- Maruf gönüllüsü olmanın maliyeti

Adsense kodları


Maruf gönüllüsü olmanın maliyeti

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Thu 25 November 2010, 02:25 pm GMT +0200
Maruf Gönüllüsü Olmanın Maliyeti


Giriş

İslam düşünce tarihinde üzerinde neredeyse bütün ekollerin zımnen ittifak ettiği nadir prensiplerden birisi, daha sonra Mu’tezile fırkasının meşhur ‘beş ilke’si içerisinde zikren de kendisine güçlü bir şekilde yer bulan, emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker (marufu/hayrı emir/tavsiye etme, münkerden/çirkin şeylerden nehiy/alıkoyma) ilkesidir. Kuşkusuz zamanla bu ilke, içeriğini her mezhebin kendi algısı doğrultusunda şekillendirdiği heterojen bir yapıya da kavuşmuştur. Dolayısıyla çok tanıdıkmış gibi ortada durmasına karşın, tarihsel süreç içerisinde hakkında çok farklı tartışmalarla şekillenmiş bir anlamlar yığını teşekkül etmiştir.

Marufu emredip münkerden sakındırma konusunda pek çok ayetin şahitliğine başvurmak mümkündür; ancak konuyla ilgili en dikkat çekici ayetler, Âl-i İmrân 102-110. ayetler arasındadır. Bu grup içersindeki 102, 103, 104 ve 110. ayetlerde şöyle buyrulmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde sakının ve ancak Müslümanlar olarak can verin. Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) dört elle yapışın ve sakın ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. Sizler, marufa çağıran, kötülükten meneden bir topluluk olmaya bakın. Doğrusu kurtuluşa erecek olanlar da bunlardır… Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; marufu emreder; kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız: Ehl-i kitap da inansaydı, elbet kendileri için çok daha iyi olurdu. (Bununla birlikte) içlerinde iman edenler de yok değildir; (fakat) ekserisi yoldan çıkmıştır.”

Maruf ve münker gibi iki kefeden oluşan bu ilkenin maruf tarafının ayette öncelikli bir şekilde ele alınması tabiîdir; çünkü İslam toplumunda marufu yaymak ve yaşatmak olgusu, münkerle mücadele edilmesi olgusundan çok daha önemlidir. Kâinatta esas olan münker değil, maruftur. Bediuzzaman’ın ifadeleriyle; ‘güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır’. Hayatın güzel yanını öne çıkaran bu bakış açısı, Müslümanların Allah, insan ve eşya ile ilişkilerinde ne tür bir hareket tarzına sahip olması gerektiğini de anlatır. Mutlak güzellik ve iyiliğin sahibi olan Allah, Müslümanların sürekli maruf yönünde düşünce ve amel üretmelerini isterken bu ruh hâleti içerisinde yaşayanların hayatlarının aslında bir tür dua formu oluşturacağına dikkat çeker. Marufu gündemine alanlar elbette ki sürekli olarak maruf etrafında düşünecekler, maruf üzere yaşayacaklar, maruf eksenli üreteceklerdir. Nihayet bu durum, Allah’ın o topluma, maruf beklentilerine uygun bir hayat tarzını hediye etmesiyle neticelenecek, gül pazarlarının kurulup gül alışverişinin yapıldığı bir ‘erdemliler şehri’ kurmalarının yolu açılacaktır.
Maruf Nedir?

Maruf, insanların hoş karşıladıkları ve arzuladıkları, bir ölçüde üzerinde fikir birliğine vardıkları ve toplum hayatında sürekli hale getirdikleri hayırlı davranışlar bütünüdür. Bundan olsa gerek akıl tarafından beğenilen, din tarafından da talep edilen ve nihai anlamda Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı amaçlayan her türlü güzellik ve iyilik,1 ahlakî erdem ve tutum Kuran’a göre maruftur, hayırdır.2 Kimi zaman ‘güzel bir söz/el-kavlu’l-ma’rûf (Bakara 2/263)’, kimi zaman ‘güzel bir davranış (Nisa 4/19)’ ve kimi zaman ‘güzellikle verilmesi gereken makul ölçülerde bir mehir (Nisa 4/25)’ olur maruf...

Marufun dinden kaynaklanan bir hayır ve güzellikler bütünü olduğuna dikkat çekmek isteyen ulema, dinî içeriğe özel bir vurgu yapmaktadır. Örneğin, maruf gönüllüsü müminlerin hayırlı ümmet olduğunu/olacağını bildiren ayetler topluluğunda marufun bir tür tefsiri olarak karşımıza çıkan hayır kelimesini Taberî, ‘Allah’ın rızasını kazandıracak şeyler’3 olarak açıklar. Cafer el-Bâkır ise bir hadis rivayetine dayanarak hayrı; “Kuran ve sünnete ittiba” ile tefsir eder.4 Yaptığımız her işe inancımızdan gelen bir renk katmak suretiyle hayatiyet ve değer verdiğimiz gibi her türlü marufa da dinî bir anlam katabiliriz. Hz. Peygamber’in, “Allah’ın adı ile başlanmayan her iş ya da her söz sonuçsuzdur (maruf değildir/hayırsızdır)”5 demesini belki de böyle anlamak gerekir. İnançlarımızın doğrulamadığı herhangi bir tutum, sonuca ulaşmaktan uzak olduğu gibi marufu/hayrı gerçekleştirmekten de uzaktır.

Mahza hayır ve mahza şerrin bilgisine akıl yoluyla ulaşmanın mümkün olduğunu kabul etsek de herhangi bir şeyin hayır ya da şer kaynağı olması ve buna bağlı olarak uhrevi bir mükâfat ya da cezayı gerektirmesi konusunda tek kıstasın ancak ve ancak din olabileceğini düşünürüz. Sarih aklın bilgisine ulaştığı maruf çeşitleri olabilir; ancak bir din kitabı olarak Kuran, kendi ilkelerinin, değerleri önceleyen ilkeler olduğunu kabul ettirmek isteyen bir sistematik içerisinde hareket eder. Her ne kadar akla yoğun çağrılarda bulunsa da yukarıdaki sistematiğin dışındaki her yaklaşımı kıskanır. Kuran, aklı, ayetlerin tayin ve tespit ettiği hakikatleri ortaya çıkartmak için kullanılan bir enstrüman olarak görür. Bu açıdan akıl bir kaynak değil, araçtır. Kuran’ın ilkelerine uyduğu müddetçe saygı duyulması gereken bir meleke, Kuran’ı reddettiği ya da Kuran’a rakip olarak ortaya çıktığında yıkılması gereken bir puttur. Temel prensipleri din tarafından belirlenen hayır ya da şerrin tali konularını ise Kuran, aklımızla bulmamızı ister. Bundan olsa gerek İslam düşüncesi kaynakları ‘cahiliye’yi İslam’ın yokluğu olarak resmeder. Bir hadiste Huzeyfetübnü’l-Yemân’ın Hz. Peygamber’e şöyle sorduğunu görürüz: “Ya Resulallah! Daha önce biz cahiliyede, yani şerde idik; sonra Allah bize hayrı gönderdi. Acaba bu hayrın ardından yine şer mi olacak?”6

Tüm bu söylenenlerden, marufun yalnızca ibadetlerle ilgili bir alana hasredildiği de düşünülmemelidir; çünkü yukarıda anlatılanlar, herhangi bir şeyin maruf olup olmadığını belirleyen kaynağın ne olduğu ile ilgilidir. Marufun yansıma alanları ise çok daha geniş bir yelpazede değerlendirilmelidir. Kâdî Beydâvî’nin de ifade ettiği gibi maruf, dinî olduğu gibi dünyevî bir maslahatın temininde de söz konusu olabilir.7 Müslümanca bir bakışta herhangi bir ibadet ne kadar anlamlı ise dinî bir anlam/amaç yüklenmiş herhangi bir dünyevî davranış da en az o kadar anlamlıdır. Marufu yayıp münkerden sakındırma hususunun sadece dinî uygulamalarla sınırlı olduğunu düşünenlerin kanaatimizce din algısında problemler vardır. Devletler konjonktürel gelişmelere uygun bir şekilde yapılanabilirler; ancak dinin bireysel anlamda yaşanması söz konusu olunca din ve dünya ayırımı yapamayacağımız kadar kompleks bir alandan bahsetmiş oluruz. Din, hayatımızı belli kompartımanlara ayırarak her kompartıman için ayrı bir yaşam tarzı oluşturmamıza müsaade etmeyen mekanizmalar içerir. İnsan ömrünü doğumdan ölüme -ve hatta ölümden öteye- bir bütün olarak görür ve bu çizgiye uygun bir hayat önerisi sunar. Bu cümleden olmak üzere, cami içerisindeki eylemlerimizden toplu ulaşım araçlarındakine, sokaktaki hareketlerimizden evlerimizdekine kadar kendine ait öneriler sıralar. Örneğin, küresel ısınma, temel haklar ve şehirlilik gibi aktüel pek çok konuda maruf ve münker tanımlaması altına girebilecek unsurları tespit ve tayin etmek ister.
Ümmet Nedir?

‘Ümmet’ kelimesi, ‘herhangi bir işe azmen cezmen kasd ü karâr eylemiş topluluk’tur. Filhakika ‘tek bir maksada matuf olarak peygamberlerin, yani uyulacak en müstesna insanların etrafında halkalanan topluluklara’ ümmet denmesi bundandır.8 Dolayısıyla marufu tavsiye edip münkerden sakındıracak olanların ümmet bilincine sahip olması hayati önem arz eder; çünkü bir marufa hayat verilmesi ya da bir münkerin ortadan kaldırılması ancak hedef birliği sağlamış, kolektif bir pozisyon almış ve bu pozisyona uygun sürdürülebilir davranışlar oluşturmuş bir topluluğun yani ümmetin var olmasıyla mümkündür. Ümmet bilincinin oluşturulamadığı zaman ve zeminlerde karşılaşılması muhtemel kaypaklıklar ve verilmesi mümkün fireler, ne tam anlamıyla bir marufu diriltebilir ne de herhangi bir münkeri ortadan kaldırabilir. Bu bilinçsizlik bir süre sonra gevşeklik ve duyarsızlığa, gevşeklik ve duyarsızlık zihinlerde buna uygun bir dünya tasavvurunun gelişmesine, bu tasavvurun oluşması da toplumun ümmet şuurunu kaybederek bir sürüye (Sosyoloji’deki terimiyle ‘horde’) dönüşmesine yol açar.

İslam ümmeti mahza hayır üzere olan bir ümmettir.9 Mahza hayır üzerinde oluş, bir ümmet bilincine sahip olmak ve bunun gerektirdiği donanım ve davranış modelleri üretmekle mümkün olabileceği gibi mahza hayır olan bir ümmete ulaşmanın yolu da bu donanım ve davranış modellerinin üretilmesinden geçer. Maruf gönüllüleri bu alanda bilinçlenmek ve eylemlilik halinde olmak suretiyle evsafını Hz. Peygamber’in ashabında bulan bir ümmeti oluşturabilme imkânını da yakalamış olurlar.10 Bu da bize erdemler ve davranışlar ile bu erdem ve davranışların neticeleri (hayrât) arasında dairevî (döngüsel) bir ilişki olduğunu gösterir. O yüzden sirkülâsyonun bir başlangıç noktası olması gerekiyorsa da dairenin herhangi bir noktasından bu işe dâhil olmakla aslında işe bir yerinden başlamış oluruz.

Bu dairevi ve zıt yönlü hareket, muhtelif zaman ve zeminlerde Müslümanlar arasında kendisine o kadar fazla yer bulmuştur ki, İslam toplumu en çok maruf gönüllüsü olma konusunda temayüz etmiştir. Kuran’ın dilinde İslam ümmeti ‘bu iş için seçilmiş en hayırlı toplum’ olarak methedilir. Sanki ayet bu ümmet için şöyle demektedir: ‘Sizler Allah’ın ilminde ya da Levh-i Mahfûz’da böyle bir ümmet olarak var idiniz.’11 Nitekim Mâverdî, Âl-i İmrân ayetinin “entüm hayra ümmetin (siz en hayırlı ümmetsiniz)” şeklinde değil, “küntüm hayra ümmetin (siz en hayırlı ümmet idiniz/oldunuz)” şeklinde gelmesini, Allah Teala’nın bir müjdesi olarak değerlendirir. Bu vasıfları haiz ümmet, önceki kitaplarda müjdelenmiş olan şu İslam toplumudur.12
Marufu Yayma Konusunda Her Mümin Sorumlu Mudur?

Âl-i İmrân 104. ayetindeki “ولتكن منكم” ifadesinde yer alan bir edat, müfessirlerin bu konuyla ilgili farklı mülahazalar serdetmesine yol açmıştır. “من” edatı Arap Dilinde kimi zaman tebyîn (beyan) ifade ederken, geldiği konuma göre kimi zaman teb’îz (cüz’iyyet) ifade edebilir. Bazı âlimlere göre buradaki edat tebyin ifade etmekte olup ayetin anlamı “Sizler, marufa çağıran, kötülükten meneden bir topluluk olmaya bakın...” şeklindedir.13 Buna göre ferdan ferda her mümin marufu yayıp münkerden nehyetme hususunda sorumludur. Âlimlerden bazılarıysa bu görüşün sakıncalı olacağını düşünmüş olmalıdır ki, buradaki edatı ‘teb’îz’ manasına alır ve ayetin; “Sizden, marufa çağıran, kötülükten meneden bir topluluk bulunsun.” anlamında olduğunu söylerler. Buna göre ayetteki bağlayıcılık yalnızca bu keyfiyetteki müminleri kapsayacak (farz-ı kifâye), en azından bir kısım müminlerin eda etmesiyle diğerlerinden bu farziyet sakıt olacaktır.14 Bu gruptaki âlimlere göre vazifenin farz-ı ayn olması marufu bilen bilmeyen herkesin durumdan vazife çıkarmasına, bu da cahil insanların bu işe soyunmasına ve nihayet insanların kaş yapayım derken göz çıkartmalarına sebebiyet verecektir.15

Doğrusu meseleyi bu şekilde ortaya koyan âlimler, bize göre aşırı hassasiyet göstermektedirler; çünkü birilerinin farzı yapmamak suretiyle günaha düşebileceğinden endişe ederken aslında farkında olmadan bütün Müslümanların önemli bir ilkeye karşı duyarsız kalmalarına yol açmaktadırlar. Bilindiği gibi kifâî farzlar, edası konusunda Müslümanların çok da titiz davranmadığı, nasıl olsa birileri bunu yapıyordur, diye kimi zaman kulak ardına attığı farzlara dönüşebilmektedir. Oysa marufu yayma, münkerden alıkoyma ameliyesi bu rahatlığı kaldırabilecek bir hafiflikte değildir. Kaldı ki, “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır (Tahrîm 66/6).” ayeti, marufu emredip münkerden nehyetme konusunda bütün Müslümanları bağlayan bir ilke vaz’etmektedir; çünkü her insan sorumluluğu altında bulunanlardan hesaba çekilecekse, otomatik olarak her mümin bu konuda sorumluluk altına girmiş olmaktadır. Kaldı ki maruf gönüllüsü olmak, öncelikle bu iradeye sahip olmayı zorunlu kılar. Önemli olan iradedir ve irade söz konusu olduğunda akıl sahibi her insanın mükellef olduğunu kabul etmemiz gerekir. En azından tabiî insani ilişkiler ve zorunlu ahlakî davranışlar cümlesinden sayılabilecek ve insanların bu gibi konularda tamamen cahil olması düşünülemeyecek hususlarda her insan bireysel olarak maruf gönüllüsü olmalıdır. “Hanginiz bir münkere şahit olursa onu evvela eliyle düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle tağyir etsin; buna da imkân bulamıyorsa kalbiyle ona buğz etsin ki, bu da imanın en zayıf kısmıdır.”16 hadisi de bunu anlatmaktadır. İman etme iradesi gösterebilenlerin bu kadarcık bir hayırdan uzak kalması düşünülemez. Elbette ki marufu emredip münkerden nehyetme konusunda her insanın sorumlu olması, herkesin her şeyden sorumlu olması anlamına da gelmemektedir.

Burada belki de şöyle bir çıkarsama konuya ışık tutabilir: Marufa yönlendirmek, farklı kategorilerde faaliyet göstermeyi zorunlu kılabilir; bu kategorilerden kimisi ortalama bir aklın idrak edeceği miktarda bilgi düzeyi gerektirir. İşte bu düzeyde sorumluluk, inanan her özneyi bağlar. Bununla birlikte öyle düzeyler de vardır ki uzmanlık ister. Bu düzeydeki sorumluluk ise ancak alanında uzmanlaşmış mütehassısların omuzlarına yüklenebilir. Örneğin, savaşta silah kullanmak bir düzey ister ki bunun için ordu kurulmalıdır; suda boğulmaların önüne geçmek için yüzme bilen insanlar lazımdır ki bunun için cankurtaranlar istihdam edilir ve en nihayet dini anlatmak için ilim adamları gerekir ki bunun için de eğitim yuvaları açılır.17 Tevbe suresinde bu mefhumu anlatmak üzere şöyle buyrulur: “Gerek Medinelilerin gerekse çevrelerindeki göçebe (bedevî) Arapların, Allah Resulü’nden geri durmaları ve kendi canlarının derdine düşüp Peygamber’e ilgisiz kalmaları yaraşmaz! Çünkü onlar ne zaman Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk ve bir açlık çekseler, kâfirleri korkuya düşürecek bir toprak parçası çiğneseler ve düşmana karşı bir başarı sağlasalar, bu onlar için yararlı (salih) bir amel olarak yazılır; çünkü Allah, görevlerini iyi yapanların (muhsinlerin) mükâfatını boşa götürmez. Küçük olsun büyük olsun Allah yolunda herhangi bir harcama yaptıkları ve bir vadiden geçtikleri zaman onlara sevap yazılır. Doğrusu Allah onları, yaptıklarının en iyisiyle mükâfatlandırır. Bununla beraber, [bir savaş anında] müminlerin hepsi birden yola çıkmamalıdır! Bunun yerine, dinde derinleşmek ve geri döndüklerinde toplumlarını sakındırıp eğitmek üzere her kesimden bir topluluk yola çıkmalıdır. Böylece umulur ki, onlar (toplum/halk), sakınıp düzelirler (Tevbe 9/120-122).”

Öte yandan toplumda var olan bir münkere ses çıkarmamak, bir anlamda bu özellikteki toplumsal yapıya razı olmak anlamına gelir. Kötülükler karşısında asgari tepkiyi göstermemenin ulema tarafından müdâhene (münafıkça bir yağcılık) olarak nitelenmesi bundandır.18 Binaenaleyh, marufu yaymanın şer’î mükellefiyet açısından hangi kategoride değerlendirileceği tartışılmış olsa da münkerden alıkoymanın müminlere her halükarda vacip olduğu açıktır; çünkü münker mahza kötülük kaynağıdır.19
Marufu Yayma Ve Münkerden Alıkoyma Yöntemi Nasıl Olmalıdır?

Maruf gönüllüsü olmak, eğri ile doğruyu, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edecek bir temyiz kabiliyeti ile yani Allah’ın insanlara uzattığı ipi olan en geniş anlamda vahiy bilgisi ile elde edilebilir. Hemen ifade edelim ki insan din için değildir, din insan içindir. Vahiy gönderileceği için insan yaratılmış değildir, insan var olduğu için yeryüzüne vahiy indirilmiştir. Mamafih vahyin öncelikle insanların maslahatlarını temin etmek amacına sahip olduğu bedihidir. O halde maruf gönüllüleri, kendilerini marufun kaynağına teslim etmiş olanlardır. Kuran’ı bir bilgi objesi olarak görenler değil, onun emirlerine amade olanlar ondan istifade ederler. Aslında Müslümanlar da bu amacı gerçekleştirmek için tarih sahnesine çık(arıl)mışlardır. Nitekim Hac Sûresi 41. ayette; “Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler.” buyrulmaktadır.

Yukarıda bahsedilen imkânı tarihte yakalamış ve zamanla bu fırsatı ellerinden kaçırmış olan kitaplı toplumların (Ehl-i Kitap) durumu, Müslümanların sürekli bir uyanıklık halinde bulunmalarını öğütleyen bir içerik taşır. Müminlere Ehl-i kitap örneği verilerek sapmanın bir ihtimal olduğu belirtilmektedir. Öyle görünüyor ki maruf konusunda belli bir düzey yakalamak, belirli aşamalardan geçtikten sonra söz konusu olmaktadır. Öncelikle sapmalara karşı dikkatli olmalı, daha sonra Yaratıcının istediği gibi bir hayat yaşanmalı, bu hayat tarzı da genişleyen halkalar şeklinde etrafa yayılmalıdır. Dolayısıyla maruf gönüllüsü olabilmek, bedeller ödemeye hazır olmak anlamına gelir. Bu anlamda hiçbir toplumun diğerine üstünlüğü de yoktur; kim bedel ödemeyi göze almışsa, hedeflere/nimetlere ulaşmayı da hak etmiş olur. Doğuştan gelen bir imtiyaz hiç kimsenin hakkı değildir. Malum olduğu üzere Hz. İbrahim, Allah Teala’ya münacat ederek soyundan kendisi gibi önderler çıkarmasını dilemiş; ancak buna verilen cevap, bedel ödemeyi göze alanları müjdeler bir tarzda olmuştur: “Bir zamanlar Rabbi İbrahim’i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. İbrahim; “Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)” dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu (Bakara 2/124).” Nitekim İbrahim’in duasında geçen önderliğin gereklerini yerine getirmeyen İshak’ın çocukları, bu önderliğe uygun davranan İsmail’in çocuklarından birinin liderliği altına girmek zorunda kalmışlardır.

Marufu yayma ve münkerden alıkoyma yönteminin matematiksel bir işlemler dizisinden oluşmadığını belirtmek gerekir; çünkü burada söz konusu olan insandır ve insanın olduğu yerde neredeyse sonsuz sayıda yöntemlerden bahsedilebilir. Her insan bir küçük âlemdir. Kendine göre doğruları, beklentileri, çekinceleri vardır. Sufilerin güzel bir sözü var; “Allah’a giden yollar, mahlukatın nefesleri sayısıncadır” derler. Elhak böyledir; ancak bir de evrensel doğrular, tarihüstü hakikatler vardır ki, insanlar arasında asgari düzeyde iletişimi sağlayan da bu doğrulardır. Aynı durum burada da geçerlidir. Elbette ki maruf gönüllüleri kendi imkân ve kabiliyetleri ile muhataplarının imkân ve kabiliyetlerini göz önüne alan bir yöntem uyguladıklarında daha başarılı olabilir. Bununla birlikte marufu yayma, münkerden alıkoyma yöntemlerinin tarihte görülen en başarılı uygulaması, Hz. Muhammed’e aittir. Malum olduğu üzere efendimiz, bir insan ömrü için kısa, bir millet ömrü içinse çok çok kısa sayılabilecek bir süreçte baskın bedevi karakterine sahip bir toplumu baskın medeni karakterlere sahip bir toplum konumuna yükseltilmiştir. Siret kitaplarının abartılı anlatıları bir tarafa, sahih kaynakların naklettiklerine göre o dönemde dünya Ceziretü’l-Arab’da emsalsiz bir sosyal inkılâbın gerçekleşmesine şahit olmuştur. Hamidullah’ın İslam Peygamberi adlı eseri, bu konuda günümüz Müslümanlarını hem duygulandıracak hem de bilgilendirecek iftihar tablolarını işler. İşte bu devrimin mimarına nasıl bir yöntem takip etmesi gerektiğini öğreten kaynak, Kuran’dır. O halde bu konuda Kuran’ın yol göstericiliğine sığınmak en doğru şey olacaktır.

Bu anlamda dikkatimizi çeken, çekmesi gereken ayetler, Hz. Peygamber’in örnek ahlakına, bu ahlakı destekleyen hikmet kaynağına ve bunların mübelliğde husule getirdiği davranış tarzlarına vurgu yapan ayetlerdir. Ahlak ve hikmet, bir arada olmaması düşünülemeyecek iki değerli kazanımdır. Nahl suresinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir (Nahl 16/125).” Buna göre ahlak, bilgi ve mücadele son derece önemlidir. Bu yönteme uygun bir davetin nihayeti, basirete (aydınlık) giden bir süreçtir. Nitekim Yusuf suresinde bir ayet bunu anlatır: “(Resûlüm!) De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah’ı (ortaklardan) tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim (Yusuf 12/108).”

Muhataplarına herhangi bir konuda sözü olanların, muhatapta bu sözü dinleyecek saygınlığı da uyandırmaları gerekir. Çevrede saygı uyandıran bir ahlâkî yapı, sosyal statü, kariyer, kültürel donanım, ekonomik durum vs. konularında muhatabımızla denk ya da yakın konumlara sahip değilsek ve bir de davranış formlarından yoksunsak marufu münker, münkeri marufa dönüştürebiliriz. O halde marufu yayma konusunda gerekebilecek enstrümanlar Müslümanlar tarafından kazanılmalıdır. Yıllar önce okuduğum bir köşe yazısı20 o kadar hoşuma gitmişti ki, o yazıdan sonra yazıya konu olan insanların çıktıkları her televizyon programı ya da konuştukları her ortamda sözlerini ölçer biçer olmuştum. Bu yazıda başörtülü kızlarımızın felsefe bilmeleri gerektiğinden söz edilmekteydi. Elbette felsefe başlı başına yeterli değildi; aslında yazı, kızlarımızın dünyayla baş edebilecekleri, iç ve dış huzurlarını sağlayabilecekleri donanımlara (hikmet) sahip olmaları gerektiğini anlatıyordu. Böyle olmaması durumunda muhatapları karşısında zayıf kalacakları, haklı davalarında haksız konuma düşebilecekleri, sürekli bir bunalıma duçâr olacakları anlatılıyordu. Hoş, türban/başörtüsü konusu bütün bir felsefe tarihini yutup bitirmekle çözülemeyecek kadar ideolojiye de büründürülmüştü; ancak makale yazarı sözlerinde haksız mıydı? Sonra aklıma Hz. Peygamber’e gelen ilk vahyin anlamları takıldı: “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı bir ‘alak’tan yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazmayı belleten Rabbin en büyük kerem sahibidir (Alak 96/1-5)!” Acaba bu ayetlerde Allah Teala Hz. Peygamber’e bir okuma bilinci aşılamak istemiyor muydu? Bu okuma bilincinin nasıl olması gerektiğinin yollarını da gelen ilk beş ayette açıklamıyor muydu? Dolayısıyla ilk aşama maruf ve münker konusunda bilgilenme düzeyine ulaşmış olmak, ikinci aşama bu düzeyle yetinmeyip marufun ne olduğuna dair bilgi seviyesini arttırmak, üçüncü aşama marufu yaymanın yöntemleri konusunda teorik anlamda bilgilenmektir. Dördüncü ve son aşama ise bu mâmelekin pratiğe aktarılmasıdır. Tüm bu emeklerin ne tür sonuçlar doğuracağı aşamasına gelince, kullar ne zamandan beri Allah’ın takdir alanına giren konulara müdahale etmişlerdi ki bundan sonra edebilsindiler?

Marufu yayıp münkerden alıkoyma hususu o kadar önemlidir ki, bazen bunu anlamaktan yoksun olanlara da teşmil edilmelidir. Örneğin, deliler ve sabîler de bu konuda muhatap olabilirler; çünkü kendileri sorumlu olmasalar da yaptıkları kötülük onları aşıp üçüncü şahıslara, topluma vs. ulaşabilir. Öyle ki, cansız bir varlık dahi bu konuda bir uygulamanın parçası olabilir. Sokakta insanlara eziyet eden bir taş, kışın insanları zehirleyen kötü hava, tabiatı tahrip eden atık sular bu faaliyetin konusu olabilir. Yeri gelmişken şöyle bir uygulamaya dikkat çekmek isterim; malum olduğu üzere günümüzde bazı cemaatler, hizmet faaliyetlerinde kendilerince stratejiler belirlemektedirler. Elbette silahların tesir mesafesine göre mevzilendirilmesi stratejideki en önemli ilkedir; dolayısıyla cemaatlerin bu noktada ehem-mühim dengesini kendi ilkelerine uygun olarak belirlemeleri son derece tabiîdir. Ne var ki birçok faaliyet alanında kuralcılık o kadar aşırıya kaçmaktadır ki, bir noktadan sonra strateji aleyhimize işlemektedir. Örneğin, dershanecilik faaliyeti yapan bazı cemaatler, dershanelerine almış oldukları talebeleri çeşitli testlere tabi tutmakta, düzeyler belirlendikten sonra yüksek başarı elde edenleri özel sınıflara almakta, bu çocuklara diğerlerine nispetle çok daha büyük ilgi göstermektedirler. Kuşkusuz hüsn-ü zanda bulunmak ve bunun da en iyi hizmeti almak amacına matuf olduğunu söylemek isteriz; ancak gördüğümüz örnekler, hiç de bu yaklaşıma sahip olmamızı mümkün kılmamaktadır. Maalesef birçok örnekte, dershanelerin adını duyurmak hizmet amacının önüne geçmekte, , yüksek başarı elde edememiş talebeler sadece bir gelir kaynağı olarak görülmekte ve bu talebelerin ruh dünyaları üzerinde tesir icra edecek hizmetler ikinci plana itilebilmektedir. Oysa Hz. Peygamber’in eğitim tarzı hiç de böyle değildi. Hatta toplumsal statüyü önemsediği bir olayda Hz. Peygamber ikaz edilmişti. Abdullah İbn Ümmü Mektûm’a yüzünü ekşiterek Mekke’nin eşrafıyla ilgilenmeyi tercih ettiğinde Allah Teala onu uyaran ayetler göndermişti. Aslında kime yatırım yapılacağını tespit etmek sanıldığı kadar kolay da değildir. Hiç önemsemediğiniz birisinin yarın karşımıza nasıl çıkacağını asla bilemeyiz. Uzağa gitmeye gerek yok, şu an devletin en tepesindeki insanlar, ortaokul ve lise yıllarında bugün eleştirdiğimiz anlamda bir uygulamanın sahiplerinin belki de hiç dikkatini çekmezdi.

Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker ilkesine göre kendisi bir kötülüğü yapan kimsenin de o kötülükten başkalarını alıkoyması vaciptir; çünkü herhangi bir münkeri işleyenin hem bundan vazgeçmesi, hem de yapanları engellemesi gerekir. Bir vacibi terk etmesi diğerini de terk etmesine sebep olmaz. Ayrıca selef; “kendiniz yapmasanız da insanlara hayrı ve iyiliği tavsiye ediniz” buyurmuştur.21 Kimi zaman isteyerek kimi zaman da istemeyerek hatalar yapabiliriz; ancak ne kadar hata edersek edelim, içimizdeki o Müslümanca öz, hatamızın farkındadır. Allah Teala bile kısasın bir ceza olarak emredildiğini bildirdiği ayete “Ey iman edenler!” diye başlamaktadır. Oysa kısasta iki taraf vardır. Bir kâtil, bir de maktul; katil ise büyük bir günahtır. Buna rağmen Allah Teala kâtili de bu ayetin muhatabı olarak kabul etmekte ve ona “mümin” demektedir. Buna bakarak şöyle düşünülebilir; bir insan cinayet işlemiş olsa bile cinayete azmetmiş birini gördüğünde müdahale etmeli ve onu bundan vazgeçirmek için teşebbüste bulunmalıdır; çünkü müminin varlık sebebi münkeri yok etmektir.

Konuyla ilgili dikkat çekici bir hataya da İbn Âşûr işaret eder. Marufu yayma, münkerden alıkoymanın bir kifâî farz olduğunu düşünen İbn Âşûr [özetle] şöyle demektedir: “Fıkıh ve Âdâb kitaplarında marufu emredip münkerden nehyetme konusunda serdedilmiş bir takım şartlar mevcuttur; ne var ki bunlardan, insanlarca yanlış anlaşılan bir şarta dikkat çekmek isterim. Fukahâdan bazılarına nispet edilen şöyle bir şart vardır: “Bir münkerden sakındırma, daha büyük bir münkere sebebiyet vermemelidir.” Doğrusu bu, emr-i bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker’in erdemini yaralayan, Müslümanların da bu vacibi terk etmede sığındıkları bir bahane haline getirdikleri bir şarta dönüşmüştür. Oysa insanlar bu şartı doğru anlamamışlardır; bu şartı koşanların muradı şuydu: Marufu emreden kimse, bu teşebbüsün daha büyük bir münkere yol açmayacağından tam olarak emin olmalıdır [herhangi bir korku ya da vehme bağlı olarak bundan vazgeçmiş olmamalıdır]; çünkü vücup kat’iyet ifade eder ve bu sebeple ancak daha güçlü bir bilgi ile ortadan kaldırılabilir.”22
Sonuç Yerine

Kuran’ın anlatımına göre marufu emredip münkerden nehyeden bir toplum, felaha ermiş bir toplumdur. Kuran dilinde felaha erenler, mutlaka dünyevî anlamda bir kurtuluş elde etmiş olmazlar; hatta tam tersine dünyevî bir başarısızlık da söz konusu olabilir. Ne var ki bir mümin için gerçek hedef bu değildir. Uhrevî mutluluğu hedefleyen mümin için gerçek başarı, uhrevî mutluluğu yakalamasıdır. Dolayısıyla maruf gönüllülerin felaha ermesi, Allah nezdinde başarılı olmaları ve buna bağlı olarak cennete ulaşmaları anlamına gelir.23

Marufu yaymanın yakın dönem açısından dişe dokunur bir mükâfatı olmasa da münkere sessiz kalmanın yakın dönem içerisinde dünyevî anlamda bir cezayı ilzam edeceği kesindir. Tirmizî’nin, Kitâbu’l-Fiten içerisinde ‘(İnsanlar) Münkeri Değiştirmediklerinde Azabın Nazil Olacağına Dair Bab’ başlığı altında, Ebu Davud’un da Melâhim Kitabı’nın ‘Emirler ve Yasaklar Babı’nda kayd ettiği benzer bir rivayet, konuya daha bir açıklık getirmektedir. Buna göre Hz. Ebu Bekir bir gün etrafındakilere şöyle demişti: “Ey insanlar! Sizler, ‘Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez (Mâide 5/105).’ ayetini okuyup duruyorsunuz; oysa ben Hz. Peygamber’in şöyle dediğini işitmiştim: ‘İnsanlar bir münkere şahit olur da onu düzeltmezlerse, Allah’ın genel anlamda bir azap göndermesi an meselesidir.’”

İtikâdî mezhepler içerisinde emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker ilkesini Mutezile’nin meşhur beş ilkesi içerisine alması son derece isabetli olmuştur. Özellikle bu ilkenin günümüzde ne kadar işe yarayabileceğini görmemek için kör olmak gerekir. Yalnızca dinî konularda değil, hayatın hemen her alanında maruf gönüllülerine ihtiyaç olduğu, konunun resmî bir kurumun sorumluluğuna havale edilip ruhsuzlaştırılamayacak kadar gönül işi olduğu izahtan varestedir. Geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda gerek Türkiye gerekse dünyanın geri bırakılmış kesimlerinde her muhtaca yetişmeye çalışan maruf gönüllüleri resmî görevliler olsaydılar, bu kadar başarı gösterebilir miydiler? Dolayısıyla marufu emredip münkerden sakındırmak, bize göre her Müslüman’a ayrı ayrı farzdır; ancak bu farziyetin mükellefte ne tür bir sorumluluk oluşturacağı, farzın hangi şartlarda yürürlüğe gireceği ve mükellefin bu hükmü nasıl icra edeceği gibi meseleler, Müslüman bireylerin hesap-kitaplarını kendi vicdanlarında yapacakları işlerdendir. Elbette herkesin ortak sorumluluk alanları olduğu gibi kişiden kişiye değişen sorumluluk alanları da vardır. Çevreyi korumak herkesin ortak sorumluluğu iken bu sorumluluğa uygun davranışların neler olabileceği kişiden kişiye değişir. Örneğin, bir devlet başkanı ile bir hocanın, bir sanayici ile bir dolmuş şoförünün sorumluluğu farklı kategorilerde değerlendirilir; ama hepsi de kendi çap ve yetkileri ölçüsünde bu hükmün muhatabıdırlar.

Aslında insanlar yapıları itibarıyla sıkıntılarla yüz yüze gelmektense uzak durmayı tercih ederler. Hâl böyle olunca insanların bir köşede kendi dünyalarında rahat bir ömür yaşayıp sürmek varken hayatın içerisine atılıp kulluk vazifesini icraya yönelmesi hiç de kolay değildir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın rahatlığı varken, gamsız başım acısız aşım konformizmine gömülüp gitmişken, elimizi taşın altına sokmamız hiç de kolay olmaz. Öyle ki zamanla bu davranışlarımız için geçerli bahaneler üretmeye başlarız. Dinimizin bir forma kavuşturamadığı hayatlar, süreç içerisinde dinimizi şekillendirmeye başlar. Hatta nasların açık anlamlarını dahi bu hayat doğrultusunda inşa ederiz. Yıkımımızı, perişanlığımızı ve sefaletimizi bir kadere dönüştürürüz. İçinde yaşadığımız dönemin bundan çok farklı olduğunu iddia etmek için hiç de umut verici göstergelere sahip değiliz. Bir arada yaşayan insan topluluklarının büyük bir gemi, hayatınsa derin bir deniz olduğu dünya yolculuğunda ya hep birlikte yüzeceğimizi ya da hep birlikte batacağımızı unutmadan maruf gönüllüsü olmanın imkânlarını araştırmalıyız.


 

 

1 Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, Dâru Kahraman, İstanbul, 1986, “arf” md., s. 496.

2 Bakara 2/110; Hac 22/77

3 Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Te’vîli Âyi’l-Kur’ân (nşr. Ahmed Muhammed Şakir), I-XXIV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 2000, II, 505.

4 Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm (nşr. Sami b. Muhammed Selâme), I-VIII, Dâru Tayyibe li’n-Neşr ve’t-Tevzî’, Riyad, 1999, II, 91.

5 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, el-Mektebü’l-İslâmî, I-VI, Beyrut, 1985, II, 359.

6 Muhammed b. İsmail Ebu Abdillah el-Buhârî, Sahihu’l-Buhârî (nşr. Mustafa Dîb el-Buğâ), I-VI, Dâru İbn Kesîr - el-Yemâme, Beyrut, 1987, “Fiten”, 11.

7 el-Kâdî Ömer b. Muhammed el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, I-II, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988, I, 174.

8 Şihâbüddîn es-Seyyid Mahmud el-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî, I-XXX, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, ts., IV, 21.

9 Âl-i İmrân 3/110

10 Muhammed b. Tâhir b. Âşûr, Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr, I-XV, Dâru Sahnûn li’n-Neşr ve’t-Tevzî’, Tunus, ts., III/4, s. 38.

11 Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Tefsîr, I-III, Dâru’l-Kalem, Beyrut, 1989, I, 243.

12 Mâverdî, Te’vilâtü Ehli’s-Sünne (nşr. Fâtıma Yusuf el-Haymî), I-V, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 2004, I, 299.

13 Hac 22/30

14 el-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IV, 21.

15 Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmizi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-Te’vîl, I-IV, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, ts., I, 397.

16 Müslim b. el-Haccac, Sahihu Müslim (nşr. Muhammed Salih Haşim), I-IX, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1994, “İman”, 78. Hadisin varyantlarından birinde son kısım; “Bundan da ötesi hardal tanesi kadar imanın olmadığı noktadır” şeklinde geçer.

17 İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, III/4, s. 39-40.

18 İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, I-X, Eser Yayınları, İstanbul, 1389H, II, 74.

19 Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 74.

20 İsmet Özel, “Başını Örten Kızlar Felsefe Bilmelidir”, Yeni Şafak, 5 Ocak 2001.

21 Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 397.

22 İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, III/4, s. 41.

23 Taberî, Câmiu’l-Beyân, VII, 91.



Doç. Dr. Fethi Ahmet Polat