- Liândaki diğer hükümler

Adsense kodları


Liândaki diğer hükümler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 26 May 2011, 01:01 pm GMT +0200
7— Liândaki Diğer Hükümler:

 

İbn Abbas'ın sözü: "Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve çocuğun baba adı ile çağrılmamasına, ne kadın na de çocuğa zina isnadında bulunulmama-sına hükmetti. Kim kadına veya çocuğuna zina isnadında bulunursa üzerine iftira cezası gerekeceğini bildirdi. Talâk yoluyla ayrılmadıklarından, ölüm sebe­biyle iddet içinde de olmadığından, kadın lehine, koca üzerine mesken ve nafa­ka sabit olamayacağına hükümde bulundu." şeklinde idi.

Sehl de: "Çocuğu anasının adı ile çağrılırdı. Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere çocuğun anneye, annenin de çocuğa varis olması uygulanagelen sünnet oldu." demişti.

Yine o: "Liânda bulunanların ayrılması ve bir daha ebedî olarak bir araya gelememeleri sünnet halinde devam etti." demişti.

Zührî, Sehl b. Sa'd'den: "Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve: Bir daha ebedî olarak bir araya gelemezler, buyurdu" dediğini nakletmişti.

Olayda koca: "Ya Rasülullah! Ya (mehir olarak verdiğim) malım (ne olacak)?" diye sormuş. Hz. Peygamber de: "Sana mal yok. Eğer kadın hakkın­da doğru söylediysen, o, fercinden helal olarak istifaden karşılığında olur. Eğer yalan söylediysen, bu mal talebi senin için ondan daha uzaktır." buyur­muştu.

Bu ifadeler on hüküm içermektedir:

Birinci hüküm: Liânda bulunan eşler ayrılır: Bu konuda beş görüş bulun­maktadır:

Ayrılık yalnız başına zina isnadında (kazif) bulunmasıyla meydana gelir. Bu Ebu Ubeyd'in görüşüdür. Cumhur ona bu hususta muhalefet etmiş, sonra kendi aralarında ihtilâfa düşmüşlerdir: Câbir b. Zeyd, Osman el-Bettî, Muham-med b. Ebî Süfre ve Basra fukahasından bir grup: "Liânla ayrılık asla vuku bulmaz.*' görüşündedirler. îbn Ebî Süfre: "Liân evlilik bağını kesmez." demiş­tir. Bunlar görüşlerine delil olmak üzere şöyle diyorlar: Hz. Peygamber (s.a.) liân sonrasında Uveymir'in verdiği talakı tepki ile karşılamamiştır. O kadına talak vermiş ve zina ettiğini söylediği bir kadını nikâhında tutmaktan ve onu tutmakla kendisinin yalan söylediğine bir delil ikame etmiş olmaktan kendi nefsini tenzih etmiştir. Hz. Peygamber de onun bu yaptığını şer'î uygulama (sünnet) kılmıştı.

Ulemanın büyük çoğunluğu, bunlara karşı çıkmış ve: "Liân ayrılığı gerek­tirir." demişlerdir. Daha sonra bunlar kendi aralarında üç mezhebe ayrılmış­lardır:

Birincisi: Ayrılık sadece kocanın liânda bulunmasıyla —kadın lianda bulunmasa bile— gerçekleşir. Bu görüş, İmam Şafiî'nin yalnız başına benim­sediği görüşlerinden birisidir. Şöyle delil getirmektedir: Bu, söz ile hasıl olan bir aynlıktır. Dolayısıyla talakta olduğu gibi sadece kocanın sözüyle gerçekleşir.

İkinci mezheb: Her İkisinin liâm ile birlikte gerçekleşir. Karşılıklı Hânla­rı tamamlandığında ayrılık hasıl olur, hâkimin ayırmasına gerek yoktur. Ebu Bekir de bunu tercih etmiştir. İmam Mâlik ve Zahirîlerin görüşleri de bu doğrul­tudadır. Bunlar görüşlerini şöyle delillendirmişlerdir: Şeriat, karşılıklı liânda bulunan eşleri ayırma hükmünü getirmiştir. Sadece kocanın liânda bulunma­sıyla bunlar, karşılıklı liânda bulunmuş olmazlar. Hz. Peygamber eşlerin arasını sadece liân işi tamamlandıktan sonra ayırmıştır. Liânm tamamlanmasından önce ayrılığın hasıl olacağım söylemek, sünnetin delâlet ettiği şeye ve Hz. Peygamber'İn uygulamasına ters düşer. Hem "liân" kelimesi ayrılığı gerek­tirmez. Zira bu, ya kadının zina ettiğine dair yapılan bir yemindir ya da buna bir şehadettir. Bunların her ikisi de ayrılığı gerektirmez. Şeriat, Hânın tamam­lanmasından sonra aralarının ayrılması hükmünü, sadece açık bir maslahat­tan dolayı getirmiştir. Bu maslahat da şudur: Yüce Allah eşler arasına sevgi, muhabbet ve şefkat koymuş, her birisini diğeri için bir huzur ve sükun kaynağı kılmıştır. Bu İse zina isnadıyla ortadan kalkmıştır. Koca, karışım rezillik rüsvay-lık ve ar makamına dikmiştir. Eğer isnadında yalancı ise, onu rezil rüsvay etmiş, ona bühtanda bulunmuş, ona onulmaz bir yara açmış, hem kendisi­nin, hem de kavminin başlarını eğdirmiş ve herkesin gözü önünde namusunu lekelemiştir. Eğer kadın yalancı ise, kocanın yatağına ihanet etmiş, bir fahi­şenin kocası olmak şeklinde büyük bir ar duymasına, rezil rüsvay olmasına maruz bırakmış, başkasından aldığı çocuğu ona nisbet etmliştir. Bütün bunlar­dan sonra, aralarında evliHkten istenen saygı, sevgi, muhabbet, huzur ve süku­nun hasıl olma imkânı kalmamıştır. Bu durumda eşler arasını ayırmak ve

< bunları ebediyyen birbirlerine haram kılmak İslâm şeriatinin güzel yönlerin­den olacaktı, öyle de oldu. Görüldüğü üzere bu, sadece kocanın Hânının bir kısmı üzerine terettüp etmeyeceği gibi, liânın bir kısmı üzerine de terettüp etmez' (tamamı üzerine terettüp eder).

Sonra liân, tarafların yeminleri ile sabit olan bir fesihtir, ihtilâf anında taraflardan birisinin yanaşmaması durumunda bey' akdinin feshedilemeye-ceği gibi, burada da tek tarafın yeminleri ile fesih gerçekleşmez.

Üçüncü mezheb: Ayrılık ancak Hânın tamamlanması ve hâkimin ayır­ması ile gerçekleşir. Bu da Ebu Hanife'nin mezhebidir. İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten birisi de böyledir. el-Hırakî'nin sözünün zahirinden anla­şılan da budur: O şöyle diyor: "Ne zaman ki liânda bulunurlar, hâkim arala­rını ayırır ve bir daha ebedî olarak bir araya gelemezler."

Bu görüşün sahipleri, hadiste geçen, İbn Abbas'm: "Hz. Peygamber (s.a.) aralarını ayırdı." sözünü delil olarak kullanmışlardır. Bu ifade, ayrılığın tefrik­ten önce hasıl olmadığını içerir. Yine Uveymir'in: "Eğer onu tutarsam, üzerine iftira etmiş oldum ya Rasûlallah!" deyip de Hz. Peygamber'İn emrinden önce, huzurunda üç talâkla onu boşamasını da delil olarak kullanmışlardır. Bu iki açıdan delil olmaktadır: Birincisi: Bu ifade, liân sonrasında kocanın zevcesi­ni tutma imkânı olduğunu gerektirir. İkincisi de talâkın vukuu. Eğer ayrılık (tefrikten önce) sadece liân ile sabit olsaydı, bu iki durumdan hiçbirisi sabit olmazdı. Sehl b. Sa'd'ın hadisinde: "O (karısını) üç talâkla boşadı ve Hz.Peygamber onu icraya koydu." ifadesi de bulunmaktadır. Bunu Ebu Davud rivayet etmiştir.[1040]

Hâkimin tefrikine ihtiyaç duymadan, sadece Hânın tamamlanmasıyla ayrı­lığı gerekli görenler şöyle demektedirler: Liân —ilerde de bahsedeceğimiz gibi— ebedi haramhğı gerektiren bir tasarruftur. Dolayısıyla, süt emme durumun­da olduğu gibi haramhğı doğması hakimin ayırmasına bağlı değildir. Hem ayrılık, hâkimin fefrikine bağlı olmasaydı, o takdirde ayıp ve nafaka temi­ninde bulunamama sebepleriyle tefrikte olduğu gibi, eşlerin istememesi duru­munda, ayrılığa gidilmemesi caiz olur.

İbn Abbas'ın, "Hz. Peygamber (s.a.) aralarını ayırdı." sözü üç şeye muhtemeldir: 1) Ayırma tasarrufu kurma, 2) Ayrılığı bildirme, 3) Ayrılığın gereği olan bedenî ayrılıkla erkeği bağlama (ilzam).

Uveymir'in: "Onu eğer tutarsam, üzerine iftira etmiş oldum." sözüne gelince, bu onun liândan sonra şer'an zevcesini nikâhında tutmağa mezun (izin­li) olduğuna delâlet etmez. Aksine, her ne kadar durum artık ayrılığa yüz tutmuşsa da, bizzat kendisi de ona koşmuş mânası çıkmaktadır. Verdiği üç talâk ise, zaten vuku bulmuş ayrılığı perçinlemekten başka bir katkı getirme­miştir. Çünkü kadın zaten üzerine ebedi olarak haram olmuştur. Talâk ise bu haramlık için sadece bir tekittir. Sanki o, "Bundan böyle artık o bana helâl olmaz." demiş gibi olur. Talâkın koca aleyhine icraya konması ise, onun gereği olan haramhğı ortaya koymak, yerleştirmek demektir. Zira kadın Hân ile artık ebedî olarak kocaya haram olunca, üç talâk Hânla zaten vukubul-muş olan haramhğı tekit demek olur. Onu icraya koyması işte bu demektir. Hz. Peygamber (s.a.) tepkiyle karşılamayip, konuştuğu şeyi ve onun gereğini tasviple karşılaşınca, bu Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilen bir icra olarak sayılmıştır. Hem Sehl, Hz. Peygamber'in: "Talâkın vaki oldu." şeklin­deki bir sözünü de nakletmemiştir. O sadece olaya tanık olmuş, Hz. Peygam­ber'in talâkı tepkiyle karşılamadığını gözlemiş ve bunun bir icra olduğunu zannetmiştir. Yaptığımız izah açısından da onun böyle bir neticeye varması doğrudur.

. İkinci hüküm: Liândan doğan ayrılık fesihtir; talâk değildir.

İmam Şafiî, Ahmed ve onlar doğrultusunda düşünenler bu görüştedir­ler. Bunların delilleri şöyledir: Liân ayrılığı, ebedî haramhğı gerektiren bir ayrılıktır. Dolayısıyla süt emme neticesinde meydana gelen ayrılık gibi fesih olur. Sonra "liân" sözcüğü talâk konusunda sarih değildir, koca onunla talâka da niyet etmemiştir, dolayısıyla Hânla talâk vuku bulmaz. Eğer "liân" talak hakkında sarih ya da kinaye lafızlardan olsaydı, sadece kocanın Hânda bulun-masıyia talâk gerçekleşir, kadının Hânına da bağlı kalmazdı. Yine eğer o talâk olsaydı, kendisiyle zifafda bulunulmuş eş için bedelsiz bir talâk olduğu ve üç niyeti de bulunmadığı için ric'î bir talâk olacaktı. Sonra talâk kocanın elin­dedir; dilerse boşar, dilerse tutar. Bu fesih ise, bizzat şeriatın emri gereğidir ve kocanın ihtiyarı ile değildir. Öbür taraftan üstelik karşılıklı rıza neticesin­de hulû yolu ile meydana gelen ayrılık, sünnet, sahabe kavilleri ve Kur'ân'ın delâleti ile talâk değü de fesih olmaktadır. Bu durumda liân neticesi meyda­na gelen ayrılık nasıl talâk olabilir?

Üçüncü hüküm: Ebedî haramlık: Liân sonrası ayrılık ebedî haramhğı gerektirir ve eşlerin bir daha asla birleşmeleri mümkün değildir. Evzaî, Zebîdî— Zührî—Sehl b. Sa'd senediyle, Hânda bulunan eşlerle ilgili olayı nakletmiş ve râvi Sehl: "...ye Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve: 'Bir daha ebediyyen bir araya gelemezıer...' buyurdu." demiştir.[1041]

Beyhakî de Saîd b. Cübeyr hadisinde İbn Ömer'den, Hz. Peygamber'in: "Liânda bulunan eşler ayrıldığı zaman, bir daha ebedi olarak bir araya gele­mezler." buyurduğunu nakleder[1042]

Hz. Ali ile Abdullah b. Abbas'ın (r. anhum): "liân yapan eşlerin ebedî olarak bir araya gelememeleri uygulanageen sünnet, olmuştur."[1043] dedikle­rini rivayet etmiştir. Ömer b. el-Hattâb'dan da: "Aralan ayrılır ve ebedi olarak bir araya gelemezler."[1044]dediği rivayet edilir.

İmam Ahmed, Şafiî, Mâlik, es-Sevrî, Ebu Ubeyd ve Ebu Yusuf hep bu görüştedirler.

İmam Ahmed'den başka bir rivayet daha vardır ve: "Şayet koca kendi­sini yalanlarsa, kadın kendisine hela! olur ve evlilik yatağı eski halini alır." şeklindedir. Bu şâz bir rivayettir ve İmam'dan yalnız başına Hanbel rivayet etmiştir. Ebu Bekir: "Ondan başka birisinin bunu rivayet ettiğini bilmiyo­ruz." demiştir. İbn Kudâme, ei-Muğnî'de: "Bu rivayet, aralan ayrılmadığı zaman için sözkonusu olmalıdır. Yoksa hâkimin aralarını ayırması iie birlik­te nikâhın eski hali üzere kalmasının bir izahı yoktur." diyor.

Ben derim ki: Rivayet kayıtsız (mutlak)dır ve haramlığm devamı konusunda hâkimin tefrikinin bîr etkisi yoktur. Zira bizzat Hânla meydana gelen ayrılık, hâkimin tefriki ile hasıl olan ayrılıktan daha güçlüdür. Eğer kocanın kendisini yalanlaması bu güçlü ayrılık üzerinde etkili olabiliyor ve ondan doğan haramhğı kaldırabiliyorsa; ondan daha aşağı mertebede olan ayrılık üzerin­de etkili olup, haramlığıni kaldırması öncelikli olarak söz konusu olur.

Biz, "Bizzat Hânla meydana gelen ayrılık, hâkimin tefriki ile hasıl olan ayrılıktan güçlüdür.*' sözümüzü sadece şunun için söyledik: Çünkü îiânın ayrı­lığı, Allah ve Rasûlü'nün hükmüne dayanır; hâkim ya da tarafların tefrikten razı olup olmamaları arasında bir fark yoktur. O, onlardan hiç birisinin rıza­sına bakılmaksızın, tercihi aranmaksızın Sâri' Teâlâ tarafından konulan bir ayrılıktır. Hâkimin tefriki neticesindeki ayrılık ise Öyle değildir. Zira o sade­ce kendi tercihi ile ayırır.

Yine şunun için söylemiş olduk ki, Hânın, güçlü olması sebebiyle bizzat kendisi tefriki gerektirmektedir. Liânın hâkimin tefrikine bağlı olması duru­munda ise böyle değildir. Çünkü o takdirde, ayrılığı gerektirme babında bizzat liân yeterince kuvvetli olamamakta, onun üzerinde bir yetkisi bulunamamak­tadır. Bu rivayet aynı zamanda Saîd b. el-Müseyyeb'in mezhebidir. O: "Eğer kendisini yalanlarsa, o da taliplerden birisidir." demiştir. İmam Ebu Hanife ile Muhammed'in görüşleri de bu doğrultudadır. Bu onun prensibine uygun­dur. Çünkü ona göre Iiândan doğan ayrılık talâktır. Saîd b. Cübeyr ise: "Eğer kendisini yalanlarsa, kadın iddet içerisinde olduğu sürece, kendisine geri iade edilir." demiştir.

Doğrusu, sahih ve sarih sünnetin delâlette bulunduğu birinci görüştür, sahabe kavilleri de bu doğrultudadır. Liânın hikmeti de bunu gerektirir ve başka türlü olamaz. Çünkü Allah'ın lanet ve gazabı şüphesiz ikisinden biri üzerine inmiştir. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber (s.a.) beşinci şehadet sıra­sında: "O mutlaka (ilahî vaîdi, lanet ya da gazabı) gerekli kılandır." buyur­muştur. Biz ise, hangisinin üzerine indiğini yakînen bilmiyoruz. Dolayısıyla; ola ki erkek, laneti üzerine vacib kılmış ve onunla dönmüştür, o haliyle mel'un olmayan bir kadın üzerinde egemen olur. Bu ise ilahî hikmetle bağdaşmaya­cak bir husustur. Nitekim, kâfirin müslüman kadın, zinakâr erkeğin de iffet­li kadın üzerine egemenliğini şer'î hikmet kabul etmemiştir. İşte bu endişey­ledir ki, araları ayrılır.

O zaman kocanın, zikrettiğiniz bu aynı endişeden dolayı başka kadınla evlenmemesi gerekir, denilebilir..

Cevaben diyoruz ki: Hayır bu gerekmez. Zira biz lanete uğrayanın o oldu­ğunu kesin olarak bilmiyoruz; ama ikisinden birisinin mel'un olduğunu kesin biliyoruz, fakat tayini konusunda şüphe ediyoruz. Dolayısıyla, ikisi bir araya geldiğinde mutlaka şu iki şeyden birisi ona gerekecektir: Ya bu (yani kendisi melun, kadın masum), ya da Allah'ın gazabına uğramış, üzerine onun gaza­bı ve hışmı vacip olmuş mel'un bir kadını tutmuş olacaktır. Başka bir kadın­la evlenmesi, yahut da kadının başka bir erkekle evlenmesi durumlarında ise, her ikisi hakkında da bu mefsedet   bulunmayacaktır.

Hem sonra, eşlerden her birisinin diğerine karşı yapmış olduğu kötülü­ğün ortaya çıkardığı nefret ve kin asla zail olmayacaktır. Çünkü erkek eğer kadına olan isnadında doğru idiyse, onun yaptığı rezaleti yaymış, onu herke­sin gözü önünde rezil rüsvay etmiş, horluk makamına dikmiş ve onun üzerinde rüsvaylık ve gazabı gerçekleştirmiş, çocuğunun nesebini kesmiştir. Eğer yalancı idiyse, bütün bunlara ilâveten kadına bu büyük iftira ile bühtanda bulunmuş, onu kalbinden vurmuştur. Kadın eğer doğru idiyse, herkesin gözü önünde onu yalancı ilan etmiş ve üzerine Allah'ın lanetini vacip kılmıştır. Eğer yalancı idiyse kocanın yatağmı (harim-i ismetini) fesada vermiş, ona ihanet etmiş, onu rezil rüsvay edip, ara boğmuş ve bu zor duruma (Hana) onu mecbur kılmış­tır. Netice itibariyle, her biri için diğeri hakkında son derece nefret, tedirgin­lik ve suizan ortaya çıkmıştır. Öyle ki bu duygularla onların bir arada tutul­maları asla mümkün değildir. İşte bu durumu göz önünde bulunduran yüce hikmet sahibi, tamamıyla hikmet, maslahat, adalet ve rahmet olan şeriatın koyucusu yüce Allah, liânda bulunan eşlerin aralarının kesinlikle ayrılması­na ve sadece mefsedet olacak olan beraberliğin kaldırılmasına hükmetmiştir. İlahî hikmet bunu gerektirmiştir.

Yine eğer koca kadına olan isnadında yalancı ise, yaptığı bunca kötülü­ğe rağmen onu tutmasına imkân vermek uygun olmaz. Eğer doğru ise, bu takdirde de, onun durumunu bildiği halde tutması ve fahişe bir kadının kocası olmaya razı olması hoş bir şey değildir.

Soru: Zevce cariye olsa ve Hândan sonra onu satın alsa, acaba mülkiyet yoluyla onunla ilişkide bulunması kendisine helâl olur mu?

Cevap: Olmaz. Çünkü liânın haramlığı ebedî haramlıktır. Dolayısıyla süt emme durumunda olduğu gibi onu satın almakla kendisine helâl olmaz. Hem üç talâkla boşayan koca, boşadığı cariyeyi satın alacak olsa, başka biriyle evle­nip, zifaf vuku bulmadıkça kendisine helâl olmamaktadır. Buna göre bura­da helâl olmaması evleviyet arzeder. Çünkü Hânın doğurduğu haramlık ebedî haramlıktır. Talâkın haramlığı ise öyle değildir, şer'î tahlil ile ortadan kalkar.

Dördüncü hüküm: Zifaf sonrasında vuku bulan Hânla mehir düşmez, koca verdiği mehri geri isteyemez. Zira o eğer doğruysa, onun kadınlığından mehir mukabilinde istifadede bulunmuştur. Yok yalansa öncelikle rücu edemeye­ceği ortadadır.

Soru: Liân zifafdan önce olsa ne dersiniz? Kocanın üzerine mehrin yarı­sını mı vermesi gerekir, yoksa tümden düşer mi?

Cevap: Bu konuda ulemanın iki görüşü vardır ve her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak nakledilmiştir. Görüşlerin çıkış noktası şudur: Eşle­rin ayrılık sebebi liânda olduğu gibi her ikisi tarafından olabilir veya hem eşler hem de üçüncü bir şahıs tarafından olabilir. Meselâ, üçüncü bir şahıstan, zevce­nin zifaftan önce köle kocasını satın alması durumunda olduğu gibi. Acaba bu gibi ayrılıklarda hareket noktası ne olacaktır: Yalnız başına zevcenin ayrılığa sebep olması durumunda olduğu gibi, zevce tarafı ağır bastırılarak mehrin tamamı düşürülecek midir? Yoksa koca tarafı galebe çalınarak ve koca (mehrin) düşürülmesi sebebinde bizzat dahildir ve onu satan efendi, köle kocayı cariyeye satmakla mehrin düşürülmesine sebep olmuştur denilerek mehrin yansı mı Ödenecektir?

İşte bu temel meselede iki görüş vardır ve kaide olarak koca tarafından sebep olunan her aynlık, talakında olduğu gibi mehrin yansını gerektirir. Sade­ce kadında bulunan bir ayıptan ya da ileri sürdüğü bir şartın bulunmaması neticesinde kocanın feshe gitmesi bundan müstesna olmaktadır; zira bu durum­da mehrin tamamı düşmektedir. Her ne kadar fesheden koca ise de, fesih sebebi kadın tarafında bulunmakta, onu feshe iten bizzat kadın olmaktadır.

Şayet aynlık kocanın müslüman olması sebebiyle meydana gelirse, acaba mehir düşer mi, yoksa yarıya mı iner? İki rivayet vardır. Düşer diyen rivaye­tin izahı şöyledir: Koca İslâm'a girmekle üzerine vacip olanı yapmıştır, kadın ise üzerine vacip olandan kaçınmaktadır; dolayısıyla İslâm'a girmekten kaçın-masıyla mehrinin düşmesine kendisi sebep olmaktadır.

"Yarıya iner" şeklindeki rivayetin izahı da, "fesih sebebinin koca tara­fından olduğu" şeklindedir.

Soru: Hulû hakkında ne dersiniz? Mehri yarıya mı indirir yoksa tümden mi düşürür?    .

Cevap: Eğer "Hulu talâktır." dersek, yanya indirir. Yok "fesihtir" dersek o zaman Hanbelî âlimlerimize göre iki vecih vardır. Birincisi: Koca tarafı ağır bastırılır ve mehrin yarısı gerekir. İkincisi: Mehir düşer. Çünkü koca yalnız başına feshe sebep olmamıştır. Bence; eğer hulû bir üçüncü şahısla yapılmış­sa (yani hulû bedelini bir başkası vererek ayrılık talebinde bulunmuşsa) o takdirde tek vecih şeklinde (ihtilâf yok) mehrin yarısı gerekir. Kadınla yapıl­mışsa o takdirde iki vecih (görüş) vardır.

Soru: Ayrılık, köle kocanın, cariye zevcesini efendisinden satın almak suretiyle meydana gelse, mehir düşer mi, yarıya mı iner?

Cevap: İki vecih vardır. Birincisi: Düşer. Çünkü mehre hak sahibi olan (efendi), cariyeyi satmakla mehrin düşürülmesine sebebiyet vermiştir. İkinci­si: Yanya iner. Çünkü koca, onu satın almak suretiyle ayrılığa sebebiyet vermiş­tir.

Kadın tarafından sebep olunan her ayrılık, mehri düşürür. Meselâ kadın irtidat etse veya nikâhının feshini gerektirecek birisini emzirse, yahut koca nafaka temininden âciz olduğu için veya ondaki bir ayıptan dolayı nikâhı feshe­decek olsa, mehri düşer.

Şöyle denilebilir: Siz, "Kadın, kocadaki bir ayıptan dolayı nikâhı feshe­derse mehri düşer, çünkü aynlık kendi tarafından gelmiştir." diyorsunuz. Yine: "Koca kadındaki bir ayıptan dolayı feshe giderse yine mehir düşer." diyor­sunuz. Bu ikinci durumda feshi koca tarafından kabul edip, mehrin yansım gerekli kılmıyorsunuz. Öbür tarafdan kadın, kocadaki ayıptan dolayı feshe giderse, onu kadın tarafından gelen bir aynlık olarak kabul ederek mehri düşü­rüyorsunuz. Aradaki fark nedir?

Cevaben şöyle denilebilir: Koca mehri, sadece kusurdan uzak bir kadın için vermiştir. Öyle olmadığı ortaya çıkıp da feshe gittiği zaman verdiği mehri geri ister. Nitekim, zifafa girip hiçbir şey yapmadan geri gitmesi durumunda koca üzerine mehirden bir şey gerekmez. Aynı şekilde, kadın kocada bulu­nan bir kusurdan dolayı nikâhı feshetse ve kendisini de kocaya teslim etme­miş olsa, koca üzerinde bir mehir hakkı doğmaz.

Beşinci hüküm: Liân sebebiyle kadına nafaka ve mesken hakkı yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) böyle hükmetmiştir. Bu koca için ricat imkânı oîmayan boşanmış kadınlar hakkındaki hükmüne uygundur. Açıklaması inşa-allah ileride gelecektir. Allah'ın Kitabı'na da uygundur ve hiçbir muhalif de yoktur. Hatta Hân sonucunda kadının nafaka ve mesken haklarının düşmesi, bâin talâkla boşanmış kadının bu haklarının düşmesinden daha da öncelik arzeder. Zira bâin talakla boşanmış kadını, koca iddeti içerisinde —eğer talâk üç sayısına ulaşmamışsa— yeniden nikahlayabilir. Liânla ayrı düşen kadını ise ne iddet içerisinde, ne de sonrasında ebedî olarak nikahlaması mümkün değildir. Dolayısıyla onun nafaka ve mesken hakkının olması için asla bir gerekçe yoktur. Evlilik bağı, liânda tamamen ve bir daha yeniden bağlana-mayacak şekilde kopmaktadır.

Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği hükümler birbirlerine uygunluk arzeder. Bütünüyle onlar aynı zamanda Allah'ın Kİtabı'ına ve insanların adaleti İkame etmeleri için indirdiği teraziye yani sahih kıyasa da uygundurlar. İnşaallah yakında göreceksiniz.

İmam Mâlik ve Şafiî: "Kadının mesken hakkı vardır." demişlerse de, Kadı İsmail b. İshak bu görüşü aşın bir tepkiyle karşılamıştır.

Râvinin: "Talâk sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içeri­sinde de olmadığından ona nafaka ve mesken hakkı tanımadı." sözünün muha­lif mefhumu, her talâkla boşanmış ya da Ölüm iddeti içinde bulunan kadına nafaka ve mesken hakkı bulunduğuna delâlet etmez. Bu ifade sadece bu iki tür ayrılığın bazan beraberinde nafaka ve mesken yükümlülüklerini gerekti­rebileceğine delâlet eder. Bu da kadının hamile olması durumunda olur. Talâk yoluyla ayrılıkta hamile kadının bu hakkının bulunduğunda ittifak vardır.

Ölüm ayrılığında üç görüş vardır:

Birincisi: Hamile olmadığında olduğu gibi ne nafaka ne de mesken hakkı yoktur. Bu Ebu Hanife'nin ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed'in, iki kavlinden birisinde İmam Şafiî'nin görüşleridir. Çünkü ölümle, nafaka sebebi bir daha dönme ümidi olmayacak şekilde ortadan kalkmıştır. Geriye sadece akrabalık nafakasının sözkonusu edilmesi kalmıştır. O da, eğer varsa çocu­ğun malından karşılanır, yoksa çocuğun yakınlarından, nafakası kime gere­kiyorsa kadının nafakası da onun üzerine ait olur.

İkincisi: Kadının, terekede miras önceliği tanınacak şekilde nafaka ve mesken hakkı bulunur. Bu İmam Ahmed'den yapılan iki rivayetten diğeri­dir. Çünkü ölümle evlilik bağının kesilmesi, bâin talakla kesilmesinden daha ağır değildir. Aksine talâkla olan kesilme daha şiddetlidir. Bu yüzdendir ki kadın ulemanın çoğunluğuna göre, kocasının ölümünden sonra onu yıkaya­bilir. Hatta İmam Ahmed'le, iki rivayetten birisinde İmam Mâlik'e göre ric'" talâkla boşanmış kadın da ölen kocasını yıkayabilir. Bâin talâkla boşanmış hamile kadına nafaka ve mesken vacib olduğuna göre» kocası ölen (hamile) kadın için öncelikli olarak vacip olması gerekir.

Üçüncüsü: Hamile olup olmaması farketmez, kadının nafaka değil de mesken hakkı vardır. Bu İmam Mâlik'in görüşüdür. Şafiî'nin iki kavlinden birisi de böyledir. Bu görüşe göre ölüm iddeti bekleyen kadın bâin talakla boşanmış kadın yerinde mütalaa edilmiştir. Burası, ilgili görüşler ve delilleri­nin genişçe serdedileceği, görüşler arasında değerlendirme yaparak hangisi­nin daha üstün olduğunun belirleneceği yer değildir. Çünkü bizim bu konu­ya girmemizden maksadımız, "Talak sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içerisinde de olmadığından kadına, nafaka ve mesken hakkı tanı­madı." ifadesini biraz açmak ve bu ifadenin sadece boşanmış ve ölüm iddeti bekleyen kadınlara kısmen nafaka ve mesken hakkı doğabileceğine delâlet etti­ğini ortaya koymaktır. Yaptığımız bu izah da, bu sözün sahabîye ait olduğu varsayımıyla ilgilidir. Öyle anlaşılıyor ki, —Allah daha iyi bilir ya— bu ifade Zührî'nin kelâmından olmalıdır (müdrec).

Altıncı hüküm: Çocuğun nesebi baba tarafından kesilir: Çünkü Rasû-lullah (s.a.), kadının çocuğunun baba adıyla çağrılmamasına hükmetmiştir. Doğrusu da budur ve cumhur ulemannVgörüşIeri de böyledir. Liân hükümle­rinden en önemlisi bu konudur.

İlim ehlinden bazıları şâz bir görüş ileri sürerek: "Çocuk yatağa aittir. Liân onu asla reddedemez." demişler ve Hz. Peygamber'in (s.a); "Çocuğun yatağa ait olduğuna" hükmettiğini, Hânın sadece cenini (hamli) reddedebile­ceğini, kadın doğuruncaya kadar Hânda bulunmadığı zaman, sadece (iftira) haddini düşürmek için Hânda bulunacağını ve bununla da çocuğun reddedil­miş olamayacağını ileri sü. müşlerdir. Bu, Zahirî Ebu Muhammed b. Hazm'-ın mezhebi olmaktadır.

İbn Hazm, mezhebim şöyle delillendirmiştir: Hz. Peygamber (s.a.) "Çocu­ğun, yatağın sahibine ait olduğuna" hükmetmiştir. Dolayısıyla yatağında doğan her çocuğun kendi çocuğu olması sahihtir. Ancak Yüce Allah'ın, Peygamber'i diliyle reddettiği, yahut kocadan olmadığını kesin bildiği bir ceni­nin, henüz ana karnında iken Hânla reddine gitmesi durumları bundan hariç­tir. Geri kalan diğer durumlarda doğan çocukların nesebi yatak sahibine katılır. Bu yüzdendir ki bize göre; kadın çocuğun kendisinden olmadığı konusunda kocayı tasdik etse, onun bu tasdikine iltifat edilmez. Çünkü Yüce Allah: "Herkes, ancak kendi aleyhine olan şeyi ortaya koyabilir. "[1045] buyurmuştur. Bu durumda ebeveynin ikrarı çocuğun reddi demek olur. Bu ise kendilerin­den başkası (çocuk) aleyhine bir tasarruf'olur. Yüce Allah çocuğu sadece, annenin kocayı yalanlaması ve karşılıklı Hânda bulunmaları yoluyla redde bulunmuş, başka türlü reddedilemeyeceğine hüküm buyurmuştur[1046]

Bu mezheb, İmam Ahmed ve Ebu Hanife'nin benimsedikleri, "Kadın doğurmadıkça cenin (hami) üzerine liân sahih olmaz." görüşünün zıddı olmak­tadır. Doğru olan, Hânın hem cenin üzerine, hem de doğum sonrasında çocuk üzerine sahih olmasıdır. İmam Mâlik ve Şafiî de böyle demişlerdir. Şu halde konu ile ilgili üç görüş bulunmaktadır.

Bu hükümle, çocuğun yatağa ait olması hükmü arasında hiçbir şekilde zıtlık yoktur. Zira yatak liânla ortadan kalkmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) çocu­ğun yatağa ait olduğu hükmünü, sadece yatak sahibi iie zinada bulunan arasın­da çocuk üzerinde çekişme bulunduğunda vermiş ve zinada bulunanın iddia­sını iptal ederek, çocuğun yatağın sahibine ait olduğuna hükmetmiştir. Bura­da ise yatağın sahibi çocuğun kendisinden olmadığını söylemekte, onu reddet­mektedir.

Soru: Yatağın bekası şartıyla, sadece çocuğun reddi için liânda bulunsa ve: "Zina etmedi, fakat bu çocuk benim çocuğum değildir." dese hüküm ne olur?

Cevap: Bu konuda İmam Şafiî'nin iki kavli vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak nakledilmiştir.

Birincisi: Aralarında liân cereyan etmez ve çocuk onu bağlar. el-Hırakî'nin tercihi de budur.

İkincisi: Koca çocuğu red için liânda bulunabilir ve sadece kendi Hânı ile çocuk reddedilmiş olur. Ebu'l-Berekât İbn Teymiye de bunu tercih etmiş­tir. Doğrusu da budur.

Eğer denilirse ki: Siz Allah Rasûlü'nün, "Çocuk yatağa aiddir." hükmüne bu görüşünüzle muhalefet ettiniz. Cevaben: Hâşâ! deriz. Aksine biz bu hadi­sin bütün hükümlerine uygun hareket ediyoruz. Te'vile kaçarak bazılarının düştüğü muhalefete düşmüyoruz. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğun yatağa ait olduğu hükmünü, yatak sahibinin davası durumunda vermiş ve onun iddia­sını "yatak" karinesi ile tercih etmiş ve çocuğu ona vermiştir. Öbür taraftan liânda da yatak sahibinin çocuğu kendisinden reddine ve nesebini kesmesine istinaden de çocuğun reddine hükmetmiş ve çocuğun baba adı ile çağrılama-yacağmı belirtmiştir. Böylece biz her iki hükme de muvafakat etmiş oluyor ve her ikisi ile de amel etmiş oluyoruz. Çocuğun cenin halinde iken reddi ile doğumundan sonra reddi arasında herhangi bir etkisi bulunmayan ve hiç de hoş olmayan, çirkin bir ayırıma gitmedik. Zira şeriat, altında asla bir mâna bulunmayan böylesine sûrî (şeklî) bir fark üzerine hüküm koymaz. Böyle bir duruma, ancak fıkıhtan yeterli payeye sahip olmayan, hikmet-i teşrîden, onun maksatlarından haberdar olmayan kimseler rıza gösterir. Yardım Allah'tan istenir, tevfik O'ndandır.

Yedinci hüküm: Çocuğun, baba cihetinden nesebinin kesilmesi durumun­da annesine ilhak edilmesi. Bu ilhakın, çocuğun nesebinin babadan sabit olması durumunda, annesine olan nisbetine ek bir mâna getirmesi gerekir; aksi takdir­de bir mânası olmaz. Zira çocuğun kadından çıktığı kesin olarak bilinen bir şeydir, dolayısıyla çocuğun kadına ilhakında, nesebinin babadan sabit olması durumuna nazaran ilâve bir mâna bulunmalıdır. Bu konuda ihtilâf edilmiştir:

Bu grup şöyle demişlerdir: Bu ilhaktan maksat, çocuğun nesebinin baba­dan kesildiği gibi, anneden de kesileceği; ne anneye ne de babaya nisbet edile­meyeceği şeklinde yanlış bir anlayışın önüne geçmekten ibarettir. Hz. Peygam­ber (s.a.) işte bu yanlış anlamanın önünü kesmiş ve çocuğu annesine ilhak etmiştir. Ayrıca bunu, hem çocuğa hem de annesine zina isnadında buluna­caklara had uygulanacağını belirtmek suretiyle tekit de buyurmuşlardır. Bu İmam Şafiî, Mâlik ve Ebu Hanife'nin görüşleridir. Ayrıca anne ve asabesi-nin, çocuğun asabesi olduğu kanaatinde olmayan herkes bu görüşü paylaş­maktadırlar.

İkinci bir grup ise şöyle diyorlar: Hayır! Aksine bu ilhakta ilâve bir mâna vardır. O da babaya ait olan nesebin anneye ait kılınması ve annesinin bu konuda babası yerine geçirilmesidir. Bu durumda anne çocuğun asabesi olacak­tır. Annenin asabesi de yine onun asabesi olacaktır. Çocuk öldüğü zaman, anne asabe olarak mirasını alacaktır. Bu İbn Mes'ûd'un görüşüdür. Hz. Ali'­den de rivayet edilmiştir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü dört Sünen sahip­leri Vasile b. el-Eska' hadisinde Hz. Peygamber'in: "Kadın üç mirasa (yalnız basma) varis olur: Âzadlı kölesine, bulup büyüttüğü çocuğa (lakîtine) ve üzerine liânda bulunduğu çocuğuna."[1047] buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Aynı hadi­si İmam Ahmed de rivayet etmiş ve gereğini görüş olarak benimsemiştir.

Ebu Davud, Sünen'de Amr b. Şuayb—babası—dedesi silsilesiyle Hz. Peygamber'in: "Liânda bulunan kadının oğlunun mirasını, kendisine ve o yoksa varislerine ait kıldığım" rivayet etmiştir.[1048]

Yine Sünen'dz, Mekhûl hadisinde mürsel olarak rivayet edilmiştir. Buna göre Mekhûl: "Hz. Peygamber liânda bulunan kadının oğlunun mirasım anne­sine, ondan sonra da annenin varislerine ait kılmıştır." demiştir.[1049]

Bu haberler kıyasa tam bir uygunluk arzeder. Çünkü aslında neseb babaya aittir. Onun cihetinden kesildiği zaman.haliyle anneye ait olacaktır. Nitekim velâ (gözetim hakkı) aslında babayı âzad edene aittir. Babanın köle olması durumunda anneyi âzad edenlere geçer. Daha sonra baba âzad edilecek olsa, vela annenin vela sahiplerinden kendisine intikal eder, yani asli haline döner. Bunun tam benzeri lîanda söz konusudur: Liânda bulunan koca kendisinin yalancı olduğunu söylese ve çocuğu kendi nesebine katmak (istilhakta bulun­mak) istese, hem nesep hem de asabelik anneden yine asıl olan babaya döner. İşte bu kıyasın ta kendisidir. Hadislerin ve haberlerin gereğidir. Ümmetin derin ve büyük âlimi Abdullah b. Mes'ûd'un görüşüdür. Zamanlarındaki bütün insanların imamları olan Ahmed b. Hanbel ile İshak b. Râhüyeh'in mezheb-leridir. Kur'ân buna en ince ve güzel bir îma ile delâlet etmektedir. Zira Yüce Allah Hz. İsa'yı (a.s.) annesi Meryem vasıtasıyla Hz. İbrahim'in (a.s.) zürri-yetinden saymıştır. Meryem Hz. İbrahim'in halis zürriyetinden olmaktadır. Bu konuda, inşaallah, ileride Ferâiz bahsinde Hz. Peygamber'in koyduğu hüküm ve uygulamalardan sözederken daha geniş bilgi verilecektir.

Şöyle bir soru akla gelebilir: Peki Müslim'in Iiân olayıyla ilgili olarak naklettiği Sehl hadisinin sonunda geçen: "Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere (koyduğu miras payları doğrultusunda) çocuğun annesine, annenin de çocu­ğuna mirasçı olması uygulanageien sünnet oldu.'* ifadesini, ne yapacaksınız?

Cevaben denilir ki: Her ne kadar bu sözün İbn Şihab ez-Zührî'ye ait olma­sı ihtimali[1050] varsa da —ki göründüğü kadar öyledir— biz onu kabul eder ve gereğiyle amel ederiz. Zira annenin asabe kılınması, Yüce Allah'ın Kitab'-inda oğlunun mirasından kadına ait kıldığı payı düşünmez. Nihayet bu durum anneyi hem kendi payını hem de asabe olarak geri kalanı alan baba gibi yapar ve kadın mutlaka kendi paymı (farz) ahr, eğer geride daha fazla bir şey kalır­sa, onu da asabe yoluyla ahr. Eğer artmıyorsa kendi payım alır, o kadar. Dola­yısıyla biz, bu konuda varid olan haberlerin tümüyle amel etmiş oluyoruz.

Sekizinci hüküm: "Ne kadına ne de çocuğuna zina isnadında bulunula­maz. Kim kadına ya da çocuğuna zina isnadında bulunursa üzerine had gere­kir." Çünkü kadının karşı liânda bulunması, kendisi üzerine atılan isnadın gerçek olmadığını ifade etmektedir. Dolayısıyla kadına ya da çocuğuna zina isnadında bulunan kimseye had tatbik edilir. Sarih ve sahih sünnet buna delâlet etmektedir. Ümmetin büyük çoğunluğu da bu görüştedir.

Ebu Hanife ise şöyle der: Eğer ortada nesebi reddedilen bir çocuk yoksa, isnadda bulunana had gerekir. Eğer nesebi reddedilen bir çocuk varsa, had gerekmez. Hadis sadece koca tarafından reddedilen bir çocuğu olan kadın hakkındadır. Ebu Hanife için bu ayırımı gerekli kılan şey şudur: Ne zaman ki kadının çocuğunun nesebi reddedilmiştir; bu, çocuğa nisbetle kadının zina ettiğine hükmetmek demektir. Bu ise iftira haddinin düşmesi konusunda bir şüphe doğurur.Dokuzuncu hüküm: Bu hükümler, her ikisinin liânı üzerine birden terettüp etmektedir. Her ikisinin de liânı tamamlandıktan sonra, bu hükümlerden hiç birisi sadece kocanın liânı üzerine terettüp etmez.

Ebu'l-Berekât îbn Teymiye, bu esastan hareketle, sadece kocanın Hân­da bulunmasıyla çocuğun reddedilmiş olacağım çıkarmıştır ki doğru bir neti­ce (tahric)dir. Çünkü kocanın liânı, kadının Hânına bakılmaksın kendisin­den haddi ve iftirada bulunmuş olma annı düşürdüğüne göre, kendisine bağla­nacak fasid nesebin düşürülmesini de gerektirir. Eğer kadın Hâna yaklaşmaz­sa o takdirde öncelikli olarak düşmüş olur. Zira kocanın kendisinden olma­yan bir çocuğun nesebinde kalması neticesinde göreceği zarar, hadda maruz kalmasındaki zarardan daha büyüktür. Onu redde olan ihtiyacı ise, haddi defe olan ihtiyacından daha şiddetlidir. Kocanın Hânı yalnız başına haddi düşür­düğü gibi, çocuğun reddini de yalnız başına gerektirir. Allah en iyi bilir.

Onuncu hüküm: Hamile olması durumunda boşanmış ya da ölüm iddeti bekleyen kadına nafaka ve meskenin bir hak olarak sabit olması. Zira hadis­te: "Talak olmaksızın ayrılmış olduklarından, ölüm iddeti içerisinde de olma­dığından..." ifadesi vardır. Bu hadis iki hüküm ortaya koymaktadır:

1) Kocadan hamile olmaması durumunda, talâkla ayrı düşmüş kadın için nafaka ve mesken hakkının olmaması.

2) Hem ona hem de kocası ölen kadm için kocadan hamile olmaları duru­munda nafaka ve mesken hakkının gerekli olması.

Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kadına bakınız. Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o Hilâl b. Ümeyye'nindir. Yok şöyle şöyle bir çocuk getirirse, o Şerik b. Sehma'nındır. (Yani ondandır)." buyruğu, kâiflik sanatı ile hüküm­de bulunulabileceğine ve benzerliğin nesebin tayininde ve çocuğun ilhakında etkisinin bulunduğuna bir işaret olmaktadır. Çocuğun Hânda bulunan koca­ya benzer doğması durumunda, ona katılmamasının sebebi, benzerlik delili­nin kendisinden daha güçlü olan Hân deliline muarız olması yüzündendir. Daha önce geçmişti.

Hadiste geçen: "Şayet bir kimse, karısıyla birlikte bir adam bulsa, onu öldürür ve siz de ona karşılık onu öldürür müsünüz?" ifadesi şuna delâlet eder: Bir kimse evinde bir adamı öldürse ve onu karısıyla veya haremi ile birlikte yakaladığım ve öldürdüğünü iddia etse sözü kabul edilmez. Çünkü, şayet kabul edilecek olsa kanlar heder olur, birisini öldürmek isteyen herkes onu evine sokar, öldürür ve karısıyla birlikte yakaladığını iddia eder.

Ancak burada birbirinden ayırmamız gereken iki mesele vardır: Birinci­si: Diyâneten yani kul ile Allah arasında kalmak şartıyla onu öldürmesi mümkün müdür? (Yani ceza değil de günah gerekir mi?) İkincisi: Mahkeme­de hüküm vermek için sözü kabul edilir mi?

Bu ayırımla, konuyla ilgili oîarak ashabtan nakledilen haberler arasın­daki problem de ortadan kalkmış olur. Bazı âlimlerin, "Bu konuda ashab arasında tartışma olmuştur. Hz. Ömer: Öldürülmez, demiş, Hz. Ali ise: Öldü­rülür, demiştir." demelerinin de bir anlamı kalmaz. Ashab arasında tartışma bulunduğunu söyleyenleri aldatan şey Saîd b. Mansur'un Sünen'indç rivayet ettiği şu hadis olmuştur: Hz. Ömer bir gün (sabah) yemek yerken, elinde kanlı bir kılıç ile koşarak bir adam geldi. Arkasında da koşarak gelen bir grup insan vardı. Adam geldi ve Hz. Ömer'in yanına oturdu. Diğerleri de gelerek:

—  Ey Mü'minlerin Emîri! Bu bizim adamımızı öldürdü! dediler. Hz. Ömer adama:

—  Ne diyorsun (doğru mu)? diye sordu. Adam:

— Ey Mü'minlerin Emiri! Gerçek şu ki, ben karımın iki bacağı arasına vurdum. Eğer iki bacağı arasında birisi var idiyse, onu öldürmüşümdür, diye cevap verdi. Hz. Ömer onlara:

—  Siz ne diyorsunuz? dîye sordu. Onlar:

— Ey Mü'minlerin Emîri! O kılıçla vurdu ve kılıç adamın beli ile kadı­nın bacakları üzerine indi, dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer ondan kılıcını aldı, onu çırptı ve kendisine geri verdi. Sonra da ona:

— Onlar dönerlerse sen de dön, (yani onlar aynı şeyi yaparlarsa sen de aynı şeyi yap) dedi.

Hz. Ali'ye gelince; ona, karısıyla birlikte bir adam yakalayıp onu öldü­ren kimsenin hükmü sorulmuştu. O: "Eğer dört şahit getirmezse tümüyle (kısas için) teslim edilir." dedi.[1051] Bunu Hz. Ömer'den nakledilen haberle çelişti­ğini zannettiler ve konuyla ilgili ashab arasında ihtilâf olduğunu söylediler. Halbuki, sen bu iki hüküm arasında îmal-i fikirde bulunduğu zaman, arala­rında bir ihtilâf olmadığını görürsün. Çünkü Hz. Ömer, ondan haddi sadece kan sahiplerinin onun adamın karısıyla olduğunu itiraf ettikleri için düşür­müştür. Nitekim Hanbelı âlimlerimiz —ifade İbn Kudâme'ye aittir— şöyle demektedirler: "Eğer velî bunun böyle olduğunu itirafta bulunursa, o takdirde ne kısas ne de diyet yoktur. Çünkü Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre... (sonra olayı anlatır)." İbn Kudâme'nin bu ifadesi kadın yanında öldürülen kimsenin muhsan (evli) olup olmaması arasında bir fark olmadığını gösterir. Hz. Ömer'in öldürülen bu kimse hakkındaki hükmü ve ona: "Onlar bir daha aynısını yaparlarsa sen de yap," demesi de aynıdır ve muhsanla, muhsan olma­yan arasını ayırmamıştır. Doğrusu da budur. Her ne kadar el-Müstev'ib sahibi: "Kişi karısının yanında, recmi gerektirecek bir iş üzere birisini yakalaı ve onu öldürür ve onu bunun için (recm için) öldürdüğünü iddia ederse zahiren hüküm verilirken (yani mahkemede) üzerine kısas gerekir. Ancak iddiasına bir beyyine getirebilirse o zaman kısas gerekmez." Beyyinenin adedinde ise iki rivayet vardır: a) İki şahittir. Ebu Bekir bu rivayeti tercih etmiştir. Çünkü burada istenen beyyine zinaya değil, adamın orada bulunduğuna dairdir, b) "Dört­ten daha az şahidin sözü kabul edilmez." diyorsa da; sahih olana göre, yuka­rıda söylediğimiz gibi, buna dair beyyine getirildiğinde, yahut velînin ikrarı durumunda kısas düşer. İster muhsan (evli) olsun, ister olmasın farketmez. Hz. Ali'nin sözü de buna delâlet eder. Zira o, karısı ile birisini yakalayıp da onu öldüren kimse hakkında: "Eğer dört şahit getirmezse tümüyle (kısas için) teslim edilir." demiştir. Böyledir, çünkü bu öldürme zinadan dolayı uygula­nan bir had değildir. Eğer had olsaydı kılıçla olmazdı ve haddin uygulanma şart ve şekilleri aranırdı. Bu sadece, üzerine tecavüzde bulunan, harîm-i ismetini çiğneyen, ailesini baştan çıkaran kimse için verilmiş bir ceza olmaktadır. Nite­kim Zübeyr (r.a.) de aynı şeyi yapmıştır: Bir seferinde kendisine ait bir cariye ile ordudan geri kalmıştı. Ona iki adam geldi ve: "Bize bir şey ver!" dedüer. Zübeyr de yanındaki bir yiyeceği onlara verdi. Adamlar: "Cariyeyi bırak!" dediler. Bunun üzerine Zübeyr kılıcı ile onlara vurdu ve ikisini de bir vuruşla ikiye böldü. Yine aynı şekilde, birilerinin evine bir delikten yahut kapı aralı­ğından izinsiz bakan ve evin mahremiyetini çiğneyen bir kimsenin, ev sahip­leri tarafından vurulması, gözünün çıkarılması da tam bir ceza olmaktadır. Böyle bir kimsenin gözü çıkarılacak olsa tazmin (diyet) sorumluluğu bulun­mamaktadır. Kadı Ebu Ya'Iâ: "İmam Ahmed'in sözünün zahirinden anlaşı­lan; ev sahipleri onu uzaklaştırırlar, üzerlerine harhangi bir tazmin sorumlu­luğu olmaz, şeklindedir. Bu konuda bir tafsilat getirmemiştir." demektedir.

İbn Hâmid ise bir açıklamada bulunarak: "Sıra ile en hafiften başlaya­rak onu uzaklaştırır. Önce: Çek git! Yoksa şöyle şöyle yaparız, der." demiştir.

Ben derim ki: Ne İmam Ahmed'in sözünde, ne de sahih sünette böyle bir tafsili gerektiren bir husus yoktur. Aksine sahih hadisler öyle olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü Sahihayn'da bulunan Enes hadisinde anlatıldığı­na göre, "Bir adam bir delikten Hz. Paygamber'in odalarından birini gözetiiyordu. Hz. Peygamber, elinde bir ok demiri (ya da ok demirleri) ile ona doğru yaklaştı ye ona dürtmek için fırsat kollamaya başladı. "[1052] denilmiştir. Bu durumda en hafiften başlamak da nerden çıkıyor? Zira Hz. Peygamber, adama vurmak için fırsat kolluyor, gizleniyor.

Yine Sahihayn*da Sehl b. Sa'd'cfen rivayet ediliyor: Adamın birisi Hz. Peygamber'in kapısındaki bir delikten içerisini gözetledi. Hz. Peygamberdin elinde, başım taradığı demir bir tarak vardı. Adamı görünce: "Eğer senin bana baktığını bilseydim, şunu senin gözüne sokardım! İzin talebi, ancak bakma­dan dolayıdır." buyurmuşlardır[1053]

Yine Sanıhayn'da. Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.): "Bir kişi habersiz seni gözetlese, sen de ona bir taş atsan ve gözünü çıkarsan, sana bir günah (sorumluluk) yoktur." buyurmuştur[1054]

Yine onlarda rivayet edilir[1055]: "Bir kimse izinsiz başkalarının evini gözetlese, onlar da onun gözünü çıkarsalar, ne diyet gerekir ne de kıyas." buyurmuştur.

Şeyhülislâm îbn Teymiye'nin tercihi de bu doğrultudadır. Şöyle der: "Bu üzerine hücumda bulunan deve vb.nin defi kabilinden değildir. Aksine bu teca-vüzkâr ve ezada bulunan kimseye verilen bir ceza mahiyetindedir. Buna göre diyâneten yani Allah ile kul arasında olmak şartıyla, kişinin harîm-i ismetine tecavüzde bulunan bir kimseyi öldürmesi caizdir, tster öldürülen kişi muhsan (evli) olsun, ister olmasın fark etmez. (Irz düşmanlığı) ile bilinir olup olma­ması da neticeyi etkilemez. Nitekim ashabın sözleri, sahabe fetvaları da buna delâlet etmektedir." İmam Şafiî ile Ebu Sevr: "Eğer zina eden evli (muhsan) ise, hane sahibinin diyâneten onu öldürmesi mümkün olabilir." demişler ve bunu (yani öldürmesini) haddin (recm) uygulanması kabilinden telakki etmiş­lerdir. İmam Ahmed ve İshak ise: "İki şahit getirirse kanı heder olur." demişler ve evli (muhsan) olup olmaması arasını ayırmamışlardır. İmam Mâlik'in görüşü ise, konuyla ilgili olmak üzere farklılık arzeder: (Râvi) İbn Habib: "Eğer öldü­rülen evli (muhsan) ise ve koca da beyyine getirmişse üzerine bir şey gerek­mez. Aksi takdirde kısas yoluyla öldürülür." demiştir. İbnu'l-Kâsım: "Eğer beyyine bulunursa muhsan olup olmaması farketmez, kanı heder kılınır."demiştir. İbnu'l-Kâsım, öldürülenin muhsan (evli) olmaması durumunda diyet ödenmesini müstahap görmüştür.

Burada bir soru gelebilir ve sıhhati üzerinde görüş birliği edilen Ebu Hureyre (r.a.) hadisi hakkında ne düşünüldüğü sorulabilir. Hadis şudur: Sa'd b.'Ubâde, Hz. Peygamber'e: "Ya Rasûlallah! Ne buyurursun, karısının yanın­da bir adam bulunan kimse onu öldürebilir mi?" diye sormuş, Rasûlullah (s.a.): "Hayır!" cevabını vermişti. Sa'd: "Seni Hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilâkis evet!" demişti. Bunun üzerine Rasûlullah: "Efendi­nizin söylediğine kulak verin!" buyurmuştu.

Başka bir rivayette de: "Eşimin yanında bir adam bulsam, dört şahit geti­rinceye kadar dokunmayacak mıyım?" diye sormuş, Rasûl-i Ekrem: "Evet." cevabım vermişti. Sa'd: "Asla olmaz. Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben onu bundan önce mutlaka kılıçla tepeleyiveririm!" demişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Efendinizin söylediğine kulak , verin. O hakikaten gayur (kıskanç, gayretli) biridir. Ben ondan daha gayu­rum. Allah da benden daha gayurdur."

Cevaben diyoruz ki: Biz bu hadisleri kabulle karşılıyor ve gereği ile amel ediyoruz. Hadisin sonu, "şayet öldürecek olsa, ona karşı kısas edilmeyeceğine" delildir. Çünkü Sa'd: "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilâkis evet!" demiştir. Eğer öldürülmesi durumunda üzerine kısas gereke­cek olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) bu yemini ikrarla (tasvib) karşılamaz ve onun bu gayretine övgüde bulunmazdı. Aksine: "Eğer sen onu öldürürsen, sen de ona karşı öldürülürsün." buyururdu. Ebu Hureyre hadisi bu konuda açıktır. Çünkü Hz. Peygamber: "Siz Sa'd'ın gayretine şaşıyor musunuz? Valla­hi ben ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayurdur." buyurmuş­tur ve ona karşı tepki göstermemiş, onu öldürmekten ah koymamıştır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) sözü bağlayıcı bir hükümdür. Yine fetvası da aynı şekilde ümmet için genellik arzeden bir hükümdür. Eğer ona öldürmesi için izin verseydi, bu hem diyâneten hem de kazaen kanının heder olduğuna dair Hz. Peygamber tarafmdan verilmiş bir hüküm olurdu ve Yüce Allah'ın kısasla ortadan kaldırmak istediği mefsedet ortaya çıkar, insanlar öldürmek istedik­leri kimseleri evlerinde öldürmeye ve sonra da onlan eşleriyle vb. beraber yaka­ladıklarını iddiada bulunmaya koşarlardı. Allah bu kapıyı kapattı, mefsedeti bertaraf etti ve kanlan korudu. Bunda, kazaen katilin sözünün kabul edil­meyeceği ve öldürdüğü kişiye karşı kısas edileceğine dair bir delil vardır. Sa'd, onu öldüreceğine ve şahit aramaya gitmeyeceğine dair yeminde bulununca, Hz. Peygamber (s.a.) onun bu gayretine şaşırmış ve onun gayur olduğunu, kendisinin ondan daha gayur olduğunu, Yüce Allah'ın ise kendisinde bile daha gayretli olduğunu bildirmiştir. Bu iki mânaya gelebilir:               

Birincisi; Hz. Peygamber'in, Sa'd üzerine yemin ettiği şeyi sükut ve ikrarla karşılaması, onun diyâneten yani kul ile Allah arasında caiz olduğunu, kaza­en ise öldürmekten yasakladığı anlamına gelebilir. Bu haliyle de hadisin başı ile sonu arasında bir çelişki yoktur.

ikincisi: Hz. Peygamber (s.a.) bunu Sa'd'e, sanki ona bir tepki (münker bulma) şeklinde söylemiş ve: "Büyüğünüzün söylediğini işitmiyor musunuz?'* buyurmuştur. Bununla: Ben onun öldürmesini yasaklıyorum, o ise "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilâkis evet!" diyor, demeyi kasdet-miştir ve daha sonra onu bu muhalefete iten şeyi bildirmiş, onun da aşın gayreti olduğunu ifade etmiş, sonra da: "Ben ondan daha gayurum. Allah da benden daha gayurdur." buyurmuştur. Yüce Allah bu kadar aşın gayretiyle dört şahit ikamesi şartını kılmıştır. Bunda bir hikmet ve maslahat, bir şefkat ve iyilik gösterisi vardır. Yüce Allah; aşırı gayreti yanında, kullarının menfaatlerini, hemen Öldürmek yerine dört şahit getirilmesi şeklinde koyduğu hükmün neler getireceğini en iyi bilendir. "Ben Sa'd'den daha gayurum. Bununla birlikte Sa'd'in öldürmesini yasakladım." demekle Hz. Peygamber (s.a.), her iki duru­mu da birden kasdetmiş olabilir. Hz. Peygamber'in (s.a.) kelâmına, olayın akışına daha uygun olan da budur. [1056]


[1040] Ebu Davud,,2250; Beyhakî, 7/410. İsnadı hasendir.

[1041] Beyhakî, 7/410. Râvileri sikadır.

[1042] Dârakutnî, 2/406. Senedi ceyyiddir.

[1043] Musannef, 12434, 12436; Beyhakî, 7/410.

[1044] Musannef, 12433; Beyhakî, 7/410.

[1045] En'âm, 6/164.

[1046] tbn Hazm, el-Muhallâ, 10/147.

[1047] Ebu Davud, 2906; Tirmizî, 2116; İbn Mâce, 2742; Ahmed, 3/490,4/107. İsnadı ceyyiddir.

[1048] Ebu Davud, 2908. Senedi hasendir.                                                               

[1049] Ebu Davud, 2907. Râvileri sikadır.                                                               

[1050] Ya da Sehl'İn sözündendir. İmam Şafii: "Hadisin İbn Şihab ez-Zührî'ye nisbeti Sehl'e nisbetine mani değildir." demiştir. Bk. Fethıt'l-Bûrî, 9/398.

[1051] Mâlik, Muvatta, 2/737, 738; Abdürrezzak, 17915; Şafiî, 2/397; Beyhakî, 8/230, 231. Râvi-leri sikadır.

[1052] Buharî, 87/23; Müslim, 2157.

[1053] Buharı, 87/23, Müslim, 2156.

[1054] Buharî, 87/23; Müslim, 2158.

[1055] Sahihayn'ı kastediyor. Fakat onlar bu lafızla rivayet etmemişlerdir. Bu lafızla Ahmed (2/385) ve Nesâî (8/61) rivayet etmişlerdir. Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadisin isnadı sahihtir. İbn Hibbân sahih olduğunu söylemiştir. Müslim'in biraz farklı bir rivayeti İçin 2158 nolu hadise bakınız.

[1056] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/473-492.