hafiza aise
Wed 1 June 2011, 03:55 pm GMT +0200
Malların Taksimi Konusundaki Hükümleri: .
Hz. Peygamber'in (s.a.) taksim etmekte olduğu mallar üç çeşitti:
1— Zekât,
2— Ganimet,
3— Fey.
Zekât ve ganimetlerin hükmü daha önce geçti. Sekiz sınıfa da birden verilmediğini, bazan tek bir yere dahî verdiğini görmüştük.
Fey hakkındaki hükmüne gelince: Sahih-i Buharî'de sabit olduğuna göre, Huneyn gününde fey'den müellefe-i kulûba taksimde bulunmuş, ondan Ensar'a hiçbir şey vermemişti. Bunun üzerine Ensar, Hz. Peygamber'e serzenişte bulundular. Rasûlullah (s.a.) onlara: "Herkes evine koyunla, deveyle dönerken, siz, Allah'ın Rasûlü ile dönecek ve O'nu kendi yurdunuza götüreceksiniz. (Bu sizin hoşunuza gitmez mi?) Yemin ederim ki sizin beraberinizde götürdüğünüz şey, onların birlikte götürdüklerinden daha hayırlıdır." buyurdu[532]»
Olayın hikâyesi ve içerdiği neticelerden daha önce bahsedilmişti.
Burada anlatmak istediğimiz, Allah Teâlâ'nın fey mallan hakkında Hz. Peygamber'e, diğer mallar için helâl olmayan bazı tasarrufları mubah kıldığım belirtmektir.
Buharî'deki nakle göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ben bazı insanlara veriyor, bazılarını terkediyorum. Vermeyip terkettiklerim, kendilerine verdiklerimden bana daha sevimlidir. "[533]
Yine Buharî'de Hz. Peygamber (s.a.): "İman zaaflarından ve figanlarından korkumdan bazılarına veriyor, bazılarına da, Allah Teâlâ'nın kalplerine koyduğu gönül zenginliği ve hayıra dayanarak vermiyorum. Amr b. Tağlib de bu ikincilerdendir." buyurmuştur. Amr b. Tağlib: "Hz. Peygamber'in (s.a.) benim hakkımdaki bu sözleri karşılığında kırmızı develerimin.olmasını bile asla istemem."[534] demiştir.
Yine Buharî'de şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ali, Yemen'den bir altın külçesi göndermişti. Hz. Peygamber (s.a.) bunu: Akra b. Habis, Zeyd el-Hayl, Alkame b. Ülâse, Uyeyne b. Hısn olmak üzere dört kişiye pay etti. Derken, çukur gözlü, yüksek alınlı, gür sakallı, başı tıraşlı bir adam kalktı ve: "Ya Rasûlallah, Allah'tan kork!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Yazık sana; yeryüzünde Allah'tan en çok korkacak biri varsa o da ben değil miyim?" buyurdu.[535]
Sünerfde şöyle nakledilir: Rasûîullah (s.a.) "zilkurbâ^ yakın akrabalar*' hissesini Hâşimoğulları ile Muttaliboğullarına verdi. Nevfeloğulları ile Abdİ-şemsoğullarını terketti. Bunun üzerine Cübeyr b. Mut'im ile Osman b. Af-fân, Hz. Peygamber'e (s.a.) gittiler ve: "Ya Rasûlallah! Hâşimoğullarmın size olan yakınlığını ve şereflerini inkâr etmiyoruz. Ama Abdülmuttaliboğulları-nın özelliği ne ki onlara verdiniz de bize vermediniz? Biz ve onlar hep aynı durumda değil miyiz?" dediler. Hz. Peygamber onlara: "Biz ve Muttalibo-ğulları ne cahiliyede ne de İslâm'da ayrılmayız. Biz ve onlar aynı şeyiz." buyurdu ve parmaklarını birbirine kenetledi.[536]
Bazı âlimler bu uygulamanın Uz. Peygamber'e has olduğunu ve "zilkurbâ" payının kendisinden sonra Hâşim ve Muttaliboğullarına sarf edildiği gibi Abdişems ve Nevfeloğullarına da harcanacağını ifade etmişlerdir. Çünkü bunların dördü de bir kardeştir ve Abdimenâf in oğullandır. Abdişems ile Hâşim'in ikiz olduğu da söylenir.
Doğrusu şudur: Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hükmü devam etmektedir. Zevilkurbâ hissesi, Hz. Peygamber'in (s.a.) tahsis ettiği Hâşim ve Muttaliboğullarına verilir. "Bu Hz. Peygamber'e ait bir uygulamadır." sözü yanlıştır.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bu uygulamasıyla, Allah Teâlâ'nın yakın akrabalara ayırdığı humusun yerini belirlemiştir. Bu yerlerden öte geçilmez, geri de durulmaz. Şu var ki, Hz. Peygamber (s.a.) bu hisseyi taksim ederken, zengin—fakir ayırımı yapmadan herkese eşit olarak dağıtmıyordu; miras tak-simindeki gibi kadına bir, erkeğe iki pay ayırımına da gitmiyordu. Aksine maslahat ve ihtiyaç prensiplerini göz önünde tutarak onlara harcıyordu; bekârlarını everiyordu, borçluların borcunu ödüyordu, fakirlere geçinebilecekleri kadar veriyordu.
Sünen-i Ebî Davud'a. Hz. Ali şöyle diyor: "Yakın akraba hissesi olan humusu'l-humus'un (beşte birin beşte biri) idaresini Hz. Peygamber (s.a.) bana vermişti. Ben Hz. Peygamber'in hayatında, Ebu Bekir'in hayatında, Ömer'in hayatında bunu yerlerine harcadım."[537]
Hz. Ali'nin bu sözünden, onun beş harcama yerine harcandığına istidlalde bulunmuşlardır. Bu istidlal kuvvetli değildir. Çünkü bu söz olsa olsa Hz. Ali'nin humus'ul-humusu Hz. Peygamber'in (s.a.) harcadığı yerlere harcadığına, başka yerlere vermediğine delâlet eder. Beş sınıfa dağıtılması ile ne ilgisi var? Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti ve yaptığı uygulamalar humusun sarf yerlerini zekâtinki gibi kıldığına, zikredilen sınıflardan dışarı çıkmadığına delâlet etmekte, onu aralarında miras taksimi gibi taksim etmediğini göstermektedir. O'nun yaşantısını ve sünnetini ffprçek anlamda inceleyenler bu konuda şüphe etmezler.
Sahîhayn'da Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir: "Nadîroğullarınm malları; müsîümanların ne at ne de deve koşturmadan, Allah'ın Peygamberine lütfettiği fey mallarındandı ve sadece Peygamber'e hâstı. Ailesinin senelik nafakasını ayırır, geri kalan kısmıyla Allah yolunda hazırlık olmak üzere harp araç-gereçleri satın alırdı."[538]
Sünen'deAvf b. Mâlik'ten nakledilir: "Hz. Peygamber'e (s.a.) fey malları geldiğinde, aynı günde hemen dağıtırdı. Evliye iki pay, bekâra da bir pay verirdi. "[539]
Bu da Hz. Peygamber'in (s.a.), eşi "zilkurba" faslından olmasa bile evliye ihtiyacından dolayı fazla verdiğini gösteriyor.
Fukaha fey konusunda ihtilâf etmişlerdir: Acaba fey Hz. Peygamber'in dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği bir mülkü müdür, yoksa değil midir? Gerek Hanbelî mezhebinde ve gerekse diğerlerinde her iki görüş de vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.) uygulama ve davranışları, kendisinin fey'de Allah'tan aldığı emirle tasarrufta bulunduğunu, Allah'ın emrettiği yere harcadığını, emrettiği kimselere taksim ettiğini; mâlikin mülkünde kendi arzusu ile tasarrufu gibi, dilediğine verecek dilediğine vermeyecek şekilde tasurruf yetkisinin bulunmadığını göstermektedir. O, efendisinden aldığı talimatları yerine getiren, ver dediğine veren, verme dediğine vermeyen bir köle gibi tasarruf ediyordu. Nitekim bunu kendisi de açıklamış ve: "Yemin ederim ben birine veriyor da, diğerini terkediyor değilim. Ben sadece bir taksimatçıyım, emrolunduğum yere koyuyorum."[540] buyurmuştur. Görüldüğü gibi O'nun vermesi, vermemesi, taksimi hep Allah'ın emri ile olmaktadır. Zaten Yüce Allah kendisini "Melik Peygamber" ve "Kul Peygamber" olma arasında muhayyer bırakmış, o da Kul Peygamber olmayı tercih etmiştir.
Aralarındaki fark şudur: "Kul Peygamber", efendisinin ve kendisini gönderenin emri olmadan hiçbir tasarrufta bulunmaz. "Melik Peygamber" ise dilediğine verebilir, dilediğinden meneder. Nitekim yüce Allah, Melik peygamber Hz. Süleyman hakkında: "İşte bizim bağışımız budur: İster ver, ister tut, hesap yoktur."[541] buyurmuştur. Yani: Dilediğine ver, dilediğine veı-me, seni hesaba çekmeyeceğiz, demektir. Bu mertebe Hz. Peygamberimize arzedilmiş, ancak O buna rağbet etmeyerek daha üst makamı, yani küçük büyük her konuda efendisinden aldığı emirle hareket edilen halis kulluk makamını istemiştir.
İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) fey konusundaki tasarrufu bu şekildendir. O fey'e mâliktir, ama diğer mâliklerden farklıdır. Bu yüzdendir ki, müslü-manlann ne bir at ne de bir deve koşturmadan Allah Teâlâ'nın kendisine verdiği bu fey mallarından, o önce kendisinin ve ailesinin yıllık nafakasını ayırıyor* geri kalanlarını ise Allah yolunda cihad için gerekli araç-gereç tedarikine ya-tınyordu. Mallar içerisindeki işte bu kısım hakkında Hz. Peygamber'den (s.a.) sonra çekişmeler olmuş ve günümüze kadar da ihtilâflar devam etmiştir.
Zekât mallan, ganimetler ve mirasın taksiminde hak sahipleri bellidir ve başkaları onlara ortak edilmez. Bu konuda daha sonra gelen yöneticiler için, fey konusundaki müşkiller gibi hiçbir müşkil çıkmamış, çekişmeler olmamıştır. Eğer feyin durumu da bu mallar gibi açık ve net olsaydı; Hz. Peygamber'in (s.a.) kızı Fâtıma, kalkıp da Peygamberimizin terekesinden miras talebinde bulunmaz, mâlik olduğu şeylere —diğer mâliklerde olduğu gibi— vâris olunacağı zehabına kapılmazdı. O'ndan geride kalan mülke vâris olunamayacağı, ölümünden sonra bu malların sadaka hükmünde olacağı hakikatini kavrayamamıştı. Hz. Peygamber'in (s.a.) vefakâr ve râşid halifesi Ebu Bekir Sıddîk ve ondan sonra gelen halifeler bu durumu bildikleri için, Hz. Peygamberin (s.a.) fey olarak geride bıraktığı mallarını miras kabul ederek vârisleri arasında taksime gitmemişler, aksine onların idaresini Hz. Ali ile Hz. Abbas'a vermişler ve Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı gibi tasarrufta bulunmalarını istemişlerdir. Hz. Ali ile Abbas arasında bu konuda anlaşmazlık çıkıp, meseleyi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'e götürdüklerinde, onlardan hiç birisi bunu miras olarak taksim etmemiş, Hz. Abbas ve Hz. Ali'ye de onda tasarrufta bulunma imkânı vermemişlerdir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından peygamberine verdiği ganimetler (fey); Allah, peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet (zenginlik) olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. Allah'ın verdiği bu fey mallan, yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine, peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. îşte doğru olanlar bunlardır. Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar... Bunların arkasından gelenler: 'Rabbimiz; bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş din kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma' derler."[542]
Yüce Allah bu âyeti kerimelerde, Rasûlü'ne fey olarak verdiği malların bütün olarak, âyette zikri geçen kimselere ait olduğunu haber vermiş, fey toplamının her beşte birinin ayrı ayrı zikredilen gruplara ait olduğunu ifade etmemiştir. Aksine umumî olarak, mutlak bir ifade ile hepsini içine alacak şekilde beyanda bulunmuştur. Bu mallar öncelikle hususî harcama yerlerine harcanır ki bunlar humus ehlidir. Sonra da genel harcama yerlerine sarfedilir. Bunlar da Muhacirler, Ensar ve kıyamete dek onların yolundan gidenlerdir. Bizzat Hz. Peygamber ile Râşid halifelerin uygulayageldikleri şey, bu âyetlerde istenilen şeyin ta kendisidir. Bu yüzden, İmam Ahmed ve başkalarının rivayetine göre Hz. Ömer şöyle demiştir:
"Bu malda hiçbir kimse diğerinden daha fazla hak sahibi değildir. Ben de, herhangi birinden daha çok hak sahibi değilim. Yemin ederim ki, bu malda köleler hariç, hiçbir müslüman yoktur ki, onun hakkı olmasın. Ancak Allah'ın kitabındaki yerimize göre öncelik tanırız. Allah Rasûlü'nden başlarız. Sonra sıra ile kişinin İslâm'da çektiği sıkıntı, İslâm'a girişdeki önceliği, İslâm'a verdiği hizmeti ve kişinin ihtiyacını prensip olarak ele alırız. Allah'a yemin ederim ki, eğer yaşarsam, San'a'da dağda malını otlatan çobanın da bu maldaki hakkı mutlaka kendisine ulaşacaktır."[543]
Bu fey âyetinde zikredilen kimseler, humus âyetinde zikredilen kimselerle aynıdırlar. Humus âyetine, Muhacirler, Ensar ve onlara tabi olanlar girmemektedirler. Çünkü onlar feyin cümlesinde hak sahibidirler. Ehl-i humusun ise iki istihkakı vardır: İ) Humustan özel istihkak, 2) Feyin cümlesinden olan genel istihkak. Bunlar her iki paya da dahildirler.
Nasıl ki, fey genelinin taksimi, miras, vasiyyet, normal mülk gibi müşterek mülklerin taksimi biçiminde yapılmıyor ve ihtiyaca, genel menfaate, İslâm'da gözetilen fedakârlık ve çekilen sıkıntılara göre yapılıyorsa, humusun, humus ehline taksimi de öyledir. Çünkü Allah'ın kitabında, her ikisinin de kaynağı birdir. Beş zümreye özel olarak temas etmek, bunların mutlaka fey dağıtılacaklar arasına alınacağını ve hiçbir türlü çıkarılamayacaklarını, nasıl ki zekât, belirlenen sarf mahallerinin dışına verilemezse, humusun da zikredilenlerden başkalarına verilmeyeceğini ifade eder. Nitekim genelde, fey de Haşr sûresinde zikredilen kimselere hastır ve bunların dışında başkalarına verilmez. Bu yüzdendir ki, Mâlik, Ahmed vb. gibi büyük İslâm bilginleri, Râfı-zîlerin feyde bir hakları bulunmadığına dair fetva vermişlerdir. Çünkü bunlar ne Muhacir ne Ensar, ne de onlardan sonra gelen ve: "Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce geçen iman ehli kardeşlerimizi affeyle..." diyenlerdendir. Medine ehlinin görüşü budur. Şeyhülislâm İbn Teymiye de bunu tercih etmiştir. Kur'an, Hz. Peygamber'in ve. râşid halifelerin tatbikatı da bunu gösterir.
Âlimler zekât âyeti ile humus âyeti hakkında ihtilâf etmişlerdir: İmam Şafiî zekât ve humusun bütün zikri geçen sınıflara taksimi vacibtir ve her sınıftan en az cemi' sigasıyla ifade edilecek sayıda kimselere verilir, görüşündedir.
İmam Mâlik ve Medine fukahası: "Her ikisinde de zikredilen sınıflara verilir, başkalarına verilmez. Her sınıfa ayrı ayrı taksim etmek gerekmez." demişlerdir.
İmam Ahmed ve Ebu Hanife ise, zekât konusunda İmam Mâlik gibi, humus âyeti hakkında da İmam Şafiî gibi düşünmektedirler.
Naslar ve Hz. Peygamber ile Raşid halifelerinin tatbikatı üzerinde düşünenler, Medine fukahasının görüşlerinin isabetli olduğunu, delillerin onları desteklediğini görür. Çünkü Allah Teâlâ, humus sahiplerinin fey sahipleri olduğunu belirtmiş ve onları, haklarında ihtimam göstermek ve takdim etmiş olmak için belirlemiştir. Ganimet sadece savaşa iştirak edenlere ait olduğu ve başkalarının buna ortak edilemeyeceği için, onların beşte birinin humus ehline ait olduğuna dair delil getirilmiştir. Fey belli bir insana mahsus olmadığı için, hepsi onlara, Muhacirlere, Ensara ve bu iki gruba tâbi olanlara kılınmış, humus ile fey harcama yeri açısından eşit tutulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) humusun Allah ve Peygamber hissesini İslâm'ın genel menfaatlerine harcıyordu. Geri kalan humusun beşte dördünü ise önem ve ihtiyaç sırasını gözeterek mahalline sarfediyordu. Bekârlarını evlendiriyor, borçlarını ödüyor, ihtiyaç sahiplerine yardım yapıyor, bekârlarına bir pay, evlilerine iki pay veriyordu. Ne O, ne de halifelerinden biri; yetimleri, yoksulları (miskinler), yolcuları, akrabaları (zevıikurba) toplayarak feyin geri kalan beşte dördünü bu gruplar arasında eşit olarak dağıtmıyorlardı. Nitekim bunu zekâtın taksiminde de yapmıyorlardı. İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) bu konudaki tatbikatı ve rehberliği budur. Konuya açıklık getiren yegâne doğru, O'nun yoludur. [544]
[532] Buharı, 57/19; Müslim, 1059. Enes b. Mâlik'ten.
[533] Buharı, 97/49. Amr b. Tağlib'den.
[534] Buharı, 57/19. Amr b. Tağlib'den.
[535] Buharı, 97/23; Müslim, 1064. Ebu Saîd el-Hudrî'den.
[536] Ebu Davud, 2980; Nesâî, 7/130, 131.
[537] Ebu Davud, 2983. Senedinde Ebu Cafer er-Râzî vardır. Hafızası iyi olmadığı için zayıf bir râvidir.
[538] Buharı, 65/59 (3); Müslim, 1757.
[539] Ebu Davud, 2953; Ahmed, 6/25, 26. İsnadı sahihtir.
[540] Buharî, 57/7; Müslim, 2133; Ebu Davud, 2949; Ahmed, 2/314.
[541] Sad, 38/39.
[542] Haşr, 59/7-10.
[543] Ahmed, 292. Senedinde zayıf râvi olan Muhammed b. Müyesser vardır.
[544] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/190-196.
Hz. Peygamber'in (s.a.) taksim etmekte olduğu mallar üç çeşitti:
1— Zekât,
2— Ganimet,
3— Fey.
Zekât ve ganimetlerin hükmü daha önce geçti. Sekiz sınıfa da birden verilmediğini, bazan tek bir yere dahî verdiğini görmüştük.
Fey hakkındaki hükmüne gelince: Sahih-i Buharî'de sabit olduğuna göre, Huneyn gününde fey'den müellefe-i kulûba taksimde bulunmuş, ondan Ensar'a hiçbir şey vermemişti. Bunun üzerine Ensar, Hz. Peygamber'e serzenişte bulundular. Rasûlullah (s.a.) onlara: "Herkes evine koyunla, deveyle dönerken, siz, Allah'ın Rasûlü ile dönecek ve O'nu kendi yurdunuza götüreceksiniz. (Bu sizin hoşunuza gitmez mi?) Yemin ederim ki sizin beraberinizde götürdüğünüz şey, onların birlikte götürdüklerinden daha hayırlıdır." buyurdu[532]»
Olayın hikâyesi ve içerdiği neticelerden daha önce bahsedilmişti.
Burada anlatmak istediğimiz, Allah Teâlâ'nın fey mallan hakkında Hz. Peygamber'e, diğer mallar için helâl olmayan bazı tasarrufları mubah kıldığım belirtmektir.
Buharî'deki nakle göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ben bazı insanlara veriyor, bazılarını terkediyorum. Vermeyip terkettiklerim, kendilerine verdiklerimden bana daha sevimlidir. "[533]
Yine Buharî'de Hz. Peygamber (s.a.): "İman zaaflarından ve figanlarından korkumdan bazılarına veriyor, bazılarına da, Allah Teâlâ'nın kalplerine koyduğu gönül zenginliği ve hayıra dayanarak vermiyorum. Amr b. Tağlib de bu ikincilerdendir." buyurmuştur. Amr b. Tağlib: "Hz. Peygamber'in (s.a.) benim hakkımdaki bu sözleri karşılığında kırmızı develerimin.olmasını bile asla istemem."[534] demiştir.
Yine Buharî'de şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ali, Yemen'den bir altın külçesi göndermişti. Hz. Peygamber (s.a.) bunu: Akra b. Habis, Zeyd el-Hayl, Alkame b. Ülâse, Uyeyne b. Hısn olmak üzere dört kişiye pay etti. Derken, çukur gözlü, yüksek alınlı, gür sakallı, başı tıraşlı bir adam kalktı ve: "Ya Rasûlallah, Allah'tan kork!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Yazık sana; yeryüzünde Allah'tan en çok korkacak biri varsa o da ben değil miyim?" buyurdu.[535]
Sünerfde şöyle nakledilir: Rasûîullah (s.a.) "zilkurbâ^ yakın akrabalar*' hissesini Hâşimoğulları ile Muttaliboğullarına verdi. Nevfeloğulları ile Abdİ-şemsoğullarını terketti. Bunun üzerine Cübeyr b. Mut'im ile Osman b. Af-fân, Hz. Peygamber'e (s.a.) gittiler ve: "Ya Rasûlallah! Hâşimoğullarmın size olan yakınlığını ve şereflerini inkâr etmiyoruz. Ama Abdülmuttaliboğulları-nın özelliği ne ki onlara verdiniz de bize vermediniz? Biz ve onlar hep aynı durumda değil miyiz?" dediler. Hz. Peygamber onlara: "Biz ve Muttalibo-ğulları ne cahiliyede ne de İslâm'da ayrılmayız. Biz ve onlar aynı şeyiz." buyurdu ve parmaklarını birbirine kenetledi.[536]
Bazı âlimler bu uygulamanın Uz. Peygamber'e has olduğunu ve "zilkurbâ" payının kendisinden sonra Hâşim ve Muttaliboğullarına sarf edildiği gibi Abdişems ve Nevfeloğullarına da harcanacağını ifade etmişlerdir. Çünkü bunların dördü de bir kardeştir ve Abdimenâf in oğullandır. Abdişems ile Hâşim'in ikiz olduğu da söylenir.
Doğrusu şudur: Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hükmü devam etmektedir. Zevilkurbâ hissesi, Hz. Peygamber'in (s.a.) tahsis ettiği Hâşim ve Muttaliboğullarına verilir. "Bu Hz. Peygamber'e ait bir uygulamadır." sözü yanlıştır.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bu uygulamasıyla, Allah Teâlâ'nın yakın akrabalara ayırdığı humusun yerini belirlemiştir. Bu yerlerden öte geçilmez, geri de durulmaz. Şu var ki, Hz. Peygamber (s.a.) bu hisseyi taksim ederken, zengin—fakir ayırımı yapmadan herkese eşit olarak dağıtmıyordu; miras tak-simindeki gibi kadına bir, erkeğe iki pay ayırımına da gitmiyordu. Aksine maslahat ve ihtiyaç prensiplerini göz önünde tutarak onlara harcıyordu; bekârlarını everiyordu, borçluların borcunu ödüyordu, fakirlere geçinebilecekleri kadar veriyordu.
Sünen-i Ebî Davud'a. Hz. Ali şöyle diyor: "Yakın akraba hissesi olan humusu'l-humus'un (beşte birin beşte biri) idaresini Hz. Peygamber (s.a.) bana vermişti. Ben Hz. Peygamber'in hayatında, Ebu Bekir'in hayatında, Ömer'in hayatında bunu yerlerine harcadım."[537]
Hz. Ali'nin bu sözünden, onun beş harcama yerine harcandığına istidlalde bulunmuşlardır. Bu istidlal kuvvetli değildir. Çünkü bu söz olsa olsa Hz. Ali'nin humus'ul-humusu Hz. Peygamber'in (s.a.) harcadığı yerlere harcadığına, başka yerlere vermediğine delâlet eder. Beş sınıfa dağıtılması ile ne ilgisi var? Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti ve yaptığı uygulamalar humusun sarf yerlerini zekâtinki gibi kıldığına, zikredilen sınıflardan dışarı çıkmadığına delâlet etmekte, onu aralarında miras taksimi gibi taksim etmediğini göstermektedir. O'nun yaşantısını ve sünnetini ffprçek anlamda inceleyenler bu konuda şüphe etmezler.
Sahîhayn'da Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir: "Nadîroğullarınm malları; müsîümanların ne at ne de deve koşturmadan, Allah'ın Peygamberine lütfettiği fey mallarındandı ve sadece Peygamber'e hâstı. Ailesinin senelik nafakasını ayırır, geri kalan kısmıyla Allah yolunda hazırlık olmak üzere harp araç-gereçleri satın alırdı."[538]
Sünen'deAvf b. Mâlik'ten nakledilir: "Hz. Peygamber'e (s.a.) fey malları geldiğinde, aynı günde hemen dağıtırdı. Evliye iki pay, bekâra da bir pay verirdi. "[539]
Bu da Hz. Peygamber'in (s.a.), eşi "zilkurba" faslından olmasa bile evliye ihtiyacından dolayı fazla verdiğini gösteriyor.
Fukaha fey konusunda ihtilâf etmişlerdir: Acaba fey Hz. Peygamber'in dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği bir mülkü müdür, yoksa değil midir? Gerek Hanbelî mezhebinde ve gerekse diğerlerinde her iki görüş de vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.) uygulama ve davranışları, kendisinin fey'de Allah'tan aldığı emirle tasarrufta bulunduğunu, Allah'ın emrettiği yere harcadığını, emrettiği kimselere taksim ettiğini; mâlikin mülkünde kendi arzusu ile tasarrufu gibi, dilediğine verecek dilediğine vermeyecek şekilde tasurruf yetkisinin bulunmadığını göstermektedir. O, efendisinden aldığı talimatları yerine getiren, ver dediğine veren, verme dediğine vermeyen bir köle gibi tasarruf ediyordu. Nitekim bunu kendisi de açıklamış ve: "Yemin ederim ben birine veriyor da, diğerini terkediyor değilim. Ben sadece bir taksimatçıyım, emrolunduğum yere koyuyorum."[540] buyurmuştur. Görüldüğü gibi O'nun vermesi, vermemesi, taksimi hep Allah'ın emri ile olmaktadır. Zaten Yüce Allah kendisini "Melik Peygamber" ve "Kul Peygamber" olma arasında muhayyer bırakmış, o da Kul Peygamber olmayı tercih etmiştir.
Aralarındaki fark şudur: "Kul Peygamber", efendisinin ve kendisini gönderenin emri olmadan hiçbir tasarrufta bulunmaz. "Melik Peygamber" ise dilediğine verebilir, dilediğinden meneder. Nitekim yüce Allah, Melik peygamber Hz. Süleyman hakkında: "İşte bizim bağışımız budur: İster ver, ister tut, hesap yoktur."[541] buyurmuştur. Yani: Dilediğine ver, dilediğine veı-me, seni hesaba çekmeyeceğiz, demektir. Bu mertebe Hz. Peygamberimize arzedilmiş, ancak O buna rağbet etmeyerek daha üst makamı, yani küçük büyük her konuda efendisinden aldığı emirle hareket edilen halis kulluk makamını istemiştir.
İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) fey konusundaki tasarrufu bu şekildendir. O fey'e mâliktir, ama diğer mâliklerden farklıdır. Bu yüzdendir ki, müslü-manlann ne bir at ne de bir deve koşturmadan Allah Teâlâ'nın kendisine verdiği bu fey mallarından, o önce kendisinin ve ailesinin yıllık nafakasını ayırıyor* geri kalanlarını ise Allah yolunda cihad için gerekli araç-gereç tedarikine ya-tınyordu. Mallar içerisindeki işte bu kısım hakkında Hz. Peygamber'den (s.a.) sonra çekişmeler olmuş ve günümüze kadar da ihtilâflar devam etmiştir.
Zekât mallan, ganimetler ve mirasın taksiminde hak sahipleri bellidir ve başkaları onlara ortak edilmez. Bu konuda daha sonra gelen yöneticiler için, fey konusundaki müşkiller gibi hiçbir müşkil çıkmamış, çekişmeler olmamıştır. Eğer feyin durumu da bu mallar gibi açık ve net olsaydı; Hz. Peygamber'in (s.a.) kızı Fâtıma, kalkıp da Peygamberimizin terekesinden miras talebinde bulunmaz, mâlik olduğu şeylere —diğer mâliklerde olduğu gibi— vâris olunacağı zehabına kapılmazdı. O'ndan geride kalan mülke vâris olunamayacağı, ölümünden sonra bu malların sadaka hükmünde olacağı hakikatini kavrayamamıştı. Hz. Peygamber'in (s.a.) vefakâr ve râşid halifesi Ebu Bekir Sıddîk ve ondan sonra gelen halifeler bu durumu bildikleri için, Hz. Peygamberin (s.a.) fey olarak geride bıraktığı mallarını miras kabul ederek vârisleri arasında taksime gitmemişler, aksine onların idaresini Hz. Ali ile Hz. Abbas'a vermişler ve Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı gibi tasarrufta bulunmalarını istemişlerdir. Hz. Ali ile Abbas arasında bu konuda anlaşmazlık çıkıp, meseleyi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'e götürdüklerinde, onlardan hiç birisi bunu miras olarak taksim etmemiş, Hz. Abbas ve Hz. Ali'ye de onda tasarrufta bulunma imkânı vermemişlerdir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından peygamberine verdiği ganimetler (fey); Allah, peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet (zenginlik) olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. Allah'ın verdiği bu fey mallan, yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine, peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. îşte doğru olanlar bunlardır. Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar... Bunların arkasından gelenler: 'Rabbimiz; bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş din kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma' derler."[542]
Yüce Allah bu âyeti kerimelerde, Rasûlü'ne fey olarak verdiği malların bütün olarak, âyette zikri geçen kimselere ait olduğunu haber vermiş, fey toplamının her beşte birinin ayrı ayrı zikredilen gruplara ait olduğunu ifade etmemiştir. Aksine umumî olarak, mutlak bir ifade ile hepsini içine alacak şekilde beyanda bulunmuştur. Bu mallar öncelikle hususî harcama yerlerine harcanır ki bunlar humus ehlidir. Sonra da genel harcama yerlerine sarfedilir. Bunlar da Muhacirler, Ensar ve kıyamete dek onların yolundan gidenlerdir. Bizzat Hz. Peygamber ile Râşid halifelerin uygulayageldikleri şey, bu âyetlerde istenilen şeyin ta kendisidir. Bu yüzden, İmam Ahmed ve başkalarının rivayetine göre Hz. Ömer şöyle demiştir:
"Bu malda hiçbir kimse diğerinden daha fazla hak sahibi değildir. Ben de, herhangi birinden daha çok hak sahibi değilim. Yemin ederim ki, bu malda köleler hariç, hiçbir müslüman yoktur ki, onun hakkı olmasın. Ancak Allah'ın kitabındaki yerimize göre öncelik tanırız. Allah Rasûlü'nden başlarız. Sonra sıra ile kişinin İslâm'da çektiği sıkıntı, İslâm'a girişdeki önceliği, İslâm'a verdiği hizmeti ve kişinin ihtiyacını prensip olarak ele alırız. Allah'a yemin ederim ki, eğer yaşarsam, San'a'da dağda malını otlatan çobanın da bu maldaki hakkı mutlaka kendisine ulaşacaktır."[543]
Bu fey âyetinde zikredilen kimseler, humus âyetinde zikredilen kimselerle aynıdırlar. Humus âyetine, Muhacirler, Ensar ve onlara tabi olanlar girmemektedirler. Çünkü onlar feyin cümlesinde hak sahibidirler. Ehl-i humusun ise iki istihkakı vardır: İ) Humustan özel istihkak, 2) Feyin cümlesinden olan genel istihkak. Bunlar her iki paya da dahildirler.
Nasıl ki, fey genelinin taksimi, miras, vasiyyet, normal mülk gibi müşterek mülklerin taksimi biçiminde yapılmıyor ve ihtiyaca, genel menfaate, İslâm'da gözetilen fedakârlık ve çekilen sıkıntılara göre yapılıyorsa, humusun, humus ehline taksimi de öyledir. Çünkü Allah'ın kitabında, her ikisinin de kaynağı birdir. Beş zümreye özel olarak temas etmek, bunların mutlaka fey dağıtılacaklar arasına alınacağını ve hiçbir türlü çıkarılamayacaklarını, nasıl ki zekât, belirlenen sarf mahallerinin dışına verilemezse, humusun da zikredilenlerden başkalarına verilmeyeceğini ifade eder. Nitekim genelde, fey de Haşr sûresinde zikredilen kimselere hastır ve bunların dışında başkalarına verilmez. Bu yüzdendir ki, Mâlik, Ahmed vb. gibi büyük İslâm bilginleri, Râfı-zîlerin feyde bir hakları bulunmadığına dair fetva vermişlerdir. Çünkü bunlar ne Muhacir ne Ensar, ne de onlardan sonra gelen ve: "Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce geçen iman ehli kardeşlerimizi affeyle..." diyenlerdendir. Medine ehlinin görüşü budur. Şeyhülislâm İbn Teymiye de bunu tercih etmiştir. Kur'an, Hz. Peygamber'in ve. râşid halifelerin tatbikatı da bunu gösterir.
Âlimler zekât âyeti ile humus âyeti hakkında ihtilâf etmişlerdir: İmam Şafiî zekât ve humusun bütün zikri geçen sınıflara taksimi vacibtir ve her sınıftan en az cemi' sigasıyla ifade edilecek sayıda kimselere verilir, görüşündedir.
İmam Mâlik ve Medine fukahası: "Her ikisinde de zikredilen sınıflara verilir, başkalarına verilmez. Her sınıfa ayrı ayrı taksim etmek gerekmez." demişlerdir.
İmam Ahmed ve Ebu Hanife ise, zekât konusunda İmam Mâlik gibi, humus âyeti hakkında da İmam Şafiî gibi düşünmektedirler.
Naslar ve Hz. Peygamber ile Raşid halifelerinin tatbikatı üzerinde düşünenler, Medine fukahasının görüşlerinin isabetli olduğunu, delillerin onları desteklediğini görür. Çünkü Allah Teâlâ, humus sahiplerinin fey sahipleri olduğunu belirtmiş ve onları, haklarında ihtimam göstermek ve takdim etmiş olmak için belirlemiştir. Ganimet sadece savaşa iştirak edenlere ait olduğu ve başkalarının buna ortak edilemeyeceği için, onların beşte birinin humus ehline ait olduğuna dair delil getirilmiştir. Fey belli bir insana mahsus olmadığı için, hepsi onlara, Muhacirlere, Ensara ve bu iki gruba tâbi olanlara kılınmış, humus ile fey harcama yeri açısından eşit tutulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) humusun Allah ve Peygamber hissesini İslâm'ın genel menfaatlerine harcıyordu. Geri kalan humusun beşte dördünü ise önem ve ihtiyaç sırasını gözeterek mahalline sarfediyordu. Bekârlarını evlendiriyor, borçlarını ödüyor, ihtiyaç sahiplerine yardım yapıyor, bekârlarına bir pay, evlilerine iki pay veriyordu. Ne O, ne de halifelerinden biri; yetimleri, yoksulları (miskinler), yolcuları, akrabaları (zevıikurba) toplayarak feyin geri kalan beşte dördünü bu gruplar arasında eşit olarak dağıtmıyorlardı. Nitekim bunu zekâtın taksiminde de yapmıyorlardı. İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) bu konudaki tatbikatı ve rehberliği budur. Konuya açıklık getiren yegâne doğru, O'nun yoludur. [544]
[532] Buharı, 57/19; Müslim, 1059. Enes b. Mâlik'ten.
[533] Buharı, 97/49. Amr b. Tağlib'den.
[534] Buharı, 57/19. Amr b. Tağlib'den.
[535] Buharı, 97/23; Müslim, 1064. Ebu Saîd el-Hudrî'den.
[536] Ebu Davud, 2980; Nesâî, 7/130, 131.
[537] Ebu Davud, 2983. Senedinde Ebu Cafer er-Râzî vardır. Hafızası iyi olmadığı için zayıf bir râvidir.
[538] Buharı, 65/59 (3); Müslim, 1757.
[539] Ebu Davud, 2953; Ahmed, 6/25, 26. İsnadı sahihtir.
[540] Buharî, 57/7; Müslim, 2133; Ebu Davud, 2949; Ahmed, 2/314.
[541] Sad, 38/39.
[542] Haşr, 59/7-10.
[543] Ahmed, 292. Senedinde zayıf râvi olan Muhammed b. Müyesser vardır.
[544] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/190-196.