- Mazi kalbimde bir yaradır

Adsense kodları


Mazi kalbimde bir yaradır

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sun 1 July 2012, 08:54 am GMT +0200
“Mazi kalbimde bir yaradır…”
Ahmet TERZİOĞLU • 61. Sayı / DOSYA YAZILARI


Sözleri Necdet Rüştü Efe Tara’ya, bestesi ise Necip Celal Andel’e ait bu tango, birkaç yıldır ülkemizin siyasi tarihine bakış açımız hakkında bir şeyler söyler gibidir. Tangonun sözleri “hazin hatıraların” zaman zaman geriye bir tür hayalet gibi dönebileceğini bizlere hatırlatır. Unutmak istediği ama bir türlü unutamadığı mazinin aniden geriye dönmesiyle üzüntüye boğulan Seyyan Hanım’ın sesi, her şeyin daha da acıklı bir hale bürünmesine neden olur. Şarkının mevzu bahis ettiği şey, herkesin malumu olduğu üzere, kırık bir aşk hikâyesidir. Bir tarafın diğerini bir başkası uğruna geride bıraktığı, yaşananlardan çok yaşanma ihtimali olanlar üzerinde duran sözler, bir ihtimaller denizi içerisinde yitip gider. Geçmişten kopup gelen ‘yürek burkan’ sahnelerle yüzleşip, onları yeniden taze bir bakışla bir araya getirmek yerine, onların verdiği ıstıraptan haz almayı öğütler bize “Mazi kalbimde bir yaradır”. Zira tangoda hikâyesi anlatılan kadın, başka sevgilere yol alan sevgiliye değil, kendi geçmişine, kırık aşk hikayesinin cereyan ettiği zamanlara ve o zamanlardaki haline özlem duymaktadır. Geçmişin verdiği acıdan çok nostaljinin pençesinde acıyla tatlının birbiri içerisinde eriyip gittiği bir hazzın peşindedir bu hikâyeyi anlatan ve ona kulak veren. Ancak dinleyici için süreç biraz daha farklıdır. Özellikle de “Mazi kalbimde bir yaradır”ın en meşhur icrasını gerçekleştiren Seyyan Hanım’ın kaydından kulaklara yayılan telaffuz farklılıkları gösteren kelimeler ve belli belirsiz cızırtılar, bizleri tangonun hikâyesinden önce kendi hikâyelerimize, ama esas olarak bir gramafon ve onun yanında duran plak yığınını gösteren, sepya renkli zahiri bir fotoğraf karesi düşünmeye sevk eder. Üzüldüğümüz şeyin ne olduğundan ziyade, geride bıraktığımız fonu hatırlatarak hüzünbaz bir haleti ruhiye içinde kaybolmamıza ve oyalanmamıza neden olur “Mazi kalbimde bir yaradır”. Bir tango için bu durum çok büyük bir sorun değildir, ama tarihî meseleler mazide kalp kıran olaylara indirgendiğinde, durum biraz farklı bir hal alır.

2004 yılında Çağan Irmak’ın çok ses getiren projesi Çemberimde Gül Oya ile birlikte, vaktinde otoritelerce topluma girilmesi yasak bir bölge olduğu kabul ettirilen siyasi tarihimiz, teşhiri kabul gören bir malzeme halini aldı. Çabuk tüketilebilir ürünler ortaya koyma konusunda rakip tanımayan televizyon, edebiyatın çok satanlar kanadının daha evvel keşfettiği bir bölgeye bu diziyle girdi. Çemberimde Gül Oya, siyasi tarihimizi ele alan bir dizinin de izlenebileceğini, hatta çok sevilebileceğini televizyon izleyicilerine ve yöneticilerine kabul ettirdi. Ancak Çemberimde Gül Oya’nın yaptığı şey, tarihî bir anlatı olmanın çok dışındaydı. Tıpkı Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum’la (2005) sinemada yaptığının herhangi bir tarihsellik boyutu taşımaması gibi. Çünkü bu anlatılarda tarih ve onu oluşturan olaylar, nedensellik çerçevesinde ele alınmıyor, hikâye anlatıcısı, taşıması gereken sorumlulukları sözde bir muhaliflikle geçiştiriyor ve bastırılanla yüzleşmek yerine bastırma mekanizması eşliğinde unutulmaya terk edilen olayların cereyan ettikleri döneme ait objeler ve alışkanlıklar yığını, anlatılacak olan hikâye için bir fon olarak kullanılıyordu.

Kötüden örnek olmaz temennisi bir kez daha yaşamda karşılığını bulamadı ve ticari değer taşıdığı fark edilen tüm metaların başına gelen, Çemberimde Gül Oya’nın da başına geldi. Önce yayın akışının unutulmuş saatlerinde tekrar tekrar yayına sokuldu, derken DVD ve VCD gibi medyalarla piyasada yer alarak, istenilen her zamanda kendisini ve söylemini yeniden üretme olanağına kavuştu. Ama sonuçta kaçınılmaz olan gerçekleşti: Çemberimde Gül Oya’nın türevleri, olabilecek en seri biçimde üretilmeye başlandı.

Çemberimde Gül Oya’nın tutan formülünü içselleştirip kullanan kopyaları son 6 yıl içerisinde peş peşe ortaya çıktılar. Üstelik piyasa şartları göz önünde bulundurulduğu takdirde, oldukça uzun soluklu projeler oldular ve türevler arasına son katılanlara baktığımızda, onlar da uzun soluklu olacak gibi görünüyor.

Önce Hatırla Sevgili (2006), onun ardından da Bu Kalp Seni Unutur mu? (2009), Çemberimde Gül Oya’nın açtığı yoldan ilerlediler. Hatırla Sevgili, yalnızca kronolojisini sunmanın bile çok zaman alacağı 30 yıllık bir süreci ele alarak imkânsızı başardıktan sonra, Bu Kalp Seni Unutur mu? daha yakın geçmişi tarihî fon olarak kullanmak için bayrağı devraldı.

İyi ama tüm bunların anlamı ne? Bir anda ortaya çıkan nostalji taraftarlığının ardında ne yatıyor? Bastırılanın bir anda, ne şekilde olursa olsun piyasa değeri kazanmasının altında yatan temel parametreler neler? Çemberimde Gül Oya ve türevlerinin bilinçli ya da bilinçdışı nedenlerle başvurdukları anlatı stratejileri ve türevlerin orijinalden devşirdikleri temel özellikler hangileri? Yazının bundan sonraki kısmında ele alacağımız ve yanıtlamaya çalışacağımız başlıca sorular bunlar olacak.

Bastırılanın geri dönüşü ve piyasa değeri
Öncelikle ele aldığımız televizyon dizilerinin tarihsel anlatı veya belge anlatı olma iddialarının, gerçekten olan bitenle herhangi bir ilişkisi bulunmadığını belirtelim. Bu projeleri hazırlayanların kendilerince önemli, tanıklıklarının belgesel nitelik taşıdığı düşünülen ve ‘uzmanlık’larının nereden geldiği meçhul insanlardan, kuvvet alacakları bir zemin sağlamak maksadıyla oluşturdukları danışman grupları, anlatıların gerçek niyetlerini örtmeye yetmemektedir. Zira yalnızca belgelere ve tanıklıklara ilk elden dayanmak, bir anlatıyı tarihsel anlatı kategorisine sokmaz. Mevcut tür tanımlamaları içerisinde tarihsel anlatı, “aktardığı hikayenin ait olduğu toplumsal süreçlere tanıklık ederken, bir yandan da eleştirel müdahalede bulunan, bu süreçlere ilişkin yeni görme ve düşünme biçimleri öneren bir kültürel araç olarak tanımlanırken,”1  bahsi geçen anlatıların bu tanıma uymadığını görmek hiç de zor değil. Tanıklığın yanı sıra eleştirel müdahale ve aktardığı süreçler hakkında yeni düşünme ve görme biçimleri sunmaktan çok uzak olan bu anlatıların tarihi bir fon olarak kullanarak nostaljiye övgü düzmelerinin kökeni 80'li yıllara uzanmaktadır.

Tarihsel olduğu iddiasındaki nostaljik anlatıların kökenlerine bakmadan onların varlık nedenini tam olarak anlayamayız. Onların garip ama kendinden emin biçimde işleyen formüllerinin açık halini şimdiki zamanda bulamayız. O nedenle geçmişe dönmemizde fayda var.

Türkiye tarihinin önemli dönüm noktalarından ve bahsi geçen televizyon dizilerinin ele aldığı başlıca konulardan biri olan 1980 askerî müdahalesinin kendisinden sonra gelen 20 yılı şekillendirdiğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır. 80’lerin kültürel iklimini ise belirleyen iki temel kavrama Nurdan Gürbilek, önemli çalışması Vitrinde Yaşamak’da dikkatleri çeker. Bu kavramlar sözün bastırılması ve söz patlamasıdır. Ancak birbirine karşıt işleyen bu iki kavramın etkinlik göstermesinden evvel meydana gelen bazı toplumsal ve siyasal olaylar, bu kavramların gelişeceği ortamı oluşturmuştur. Bu ortam, “askeri darbe sonrasında oluşan olağanüstü koşullar, Kemalizmin topluma sunduğu modernleşme vaadinin sorgulanması, medya ve reklam sektörünün körüklediği ‘tüketim’ toplumu olma duygusu gibi pek çok farklı ve birbiriyle çelişen sürecin bir arada”2  yaşandığı karmaşık bir yapıya sahipti. Dünya ekonomisine entegre olma çabalarını takip ederek (Türk lirasının konvertibl hale getirilmesi, ülke içerisinde döviz taşıma izni çıkması vb.) daha etkin bir hal alan serbest piyasa dinamiklerinin belirleyicisi olduğu bir kültürel iklim içerisinde kendini bulan toplum, askerî müdahale ile birlikte elinden alınan söz söyleme hakkını alışık olmadığı yeni oluşan bir kültür ve yaşam biçimi içerisinde geri kazanınca, söz önüne geçilmez bir debiyle her yana yayılmaya başladı. Söz artışıyla birlikte değerini yitiren anlam, halihazırdaki kafa karışıklığıyla bellek kaybının tetiklenmesine neden olunca, “toplumsal bellek kaybı ile eş zamanlı olarak nostalji kültürü de yükselişe geçti”.3  90'lı yıllarla birlikte hızını arttıran bu yükseliş, “Türkiye’de ‘geçmişe yönelik bir ilgi patlaması'nın yaşanmasına neden oldu. Yükselen nostalji kültürünün izlerini daha önce olmadığı kadar anı kitabının yayınlanmasından, bu kitapların çoksatanlar listesine girmesine, restore edilen tarihî bina ve sokaklara ilginin artmasından, Türk pop müziği tarihinin ‘popülerleşmesi’ne (eski pop müzik yıldızlarının kült hale gelmesi, eski pop parçaların çalındığı özel geceler düzenlenmesi vb.) kadar pek çok farklı örnekte gözlemek mümkün.”4

Toplumsal bellek kaybının önemli faktörlerinden biri olduğu bu durum, hatırlama arzusu peşinden giderken aslında pek çok şeyin unutulması gibi karmaşık bir netice doğurdu. Andreas Huyssen'e göre bellek kültürü, yaşadığımız çağın zamanın ve mekanın yaşantılanış bağlamında oluşturduğu süreksizlikler ve kaygılara karşı kolektif bir savunma mekanizması olarak tanımlanabilir. Freudyen psikanalizin, hatırlama ve unutmanın birbiri içerisinde geçişkenlik gösteren süreçler olarak yorumlanmış olması, bu noktada doğru yolda olduğumuzu hissettiriyor. Freud, hatırlanmak istenen şeyin, daha önce unutulan bir şeyi ikame etmek için kullanıldığı savını ortaya atar. O halde nostalji tarihin yerini tutan bir sözde tarihtir demek çok yanlış olmayacaktır.

Geçmişi “bugünün perspektifinden hatırlanan bir zaman parçası olarak, bugüne bir önsöz”5  düşme arzusuyla sunan sözünü ettiğimiz bu anlatılar, toplumsal bellek kültürünün ve toplumsal bellek kaybının sildiklerinin yerini doldurmak için üretilen ikame ürünlerdir. Sundukları malzeme ise, projenin sanat yönetmeninin yetenekleri ve hikâyenin olay örgüsü içerisinde merak uyandırıcı unsur olarak kullanılan imkânsız veya sorunlu aşklarla sınırlıdır. Kostümler, aksesuarlar ve –toplumsal bellek kaybının kentlerimize de yansıması nedeniyle daha çok– iç mekanlar, hikâyenin nostaljik dokusunu imal ederken, izleyici çekmek için kullanılacak aşk hikâyesinin önünde sergileneceği fonu da oluşturur. Yetişkin olduğu şüphe uyandıran, ergenliğin derinlikten yoksun takıntılarına mahkum kahramanların yaşadığı aşklar, dönemin sorunlarını tamamen gölgede bırakır. Bu bir tür temize çekme işlemidir aslında. Olan bitene karşı koyamayan, elinden hiçbir şey gelmeyen âşıklar, kötü adamların yaptıkları nedeniyle oradan oraya savrulurlarken, proje, âşıkların gerçekleşmesi beklenen ama imkânsız kavuşması sayesinde izleyicinin ilgisini üzerine odaklar. Hikâyenin arkasında duran ve aslında hikâyenin geçtiği tarihsel bağlamın dokusunu, rakibi olduğunu iddia ettiği tarihsel filmlerin yanından bile geçemeyecek kadar vasat biçimde taklit eden fon, izleyicinin kolektif olarak zihninden çeşitli dayatmalar ve kültürel eksiklikler nedeniyle sildiklerinin yerini doldurmak için zihnin içgüdüsel olarak başlattığı ikame sürecini tetikler. Tarihle, yaşananlarla ve nedensellikle ilgilenmeyen zihin, “O elektrik süpürgesinden bizde de vardı”, “Şu radyoyu görüyor musun ne kadar güzel?”, “Vaktiyle bizim okulda da boykot olmuştu” türünden sıradan özdeşlikler kurmaya başlar. İkame süreci bir temize çekme işlemi şeklinde, görevini yerine getirip toplumu temize çıkartana dek sürer; yapabilecek hiçbir şeyi olmayan, elinden hiçbir şey gelmeyen insanlar zor zamanlar geçirmişlerdir, neyse ki her şey geride kalmıştır, geçmiştir...

Kötücül ortaklıklar
Çemberimde Gül Oya'nın anlatı yapısı da, yukarıda açıklamaya çalıştığımız bellek süreçlerini doğrular. Bir gazeteciye anlatılan hikâye boyunca izleyenler geri dönüşlerle şimdiki zamandan geçmişe bakarlar; gazetecinin notları, geçmişin sorumluluklarından toplumsal belleği kurtararak, tarihi nostaljik bir malumatlar ve kanaatler yığınına indirgeyip temize çeker. Hatırla Sevgili, tam olarak bu şekilde işlemese de, bilinci ikame sürecini başlatmaya adıyla davet eder: Hatırla sevgili! Bu Kalp Seni Unutur Mu? ise, anakarakterlerden birinin yıllar sonra terapi seansı sırasında doktoruna anlattıklarıyla Çemberimde Gül Oya'da gerçekleştirilen işlemi tekrarlar.

Yolu açan projenin kalıtsal bozukluklarını taşıyan ardıllar, isim seçerken bile yeterince kafa yorma arzusunda değildirler. Fon olarak seçilecek dönemin önemli bir şarkısı iş görecektir, ama muhakkak toplumsal bilinç kaybının yok ettiği gerçek tarih yerine, nostaljik öğeleri ikame edecek süreci başlatacak bir kelime taşımalıdır projenin başlığı olacak şarkı: hatırlamak ve unutmak kelimelerinin arka arkaya iki Tomris Giritlioğlu projesinin isminde geçmiş olması, pekala Güz Sancısı'nın (2009) ticari başarısızlığından çıkarılmış bir ders olarak da yorumlanabilir.

Geçmişe ait arşiv görüntüleriyle, nesnelerle biçimsel olarak yeniden kurulan bu suni dünyaların gösterdikleri benzerlikler, aslında onların hâkim ideolojiyi yeniden üretme pratiklerini sağlama alma arzularından kaynaklanır. Onların bir öncülü izleyerek ilerledikleri yoldan ilerlemek, başarı garantisi ve hâkim ideolojinin durmadan kendisini yenileyerek varolması anlamına da gelmektedir. Kuşkusuz, aynı yoldan gidip tarihsel sorumluluklarını yerine getirdikleri iddiasıyla daha pek çok benzer proje üretenler olacaktır. Ya da yeni birilerinin piyasada aynı yöntemle varolmasını istemeyerek, bu işi daima aynı kişiler üstlenecektir –ki tecrübelerimiz ikinci durumun daha olası olduğunu bizlere gösteriyor. Ama diyelim ki bir sürpriz oldu ve eski teraneleri anlatan yeni insanlar ortaya çıktı, onlara en azından bir öneride bulunma hakkını, bizlere durmadan nükseden toplumsal bellek kaybını yaşattıkları için kendimizde görebiliriz: Eğer yeni bir nostaljik anlatı ortaya koyma peşinde olanlar varsa, onlara “Mazi kalbimde bir yaradır” ismini başkaları kullanmadan kullanmalarını tavsiye edebiliriz. Kim bilir, belki de böylece en azından ne yaptıklarının farkında olan bir grup insanın varolduğunu kendilerine bildirmiş de oluruz.

1- Asuman Suner. Hayalet Ev: Yeni Türk Sinemasında Aidiyet, Kimlik ve Bellek, İstanbul:2006, Metis Yayınları, s.10.
2- Nurdan Gürbilek. Vitrinde Yaşamak: 1980'lerin Kültürel İklimi, İstanbul: 1992, Metis Yayınları, s.17.
3- Asuman Suner. Hayalet Ev: Yeni Türk Sinemasında Aidiyet, Kimlik ve Bellek, İstanbul:2006, Metis Yayınları, s.25.
4- A.g.e., s.25.
5- A.g.e., s.53.