Eslemnur
Mon 27 September 2010, 03:07 am GMT +0200
Medenilik (vatandaşlık) ve Bunun Esasları
Şimdi de medenîlik (vatandaşlık) meselesine gelelim. İslâm bir fikir ve iş nizamı olduğuna göre, bu nizam üzerine bir hükümet kurup ayakta tutmak ister. Bunun için de kendi hükümeti dairesinde vatandaşlığı iki kısımda kararlaştırır. Sonra, doğru olmak ve temiz bulunmak İslâmın esas ruhu olduğundan, islâm herhangi bir hile ve aldatmaca olmaksızın vatandaşlığı şu taksim üzerine beyan eder. Dünyayı aldatanlar gibi de şu noktayı gözönünde bulundurmaz ki, sadece sözde bütün vatandaşları ve hemşehrileri aynı seviyede görüp de fiiliyatta bunların arasında farklar gözetmiş olsun. Belki islâm herhangi bir unsura insan haklarını tanıdı mı, onun hakkında hiç bir şekilde adaletsizliğe müsaade edemez. Meselâ bugün Amerikadaki zencilere, Rusyadaki komünist olmayanların durumu ve bütün dünyanın gayrı - dinî rejimlerdeki azınlıklara yapılan muameleleri kabul etmez.
İslâm noktayı nazarından medenîlik (vatandaşlık) şu iki noktada ayrılır:
1. Müslümanlar.
2. Müslüman olmayan zımmiler.
1. Medenî Müslüman vatandaşlar ve hemşehriler hakkında Kur'an-ı Kerimde şöyle buyrulmuştur:
"İman edip de hicret eden malları ve canları ile Allah yolunda çalışan (cihad eden) ve bunları barındıran ve yardım eden kimseler birbirlerinin dostları ve (hamileri) dirler. İman edip de hicret etmemiş olanları, hicret edinceye kadar korumak hususunda size bir şey düşmez."
( El – Enfâl: 72)
Bu âyet-i kerimede medenîliğin yani vatandaşlık ve hemşehriliğin iki esası beyan edilmiştir. Birincisi, iman, ikincisi ise, Darül-İslâmda oturup, Dârül-İslâm vatandaşı ve hemşehrisi olmaktır. Şimdi herhangi bir kimse iman etmiş fakat Darül - küfr tabiiyetini terk etmeyip ki bu hususu hicret kelimesi ile anlatmak istiyoruz. — Da-rül - İslama gelmemiş ise, bu kimse Darül - İslâm vatandaşı ve hemşehrisi değildir. Bunun aksi ne, Darül - İslâmda bulunan ve Darül - İslamda oturan ve yaşayan kimseler, isterlerse doğum itibariyle Darül - küfre mensup olsunlar, isterlerse Darül - İslâma mensup bulunsunlar ve sonradan Darül - küfrden hicret edip de Darül - İslama gelmiş olsunlar[99] burada Darül-İslâmın vatandaşı ve hemşehrisidirler ve Darül - İslâmın diğer vatandaşları ile aynı haklara sahip bulunmaktadırlar. Darül - İslâmın diğer vatandaşları ve hemşehrileri de bu kimseleri korumak ve yardım etmekle mükelleftirler. Bu müslüman vatandaşlar üzerinde, İslamın bütün nizamını ayakta tutmak bir vecibe olur. Vatandaşlar İslâmın hükümlerini yürütmekten sorumlu olurlar. Nitekim bunlar usulen bu nizamın hak olduğuna inanırlar. Bunun için de tamamen kendi kanunlarını yürür hale koymak isterler. Kendilerini bütün dinî, ahlâkî, medenî ve siyasî hususlarda kendi kanunlarının hükümlerine bağlı bulundururlar. Bütün feraîz ve vecibeler onların boyunlarına borç olur. Onların hükümetleri, hükümeti korumak ve müdafaa etmek için kendilerinden her türlü fedakârlığı ister. Yine onlara şu hakkı da verir ki, böyle bir hükümet için "ülülemr" seçebilir veya seçilebilirsiniz ve Şûra Meclisi (Parlamento) ya da iştirak edebilirsiniz. Böyle bir hükümetin kilit noktalarında da vazife almak hakkınız olur. Ta ki, bu hükümet hakiki vasfı ile ayakta tutunup devam edegelsin. Bu kaidenin en bariz mevcudiyeti saadet devri ile, örnek dört halife devirleridir. O zamanlar hiç bir zımmînin Şûra Meclisi azası olduğu görülmemiştir. Yahut da herhangi bir ülkeye vali (Gouvernor) olduğu vaki değildir. Aynı zamanda kadı veya hükümetin herhangi bir dairesinde bakan yahut başkan, ordu kumandanı olmaları da imkânsızdı. Halife seçimlerine de karışmaları gayrı mümkündü.
Halbuki, bu zımmîler yine Hazret-i Resulü Ekremin devri saadetlerinde de mevcut bulunuyorlardı. Örnek dört halife devrinde de bunların İslâm ülkelerindeki sayıları on milyondan fazla idi. Eğer hakikaten zımmîlerin yukarda saydığımız işlerde bir hakları ve bir hisseleri olsaydı, herhalde Allahın Nebisi onların bu haklarını teslim etmemezlik etmiyeceği gibi, Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin elinde yetişmiş ve terbiye görmüş kimseler, zincirleme olarak otuz seneden fazla bir zaman devlet idaresini ellerinde bulundurdukları halde niçin bunların bu haklarını teslim etmemişlerdir?
2. Zimmî vatandaşlardan maksat, İslâm ülkeleri hudutları dahilinde yaşayan bütün gayrı müslimlerdir ki, bunlar İslâma itaat edip İslâmî hükümete sadakat gösterirler. Bunların da Dârül-İslâmda doğmuş olmaları veya Dârül-İslâm dışından Dârül-İslâma gelip zımmîlik hakkını talep etmelerine bakılmaz, İslâm, bu şekildeki vatandaşların dinlerini, kültürlerini: ve şahsî haklarını can ve mallarını, namus ve şereflerini korumayı üzerine alır. Onlara yalnız mülkî kanunlar icra edilir, diğer kanunlar icra edilmez. Bu mülkî kanunlarda da müslümanlarla aynı haklara mâlik olurlar. Kilit noktası olan memuriyetlerden başka herhangi bir memuriyete de intisap ederler. Vatandaşlık serbestisinde de müslümanlarla aynı haklara mâlik bulunurlar. Muamelatta ve iş güçte müslümanlardan ayrı bir şekilde kendilerine muamele edilmez. Fakat memleketin korunması ve müdafaa edilmesi hususunda onlar muaf tutulmuşlardır. Bu hususta bütün yük yalnız müslümanların üzerine konmuştur.
Bu şekildeki iki çeşit vatandaşlık üzerinde ve bunla rın ayrı ayrı vasıfları olduğu hakkında, birisi kalkıp itirazda bulunacak olursa, o zaman biz de ona diyeceğiz ki, ilk Önce bunlara İslâmın ne surete muamele ettiğine bak, bir de dünyanın medenî geçinen devlet rejimlerinin azınlıklara yapmış olduğu muameleleri gözden geçir. Diğer rejimlerde, o rejimi kabul etmeyenler, yahut da millî hükümetin hududunun dışından gelmiş olanlar, veya millî azınlıklar hakkında ne gibi muameleler yapıldığını göz. önüne almak icabeder. Pek haklı olarak diyebileceğiz ki, başka rejimdeki hükümetlerle, İslâmî hükümet rejimi arasında bu vaziyet mukayese edilirse, İslâmın bütün rejimlerden bu durum hakkında çok daha insaflı davrandığı anlaşılır. İslâm bunların hepsinden daha adaletli, daha da cömert olup başka rejimlerin halledemediği bir şekide bu işi halletmiştir. Diğer rejimlerde bin bir türlü karışıklıklarla, memleket halkı çeşitli tasniflere tâbi tutulmuştur. Fakat İslâmda bir tek tasnif vardır. O da islama inananlar ile İslâma inanmayanlardır. İnananlar ise, onun bütün usul ve kaidelerine bağlı bulunurlar; bu usul ve kaidelere göre İslâmî hükümeti kurup yürürtürler. Bunu kabul etmeyip inanmayanlar ise, memleketin intizamını devam ettirmek için bir ölçü dahilinde memleket işlerinde çalışırlar. Onlar hükümet nizamını devam ettirmek külfetinden de kurtulmuş olurlar. Fakat kendilerinin bütün insanî ve medenî haklarının muhafazasını İslâmî hükümet ve müslümanlar güvence altına alır.