- Îman Bahsi

Adsense kodları


Îman Bahsi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Sat 10 September 2011, 02:26 pm GMT +0200
Îman Bahsi




Tercümesi :
 
2-  (|) Ömer bin el hattab (R.A.) dan rivayet olunmuştur, demiştirki :

«Günün birinde Resûlüllah (S.A.V) efendimizin huzurunda bulunduğu­muz sırada birde baktıkki, elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculğa delalet eder hic bir alâmet olmayan ve böyle iken yine hiç birimiz tarafından tanınmayan bir kimse çıka geldi. (Sokula, Sokula) nihayet ne-biyyi muhterem (S.A.V.) Hazretlerinin yanına (varıp) oturdu. Ve dizlerini (Resûlüllahın) dizlerine dayayıp ve her iki avcını. (Resûlüllahın veya ken­disinin) iki uyluğu üzerine koyup :

—  Ya Muhammed (SAV) ! İslam nedir? bana söyle dedi.

—  Resûlüllah (S.A.V) :

—  İslam, Allahdan başka hiç bir ilah ve mabut olmadığına ve   Mu-hammed'in Allanın Resulü olduğuna Şehadet etmen, namazı kılman, Ze­kâtı vermen. Ramazanda oruç tutman ve gücün yeterse,   beytullahı hacc (Ziyaret) etmendir, buyurdu.

—  O (yabancı kimse) : doğru söylüyorsun, dedi.

—  Biz, (bu adam) hem Resûlüllaha soruyor ve nemde onu tastik edi­yor, diyerek onun hâline hayret ettik.

—  Ondan sonra birde : İman nedir? Haber ver, diye sordu.

—  Resulü ekrem (SAV) efendimiz :

—  İman, Allâha, meleklerine, kitaplarına.    Peygamberlerine ve âhıret gününe inanmandır.

Birde hayır ve şer (tatlı, acı hangi çeşidi olursa olsun) kadere İman etmendir, buyurunca;

—  (Oyabancı kimse) doğru söylüyorsun, dedi.

—  Ve ihsan ned,ir? Söyle, diyerek bir daha sordu.

—  Resûlüllah (S.A.V) efendimizde-

—  İhsan, ALLAHü teâlaya sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen onu görmüyorsan o seni görüyor, buyurdu.

—; O (Yabancı adam), yine : doğru söylüyorsun, dedikten sonra :

—  Kıyamet ne zaman kopacak? bana haber ver, dedi. (Resûlüllah)  Cevaben, bunda sorulanın bilgisi, sorandan    Ziyade değildir, buyurdu,

—  Öyle ise emarelerini (yâni, kıyamet kopmazdan evvelki görülecek alâmetlerini) bildir, dedi.

—  Resü.'ûllah (S.A.V) cevabında :

—  Müîk olarak elde olan Câriye kadının, kendi sahibini doğurması ve yalın ayak, sırtı çıplak, fakir davar çobanlarının hangimizin ycpdığı bina da­ha yüksektir- diyerek (Servet ve samanca) yarışa çıkdıkEarını   görmendir, buyurdu.

—Bundan sonra o (yabancı) adam gitti.

—  Bunun üzerine nebiyyi Muhterem (S.A.V,) Hazretleri de bir müddet durduktan sonra .-

—  Yâ Ömer (R.A)! bilirmisin o soran kimdi?    diyerek sual îrad etti.

—  Hz. Ömer (R.A) de : ALLAH ve Resulü bilir, dedim.

—  Resûlüllah (S.A.V) buyurdularki :

—  O, cebrâil (A.S) idi. Size dininizi öğretmek için geldi.»[47]

 

Îzâhât
 

Hadisi şerifin Râvisi Hz, Ömer (R.A.) şahsiyeti ve hayatı hakkında ge­rekli malumat birinci hadisi şerifin îzahat bahsinde beyan edilmiştir.

Hz. Cebrail Aleyhisseiâmın bir beşer kılığında gelişi ve bir yolcu ema­resi olmadığı halde huzuru seâdete mütevâzi' bir şekilde girib islâm dan, îmandan, ihsan ve kıyametten suâl etmesi ve sorduklarına verilen cevâoı tasdik etmesi, büyük bir mucize, ifâhi tâlim ve terbiye hususunda pek dik­kat edilmesi lâzım olan bir hal ve hareketdır.

Zira Hz. Cebrâil aieyhisselâmın bir beşer suretinde gelişi, meleklerin ilâhi kudretle çeşitli şekil ve kıyafete tebdil edebildikleri ve beşerle beşe­rî münâsebetlerin, insanların bir birlerine ülfet ve ünsiyet ettikleri ve her cinsin kendi cinsi ite hüsnü muaşerette bulunduklarındandır.

Ve Cebrâil aieyhisselâmın gayet mütevazı bir şekilde gelişi aynı za­manda dizinin üstüne oturup ellerini Resûlüllâh'ın veya kendi dizleri üzeri­ne koyuşuda; bir âlimin, velînin, âmirin ve büyüğün huzuruna nasıl girile­ceğini, edeb ve nezâketle nasıl iltifat edilib-soru sorulacağını ve sorulan suallerin cevablannı nasıl karşılamak gerektiğini, bütün ümmeti Muham-mede tâlim ve tavsif etmektedir. Yeterki bu güzel hareketten her mü'min nasibini alsın.

Bu hadisi Şerifde görüldüğü üzere Cebrâil aieyhisselâmın gelib soru­lar sorub ve cevabları tasdik etmesi olduğundan «Cibril Hadisi» denilmiş­tir.

Cebrâil aleyhisselâm; Resûlullâhın huzuruna gelib bu sorulan sorma­sı, hicretin onuncu senesinde vuku bulmuştur. Ve bir rivayette onuncu hic­retinde hemen veda haccından biraz evvel vâki olmuştur.

Hz. Cebrail'in bu sualleri, Resûluilahm hayatının sonunda sormasının sebebi hikmeti ise, Kur'an âyetlerinin hemen-hemen tamamı gelmiş ve is­lâm ahkâmı tekemmül etmiş olması hasebiyle cenâbu hak tarafından Haz-rti Peygambere getirmiş olduğu hükümlerin ana esaslarını bütün ashaba tâlim ve tealiüm için bir - bir soruyor ve verilen cevabiarıda irkilmeden tas­dik ediyor.

İşte böylece hak tebliğcileri, isîâmtn, îmanın, ihsanın ve kıyametin hü­kümlerini ümmete tâlim ve tarif mahiyetinde vazifelerini son olarak bir da­ha yapmış oluyorlar.

Islâmın beş şartı hakkında ayrıntılı îzahat, hemen ileride 4. hadisi şe­rifin altında arzedileceğinden burada sâdece islam kelimesinin lüğât ve şerîat manâları i!e islam ve îmanın birleştiği ve ayrıldığı yönleri hulâsa olarak nakledeceğiz.

İslâm;boyun eğmek, teslim olmak manasınadır. Şeriatta isEâm : İman tabir olunan bâtını tasdik şartı ile zahiren is­lam hükümlerine inkıyat, etmek (boyun eğib işlemek) tir.

Yani, islam demek, kelime-i şehâdeti dili ile söylemek, beş vakit na-. mazı edâ etmek, fakirlerin hakkı olan zekatı vermek, Ramazanı şerif orucu­nu tutmak ve hacca gitmeye muktedir olunduğunda haccetmektir. İşte  bu söz, fiil ve hareketlerle yapılan amellere islam denir. Ve bu amelleri inana­rak yapanlarada mü'min ve müsiüman denir.

îman ise, lüğatta, inanmak, tasdik etmek manasınadır. Şeriatta İman; Peygamber Muhammet aleyhisselâmı, Allâhüteâlâ tarafından getirmiş ol­duğu şeyleri (Kur'ânın âyet ve hükümlerinin hebsini) kesinlikle inanıb kalb-!e tastik ve dil ile ikrar etmektir.

Bu şekilde îman eden kimseye, «Mümin» ve inanılan şeyede «Müme-nünbih»   denir.

Evet îmanın rüknü, kalb ile tasdik'dir. Şartı ise, di! ile ikrardır. Dil ile ikrar etmek, bir kimsenin îmanlı olduğunu bilip hadlerin, cenazelerin, tekfin ve teçhîzi ve terekenin taksimi gibi hükümleri dünyada icra etmek için şarttır. Zira kalb ile tasdik gizli bir iştir. Öyle ise, kalb ile tasdik mutlaka açıklanmalıdır. Oda dil ile ikrar edip islâmın diğer şartlarını işlemektir. Doğrusuda budur. Zira insan, cesed ve ruhun mecmuundan ibarettir. Şu halde .her ikiside îmandan başka nasibini almalıdır. Şöyleki; «Kalb ile tasdik» Ru­hun ve «di! ile ikrarda» cesedin nasibidir.

Binâenaleyh bir kimse, İman hükümlerini kalbi ile tasdik eder dili ile söylemezse, işte o kimse Allanın indinde mü'mindir. Fakat dünya hüküm­lerinde ifnsanların yanında) mü'min değildir.

Bir kimsede, inanılması lâzım oian esasları dili ile ikrar eder ve fakat münafık gibi kalbi iie tasdik etmezse, Allanın indinde kâfirdir. Lakin zâhiren islam görüldüğünden ve kalbini insanlar bilemediğinden insanların na­zarında müslümandır. Keza Şerhi akâid, 56 Evet îman, kalbin ameli demektirki, inanılması lâzım olan bütün hü­kümleri kalb iîe tasdik etmektir. Kalb ile tasdik edilen ve fakat dil ve amel ile söylenib yapılmayan bu îmanın varlığını ve gerceKliğini ancak Allâhü teâla bilir. Zira bu kalbdeki olanları yüce mevlâdan başka hiç bir fert bile-

mez.

Biz mü'minler ve bütün insanlar ise, kalbin ameli olan imanı dili, eli ve diğer azaları ile islâmın ve kur'anın hükümlerini söyleyib amel edip ve ya­parsa, işte o kimse hakkında «Müslüman» hükmünü verebiliriz.

İmanın, kalbin ameli olduğunu beyan eden bir kaç âyeti keriyme meâîi şöyledir :

«İşte ALLAH (C.C.), böyle (Zâlimleri) sevmiyen bir kavmin kalblerine imanı sabit kılmış ve kendilerini yüce katından bir rahmetle kuvvetlendir­miştir.» Mücâdile sûresi, 22

«Kalbi imanla kararlaşmış olduğu halde..» Nahl sûresi, 106

«Kimki, Allâha îman ederse, ALLAH (C.C.) onun kalbine hidâyet verir»Teğabun sûres:,

Peygamber Aleyhisselam efendimizde bir duasında şöyle buyurmuştu :

<Ey Allâhım! Kalbimi dînin ve tâatın üzerine sabit kil.» Şerhi akait, 55

Dili ile ikrar edib lâilâhe illallah, Allahdan başka ilah yoktur, diyerek îmanını izhar eden bir kimseyi öldüren Üsâme Radıyallahü anh hazretlerine Peygamber sallâhü aleyhi vesellem Hz. üsâmeyi irşad   mâhiyetinde şöyle

buyurmuştu :

«O kimsenin kalbini yardınmı?»

. Yani dili ile ikrar edib kalbindeki îmanının varlığına delâlet eden sozu-ne inanmadığına göre, o kimsenin imanlı olub-olmâdığını bilmek için kalbi-nimi yardın? demektir. Elbet kalbini yanb insanların kalbine muttali olmak imkanı yoktur. Zira kalbdeki olanı Allahdan başka kimse bilemez.

Biz insanlar, ancak zahiren görülen ve duyulanlar ile hükmede biliriz.

Meselâ : keüme-i şehâdeti söyleyen, beş vakit ve Cenaze namazı kılan, oruç tutan, Zekat veren ve Hacc farizasını yapan, kurban kesen, ve haramlardan kaçınan kişiler mü'mindirler.

Burada bir hususu daha belirtmek gerekir.

İman ve islam esaslarını dili ile ikrar ve kalbi ile tasdik eden kişinin imanlı ve mü'min olduğunu öğrenmiştik. Binâen aleyh bir kimse îman ve İslam esaslarını bilir, dili ile ikrar ve kalbi ile tasdik etmezse mü'min olmaz Zira bilgi İmandan sayılmaz.

Netekim bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur : «Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (O Peygamberi) Öz oğullarını ta-nıdıklaVı gibi tanırlar. Öyle iken içlerinden bir topluluk hak ve hakikati büebile gizlerler.»    Bakara sûresi, 146

Bu âyeti kerîmenin tefsirinde şu hüküm naklolunmuştur :

Rivayete göre, Hz. Ömer Radiyallâhü anh yahûdilerden müslüman olan Abdullah bin selam (R.A) a bu âyeti kerimede bahsedilen bilginin ne olduğunu sormuş. O, cevaben demişki : «Ya Ömer! ben Peygamberimiz sallallâhü aleyhi veseliemi gördüğüm zaman oğlumu tanıdığımdan ziyâde »anıdım. Çünkü oğlumda, anası ihanet etmiş ise, şüphem olabilir. Fakat peygamber hakkında zerre kadar şüphem yoktur. Onun vasıfları Tevrat da zikredilenlerin aynısı ve tamâmıdır.»

Yukardaki âyeti kerîme ve mes'elede beyan edildiği üzere bir kimse kur'an âyetlerini ve bütün islamın hükümlerini bilse ve fakat kalbi ile tas­dik edip îman etmese, o kimse mü'min değildir. Zira bir şeyi bilmek onu kabul etmek manası taşımaz.

Öyle ya eğer bilgi îmandan sayılsa idi, Hiristiyanların Rahip ve Pa­pazları ve daha bir çok kâfirlerin imanlı olması ve dolaysiyle mü'min olması gerekirdi. Zira bir kısım kâfirler islamın ve îmanın esaslarını ve kur'anın hükümlerini bilmektedirler. Halbuki inanmamakdadırlar.

Şu halde çeşitli isimler altında toplanan ve hatta maksatlı ve sinsice islam düşmanı olan kimselerin, Kur'an ve islamın esaslarını beyan etmele­ri îmandan  sayılmaz ve mümin değillerdir.

Yukardaki tarif ve İzahlardan anlaşılmıştaki bir kimse, inandığı şey­leri azalarında tezahür eden ve îmanının varlığına delalet eden bir ameli iş­lemediği veya işlediği görülmeyince müminler nazarında mümin olmaz ve mümin muamelesi yapılamaz. Ancak Aliâhın indinde mümindir. Oda insan­larca malum değildir.

Fakat dış azalarında isiâmın esasları görülür ise, kalbi ile inkar etse dahi dünyada insanların nazarında mümin ve müslümandır. Hakikatta îman etmediğinden Aliâhın indinde mümin değildir.

Netekim bu hal ve gerçek hüküm, kur'pnı kerimde şöyle beyan edilmiş­tir  :

«İnsanlardan bir takım kimseler vardirki, biz Allâha ve kıyamet günü­ne inandık, derler. Halbuki onlar, iman etmiş değillerdir.

«(Zanlarınca onlar, kalblerindeki küfürlerini örtmekle) Allâhü tealay. ve müminleri aldatırlar. Onlar, kendi nefislerini aldattıklarını    bilmezler.)

Bakara sûresi, 3-9 Diğer bir âyeti kerime meali : «(Ganimet olde etmek sevdası ile görünüşte İslâmı kabul eden bâzı)

Bedeviler : Biz gerçekten îman ettik, dediler. (Ey Habibim! onlara) deki : Siz kalblerinizle îman etmediniz. Ancak biz (kılıç korkusundan veya insan­ları aldatıp islamın nimetlerinden faydalanmak için) müslüman göründük. Henüz îman kalblerinize girmemiştir.» Hucurât sûresj 14

Bu âyeti kerimede beyan edilen görünüşde müslüman hakikatta mü­min ve müslüman olmayan birçok kimseler, Riyakarlık, menfaat, makam ve mansıba kavuşmak sevdası ile bâzı yerlerde ve muvakkat bir zaman için müslüman görünen ve müslümanların hâmisi sıfatına bürünen fakat ha­kikatta açık dan kâfir olan kimselerdende tehlikeli olan münafık omelli kişi­ler halindedir. Ne yazıkki müslümanların saflık ve cahilliği, böyle kimsele­rin revaç bulmalarına ve nifaklarının tesirine sebeb olmaktadır.

Sahte imanlılara kanmanın ızdırabını Akif merhummda şöyle feryat ediyor:

Eyvah beş on kâfirin îmanına kandık.

Öyle bir uykuya daldık ki, Cehennemde uyandık.

Şu halde her mümin müslümandır. Fakat her müslüman mümin değil­dir. Aralarında umum husus min vecih vardır.

Bir kimse, müminmi; mutlaka müslümandır. Zira îman ve islam birdir. Esasda îmansız islam ve isfamsız îman tasavvur olunmaz ve ikisi bir birin-siz  bulunmaz. Aralarındaki fark  lafzîdir.

îman, islamsız ve islamda İmansız olmaz. Şer'i hükümde ve hakikatta, îmanla islam, insanın sırtı ile göksü gibidir. Nasıl ki bir insan, yaşamak için bu iki varlığın birlikte olması na muhtacdır ve insanın hayatı için bunlar beraber olmalıdır. Öyle ise bir kimseninde hâlis ve muhlis mümin olması için ,îman ve islamın beraber bulunması lazımdır. Aksi takdirde yukardaki farklar olur. Zarurî haller karşısında îman ve inanış şekilleri İse, bu İzahat­tan farklı olabilir.

a) İcmali îman : İnanılması gereken îman esaslarına hulâsatan ve icmâlen inanmaktırki, îmanın şartlarını, islamın şartlarını ve diğer inanıl­ması lâzım olanları bir bir sayıp izah etmeden top yekûn hepsine kalb ile inanarak tasdik edib dil ile ikrar etmekten ibarettir.

b)  Toîsili îman : İnanılması lâzım o!an îman esaslarını ayrı ayrı sa-yıb delil ve îzahlariyle öğrenib kafb ile tasdik ve dil ile ikrar etmekdir.

Meselâ ; İmanın altı şartını, islamın beş şartını ve diğer îman esasları­nı bir bir sayıp tarif ve İzah ederek delil ve kaynaklarla öğrenib inanmak tırki, taklidden istidlale ve icmaldan tafsile dayanan îman şeklidir.

İlâhî sıfatları ve delillerini, kitabları. Melekleri, Peygamberleri, hayır ve şerri, kaza ve kaderi ve diğer; islam ve îman hükümlerini delil ve senet­lerle tavsif edib inanmaktır ve bu îman kâmil bir îmandır.

Biraz iterde sayacağımız sıfatı ilâhiler ve îman hakkında daha geniş malumat Akâid ve kelam kitablarından ve ayrıca bizim «İSLÂMDA EVLİYA MESELESİ ve HÂRİKALAR» adlı eserimizde arz edilmiştir.

Birde îmanın zıddı olan küfrün mâhiyet ve çeşitleri ile elfazı küfür me­seleleri «Mültekâ tercümesi» adlı eserimizin ikinci cildinde uzun uzun be­yan edilmiştir.

İnsanlar, inanış itibariyle bir hak ve hakikata inananlar vardır. Bun­lara mümin ve müslüman denir.

Birde küfre ve batıl olanlara inananlar vardır. Bunlara kâfir denir. Kâ­firler küfrü üzere öldüklerinde, mutiak ve muhakkak cehennemdedirler.

Müminler İse, itaatkâr ve isyankâr olmak üzere iki kısma ayrılırlar. İtaatkar olan müminler, şüphesizki cennettedirler.

Asî olan müminler ise, iki kısma ayrılırlar. Bir günahlarından tevbe edenler olur. Bunlar elbette cennettedirler.

Birde günahlarından tevbe etmeyib isyanına devam eden qsî müminler vardır. Bunlarda Allanın dilemesine bağlıdır. Binâenaleyh cenabı hak diler­se afv edip cennetine katar. Dilerse cehenneme katıp azab eder.

İnsanlar içerisinde birde sabit bir inancı olmayan içi dışı başka, sözü özüne uymayan inaçsız münafıklar vardır. Bunların varacağı yerde cehen­nemin en aşağısı olan esfele sâfilin denilen mahallinde azab olunacaklar­dır.

Gerçekden insanlar, ya mümin, ya münafık veya kâfir olurlar: Hal böy­le iken çok değişik ve yeni çıkarılan isimlerle ilerici, gerici, milliyetçi, mil­liyetsiz, sağcı, solcu, kominst, mason, falancı, flancı, cnarşit, falan partili, filan partili, ve daha zikri uygun olmayan gurublar, fırkalar ve şahıslar türe­miş ve türemektedir.

Esâsında insanlara, müminlerden ise, mümin, kâfirlerden ise, kâfir ve münafıklardan ise, münafık damgasını vurarak ifade etmek ve bu sınıflar­dan olanların vasıflarını beyan etmek gerekir.

Kur'anin beyan ettiği bu teşhis ve tabirleri bırakıp yeni uydurulan ke­limelerle meşkul olmak, hakikatleri öğretmeyib zait ve lüzumsuz şeylerle milleti islâmiyeyi dejenere etmekten başka bir şey değildir.

Nitekim günümüzde islâmı savunan ve islâmdan bahseden pek çok kişiler, esas dâva olan islâmı tam öğrenmeden ve gereği ile amel etmedik­lerinden bir takım abes, batıl ve haram olanlarla, daha doğrusu kâfir ve münafıkların amel ve emellerini takiid edercesine hareket etmektedirler. e bu hareketlerini şeytan kıyası olan fasit bir kıyasla işi güya hakka uydur­maya çalışmaktadırlar.

Hayır öyl değildir. Hak birdir ve hak olan şey, Kıyamete kudar aynı hakdır. Batılda kıyamete kadar batıldır. Hiç bir zaman batıl hak olamaz ve hakda  batıl olamaz.

Fakat bu günün insanlarından müslüman olduklarını söyleyibde islâmı yaşamayan ve hatta küfür adet ve amellerini taklid eden nice kimseleri, ve nice toplulukları görmekteyiz.

Meselâ : Peygamberimiz (S.A.V.) efendimiz, «Mümin ile kâfirin arası­nı belirten fark namazdır.» Buyurmuştur.

Hal böyle iken namaz kılmaz, milliyetçidir. Namaz kılmaz, sağcıdır, Namaz kılmaz hak yolda olduğunu söyler. Namaz kılmaz, vatan, millete hayır yapacağından bahseder. Kendine hayrı olmayan ve hakka boyun eğ­meyen zalim ve fasık kimseler, böyle yalan ve yaldızlı sözleri söylemekte­dirler.

Burada hemen bir soru sorulabilir, Pek âlâ namaz kılanlardada yalan, iftira ve pek çok kötü ameller görülüyor, bu hale ne dersiniz?

Cevab : Gerçek ve hakiki kılınan namaz, her zaman sahibini kötü amel ve yollardan alı koyar. Zira namaz müminin imanının nuru, Çerçivesi ve bir mahfazasıdır. İçerden ve dışardan gelecek tehlikelerden sahibini korur. Bu husus Kur'anı kerimde şöyle zikredilmiştir.

«Şüphesiz namaz, (sahibini) fuhşiyat ve münkerlerden alıkor.»

Ankebut, 45

Fakat namaz, şartlarına riayet edilmeden ancak gösteriş ve aldatma gayelerle kılınırsa, bu takdirde o namaz, sahibini tehlikelere sevk eder ve cehennemi boylatır. Yani böyle namaz kılanlar, mükafat yerine ceza ve azaba müstahak olurlar.

Nitekim Kur'anı Kerimde şöyle buyurulmuştur :

«Artfk şiddetli azab (fesad maksatla) namaz kılanlara olsunki, onlar namazlarından, gafildirler. Onlar (namazlarıyla insanlara) gösteriş yapar­lar.» Mâûn sûresi, 4-6

Yukarda fırka ve gurub isimlerini sayarken milliyetçi ve sağcı, Kelime­lerine bâzı kişilerin kofaları takılabilir.

Evet İman ve Islama dayanmayan ve islamin güzel terimlerini kendi haris amellerine alet etmek için dillerine dolayıb, ayrıca bir tarafını küfre veya kâfirleri taklide özenerek bu kelimelere sığınanlar çok yanlış ve hatalı yoldadırlar. Zira islâmıp beyan ettiği «Millet ve sağ» ölçülerin dışına taş­maktadırlar.

Esasında mümin ve müslüman olan her kişinin İbrahim Aleyhisselo-mın milletinden olduğu Kur'anı kerimde beyan edilmiştir.

Kur'anı Kerimde şöyledir :

«(O ALLAH) din işinde üzerinize bir güçlükde yüklemedi. Babanız İbrahi-min milletinde (Dîninde) olduğu gibi. Bundan evvelki, kitaplarda ve bu Kur'anda size müslüman ismini ALLAH takdı.» Hac sûresi, 78

İbrahim Aleyhisselamın duası şöyledir :

«Ey rabbimiz! ikimizide (İbrahim ile oğlu İsmail) sana teslimiyette (müslümanlıka) sabit kıl, soyumuzdanda (yalınız sana boyun eğen) müslü­man bir ümmet yetiştir.»    Bakara, 128

İbrahim  Aleyhisselamın evlâtlarınada vasiyeti şöyle :

«Ey oğullarım! ALLAH siz.in için (islam) dinini beğenib seçti. O halde siz­de (başka değil) ancak müslümanlar olarak can verin, (dedi).»Bakara sûresi, 132

Bu âyeti kerimelerden anlaşıldığı üzere. Din - millet ve millet - Din, de­mektir.

Binaenaleyh dinsiz, imansız ve islamiyetsiz milliyet ve sağcılık manasız ve batıldır. Hıristiyan ve yahudi milletini taklid etmek ve onları örnek ol-makdan ileri gidemez.                                                                                         

İmân - Mümin ve müslüman kelimelerini İhtiva eden kimselerde, zıddı olan kâfir ve küfür kelimelerini yaşayanların durumlarını açıklamak için bu kısa  izahatı yapmış oluyoruz.

Fırkalara bölünerek gayri islâmî yaşamanın tehlikelerini «İslâmda ev­liya meslesi ve Harikalar.» adlı eserimizden geniş şekilde okuyup öğrene­biliriz.

Ayrıca; Din millet, şeriat ve emsali kelimelerin misallerle açıklamalarım «Mülteka Tercümesi» adlı eserimizin ikinci cildinin «Mürted babı» başlığının son kısmında okumakda faydalı olur.

Hadisi şerifde zikredilen «İman» kelimesi hakkında bazı açıklamalarda bulunduktan sonra İmanın şartlan olan altı (6) hükmünüde kısa kısa açık­layalım;

«İman, ALLAH-a Meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine ve âhiret gü­nüne inanmadır.

— Birde hayır ve şer (tatlı, acı, iyi ve kötü hangi çeşidi olursa olsun) kadere îman etmendir.»

Allanın zatının, varlıklardan hiç bir varlığın zatına benzemediğine ve hiç bir şeyin ona benzemediğine, Mekandan ve zamandan münezzeh ol-- duğuna, ilmi, kudreti, ve iradesiyle her şeye âlim, kadir ve irade sahibi ol­duğuna inanmaktır.

Cenabu hakkın sıfatı nefsiye, sıfatı zâtiye ve sıfatı subûtiyelerinin varlığına ve hiç birisinin zıddı ile vasıflanamıyacağına inanmaktır.

Meselâ : Vucud sıfatının zıddı, adem - yokluktur. Cenabu hakkın var­lığı hem ezeli ve hem ebedidir. Yokluk olmamıştır. Ve olmayacaktırda.

Keza, ilim sıfatının zıddı, cehildir. Cenabu hakkın iimi ezeli ve ebedidir. Aynı zamanda her şeyi muhittir.

Fakat tekvin sıfatına racî olan ihya-diriltmek, imâte-öldürmek, -tahlık-yaratmak ve terzik-rtztklandırmak igi sıfatı filiyeler zıddı ile vasıflanırlar.

Mesela : İhya - diriltmenin zıddı, imate-öldürmektir. Binaenaleyh ce­nabu hak böyle fili sıfatların zıddı ile vasıflanır.

Zâtı ilahi ve sıfatı ilahiler hakkında geniş malumat, akaid ve ilmi ke­lam kitaplarında zikredilmiştir. Ayrıca naçiz tarafımdan yazılan «İslamda evliya meselesi ve harikalar» adlı eserimizde bir nebze zikredilmiştir. Er­babı mütelaa oraları okur.

Cenâbu hakkın meleklerine îman; Melekler, cenabu hak ile peygam­berleri arasında bi rvasıta ve ALLAHın emirlerine muhalefet ve isyan etme­yen, daima cenabu hakkı tehlil, teşbihle zikreden nurâni, tatıf varlıklardır. Ve ALLAHın lutfu keremi ile muhtelif şekillere girmeye muktedirlerdir. On­larda erkeklik, dişilik yoktur. Nurdan yaratılmış varlıklardır.

Onların bazılarının isimlerini biliriz. Cebaril, azrail, israfil ve mikafil gi­bi, pek çokların isimlerinide bilememekteyiz.

Melekler, en kuvvetli varlıklardır. Zira onlardan dünyayı ve kürsü kapla yan arşı âlâyı hamil olan melekler vardır. Şu anda arşı alayt dört melek hamildir. Kıyamet kopacağı anda sekiz melek-in yükleneceği Kur'anı ke­rimde beyan edilmiştir.

Nitekim bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur.

«Melekler, semanın etrafındadırlar. O gün (kıyamet günü) rabbinin ar­şını sekiz melek Üstlerinde taşır.»                                     El hakka sûresi, 17

Melekler ve iblis hakkında daha geniş malumat, makasıd şerhinin ikinci cildinin ellibeşinci safyası İle, kaside-İ bürde şerhinin 124. sahifesin-de ve Berikanın birinci cildinin otuz yedince sahifesinde zikredilmiştir..

ALLAHüteâlanın kitaplarına inanmak, hem lafzı vehem manası ile bir­likte cenabu hak tarafından ceprail Aleyhisselam vasıtası ile gönderilen ki­taplarda, ilâhi emir ve nehileri, misal ve ibretli kıssaları havi, insanları doğru yola sevk eden ALLAHın kelâmı olduğuna inanmak ve mucibi ile amel et-mektirki, beşerin saadet yolunu en güzel şekilde beyan eden hükümleri camidirler.

Kitapların en sonu, bütün ilahi kitapların hükümlerini cami. beşerin inanacağı, hükümleri ile amel edeceği Peygamberlerin en sonu *oian bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aieyhivesellsrne vahyolunan Kur'anı kerimdir. Nasılki, beşerî kanunların sonradan çıkarı­lanları evvelki kanunları hükümsüz ve geçersiz sayarsa, ilahi kaınmfnrın en sonu olan k^abımız Kur'anı kerimde diğer kitapların hükümlerini nes hetmiş-kaldırmıştır. Amel edilecek tek ilâhi kitab ve kanun, Kur'anı kerimdir.

Diğer kitaplar, tahrif edilmiş, çeşidi! şekilde ilave ve uydurmalar ya­pılmıştır. Fakat Kur'onı kerimin bir harfi dühi değiştirilememiş vs kıyamete kadarda aynı şeklini muhafaza edecektir. Zira cenabu hak onu koruyaca­ğını vadetmiştir.

Kur'anı kerimde şöyle buyurulmuştur :

«Kur'anı biz indirdik, biz. Onun koruyucularıda şüphesizki, biziz.))Hıcr sûresi, 8

Diğer âyeti kerime meali :

«(Habibim) deki, andofsun insanlar ve cinniler Kur'anın benzerini (meydana) getirmeleri için bir araya toplansa (lar), bazıları diğer bazıları­na yardımcıda olsalar, yine onun benzerini getiremezler.

__ Şanıma and olsunki, biz bu Kur'anda İnsanlar için her   mânadan

nice türlüsünü  açıklamışızdır. İnsanlardan pek    çoğu ise, ille    kâfirlikte ayak dirediler.»                                                                     îsrâ sûresi 88-89

ALLAHüteâla tarafından gönderilen kitaplar, yüzdört (104) dür. Dördü büyük ve yüzüde suhuf ismini alan küçük kitaplardır.

Dörd büyük kitap, Tevrat, Musa aleyhisseiâma, zebur Davud aleyhis-selama, İncil İsâ aleyhisseiâma ve Kur'anı Kerim Peygamberlerin sonu olan Muhammed aleyhisseiâma nazil olmuştur.

Yüzsuhuf ise, on suhufu Adem aleyhisselâma, elli suhufu Şid aleyhis-selâma, otuz suhufu Idris aleyhisselâma ve on suhufuda İbrahim aleyhis­selâma  nazil olmuştur.

Bu kitapların en efdalı, diğer kitapların hükümlerini nesheden en son kitap Kur'anı Kerimdir.

Peygamberlere inanmak ise, onların ALLAHın terbiyesi ile yetişmiş, yüksek ahlaka sahib, günahlardan masum, ALLAHüteâla tarafından gönde­rilen bütün hükümleri son gayretleri ile tebliğ eden mümtaz kimseler olduğuna inanmaktır.

Nesil ve sülale olarak en temiz nesebden gelerek yaratılışları ile in­sanlığa, irhasad ve mucizelerle ibretli hayat örnekleri göstermişlerdir, ve insanlığın yegane mürşid ve halaskarlarıdfrlar.

Peygamberlerin ilki, adem aleyhisselam, en sonuda bizim peygambe­rimiz Muhammed Aleyhisseiâmdır.

Kur'anı kerimde isimlen zikredilen 25 Peygamber vardır. Üç cdedinin-de Peygamber veya veli olduğunda ihtilaf edilmiştir. O ihtilaf edilenler, üzeyr, lokman, ve zülkarneyndir. Yirmi beşi ise, şunlardır; Adem, Idris Nuh, Hûd. Salih, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yâkup, Yûsuf, Şuayb, Harun, Musa, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifiİ, Yûnus, İlyas, Elyesa, Zekeriya, Isa, ve Muhammed sallallâhü aleyhi vesellem ecmeîndir.

Peygamberlere peygamberlik, kendi çalışmaları ile değil, cenabu hak­kın bağış ve lutfu keremi ile verilmiştir. İlmî terimle, peygamberlik, kesbî değil, vehbîdir.

Fakat mümini mütteki olan velilik mertebesi, kulun kazanç ve gayre­ti iledir.

Peygamberler, en doğru ve sadık, en akıllı ve zeki, emanete en ehil ve fayık. Allanın hükümlerini hakkı ile teblfğ eden ve günah işlemekten uzak olan en yüksek mertebe ve kemâle erişmiş faziletli kişilerdir.

Bu sebeble peygamberlerde zuhur eden mucizeler, hasmın burnunu sürçmek, peygamberlerin davasını ikame etmek için istek ve arzu dahi­linde zuhur eder. Yani cenabı hak lütfeder.

Velilerdeki keramet ise, bir iddia ve hasmı ilzam şekli olmadan kuiun haberi ve gayreti görülmeden iddiasız ve davasız kuldan zuhur eden fev­kalade haldir.

İnsanların önder ve mürşidi Rasulier (Peygamberler), Meleklerin Re­sullerinden efdaldır. Meleklerin Rasulleri ise, beşerin umumundan efdaf-dır. Ve beşerin umumu (avamı) da. Meleklerin umumundan (avamından) efdaldır.

Rasul ve peygamberlerden, peygamberlik soyulup alınmaz. Fakat veli­lerden velayet alınabilir. Bu sebeble nebiler masumdurlar, ve son nefesde imanla gidib mutlak ve muhakkak cennetliktirler. Veliler ise, mahfuzdurlar. Hıfzı emane layıklık devam ettikçe günahtan muhafaza edilirler. Şayet hıfzı ilahiyeye liyakati gaybederlerse, bu taktirde velilik alındığı gibi sapı­tıp mâsiyet ve günahlara dalabilir ve hntta son nefesinde delalet üzere gidebilirler.

Nitekim cüneydi bağdadiye sorulmuş, «Arifi biflah olan kimse (ALLAHı iyi biien veli kimse), zıina edermi?

Cüneydi bağdadi şu mealdaki âyeti kerimeyi okuyor :

«Allanın emri, muhakkak yerini bulan bir kaderdir.» Ahzab sûresi, 38 yâni, eğer veli olan kimse, yolunu sapıtır kötü yollara giderse, bu takdirde âdeti ilahi ve ilahi kaderin tecellisi, ile zina ve emsali kötülükleri kendisi hakkında mukadder olabilir.

Peygamberler erkek kimselerdir ve peygamberliğin şartı, erkek olma­sıdır. Köleden olmayib hür ve itimada layık her yönüyle mazbut kimseler­den olmuştur. Kadınlardan Peygamber gelmemiş ve olmamıştır.

Ahiret gününe inanmak; Ölülerin kabirlerinden bütün eczaları cem edildiği halde ruhlarının kendilerine tekrar iadesi ile hesab, kitap, mizan, sual ve cevabların yapılacağı mahşer yerine toplanılacak yerdir.

Ahiretin ilk durak yeri, kabirdir. Kabir âîemi, azablı olanlar, ahireîin diğer merhafeterindede felaketli olacaktır. Hatta cehennemin azabı, kabir­de başlayanların akibetide cehennem olacaktır.

Eğer kabir hayatı mes'ud ve iyi olursa, o kimselerde cennet bahcete- . rinde yaşamaya oradan başlayacaklardır.

Nitekim şöyle buyuruimuştur :

«Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir. Veya cehennem çukur­larından bir çukurdur.»

Ahirete ahiret denmesinin sebebi, dünya günlerinin en sonunda te-beyyün ettiğindendir. Zira ahvali berzah denilen kabir hayatının günleri, nin en sonu ve ahiret günlerinin ilkidir.

Veya yapılan amellerin hesabı, mizanı, suali, ceza ve mükafatları c güne tehir edildiği için «ahiret günü» denilmiştir.

Veyahut zamanla kayıtlı fani günleri olan dünya gibi değil, ebedi ve daimi günleri olup hayatın hic*tükenip kesilmeyeceğinden dolayı «ahiret» denmiştir.

Evet insan oğlunun dünyada bulunduğu hal ve amellerin neticesinin en âdilâne görüleceği yer, ahiret günüdür. Orada kadre uğrayan olmaz. Her fert layık olduğuna kavuşur, cennetlik cennete, cehennemlik ise ce­henneme girer. Orada yalan, iftira, rüşvet, iltimas, itibar, amca, dayı, mal . mülk, makam, mansıb fayda vermez. Ancak îman ve İmanın muhafızı ameli salih fayda verir.

Kur'anı kerimde şöyle buyuruimuştur :

«O gündeki ne mal fayda verir, nede oğullar, ancak Al la ha (Küfrü ni° îakdan tamamen) salim bir kalp ile imanla gelenler ola.» Şuara sûresi, 88-89

Ahiretin varlığı ve isbatı, ceşidli âyeti kerimelerde temsili olarak be-yon  edilmiştir.  Cümleden  bir kaçı şunlardır :

«(Habibim) deki : Onları ilk defa yaratan diniltecektir. Ve o, her yara­tılanı hakkı ile bilendir.»                                                             yasin sûresi, 7G

Diğer bir âyeti kerime meali :

«Bu gün (ahirette) herkez kazandığı ile cezalanacaktır. Bu gün zulüm yok elbette ALLAHüteâla hesabı çok çabuk görendir.» Mümin sûresi 1?

Diğer âyeti kerimelerdede şöyledir :

«Göktende bereketli bir yağmur indirib onunla bahçeler ve biçilecek ekinler bitirmekteyiz.»

—  Birde tomurcuklan bir biri üzerine dizilmiş (göğe doğru)    uzayan hurma ağaçları..

—  Bunlar, kullara nztk içindir. O yngmuriada (bitkileri kurumuş) öiü bir memlekete hayat vermekteyiz. İşte (öldükten sonra dirilip kabirlerden} çıkışta böyledir.» Kaf sûresi, 9-11

Bu âyeti kerimelerde belirtildiği üzere, öldükten sonra tekrar dirilmek, f'K yaratılışı düşünenisr İçin on!ayişia güçiîîh yoktur. Bir dûmia r/jc-~r»azanın, akıl ve zekânın nasıl yaratıldığını ve insan vücudundaki uzuvların

yerli yerince yaratılışlarını tefekkür etmek, ahireti yaratacağın    kudretine inanır ve teslim olur.

Zira direksiz desteksiz duran gök kubbeyi, güneşi, ayı ve yıldızları, yer yüzündeki koca koca dağları, denizleri, ağaç ve otların bitişini ve diğer var-iıkiarın yaratılışlarını basiretli bir gözle bakıp düşünen insan, elbette dünya hayatına kıyası fasid olan ve ebedi bir hayat tarzını yaratacğını beyan eden Halikı zülcelâlın kudret ve azametini idrak ederek, Ahiret âleminin her safha­sına seksiz ve şüphesiz inanır.

İnsan ve hayvanların ağızlarından yedikleri ve içtikleri şeylerin bir kıs­mının büyük abdest kanalına, bir kısmının idrar yoluna, bir kısmının süt ve sümük yollarına bir kısmınında kan damarlarına gitmesini düşünen her in­san, bu güzel ve modern sanat hünerlerini yapan ve arızasız bir şekilde bir birinin vazifesine engel vesaire olmadan, hayatı devam ettiren halik zulce-lâiın kudretine teslim olur ve böyle kudret ve hüner sahibinin ahiret ha­yatı hakkında beyan ettiği hükümlere seksiz ve şüphesiz inanır.

Hadisi şerifde «birde hayır ve şer» (tatlı acı, hangi çeşidi olursa olsun) kadere îman etmendir.» Cümlesinide bir kaç kelime ile açıklayalım.

Yani, bütün kainat ve mahlukat yaratılmazdan evvel hayır ve serden olacak olanı Allâhüîeâlo takdir etmiştir. Vasfi olarak takdir edilen şeyier, kazayı ilahinin tecellisi ile katiyyet kesbetmektedir.

İmamı azam «Fukhul ekber» adlı eserinde şöyle beyan etmiştir :

«Dünya ve ahiretteki her hangi bir şey, ancak ALLAHüteâlanın dilemesi, ilmi, kaza ve kaderi ve levhi mahfuza yazması iledir. ALLAHüteâlanın kazası, kaderi ve dilemesi keyfiyet ve benzeri olmayan ezeli sıfatlarındandır.»

Hayır ve şer herne olursa olsun her şey ALLAHüteâlanın takdiri ve yarat­ması iledir. Ancak hayır ve iyi olan şeyleri severek rızası ile yaratır. Şer ve kötü olan şeyleride sevmiyerek ve hoşnut olmadan yaratır. Bu hususlar âyeti kerimelerde şöyle buyurulmuştur :

«(Ey Habibim!) deki, hepsi   (iyi ve kötüyü yaratmak) Allahdandır.»Nisa sûresi, 78

«Sizi gökten ve yerden nzrklandıracak Adandan başka bir yaratan varmı?»  Fâtır sûresi, 3

Rivayet olunduğuna göre; Hz. Ebû Bekir (R.A) ile Hz. Ömer (R.Â.J, kader mes'elesi hakkında münazara ediyorlar.

—  Ebû Bekir (R.A.); İyilikler ALLAHüteâladan, kötülükler kendi nefsi­mizden diyor.

— Hz. Ömer (R.A.) iyilikler ve kötülükler hepsi Allâhü teâladandır, diyor.

—  Bunun üzerine her ikiside mes'eleyi Resûluilah (S.A.V.) efendimize zikrediyorlar.

__Resûluilah (S.A.V) de; Mahlukatın hepsinden evvel kader hakkında münazara yapanlar Cebrail ile Mikail olmuşlardır.

__ Ey Ömer! Cebrail senin sözün gibi söylüyordu.

__ Ey Ebabekir!  Mikâilde senin yozun  gibi söylüyordu,    buyuruyor;

__ Binaenaleyh her ikisi israfil (A.S.) i hakem tayin ettiler. İsrafil (A.S.) de;

__ Kader, hayır ve şerrin hepsi Allahdan demektir, diyerek her ikisinin arasında hüküm verdi.

—  Bundan  sonra  Peygamber (S.A.V.) şöyle  buyurdu  :

—  Her ikinizin arasında benim hükmümde böylecedir.

—  Sonra Resûluilah  (S.A.V) buyurduki;

— Ey Ebabekir! Eğer ALLAHüteâla isyan yapıtmamasım murad etseydi, iblisi yaratmazdı.»                                Fıkhül ekber şerhi ebil  müntehâ, 4

Hz. Ali (R.A.) demiştirki : «Kaza ve kaderıin sırrı, ancak ahirette zahir olur,»

İmamı Rağıb (R.A) de kader ve kaza hakkında şöyle demiştir : «Kader, takdirdir. Kaza ise, tafsildir. Kader, elbise giymek için hazırla­nan şey gibidir. Kaza ise, elbisenin kendisi menzjlindedir.»

Bazt ariflerde şöyle dediler :

«Kader, nakışçının nakşedeceği şeyin suretini zihninde tasvir ve tak­dir etmesi gibidir.

—  Kaza ise, nakışçının zihnindeki tasarısının suretini açık bir şekilde talebe ve çırak için çizib ortaya koyması ve talebeninde ustasının çizdiği resmi ona tabi olarak ortaya koyması gibidirki, bu kazanın şekli irade ve ihtiyarla kazanmaktır.

— Keza bir kulda kendi ihtiyari ile kazandığı şeylerde Allâhüteâlanın kader ve kazasından harice çıkması imkansızdır. Ancak takdir edilen kat-i olmayıb vasfi olmakla kul, kaza ve kader arasında müterettidtir.

—  Ehli sünnet velcemaat itikatı şudur : Hayır ve serden olan kulun bü­tün işleri, Aîlahüteâlanın dileyerek yaratması iledir. Kul, kendi iradesi ile kazama,  ALLAHüteâlada hayır olursa,     rızası ile severek    yaratır. fİSer-olursa, rızası olmadan ve sevmiyerek yaratır.» [48]                   

Kaza ve kader hakkında geniş malumat akaid kitaplarında zikredilmiş­tir

Ayrıca kaza ve kadere karşı kulun nasıl davranması gerektiğine dair uzun hükümler ve hadîsi şerifler ilerde gelecektir. Bir hadîsi kudsi de buyu­rulmuştur :

«Bir kimse, benden gelen kazaya razı olmaz ve benden gelen belâya sabretmezse, benden başka bir rab tanısın.»

Selefden bâzı büyükler demişlerdir :

«Kazaya rıza göstermenin en güzeli, şikâyet olarak bugün pek sıcak veya pek soğuk, kelimesini söylememektir.»                 Ayrul İlim, 230, Cilt - 2

Hak teâladan gelen kaza, belâ ve kaderi ilâhinin tecellisine göğüs gere­rek boyun eğmek, imanın kemâlındandır.

Cibril hadisi şerifindeki şu «İhsan; ALLAHüteâlayı sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir, Zira sen onu görmüyorsan o seni görüyor.» Cümlesi hak­kında bir kaç hükmü arz edelim.

İhsan, iyilik, itaat, ibâdet, şefkat, merhamet, ihlas, güzel ahlak ve amel manalarına gelmektedir.

Ailahüteâlayı görürcesine ibadet yapmak demek, riya ve sum'adan salim ilılasla Allaha ibâdet et, başkalarını şerik koşma, ibadet ve itaatin ese­ri görülecek şekilde kulluk yap.

İbâdet ve taatın semeresi olan, haramlardan ve kötü olan şeylerden kaçınarak helal ve güzel olan şeyleri severek yapmayı kendine şiar edin. AÜahdan kork, olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Dilin kalbine ve kalbinde diline göre olsun. İçin başka dışın başka olmasın. Yani, özün sö­züne ve sözün özüne uygun olsun.

İbadet ve taatın Allanın rızasına uygun olsun. Niyetini halis yap, iba­detten maksat halikı zulcelâlın rızasını tahsil edip kendine yaklaşmak, sev­gisini kazanarak eennet ve cemaline nail olmaktır.

Cenabu hak Resulüne şöyle buyurmuştur :

«(Habibim!) Sana ölüm gelinceye kadar rabbine ibadet et.» Hicr sûresi, 99

İbâdetin üç mertebesi vardır;

I) İbadet, Allanın azab ve ikabından korkulub sevab ve mükafatına rağ­bet edildiğinden yapılır. İbadet denince esas bu mertebe kasdedilmiş olur. Bu mertebe, «İlme! yekin» mertebesine erişenler içindir.

2) Yahut ibadet, aşk ve şevkle Allaha ibadet edilir. Ve eenabı hakkın bir çok tekliflerini kabul ederek yapılırki, buna hakkın buyruğuna boyun eğ­mek manasını ifade eden «ubûdiyyet» ismi verilir. Bu mertebede «Aynel yakin »mertebesine erişenler   içindir.

3) Yahut cenbu hakk Üah olduğundan kendiside bir kul olarak ibadet yapmaktırki, ilâhiyeti kabul etmek, ubudiyyeti icab eder ve bunada «ubû-det» ismi verilir. Buda «hakka! yakın» mertebesine erişenler içindir.

Ihlasla ibadetin şekil ve mertebeleri yukardaki minval üzeredir. Bu mer­tebelerin dışında kalan ve şirk ismini alan küfürlerde çeşidlere ayrılmıştır.

Şirk : Allahdan başkasından zarar veya menfaat olduğunu görmek ve Aliahdan başka tapılmaya layık bir zatı veya sıfatı veya fiili olan varlık ta­nımaktır.

Bu tarifi en bariz şekilde açıklayan bir âyeti kerime meali şöyledir : «Eğer ALLAH, sana bir zarar dokundurursa onu Allahdan başka hiç bir aîderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zamanda onun fazlı ke­remini geri çevirecek hiç bir kuvvet yoktur. O, fazlıkeremini kullarından di­lediğine nasib eder. O çok yarılğayıcı ve çok esirgeyicidir.» Yunus sûresi, 107

Diğer âyeti kerime meali :

«Gözünü aç, halis din Altahındır. Onu bırakıpda kendilerine bir takım dostlar (mabutlar, putlar) edinenler (derlerki;) biz bunlara ancak bizi Aflaha daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz..» Zümer sûresi, 3

Putlarla putperesler Ahirette şöyle karşılaşacaklar :

«Allaha eş tutanlar, ortaklan (olan putları) nı görünce, ey rabbimiz! bun­lar seni bırakıp tcpmakda olduğumuz ortaklarımızdır, diyecekler. Bunlar (putlar) da onEarın suratlarına şu sözü fırlatacaklardır : Siz hiç şüphe yok-ki, katiyyen yalancılarsınız.»  Nahıl sûresi, 86

İbadet ile ubudiyetin açıklamasını yaparsak hadisi şerifdeki ibadet me­selesini daha iyi anlama imkanı hasıl olur.

İbâdet : Cenabu hakkın razi olacağı şeyi işlemektir.

Ubudiyet : ALLAHüteâlanın işlediği şeye razi olmaktır.

Binaenaleyh rıza amelin fevkındedir. Zira rızayı terk eden kafir olur. Ameli terk eden ise, fasık olur. İşte bu sebebden ahirette ibadet sakıt oiur. Ubûdiyyet ise, hem dünyada ve hem ahirette sakıt olmaz.

Yani, namaz, abdest, oruç, zekat, hac ve emsali ibâdetler ohirette yok­tur. Fakat ubûdiyyet - Kulluk ahirettede devam edecektir. İslamın şartlarım işlemek yoktur, İmanın şartlan ise, ahirettede devam edecektir. Halik yine haliktır, kul yine kuldur.

ALLAHüteâla, bizatihi dünyada görüle bilir isede, vaki olmamıştır. Dünya­da uyanık halde veya rüyada zatının görülmesi hakkında muhtelif görüşler olmuştur. Peygamberimizin mîracda baş gözü ile cenabu hakkı gördüğünde ihtilaf edilmiştir. Rüyalardaki cenabu hakkı görme meselesi ise, nuru ila­hinin tecellisidir. Ayrıca İbrahim Aleyhisselâmın ve bizim Peygamberimizin Bizatihî gördüğü veya nuru ilahinin tecelli ettiği de beyan edilmiştir. Dün­yada cenabu hakkın zatının görülmediğini beyan eden ilâhî hükümden bir tanesi şu âyeti kerime mealidir :

«Vaktaki Musa (ibâdet için) tayin ettiğimiz vakıtta geldi, rabbjsi ona ilahi sözünü söyledi. (Musa) dediki. Rabbim! cemalini göster bana, (ne olur) seni göreyim. Bak eğer o (dağ), yerinde durabıilirse sende beni görür­sün. Derken rabbisi (Rabbisinin nuru) o dağa tecelli edince onu (dağı) pa­ram parça ediverdi. Mûsâda baygın yere düştü. Ayılınca dekiki, seni tenzih ederim. Tevbe ettim, sana ben iman edenlerin ilkiyim.»  Araf sûresi, 143

Musa Aleyhisselam cenâbu hakkın dünyada görülemiyeceğini bildi­ği halde kendisini kaplayan, taşan ve coşan envarı ilâhiye ile istiğrak deryasına dalarak büyle söyledi. O ilâhi kelâmı işidince adetâ kendinin dünyada olduğunu unutmuş bir nevi ahiret ve cennet hayatına kavuştuğu­nu zannetmişti.

Ailahüteâla mevcud olması hasebiyle her mevcut görüldüğü gibi, Aila-hüteâlanın görülmeside caizdir. Caiz ve mümkün olduğu için Musa Aleyhis­selam görme talebinde bulunmuş. Allâhüteâlada dağa bakmasını eğer dağ yerinde durursa görebiieceğini beyan etmeside, zatı ilahinin görülmesinin mümkinatîan olduğunu beyandır.

Eğer dünyada zatı ilahiyi görmek mümkinattan olmayıb mümteniat-tan olsaydı, Musa Aleyhisselam talep etmezdi. Zira abesle iştigal etmiş olur ve cahillik yapmış olurdu. Cenabu hakda dağın yerinde durması ha­linde görürsün, buyurmaz, kesin bir ifade ile görmenin mümkin olmayaca­ğını beyan ederdi.

Ahirette ise, mekandan münezzeh cihetsiz ve zamansız olarak bizzat cenabu hak baş göz ile görülecektir. Cenâbu hakkın cemalini müşâhe eden her ferd, onun zevk ve aşkından diğer nimetlerin hepsini unutacak­tır.

Ahirette cemali ilahinin görüleceğini nâtık ilâhi delil meali şöyledir: «Nice yüzler vartiirki, o gün (Kıyamette) güzelliği ile parıldar. (O yüz­ler) Rablerine bakacaktır.» Kıyâme sûresi, 22-23

Resulü ekrem sallallâhü aleyhi vesellem efendimizde şöyle buyurmuş­tur ;

«Muhakkak siz ayı on dördünde gördüğünüzde, ay görmenizdeki Kat'-iyyet gibi Allohü teâlayıda gelecekte (cennette) göreceksiniz.»

Dünyada fâni alem için yaratılan gözler, baki olan halikı zülcelali biz­zat görmeğe kadir olmayacağı aşikardır. Fakat ebedî ve daimi hayat mer­kezi olan ahirette ise, baki ve ebedi oln halikı zülcelalm zâtını bizzat göre­cektir, Ancak hakikatini yine anlayamıyacak ve idrak edemiyecektir

Nitekim kaside-i nûniyede şöyle denilmiştir :

«Hak teâla Hazretlerinin zâti ilahisi bu alemde (dünyada) asla fehmü idrâk edilmiş değildir.

— İlmi kelam Alimlerinin bu hususa dâir ittifakları olup ancak tered-tütleıi, ALLAHüteâlanın görüleceği vâki olacak olan cennette hakikati ilâhi-yenin müminlere malum olup olmayacağında vuku bulmuştur.»

İmamı azam Hz. leride «Fıkhul ekber» adlı eserinde şöyle demiştir : «ALLAHüteâlayı, kitabı ilahisinde sıfat ve isimlerinin hepsimi beyan edip vasıflandırdığı gibi hakkı İle biliriz.»

Zâti ilâhi hakkında bir nebze İzahat, «İslamda EvMya Meselesi ve Ha­rikalar» adlı eserimizde mezkûrdur. Ayrıca Âkâid kitaplarında uzun uzun îzâh edilmiştir.

Hülasa-i kelam, ibadet yaparken ALLAHın zâtını görür gibi ibadet yap­mak gerekir. Her ne kadar bizatihi göremez isede, halikı zülcelal elbet gö­rüyor. Bu sebeble ibadete şirki hafi olan riyayı karıştırmadan ihlasia hak­kın divanına durmak gerekir. Böyle ibadet, sahibine faide verir.

Cibril hadisinde kıyametin ne zaman kopacağı sorulunca Resulü Ek­rem sallallâhü aleyhi vesellemın cevabı, «Bundan sorulanın bilgisi, soran­dan ziyâde değildir.» buyuruyor.

Yani, soran cebrail aleyhisseiamın bilgisi, Resûİüllâhın bilgisinden faz­la olması gerekir. Zira cebrail Aleyhisselam cenabu hakdan neyi alır getirir peygambere haber verirse, Resûlüllah onu bilir. Böyle olunca kıyametin ne zaman kopacağını cebrail Aleyhisseiamın daha evvel ve daha âlâ bilmesi lazımdır. Halbuki soran esas bilecek olan olunca, Resûlülîahda bu hususda bilgisinin olmadığını beyan ediyor.

Hcdisi şerifin bu cümlelerinede de pek çok hakikat ve hikmetler mev­cuttur. En bariz ve açık olanı, kıyametin ne zaman kopacağını   Allahdan başka kimsenin bilmediği, ancak ALLAHüteâlanın bildiğidir. Bu gerçek Kur'anı kerimde şöyle beyan edilmiştir : «O Saatin (kıyametin) ilmi, şüphesizki Alîahtn nezdindedir.» Binâenaleyh bir kimse, kıyametin kopacağı zamandan haber verirse. Peygamberin «bilmiyorum» dediği ve Hz. ALLAHında onun ilminin kendinde olduğunu beyan ettiği hükmün hilafını iddia etmekle küfrünü ^lân etmiş olur.

Hadisi şerifdeki ikinci bir hikmette, insanın bilmediğini «bilmiyorum» demesi gerektiği ve böyle hareket etmenin üstün mezyetlerden olduğudur. Zira Resûİüllâhın ahlakını yaşamak elbet en güzel amellerden olur. Ömer bin ElHattab (R.8) den mervîdir, demiştirki : Resûlüllah (S.A.V) den mekan ve yerin hayırlısı ve şerlisi neresidir? di­ye sordum.

Resûlüllah (S.A.V) «Bilmiyorum» buyurdu. Cebrail (A.S) de sordu. Re­sûlüllah (S.A.V) önada; «bilmiyorum» dedi ve Cebrail (A.S) e dediki, «Rab-bine sor.»

Cebraiî  (A.S.)  de Rabbisine sordu, sonrada şöyle dedi :

«Mekan ve yerlerin en hayırlısı, mescidlerdir. Mekan ve   yerlerin en Şerliside çarşı ve sokaklardır.» [49]                                           

Yukardaki acaib hükmün cerayan ve vakıasına bakıldığında, sorulan blr şeye bilinirse cevab vermeyi, bilinmez ise, bilmiyorum demeyi şiar edinmek en güzel ahlak ve en doğru hareket oluyor.

Zira Ailahın terbiyesi ile yetişen ve vahyi ilahi ile ulûmu evvelin ve ahi­rini bilen bir peygamber sorulanı bilmediği zaman, «bilmiyorum» diyor.

İnsanlığın fazilet temsilcisi, yegane mürşidi hakikisi peygamberimizin her ümmeti de aynı sıfat ve ahlakı taşımaları en güzel kemal vasıfların-dandir.

Bir hadisi şerifde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur : «Bir kimse, ben alimim (bilginim) derse, işte o kimse câhildir.» Bilmediğini    «bilmiyorum»    demenin    fazilet   ve   kıymeti    hakkında geniş malumat, «İslama sokulan bid'at ve hurafeler.» ile «islamda   evliya meselesi ve harikalar» ADLI ESERİMİZDE ARZ EDİLMİŞTİR.

Ayrıca tercümesini yaptığımız bu eserin bir az ilerisinde gerekli hü­kümler1 gelecektir.

Hadisi şerifde üçüncü bir hususda, gaybı ancak ve ancak ALLAHüteâla-nin bileceği beyan edilmektedir.

Pek çok âyeti kerimelerden bir tanesinin manası şöyledir : «(Habibim) deki, göklerde ve yerde olan gaybı, Allahdan başka kimse bilmez. Onlar ne zaman dirileceklerimde bilmezler.»   Nemi sûresi, 65

Gaybın ilmi Allaha mahsustur. Allahdan başka kİmseEerin gaybı bil­mediğini veya bileceklerini İddia etmeleri, yukardaki âyeti kerimeyi ve da­ha bir çok âyet hükümlerini inkar etmek olur. Binaenaleyh âyeti kerime hü­kümlerini inkar eden kimseler, din ve imandan çıkar küfre sapar. Cenabu hak istisnaî hükümlerin dışında gaybı bilirim iddiasında bulunmaktan veya öyle iddiada bulunanlara inanmakdan muhafaza buyursun.

Daha geniş malumat, «İslama sokulan Bid'at ve hurafeler» adlı eseri­mizde zikredilmiştir.

Kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini beyan eden "Resûlüllah Sallallahü aleyhi vesellem, kıyamet alametlerini soran Cebraif (A.S) a şöy­le haber vermiştir :

«Mülk olarak elde edilen cariye kadının, kendi sahibini doğurması ve yahn ayak, sırtı çıplak fakir çobanların hangimizin yaptığı bina daha yük­sektir? diyerek (servet ve samanca) yarış yapdıklarını görmendir.»

Cibril hadisinin bu son cümlesi çok enterâsan ve âcaibdir. Zira Resul-lahllak salallahü aleyhi veseliem efendimizin haber verdiği bu alametler daha evvel görüldüğü gibi bu gün daha aşikar bir şekilde görülmektedir.

Cariye kadının kendi sahip ve ağasını doğurması halinin görünüşü şöy­ledir;

a) Cariyenin sahibini doğurması demek, müslümanîann galebe çalıp kafir memleketlerini istila edip esir aldıkları kadınları cariye olarak döşe­ğe alacaklar, âğa ve efendisinden doğan kendi çocukları kendilerine sahib ve ağa olacaklar, demektirki, bu hal hemen islamın ilk zamanlarında baş­lamış son zirvesine varıncaya kadar yaşanmıştır.

b)  Diğer bir hususda «cariyenin sahibini doğurması» demek, cariyeler çoğalacak ve elden ele satılacak nihayet ALLAH muhafaza bilmeyerek oğlu anasını cariye olarak satın alıp cinsi münasebette bulunacak derecede in­sanların ahlakları bozulacaktır. Bu halde görülmüştür.

c)  Başka bir görünüş ve yaşantıda cariyelerin doğurdukları çocuklar, zamanla büyüyüb kemâle erişince kölelikten melik ve sultan mertebesine yükselib anasının ve diğer ağalarının ağası ve amiri sıfatına erişirler de­mektirki, bu halde islamın ilk zamanlarında hemen görülmeye başlamıştır.

d)  Diğer bir anlayışda «cariyenin sahibini doğurması» demek, evlatla­rın ana ve babaların haklarına riayet etmeyib zulüm ve isyanla onlara bir ağanın câriye ve kölesine yaptığı hizmet ettirme muamelesini,   evlatların ana ve babalarına yapacaklarını beyandırki, bu halde hemen asrı saadetde görülmeye başlamış ve hâlada görülmektedir.

Hdisi şerifin bu cümlesindeki az ve özlü mucizevî yaşantılar gayet açık bir şekilde görülmüş ve halada görülmektedir.

Cibril hadisinde, «yalın ayak sırtı çıplak, fakir çobanların, hangimizin yaptığı bina daha yüksektir?» diyerek bir birlerine karşı servet yarışlarına gelince, buda bazı şekil ve hallerde görülmüştür ve halada görülmektedirki

şöyle ;

a)  Hadisi şerifin bu cümlesinden anlaşılmıştaki, fakir insanlar servet zenginliğine ulaşacaklardır. Bu halde daha evvel görüldüğü gibi, günümüz­de de pek çok fakir kimseler az zamanda serveti samana kavuşmaktadır­lar. O halde ki dün çoban, çırak, ve işçi olan kimse birde bakıyorsun servet sahibi olmuş, bir birleri arasında servet yarışı yapmaktadırlar.

b)  Bir diğer hususda dün köyde kentde fakirlikten bîzar oian çoban ve çıraklar şehir merkezlerine gelib yüksek yühksek binaları yaparak oralar­da sakin olurlar demektirki, daha evvel görülen bu halde bu gün   gayet açık ve seçik bir şekilde görülmektedir.

Fakirlikten bîkee, çok muhtaç ve aciz kimseler, avrupaya işçi olarak gidiyor. Kısa zamanda mâlî imkan sağlıyor. O elde ettiği mâlî imkanlarla kaza veya şehir merkezinde bazı mülkler alıyorlar veya yüksek yüksek kat­lar yaptırıyorlar. Ve bir birleriyle iddialaşanlar oluyor.

İşte bu halin görünüşü, asırlarca evvel kıyamet alameti olarak böyle şeylerin görüleceğini haber veren Peygamber sallallahü aleyhi vesellem efendimizin mucizesinin tezahürüdür.

c)  Hadisi şerifde anlaşılan diğer bir hususda, âhir zamanda zelil, ha­kir ve ahlaksız kimselerin galebe çalıp, şerefli ve ahlaklı kimselerin hakir ve rezil bir hale düşmesidirki, bu halde bu gün aynen görülüyor.  Zira içki-

ci, kumarcı, zinacı, yalancı, binamaz, rüşvetçi ve her türlü ahlaksızlığı iş­leyenler, yüksek mevkilerde söz sahibi sayılıp görülmekteler, iyi ve ahlâklı kişilerde horlanmakda hakir ve zelil gösterilmeye çalışılmaktadır.

Yani zulüm, fosıklık ve cahillik galebe çalıp iman ve güzel ahlak ya­şantısı ezilmek ve yok edilmek için gayretlerin görüleceğine işarettir.

Hadisi şerifde anlaşılan diğer bir hususda,

d)  Mal mülk sevdası, yüksek binaların yapımı ve bir birleriyle servet yarışına girişmekle fani dünyaya meylü mahabbet edip ebedi hayat merke­zi olan ahireti ve oradaki yüksek mertebe ve menzilleri, cennst ve cehenne mi unutma hâlinin görüleceğine işârettirki, aynı hal görülmektedir.

e)  Hadisi şerifde anlaşılan hükümlerden biriside fakir iken zenginle-şince insanların ekserisi azgın ve çapkınlaşacaktır. Bu sebeblede kibirle­nip böbürlenip nankörleşecekler. Günümüzde görülenler gibi.  İşte böyle kimseler içinde bulunan insanlar, nimeti hazm eder azgınlık yapmazlarsa en güzel kimselerdir.

Burada münasebete binaen kıyamet alâmetleri ile ilgili bir kaç hüküm arz edelim.

Akaid kitaplarında zikredilen hadisi şerif hükümlerinden alâmeti küp-ra şunlardır :

«Deccelın, Dâbbetül arzın ve yecüc mecücün çıkması, İsâ Aleyhisselâ-mın semâdan yer yüzüne inmesi ve güneşin batıdan doğması.»

Bu gibi hallerin zuhuru, kıyametin yaklaştığına delalet eden büvük alâ metlerdir.

Büyük alâmetlerden evvel zuhur eden ve edecek olan küçük alâmet-lerdende bir nebze nakledelim.

Buharı, müslim ve tirmizinin sünenlerinde nakledilen Enes bin Mâlik (R.A* in rivayeti ile Resûlüllah (S.A.V) efendimiz şöyle buyurmuştur : «Kıyamet afâmetterindendir :

—  İlmin kalkması ve cehlin yayılıp çoğalması, zinanın şuyû bulması, şarabın (mubah gibi} İçilmesi, erkeklerin yok hale gelip kadınların çoğalma­sı. O haldeki bir erkek el'i kadının idare ve ikâmesine Mâlik olur.»[50]

Resûlüllahdan rivayet olunan bir hadisi şerifde kıyametin   küçük alâ­metleri şöyle sıralanmıştır : «Kıyamet alâmetlerindendir;

—  Mescidlerin çoğalması, cemaatların azalması, binaların yükselmesi» faizin yenmesi, kıybetin çoğalması, mâruf ve iyi olanların terk edilmesi,

—  Şerlilerin idareci ve âmir elmaları, kadınların binitlere binmeleri, Er­keklerin kadınlara ve kadınlarında erkeklere kendilerini benzetmeleri, er keklerin erkeklerle meşkul olmaları (livata yapmaları).

__ Azgın zalimlerin çoğalması, kabirlerin kireçlenib üstüne binalar ya­pılması, fâsık kimsenin şerefli ve itibarlı olup ihlaslı müminin zaif ve hakir qörüîmesi, hükmün satılması, insan kanlarının (sanki mubahmtş gibi) akıtıl­ması.

—  Akraba haklarına riayetin kesilmesi, kur'anın kazanç kitabı ve çal­gılı zevklenme kitabı hâline getirilmesi, adamın babasını inkâr etmesi, in­sanların kur'anın nasîhatları ile mütteız olmamaları, cenâbu hakdan utan­mamaları, cehennemden korkma hâlinin görülmemesi, şeytan-i leinin insan­lara musallat olup onlara Idilâhe illallah kelimei tevhidinden dünyayı daha sevimM göstermesi (işte bunlar kıyamet alâmetlerindendir.)»[51]

Diğer bir hadîsi şerifte resülüllah (S.A.V) efendimiz şöyle buyurmuşlar­dır :

«Eğer dünya mahabbetine dalan insanlar, sizin haramlardan kaçınıp ibâdetle meşgul olduğunuzu görseler, bu adamlar delidirler, derler.

—  Sizde onlarla otursanız, bu adamlar Allanın azabı ilâhisine inana­mamışlar, dersiniz.»[52]                                                     

Yukarda zikri geçen Cibril hadîsinin kıyamet" alâmetlerini beyan eden cümlelerle en son hadîsi şeriflerdeki hükümleri, mübarek peygamberimiz sanki cenabu hakkın lutfu keremiyle ifâhi televizyon ekranında seyri âlem etmiş, ondan sonra dünyanın son günlerinde olacakları, ilâhi televizyon ve manevî şeritlerden görüb okuduklarını bir bir haber vermiştir.

Burada «televizyon» kelimesi geçtiği için bir cümlei mûtarıza arzetmek isteriz. Günümüzde beşerî dehâ ile İcat edilen televizyonun durumu hak­kında bir nebze düşünelim. Allâhü teâlanın kudret ve kuvveti ile insan oğlu­na vermiş olduğu akıl ve zekâ sayesinde yebyeni bir alet bulunuyor, fa­kat bu âlet san'at, teknik, tarihî gerçekleri açıklama, hadise ve olayları can­lı ve açık bir şekilde vermeyi, ilim tâlimi, insan oğlunun ahlak ve terbiyesi­ni haya ve edebi ile yaşamasını sağlayacak canlı ve temsîli olaylar ve ha­diseler göstererek en güzel hizmet aracı ve âleti olması gerekirken, maale­sef az zamanda yukardakilerin bâzılarına yer verilirken islâmın haram kıldı-dığı gayri ahlâkî ve şehevâni görüntü ve yaşantıları aksedib gösterdiği için, çok ve çok kötüye kullanılan bir alet şeklinde çalışmakta, çalıştırılmaktadır.

İşte bu sebebden dolayı televizyon hakkında soranların kendilerine so­ruyoruz?

Dans yapmak, içki âlemi yaparak maskarahkda bulunmak. Deveyi oy­natacak havalan çalmak, Reklam pahanesi ile bir kadının koca baldırının sonuna kadar çorap çekerek teşhirde bulunması, gibi halleri şuurlu ve kâ-ro" bir îmanla düşün, ondan sonra kendine cevâbını kendin ver. İmanın neder acobâ...!?

Büyük baban ve annen, çocuğun ahlakı bozulacak diye müstehcen filim, tiyatro ve kötülüklerin yapıldığı veya görüldüğü yerlere evlatlarını gönder­mezdi, ozamanki çocuklarda büyüklerine saygılı, küçüklerinede sevgili idi­ler. Ya şimdi, bir oğlan pahanesi İle veya başka pahane ile baba ve dede­lerimizin sakındıkları veya sakındırdıkları o müstehcenin müstehceni acâ-ib programı ile gösteren genç oğlan ve kızların ve hatta yaşlıların dahi ah­lâkını, haya ve edebini, saygısızlığını artıran fenalıkları artık çekinmeden evlerde vesâir yerlerde cümbül cemaat halinde işleyenler, aceba soy ve saplarına rahmetmi okuyorlar?.. Gidip mezarın başında fatiha okumak yeri­ne saz çalıp ziyaret eden zavallı fasıkiarla bunların arasındaki fark ne dere­cedir? acaba..

Bir alet ve edevatki, hayra hizmet eder ve onunla hayır kazanıhrsa, elbet çok ve çok iyidir. Şayet herhanki bir âlette şer öğretir ve şerre âlet olursa, elbette o alet şer olur ve sonu dünya ahiret felâket olur.

Peygamber (S.A.V) efendimiz bir hadîsi şeriflerinde şöyle buyurmuştur: «Hayra delâlet eden, hayrı işleyici gibidir.» Ahmed bin Hanbeî Şu halde elimizdeki âlet ve edevatların daha çok hayra delâieî etme­si, gönlümüze rahatlık verebilir. Mevcut âletlerinde aynı hal üzere olmasını diler, müslüman kardeşlerimize isabetli düşünce ve inançlara sahib olma­sını yüce mevladan niyaz ederiz.

Evet yukarda kıyamet clametleri ile-ilgili hadîsi nebevilerin hükümle­rini görüb yaşadıkça, Peygamber sallallahü aleyhi vesellem efendimizin mucizelerini müşâhade ediyor, sâdık ve mâerı,.. oln" peygamberimizin sa­dakatini mucizelerle tescil ve tasdik etmiş oluyoruz.

Dînin ve inanan mümini kâmilin garib olup, şerü ve ıâsık kimselerin de şerefli olduğu, hak hukuk tanınmadığı, ALLAH korkusunun, Peygamber sev­gisinin yok hale geldiği, bâtılın savunulup hakkın ayıplandığı bir zamanda dînine sarılıp hakkın emirlerini yerine getirib yasak ettiklerinden kaçınan. Resulün sünnetine sarılan insanlar, elbet hak teâlanın yanında zamanın en şerefli ve en faziletli kimseleridirler. Ahirette de büyük ecre nail olacak­lardır.

Peygamberimiz (S.A.V) efendimiz bir hadîsi şeriflerinde şöyle buyur muştur :                           .

«Ümmetimin fesâd olduğu zaman, benim sünnetime sarılan kimseye cephede ALLAH yolunda şehid olan yüz (100) şehidin ecri vardır.»[53]

 

Tercümesi :
 

3 - (2) Ebû Hüreyre (R.A) muhtelif lafızlarla rivayet etmiştir. Ve bu

rivayetinde şöyledir.

«Yalın ayak, sırtı çıplak hakkı kabul etmekten sağır, hakkı söylemekde dilsiz ve (zâlimler) yer yüzünde hükümdar olduklarını gördüğün vakitteki (haller kıyamet alametidir).

—  Beş ğaybı Alfahdan başka kıimse bilmez, dedi ve şu meâldaki âyeti keriymeyi okudu :

—  «O saatin (kıyametin) ilmi, şübhesizki, Allanın indindedir.

__Yağmuru (mukadder olan vakitte ve mahalde) O (ALLAHüteâla) indirir.

—  Rahimlerde olanı (Rahimlerdeki çocukların durumlarını) O bilir.

—  Hiç bir kimse, yarın (hayır ve serden, kâr ve zarardan) ne kazana­cağını bilmez.

—  Hiç bir kimse, hangi yerde öleceğini bilmez.

—  Şüphesiz ALLAH (C.C.) her şeyi bilendir. Her şeyden haberdardır.»

Buhârî, Müslim (Bu hadisi Şerifin manasını, Ebû Dâvud ve Nesaî de zikretmişlerdir.) [54]



[47] Müslim

Mustafa Uysal, İzahlı Mişkat El Mesabih Tercümesi, Uysal Yayınları 1/ 55-56.

[48] Mirkat, C. 1, 51

[49] Kenarlı berika, 280

[50] Feyzulkadir, C. 2, 536

[51] Receb efendi, c. 1, 237

[52] Recep efendi, c. 1, 237

[53] Berîka, C. 1-98

Mustafa Uysal, İzahlı Mişkat El Mesabih Tercümesi, Uysal Yayınları 1/ 56-78.

[54] Mustafa Uysal, İzahlı Mişkat El Mesabih Tercümesi, Uysal Yayınları 1/ 79.