Zatınızın yaptığı bir tercih mi?
- Bilakis, savaş şartları düşünülerek yapılmış bir tercih, diyordu Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern). Bunun üzerine şunları söyledi:
- Ya Resülullah! Şu anda bulunduğumuz yer, savaş açısından uygun bir mekan değil; en iyisi insanlara emret ve bizler, onlara yakın olan aşağı taraftaki kuyunun yanına gidelim! Çünkü ben, burayı ve buradaki kuyuları iyi biliyorum. Orada, benim bildiğim, suyu tatlı ve kesilmeyen bir kuyu var. Oraya bir havuz yapıp daha fazla su toplar ve ihtiyacımızı buradan karşılar, diğer kuyuları da kapatırız.
Ortam, savaş ortamıydı ve yürekten gelen bu samimi teklif, makul görünüyordu. Bu arada, Cibril-i Emin de gelmiş, Hubab'ın teklifinin isabetli olduğu müjdesini getirmişti.
Bunun üzerine Efendimiz:
- Doğru olan, Hubab'ın işaret ettiğidir, dedi ve tarif edilen yere doğru yola koyuldu ve sözü edilen kuyunun yanına gelerek burada karargah kurdu. Bu arada, diğer kuyular da kapatılmıştı.
Dikkat çeken bir husus da, Şam cihetindeki mevkiyi tutan Müslümanların güneşi arkalarına almış olmalarıydı. Tabii olarak müşrikler de, Yemen tarafını tutmuş ve güneşe karşı savaşmak zorunda kalmışlardı.
Bu kadar gelişmeden sonra bir sahabinin gelip rüzgarı da arkalarına almalarının kendi lehlerine olacağını, çünkü rüzgarın vadinin yukarısından bu tarafa doğru estiğini ve bunun da bir nusret emaresi olduğunu bildirmesi üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern):
- Ben artık saflarımı düzenledim ve sancağımı da buraya diktim; bir daha onu değiştiremem, buyuracak ve böylesine kritik anlarda bir liderde olması gereken kararlılığı gösterecekti.
Bu arada, Efendimiz'in de içinde kalacağı çadır kurulmuş, akışı değiştirecek hamle için merkez de tayin edilmişti. Bu sırada, savaşın
cereyan edeceği alanı teftiş etmek istedi. yanında bir grup ashabıyla birlikte Bedir kuyuları arasında dolaşırken Kureyş ulularının isimlerini saydı ve bizzat mübarek elleriyle onların teker teker ölüp de düşecekleri yerleri gösterdi.
Çok geçmeden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Hz. Ebu Bekir'le birlikte bu çadıra girdi. Sebeplere riayet edip savaşın hakkını verecek tedbirler yanı sıra Mevla-yı Müteal ile olan irtibatını da ihmal etmiyordu. Zira, atılan her adımda O'nun rızası olmalıydı; O razı olduktan sonra inayeri de zahir olur ve her türlü sıkıntının üstesinden gelirlerdi. Evet, şimdi de sohbet-i canarı zamanıydı.
Bir aralık, dışarıda bekleyen birinin varlığını hissetti; dışarı çıkıp da baktığında oradaki insanın Sa'd İbn Muaz olduğunu gördü. Yüzünde, endişe dolu bir bekleyiş hakimdi. Belli ki, müşriklerin Efendimiz'e bir kötülük yapabileceklerinden endişe etmiş ve kılıcını kuşanarak O'nu korumak için buraya kadar gelmişti. Bu endişe, onun yüzüne de yansımıştı. Düşmandan gelebilecek tehlikelere karşı tedirgin bir hali vardı. Efendiler Efendisi ona döndü ve:
- Sanki sen ey Sa'd, bu insanlardan gelecek tehlikelere karşı endişe duyuyorsun, diye seslendi.
- ValIahi de, evet ya Resülullahl Zira bu, bizim müşriklerle yapacağımız ilk savaş, diyordu. İşi ihtimale bırakmayan bu tedbir insanı, ancak takdir görürdü ve Efendimiz de, onun bu hassasiyetini takdirle karşılayacaktı. O gece sabaha kadar dua dua Rabbine yalvaracak ve Allah davasını ikame etmek isteyen bu bir avuç insanı, inayet edip muzaffer kılmasını talep edecekti. Dua ederken:
- Allah'ım, diyordu, işte Kureyş, bütün benliği ve şatafatıyla birlikte buraya kadar geldi; onlar Sana meydan okuyor ve Resülii'ne yalancı isnadında bulunuyorlar. Allah'ım! Onlara karşı Senden, Bana vaadettiğin nusretini talep ediyorum! Allah'ım! Yarın sabah erkenden, onların burnunu yere sürt!
Bu arada, Bedir' de tatlı bir yağmur başlamıştı. Bu, gelecek zafer öncesinde adeta, tatlı bir rahmet müjdesi gibiydi. Mii'rninler için, rahmetin sağanak olup yağacağının müjdesiydi. Elbette aynı yağmurdan karşı tarafın olduğu yer de etkilenmişti; bir farkla ki onlar,
giderek şiddetlenen bu yağmur sebebiyle perişan olmuş ve bulundukları yerde çamurdan hareket edemez hale gelmişlerdi.
Bir de o akşam, üzerlerine sekine inmiş ve ashab, sanki rahmet banyosu yapmışçasına tatlı bir huzura gark olmuş, iliklerine kadar huzur soluklamıştı. Zaten sekine de, böyle bir huzurun adıydı. Öyle tatlı bir uykuya daImışlardı ki, bu tatlı uyku adeta buraya kadar yaşanan onca sıkıntı ve acıyı tamamen unutturmuştu. Belli ki, ertesi gün için zinde olmaları gerekiyordu ve bu telaşla uykusuz kalıp da dirençlerini düşürmernek için Allah (celle celaluhü) onlara böyle bir nimet bahşetmişti. Hatta mü'minler, üzerlerine sine n bu sekinenin tesiriyle, ayakta kalabilmek için kılıçlarına dayanmak istiyorlar ama bu vaziyette bile uyuyakalıyorlardı.
Karşı tarafta savaş hazırlığı yapan müşrikler ise, artan yağmurun şiddeti altında kalacak ve çamur içinde yürümekte zorlanacaklar, üstesinden gelmekte zorlandıkları türlü türlü meşakkat yaşayacaklardı.
O gecenin sabahında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellern), daha müşrik ordusu gelip yerleşmeden önce, Bedir'de ashabını toplamış ve savaş için saflara ayırarak hizaya sokınuştu. Belli ki, görünüşe de önem veriyordu. Zira, bu da bir mesajdı; hafif öne veya arkaya kaymış olanları bizzat uyarıyor ve saflardaki düzgünlüğü sağlayıp nizami bir görünüm temin ediyordu. Efendimiz, bu esnada saflar arasından birinin hafifçe öne çıktığını görmüş ve yanına gelerek, biraz geri çekelerek hizaya gelmesi için elindeki okla bu sahabinin göbeğine hafifçe dokunmuş ve:
- Sen de hizaya gir ey Sevad, buyurmuştu. Sevad İbn Ğaziyye hizaya girmişti girmesine ama arkadan:
- Ya Resülullah, diye seslenmişti. Bana eziyet verdin; Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, aynı şekilde kısas istiyorum!
Sesin geldiği cihete yönelen Efendimiz (sallallalıu aIeyhi ve sellern), hiç tereddüt etmeden karnını açtı ve:
- Haydi, öyleyse kısas yap, diyerek Sevad'ırı vurması için yanına yaklaştı. Ashab-ı Bedir, taaccüp içinde gelişmeleri takip ediyordu. Efendimiz'in bu davranışı, kul hakkı adına herkese büyük bir ders veriyordu.
Herkesin dikkat kesildiği Sevad, önce eğilip Efendimiz'in kar-
nından öptü ve arkasından da boynuna atlayıp O'na sarıldı. Niyeti anlaşılmıştı ve Efendimiz de sordu:
- Peki, niye böyle bir şey yaptın ey Sevad?
- Ya Resülullah! Gördüğün gibi savaş gelip çattı ve ben, öldü-
rülmeyeceğimden emin değilim! İstedim ki, tenimin mübarek teninize değmesi dünyadan son nasibim olsun ve huzur-u ilahiye ben bununla gideyim!
Resülullah ile bütünleşmenin, O'nun sevgisiyle yanıp tutuşmanın ve aynı zamanda O'nun sevgisine karşılık ashabından taşan sevginin adıydı bu. Bu hareket de karşılıksız kalmayacak ve yaşanan bu hadise üzerine Allah Resfılii (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Sevad'a iltifat edip hayır duada bulunacaktı.
Bu arada, şiddetli bir rüzgar esmiş ve bir müddet sonra arkası kesilmişti. Çok geçmeden ikinci bir rüzgar ve bunun ardından da üçüncü bir rüzgar estikten sonra ortalık durulmuştu. Meğer birinci rüzgarla birlikte Cibril-i Emin, ikinci rüzgarla Mikail ve üçüncü rüzgarla da İsrafil (aleyhimüsselam) gelmişlerdi ve beraberlerinde bulunan biner adet melekle mii'minleri takviye ediyorlardı. Demek ki, Rabbi razı edecek keyfiyeti elde edip O'nun adını bayraklaştırma adına yerdekiler kendilerine düşeni kusursuz yerine getirip yapınca, sema ehli de buna kayıtsız kalmıyor ve hayır müdavimlerinin yardımına koşuyordu. Mikail ve beraberindeki bin melek, Efendimiz'in sağ tarafına, İsrafil'le birlikte olan diğer bin melek de sol tarafına geçip saf tutacaklardı. Kendilerine mahsus bir görüntü arz ediyorlardı; yeşil, sarı ve kırmızı sarıklarını başlarına sarmış, bir ucunu da bellerinden aşağıya doğru sarkıtmışlardı. Atlarının alnında, yünden bir nişane bulunuyordu. 36
Büyük ve beyaz sancak, Muhacirler adına Mus'ab İbn Umeyr'e verilmişti. Bunun yanında, Ensar'ı temsilen iki tane daha sancak vardı; Hazrec'in sancağını Hubôb İbn Miuızir ve Evs'in sancağını
36 o gün Bedir'e katılan meleklerin sima ve giysileriyle ilgili farklı rivayetler bulunmaktadır. Sarıkların renkleri daha çok kırmızı, siyah, sarı ve beyazdır. Belli başlı insanların şekline büriinüp de gelen meleklerin giysi farklılığı, muhtemelen o insanların giydiği giysileri taşıyor olmalarındandı. Mesela Cibril-i Emin, Zübeyr İbn Avvam suretinde gelmişti ve o da, başında sarı bir sarıkla savaşıyordu. Bkz. Salihi, Sübülü1-Hüdii ve'r-Reşad, 4/43, 44
da Sa'd İbn Muôz taşımaktaydı.s? Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Muhacirlerin parolasını 'Ya Beni Abdirrahmôn', Hazrecinkini 'Ya Beni Abdillah' ve Evs'in parolasını da 'Ya Beni Vbeydillah' olarak tayin etmişti. Genelde herkesin kullandığı parola ise, 'Ya Mensur. Öldür!,38 şeklindeydi.