- Lağv Yemini

Adsense kodları


Lağv Yemini

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
seymanur K
Fri 21 October 2011, 05:46 am GMT +0200
Lağv Yemini


Kişinin dilinin kasıtsız olarak yemin lafızlarına kaymasıdır. Böyle bir duruma kişi ne kefalet verir ne de günahkar olur.

Buna delil olarak Allahu Teala şöyle buyurmuştur:

"Allah sizi lağv yeminlerinden dolayı muaheze etmez. Lakin, kalplerinizin irtikap ettiği yeminlerle muaheze eder. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir" [1]

Hz. Aişe lağv yeminleri için şöyle demiştir. "Bu ayet, 'Evet vallahi', 'Hayır vallahi' şeklindeki yeminler hakkında nazil oldu" [2] demiştir.



 
--------------------------------------------------------------------------------
 
[1] Bakara: 2/225

[2] Buhari, 6286


sümeyra
Sat 29 October 2011, 08:58 am GMT +0200
ZAFER


Büyük himmetlerin, yüce gayretlerin tomurcuklaşmasıdır zafer. Emeğin, cehtin, ızdırap ve sancının petekleştiği noktadır zafer.

Zafer, canlılar âleminde, hususiyle insanlar arasında en tatlı ümniye, en cazip rüya olarak, daima arzu edilen ve asla vaslına doyulmayan bir Leylâ'dır. Beşer var olduğu günden beri, binbir yılankavilerle zirvelere tırmanarak, onu aramış ve türkülerinde hep onu hecelemiştir.

Kim bilir, belki de bu hususlar, her varlık için 'söz konusu'dur!

Evet, şayet insan, kulak kesilip varlığın sinesindeki sessiz mûsîkîyi dinlese, her şeyin nabzının zafer! diye attığını duyacaktır. Zira, umum kâinatlar sırlı bir şevkle; canlılar kendi insiyakları ölçüsünde; insanlar da kendi iradeleriyle hep zafere tırmanmaktadırlar.

Zafer için horozlar birbirlerinin ibiklerini al-kan içinde bırakırlar. Onun için koçlar, boynuz boynuza gelir, vuruşurlar. Onun için mandalar birbirlerini kovalayıp durur; ve onun için kedi, köpek birbirine diş gösterir ve homurdanır...

Bu uğurda hoş olmayan şeyler de cereyan eder; ama, eşyanın tabiatı bu! Her nev'i, kendi zaferi ve kendi hâkimiyeti için kavga verir. Her sınıf, üstün geldiği ve yaygınlaştığı nispette övünür ve mutluluk hisseder.

İnsanoğlu da öyledir. O da zaferlerle coşar, zaferlerle neşelenir; içinden zafer duygusu silinince de, bir ağaç gibi kurur ve ölür.

Ağaç, canlı kaldığı sürece meyve verir; insan ise, zafer meyveleriyle canlılığını sürdürür. Zafer duygu ve düşüncesinden mahrum bırakılınca da, hemen pörsür ve söner. Çiçekler, yapraklar, yüce ağaçların tepelerinde ne ise, zafer takları da insanoğlu için aynı şeydir. Çiçeksiz ağaç metrûk ve garip, zafersiz insan da bahtsızdır.

Tulû, Güneş'in zaferi; ona bağrını açıp mevlevî gibi dönme, yerin; menzilden menzile koşarak, her ay bir kere Bedir olma da Ay'ın...

Petek, arının zaferi; ağ, örümceğin; yukarılara doğru pervaz etme de kuşun. Petek yapma hendesesini bilmeyen arı; ağ örme esrarından habersiz örümcek ve uçmasını beceremeyen kuş talihsizdir. Ya, hayatında bir kere olsun, zafer gülbankı dinlememiş insan... Milletler, zaferleriyle tarihe girmişlerdir. Kültür ve medeniyet -ekşi, tatlı meyveleriyle- hep zafer kaideleri üzerinde gelişmiştir. Umrânlar, fâtih ve muzaffer kumandanların geçtikleri yerlerde yeşermiş ve mevcudiyetlerini de, fetih ve zaferlerle devam ettirmişlerdir.

Roma, Romalı askerin sefer ve zaferleriyle ihtişâma erdi. Ve her gün yenilenen zafer taklarıyla devlet diri ve ordu da disiplin içindeydi. Romalı asker sefer ve zaferi unutunca, devlet korkunç bir 'migren'e, milet de onulmaz bir 'miyokardit'e tutuldu. Bundan ötesi ise, dahilî kargaşa ve tıpkı kan kanserine müptela bir bünye gibi, içten içe eriyip tükenme.

Atina, kördüğümü çözen muzaffer askerin omuzlarında yükseldi ve yıldırım süratiyle, bir baştan bir başa bütün cihana sesini duyurdu ve kendini tanıttırdı. O da muzaffer askerini tarihin bağrına gömdüğü gün, bütün dünyaya karşı fermuarını kapatarak içten içe erimeye durdu...

Artık orada da, eski yiğitler, yerlerini bir kısım iğdişlere, hakikî kahramanlar da 'mit'lere terk ediyorlardı. Alabildiğine sarsık ve zebûn olan bu dönemin Atinalısının perspektifinde, sadece eski metrûkâtın mozayiği vardır. Ne gariptir ki, batı da, onun bu jelatinli dönemine vurulmuş ve çaputlara sarılı 'Helene'yi, ibrişim ve danteller içinde Rönesans mihrabına yerleştirmiştir. Bu hareket ise, fecrinde tek zafer yıldızı doğmamış batının, üstûrevî bir yıldızı popülarize ederek, gecesinde binlerce yıldızın kol gezdiği bir dünyaya yutturmasından başka bir şey değildir. Vâkıa batı, hep aynı akrobatlıklarla sahneye çıkmış ve aynı gözbağcılıkları yapmıştır. Evet, başkalarının zaferlerini, allayıp, pullayıp sahneye koymak dururken, ne gerek var zaferin yüksek ve meşakkatli tepelerini aşmağa!?.

Anadolu insanı da, kendi yurdunu zafer takları üzerine kurdu. Öyle ki, bu vatanın her parçası ve bu ülkede geçen zamanın her bölümü, onun zafer türkülerinden biriyle tanınır ve biriyle yâd edilir. Yılın hiçbir günü yoktur ki, takvim ibresi, o gün içinde Anadolu insanına ait birkaç zaferi göstermesin.

Yerinde yüce duygu ve düşüncelerin havârisi olarak, elindeki hakikat mesajlarını dünyanın en ücrâ köşelerine kadar taşıması; yerinde şimşekler çakan kılıcıyla zulüm ve zulümâtı dağıtarak 'başlarda gezen' zalim ayakları 'yere indirmesi' ve yerinde ümitsiz ve karamsar ruhlara iman ve heyecan kazandırarak, tıkanan fazilet yollarını açması, Anadolu insanının mühim zafer sâiklerinden olmuştur. O, bu sâiklere saygılı kaldığı sürece de, canlılığını devam ettirmiş ve onurunu korumuştur. Aksine 'tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler...'

Bir de Anadolu insanının her türlü imkândan mahrum bırakılarak, boğulmak istendiği dönemde, elde ettiği zaferler vardır ki, asıl onu efsaneleştiren de onun bu zaferleridir. Evet, başka milletler için, müdafaa ümidi dahi kalmadığı en kritik dönemlerde, onu bütün dinamizmiyle taarruzda görürüz.

Ülkesinin dört bir taraftan sarıldığı, bütün yabancı dünyaların akın akın üzerine geldiği

    Eski dünya, yeni dünya, bütün akvâm-ı beşer,
    Kaynıyor kum gibi... mahşer mi hakikat mahşer,
    Yedi iklîmi cihanın duruyor karşısında,
    Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
    Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
    Sadece bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
    Kimi hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
    Hani tâûna da zuldür be rezîl istilâ!

                                               Mehmet Akif Ersoy

En karmaşık, en ümit-şiken[1] hallerde dahi onun 'ehl-i salîb'in savletini kırdığına ve ecdadının ruhunu şâd ettiğine şahit oluruz.

Fıtratı müteheyyic[2] bu milletin müdafaası, taarruzundan, taarruzu da müdafaasından geri değildir. Duyup doyduğu yüce hakikatleri, başkalarına duyurmanın delisi olarak, Himalayalar'ı aştığı gibi, Alpler'e ve Preneler'e de uzanarak, ayların güneşlerin bir başka doğup battığı bu ülkelere de, ışık ve ümit götürmüştür. O, bu yüce vazifeyi yaparken ne kadar coşkun, ne kadar atılgansa, kolunu, kanadını kırıp üzerine çullandıkları zaman da, o kadar yavuz ve o kadar yamandır.

Bir de, madde ötesi, insanın kendi içinde, kendi nefsine karşı elde edeceği zaferler vardır ki, en çok takdire şâyan olan ve semavî gülbanklarda yerini alan da işte budur. Ferdin, kendi içinde, kendisiyle olan kavgasında muvaffak olması... Bu vâdîde kazanılacak her zafer insanı derinleştirir, buutlaştırır ve onu binlerce zaferin kahramanı olmaya namzet kılar.

Kanaatimce milletimizin, asırlarca devam edegelen zaferler zincirinin temel rüknü de bu olsa gerektir. Yoksa sınırlı imkân ve sınırlı kuvvetlerle, bütün cihana karşı verilen kavgadan muvaffak çıkmayı izah etmeye imkân yoktur.

Evet, bizim tarihimizdeki gerçek fâtih ve muzaffer kumandanlar, hep bu içteki zaferin kanatlarıyla yükselmiş ve o sayede Hızır'la sohbete ermişlerdir. 'En büyük cihad' unvanıyla ferdin derûnunda başlatılan bu kavga, daha sonra onun bütün davranışlarını te'sir altına alarak, ona yenilmezliğin sırrını öğretir. Zira, kendi içinde zafere ermiş böyle bir el, maddenin ve kuvvetin bütün hokkabazlıklarını bir anda yutar ve yok eder. 'Tûr'un esrarını ruhuna geçirmiş bir babayiğidin nazarında, kemmiyet bütün debdebe ve âlâyişiyle keyfiyetin zerresine râm olur.

Bundan ötürüdür ki, bizim zaferlerimiz ve bu zaferleri bize hediye eden askerlerimiz, başkalarından tamamen ayrılır ve farklı bir durum arz ederler.

Bizde, nefsin frenlenmesi, ferdin kendi kendini yenmesi bir esastır. Bu itibarla, nefsinin esir ve zebûnu olan bir insan, İskender dahi olsa zavallıdır ve acınacak haldedir.

Yüce duygu ve yüksek ideâlleri gönüllerinde abideleştiremeyenler; şahsî istek ve arzularına karşı koyamayanlar; Hakk'a saygı ve Hakk'a esaretteki zevki idrak edemeyenler, bir baştan bir başa bütün cihanı fethetseler dahi asla zafere ermiş sayılamazlar.

Ölçülerimiz içinde muzaffer sayılan millete binler selâm!

[1] Ümit-şiken: Ümit kıran
[2] Müteheyyic: Heyecanlı


M.F.GÜLEN

sümeyra
Thu 3 November 2011, 09:48 am GMT +0200
BİZİM MİLLETİMİZ (1)


Bizim toplum yapımız, "işte tâlih" deyip öğüneceğimiz, başkalarının da imreneceği seviyeler üstü ve hiçbir içtimâî sistemin bugüne kadar arayıp da bulamadığı, bulsa da ulaşamadığı bir güzellikler meşheriydi. Kendi ruhundaki dinamiklerden güç alan, kendi öz kaynaklarından beslenen.. vesâyâ bilmeyen, kimseye ve hiçbir şeye tâbi olmayan; kendi olarak asırlar ve asırlar ayakta durmasını başaran bu muhteşem içtimâî meşher, bu göz kamaştıran sistem, bütün bir hasım dünyâ ile hesaplaşa hesaplaşa, çağlar boyu mevcudiyetini devam ettirmesi âdeta bir hârikadır. kim bilir liyâkatli temsilcilerini bulsaydı, belki daha asırlarca yaşayabilirdi...

Evet, dünden bugüne bu içtimâî bünye en ideal bir âhengin ifâdesi olarak, mevcud sistemlerden hiçbirinin ulaşamayacağı en göz kamaştırıcı neticeleri hâsıl edip ortaya koyması fevkâlade bir hâdisedir. Hele yeryüzündeki mevcud sistemlerden hiçbirine dayanmadan; Türk sosyalizmi, Türk komünizmi, Türk masonizmi gibi utandırıcı izâfetlere girmeden, aldatan nispetlere sığınmadan...

Aklın bir hikmeti-i vücûdu olması itibariye, insan düşüncesinden kaynaklanan en bâtıl sistemler içinde dahi bir dâne-i hakîkat vardır. İhtimal ki, o bâtıl sistemin orta direği, "ukde-i hayatiyesi", şahdamarı da o hakikattır ve o sistem de mevcudiyet ve devamını o hakîkat ve hakîkatçığa borçludur. Bizim, tarihin derinliklerinden yapılanıp gelen içtimâî sistemimiz ise, tıpkı, arının, çiçek özlerini alıp, petekte en güzel hendesî şekillerle şekillendirip ortaya koyduğu gibi, bütün yeryüzü sistemlerinin güzelliklerini özünde toplamış bir hârikalar galerisidir.

Bu günün insanlarının ızdırap ve buhranlarına büyük ölçüde esas teşkil eden, dengesiz ferdî mülkiyet ve nasıl olursa olsun kazanma hakkı ile; insanlarda çalışma şevkini artırma yerine, başkalarının kazancını yağmalamaya iştihâları kabartma gibi birbirine zıt sistemler arasındaki çatışmaları yokedip cihan-şümûl bir âhenk kurmak, ancak bu sistem ve onu temsil eden kutsilerle mümkün olabilmiştir. Kendi nefsine ait hayırların idrakinde olmasına rağmen, kendi hayır ve menfaatlerini aşarak, kendini, mensup olduğu millete adayabilmiş ve mezara girinceye kadar da; ahd u peymânına sadık kalmaya azmetmiş kutsilerle...ya se

Ruh dünyâsında, derinlerden derin, maddesinde fevkalâde zinde, da'vâ ve gayesine ibadet hassasiyeti içinde bağlı; karşısına çıkacak bütün yanlışlıkları göğüslemeye hazır ve bütün doğruları yerli yerine oturtarak, her doğruyu kendine has çizgisinde tutmaya azimli, muâşeret şekillerinin en üstünüyle taçlı.. haya, hicâp, iffet, ahlâk, saffet ve samimiyette alabildiğine ölçülü.. iç dünyâsı itibariyle sönme bilmeyen bir vecd ü aşka açık; feyzini daima tek ve mutlak kaynak sayılan "altın çağ" insanı dediğimiz, saadet asrının Kur'ân cemaatinden alan.. ilimde, dinde, sanatta, fikirde, siyasette, ticarette, askerlikte, idarede ve daha bir sürü sahada eser, görüş ve düşünce sahibi bu kudsîler, bizim toplumumuzun manâ mimarları, aydınlık rehberleri, ruhânî timleriydi ve her zaman bunların binlercesiyle karşılaşmak da âdiyattan sayılırdı.

Bu mübârek dünyâda idareci kadro, nefis murakabesi, da'vâ düşüncesi ve fikir çilesiyle pişe pişe olgunlaşmış ve tıpkı sütün kaymağı gibi, kaynaya kaynaya tabiî ve fıtrî yollarla zirvelerdeki yerini almış.. herkesi ve her şeyi aşmaya azimli, hak ve hakikat adına hareket etmeye kararlı; birbirinin murakıbı ve yönlendiricisi.. bütün kıymet unsurları içiçe tam bir mükemmeliyet, asalet ve şahsiyeti aksettiren; alabildiğine muhteşem, mehip, mevzûn bir ehram gibiydi. Her tarafta görülen yüzler ve gözler, soylu bir millete ait çizgileriyle imrendirici ve pırıl pırıldı...

O günkü nesiller, bu temiz çehre ve temiz bakışların uyardığı hâtıralarda yüzerken, lezzetten lezzete konar-kalkar; sınırsız bir aydınlık, sınırsız bir haz içinde kendi derinliklerine doğru kayar ve her lahza, böyle bir millet içinde varolmanın hasıl ettiği hislerle iki büklüm olurlardı.

Bugünün insanlarının ızdırap ve buhranlarına büyük ölçüde esas teşkil eden, dengesiz ferdî mülkiyet ve nasıl olursa olsun kazanma hakkı ile; insanlarda çalışma şevkini artırma yerine, başkalarının kazancını yağmalamaya iştihâları kabartma gibi birbirine zıt sistemler arasındaki çatışmaları yokedip cihan-şümûl bir âhenk kurmak, ancak bu sistem ve onu temsil eden kutsilerle mümkün olabilmiştir. Kendi nefsine ait hayırların idrakinde olmasına rağmen, kendi hayır ve menfaatlerini aşarak, kendini, mensup olduğu millete adayabilmiş ve mezara girinceye kadar da; ahd u peymânına sadık kalmaya azmetmiş kutsilerle...

Ruh dünyâsında, derinlerden derin, maddesinde fevkalâde zinde, da'vâ ve gayesine ibadet hassasiyeti içinde bağlı; karşısına çıkacak bütün yanlışlıkları göğüslemeye hazır ve bütün doğruları yerli yerine oturtarak, her doğruyu kendine has çizgisinde tutmaya azimli, muâşeret şekillerinin en üstünüyle taçlı.. haya, hicâp, iffet, ahlâk, saffet ve samimiyette alabildiğine ölçülü.. iç dünyâsı itibariyle sönme bilmeyen bir vecd ü aşka açık; feyzini daima tek ve mutlak kaynak sayılan "altın çağ" insanı dediğimiz, saadet asrının Kur'ân cemaatinden alan.. ilimde, dinde, sanatta, fikirde, siyasette, ticarette, askerlikte, idarede ve daha bir sürü sahada eser, görüş ve düşünce sahibi bu kudsîler, bizim toplumumuzun manâ mimarları, aydınlık rehberleri, ruhânî timleriydi ve her zaman bunların binlercesiyle karşılaşmak da âdiyattan sayılırdı.

Bu anlayış sayesinde, yeryüzünün bitebilen ve sınırlı saadetleri hülyalaşır, derinleşir ve sonsuzlaşırdı. Ve yine bu sayede, bura ve öteler hesabıyla yaşama arzusu hararetlenir; genç-ihtiyar herkes varlığa karşı derin bir alâka duymaya başlar.. hayatı bir lezzet gibi yaşar ve varolmanın zevkleriyle gerinirdi.

İhtimal ki, bu hârikulâde dönemde, semâ daha bir parlak, daha bir büyüleyici; yeryüzü daha renkli ve daha çarpıcı; eşyâ daha manâlı, daha tılsımlı; ve tabiat daha okunaklı bir kitap, daha talâkatli bir hatip gibiydi. O günün ruhlarının istidat ve genişlemesi ölçüsünde, hayat, varlık kadar güzelleşiyor, emeller kadar ebedîleşiyor ve inançlar kadar da sonsuzlaşıyordu.

O nurlu dönemde, tıpkı hayatın tabiî birer semeresi gibi, o güzel günlerin letafeti, havası, suyu içinde doğmuş bir kısım yüksek değerler, o günün insanını tabiat, temayül ve zevklerini hem de onun cismaniyet ve nefsanîliğine rağmen, fizik ötesi âlemlere yönlendirir ve onu ölümsüzlüğe uyarırdı.

O günlerden, gönüllerimize sızan bu manâlar, bir mutlu dönemi hem bütün rikkat ve letafetiyle, hem de hasret ve burkuntularıyla ruhlarımıza aksettirdiğinden, bir yandan zevklere uyanıp zevkle gerinirken, diğer yandan da içimize bir düzine sızıların aktığını hissederiz. Bir attâr dükkânı içinde ıtriyyat bulunmadığı zamanlarda dahi, oraya uğrayanları, eski günlerden kalma kokularla mest ettiği.. ve hazâna uğramasına rağmen, mevcudiyetini devam ettirebilmiş bir gül, bütün bir gül bahçesinin özünü, esasını, rikkat ve hasretini gönüllerimize boşalttığı gibi, ruhlarımıza sızan bu manâ ve bu hülyâlar da, yaşandıkları zamanların bütün çeşnilerini ruhlarımıza öyle tattırıp duyurmaktadırlar. Bu itibarla, kâh eskilerle beraber aynı zevk, aynı hazları paylaşarak köpürür, kâh o eski günlerde bir kısım dinamikleri yerinde kullanamayıp itile-kakıla bu günlere sürüklendiğimizden dolayı iç geçirir ve yutkunuruz.

Fert olarak -ile'l-ebed- ölmemezlik elimizden gelmediği gibi, sonsuza kadar millî ihtişâmımızı sürdürmemiz de mümkün değildi ve düşünülemezdi. Önemli olan, milletçe, millî hasletlerimizle çeşit çeşit ölümleri atlatarak bugünlere kadar ayakta kalabilmemizdir ve kanaatimce soylu milletimiz, bunca asimilasyona rağmen hâlâ yeni yeni nesiller doğurabilme velûdiyetini korumaktadır ve mevsimi gelince doğuracaktır da.

Aslında bizim, sık sık geçmişin kapılarını aralayıp yeni nesillerin onunla tanışmasını temine çalışmamız da işte o doğurganlığı hızlandırmaya yöneliktir ki; ne kadarını yapmaya muvaffak olduğumuzu, yaptıklarımızın da ne kadarının ihlâsla yapıldığını Allah bilir.

Evet, bizim mâzi tutkumuz, bir nostalji değil, geçmişe ve geçmişlerimize karşı bir kadirşinaslık ifadesi ve geleceği onun üzerinde nakşedip şekillendireceğimiz muhteşem kaneviçeyi araştırma gayretidir.


M.F.GÜLEN

hafiza aise
Thu 3 November 2011, 11:57 am GMT +0200
İlçe sağlık müdürlükleri geliyor...

Taşra teşkilatı

MADDE 25-(1) Bakanlığın taşra teşkilâtı; illerde kurulan il sağlık müdürlükleri ile ihtiyaca göre ilçelerde kurulan ilçe sağlık müdürlüklerinden oluşur. İl sağlık müdürleri Bakanlığın ildeki temsilcisi ve valinin sağlık müşaviridir.

(2) İl sağlık müdürlüğü, bağlı kuruluşların il teşkilatının koordinasyonunu yapar ve uyumlu çalışmasını gözetir. Sağlık hizmetleri yönünden ilin durumunu Bakanlıkça belirlenen aralıklarla Bakanlığa rapor eder.

(3) Acil sağlık hizmetleri il ve ilçe sağlık müdürlükleri tarafından yürütülür. Bu müdürlükler söz konusu hizmetlerin yürütülmesi için kamu ve özel hukuk tüzel kişileri ile gerçek kişilere ait tüm sağlık kurum ve kuruluşlarının sevk ve idaresinden sorumlu ve bu konuda yetkilidir.

(4) İl ve ilçe sağlık müdürlüğü yetki devri çerçevesinde Bakanlıkça yürütülen görevleri il ve ilçe düzeyinde yerine getirir, yapılan düzenlemelere uyumu denetler ve gerekli müeyyideleri uygular.

(5) Birden fazla ildeki sağlık hizmetlerinin bir arada değerlendirilmesi, gelişmişlik farklarının giderilmesi ve hizmetlerin ve ihtiyaçların müşterek planlanması amacıyla Bakanlıkça belirlenen illerdeki müdürlerden biri koordinatör olarak görevlendirilebilir.

(6) İlçe sağlık müdürlüğünün kurulmadığı yerlerde sağlık grup başkanlıkları oluşturulabilir. Bu başkanlıklara ayrıca kadro tahsisi yapılmaz ve buralarda gerek duyulan hizmetler ilgili ilçede bulunan personel eliyle yürütülür.

sümeyra
Sat 5 November 2011, 06:34 am GMT +0200
IŞIK EVLER (2)


Mânâ köküyle gidip tâ "Darü'l-Erkam" lara dayanan ışık evler, bir yakın geçmişte, yine aynı safvet, aynı keyfiyet, aynı rûh ve aynı heyecanla, hem de eskinin tad, râyiha ve lezzetiyle birer mütevazi çardak, birer minik kulübe halinde ortaya çıkmış ve ideâl sînelerin hüzünleriyle; imanın, ümidin, aşkın birleştiği sınırda bir çağlayan sesi vermeye başlamıştı. Bu ses yıllarca duyup dinlediğimiz, yeis ve hasretle buruk bir ızdırap iniltisi değil; tatlı bir hicran sesi ve zevk ritimli bir "dâu's-sıla" âvâzıydı. Bu âvâzın ulaştığı her yerde cephe sistemleri bahara kayıyor, cemreler "ba'su ba'del-mevt" nâraları atıyor; çiçekler kemer kuşanıp bezme koşuyor, güller heyecandan mosmor kesiliyor, nergisler gözlerini açıp-kapayıp hayat solukluyordu.. hemen her şeye dirilme rûhunun sindiği bu esnada ışık evler, ledünnî derinliklerinde şevk-tasa, neş'e-inilti, keder-safâ buğularını karıştırıp macunlaştırarak bembeyaz bahar bulutları gibi imrendirici, çeşitli dalga boyundaki ışık tayfları gibi bütün varlığın ufkunu sarıcı ve en mahir ellerle en has ibrişimlerden örülmüş dantelalar gibi gözleri, gönülleri okşayıcı düşünce sistemleri, aşk ve heyecan meltemleri ve fecir şakıyan beyanları ile rûhlarda silinmez izler bırakan mesajlar sunuyorlardı...

Bu ülkede yıllar ve yıllar matemle inlemeye itilmiş nesiller, rûhlarındaki kasvetleri dağıtıp tali'lerinin önünü kesen karanlıkları yırtacak ve onları alıp aydınlıklara çıkaracak fevkalâdeden bir inâyet eli düşleyip durmuşlardı.. ışık evler, gökler ötesine açık o nûr efşân iklimleriyle, hülya ve ümit, tahassur ve hicran, ızdırap ve hafakan dolu bütün sinelerin böyle bir beklentisinin cevabı oldu.. ve gönüllerimizde cennet yamaçları gibi açtı. Bu yeni baharın dağ-dere, ova-oba her yanında rûhlarımıza yağan sesler, peygamber solukları gibi yankılandı ve her yeri âdeta, üzerinde Cibril'in at koşturduğu, Hızır'ın seccadesini serip namaz kıldığı zümrütten tepeler haline getirdi.. ve yine bu soluklar, sanki bize, bütün bütün görüş ufkumuzu kapayan ürpertici bir sahranın, gulyabanilerle dolu derinliklerinde, büyülü sımsıcak vâhalardan ve amber kokulu geleceğin tatlı rüyalarından mesajlar sunuyordu...

Hemen her zaman nazla gerilip niyazla dalgalanan bu sesler, içinde bulunduğumuz ızdıraplı anları, tatlı saatlere, karanlık günleri de aydınlık yıllara çeviriyor; yer yer varlığın manâ ve kıymetini, varolmanın sevinç ve şuûrunu, rûhlarımıza duyuruyor; zaman zaman da hayatın, sığ ve anlamsız gibi görünen yanlarındaki gizli derinlik ve muhtevanın çehresinden perdeleri bir bir kaldırıyor; pek çok ilhâm ve tasavvur silsilelerini birbirine bağlıyor, birleştiriyor, bütünleştiriyor ve gözlerimizin önüne en büyüleyici motifleri seriyordu. Acının tatlıya bir buud teşkil ettiği, kederin keyfe derinlik kazandırdığı, kahrın lütfa omuz verdiği bu büyülü dünyada her şey âdeta bir lezzet olup çağlıyordu.

Bu hâl, bu seziş ve duyuş hiç değişmeden, kanunların keyfîlikten kaynaklandığı; cebrî, keyfî, küfrî düşüncenin kanunların yerini aldığı istibdat dönemlerinde de hep böyle oldu. Evet, baskının, baskınların ve baskın ihtimâllerinin tehdidi altında bile ışık süvarileri, hiç bir zaman ışık etrafında bir araya gelmekten, ışık alıp-vermekten, ışık soluklamaktan, ışıkla gerilmekten ve zulmetlerin bağrına ışık göndermekten geri kalmadılar; ama bilmem ki, günümüzün nesillerine, o günkü körlüğü-sağırlığı ve bu körler ve sağırlar dünyasında maruz kalınan onca çileyi, onca ızdırabı ve bu arada gerçekten inanan insanların da duyup hissettikleri o tasavvurlar üstü rûhanî zevkleri anlatmak mümkün olabilecek mi?

Evet, o günlerde acı-tatlı her şeyin ayrı bir zevki, ayrı bir lezzeti vardı: Mahkemeler, takipler, tarassutlar, gözaltılar, sürgünler - hâlâ aynı şeyleri yaşayanlara Allah sabr-ı cemîl versin!- biri biter biri başlardı da, Kur'ân talebeleri "makâm-ı hayret"de bulunuyormuşçasına, olup-biten her şeyi derin bir temaşâ zevkiyle seyreder, kıymet sınırlarını aşan vazife ve mazhariyet derinlikleriyle şevkten şevke girerlerdi... Hakk'ın kazası yerine gelip olanlar olup bittikten ve elemler, acılar yerlerini keyiflere, lezzetlere bıraktıktan sonra da, maruz kaldıkları bütün kötülükleri, bedlikleri, hoyratlıkları, hatıraların içine sinmiş birer zevk zemzemesi halinde hisseder; lütfu da hoş, kahrı da hoş Yüce Yaratıcı'larına karşı minnet ve şükranla iki büklüm olurlardı.

Işık evlerin, kudret ve irâde esintileriyle tohumlar gibi dört bir yana saçılıp, zuhûr ve tecellî yamaçlarında çoğalmasıyla, hikmet ve inâyet düzlüklerinde büyüyüp gelişmeleri, gelişip kabuk değiştirmeleri aynı zamana rastlar. Evet, belli bir döneme kadar birer birer, ikişer ikişer çoğalan ışık evler, mübârek bir zaman diliminde birden bire hendesî katlanmaya geçer ve onar onar, yirmişer yirmişer artmaya başlar.. ve yine aynı dönemde, küçük ünitelerin yanında, aynı zevk, aynı râyiha, aynı tad, aynı hava ve aynı rûhta, tıpkı birerli kandillerin yerini çok lambalı avizelerin alması gibi, bu minik hizmet yuvalarının yerlerini daha kompleks ışık kaynakları ve birerli yıldız mahiyetindeki münferit evlerin yerlerini de içinde güneşlerin kolgezdiği galaksiler gibi, bütün hayatı kucaklayan entegre ışık evleri alır.

İşte bu dönem, dev nebülözler gibi, her yana kollarını salmış bulunan ışık komplekslerinin, bütün zulmetleri bir bir yırtma, topyekûn karanlıklarla hesaplaşma, inanan insanlar arasında her türlü alâkaya merkez, bütün rûhânî zevklere kaynak, umum manevî ihtiyaçlara mercî ve her seviyedeki insanı, aklî, rûhî, kalbî ve hissî beklentileriyle kucaklama dönemidir. Hem de bir mübârek ışık dağının zirvesindeki dağdan, kutlu bir tepenin üstündeki bir yemyeşil çam, bir bereketli katran ağacının dalları arasında kuluçkalanan ikinci ışık dönemine, ondan, bu yeni dirilişe ilk defa sinesini açan bir mütevazî çardak ve bir mukassî kulübeciğe ve ondan da yüzlerce, binlerce ışık yuvasına kadar hep aynı çizgi, aynı rûh, aynı düşünce, aynı idrâk ve aynı şuurla...

Artık küçük evlerin yanında -Yaradan kem gözlerden korusun!- her şeyiyle tam tekmil dev müesseseler de, o kendilerine has derinlikleri, renkleri, havaları ve şiveleriyle gözlerimize, gönüllerimize sinerek bize uhrevî âlemlerin güzelliklerini yaşatmakta ve rûhlarımıza varolma sevincini duyurmaktadırlar.

Evet, bugün büyüğüyle-küçüğüyle ışık evler, yıllar ve yıllar imana, imandaki huzur ve itmi'nana susamış gönüllere, rahmet yüklü bulutlar gibi, gönderdiği bol bol "âb-ı hayat" ve insanımızın gönül tepelerine saldığı ma'rifet, muhabbet, rûhânî zevk şualarıyla diriliş üfleyen bir İsrafil Sûr'u ve vicdanlarını şahlandıran Cebrail solukları olmuştur. Evet, onlara uğrayanlarda pek çok menfî hisler silinmiş, inat ve karşı koyma düşünceleri kırılmış, müdavimleri de kendilerini, Cennet koridorlarında temâşâdan temâşâya koşan seyyahlar gibi görmeye, hissetmeye başlamışlardır. Başkalarının eğlenceye, zevke, sefaya giderken duydukları keyfi, neşeyi, sevinci, tiryakiliği; kudsîler, hem de kat katıyla ışık evlere uzanan yollarda duymuş ve yaşamışlardır. Onlar, bu ışıktan yollarda ve yolların gerçek değerinin temînâtı olan bu kutlu yuvalarda düşünülen, söylenen, okunan şeyleri, ötelerden gelmiş ilhâm esintileri gibi karşılamış, gökleri aşıp gelen soluklar gibi dinlemişlerdir..

Ve yine onlar bu evlerde bugün hâlâ çoklarının akıl erdiremedikleri, bilemedikleri sırlarla tanışır, semâ kapılarının aralandığını hisseder gibi olur, kapı aralarından sızıp geldiğine inandıkları vâridâtla bütün bütün uhrevîleşir, kendilerinden geçer ve yerlere serilirler.

Bu ışıktan helezonlarda yükselmeye namzet bahtiyarlar, her zaman yüzlerce zevk ve lezzeti birden duyar ve tadar.. ve her an ayrı bir hazzın kolları arasında "bir bu kadar zevke yüz ömür kâfî değil" der, tali'lerine tebessüm ederler. Onların, ışık evlerin derinliklerinde duyup hissettikleri, hissedip yaşadıkları bu rengârenk hayatı, onlarla aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşmayanların.. ve hele şartlanmış dimağların, bedenine yenik düşmüş rûhların, kendi çalım ve gurûru altında ezilmiş bahtsızların duyup anlamaları mümkün değildir.

Evet, kalblerinin balansını, imana, Kur'ân'a, iman ve Kurân'ın gönüllere boşalttığı irfana göre ayarlayamamış talisizler, ne bu ufku kavrayabilir, ne de gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşer tasavvurlarını aşan bu derûnî hazları idrâk edebilirler.


M.F.GÜLEN

reyyan
Tue 8 November 2011, 04:45 am GMT +0200

Bu durumum bana Allah’ın bir hediyesi




Konya’da doğuştan 20 ve 30 santimlik kolları ile 7 parmağı olan Yaşar Sami Gökbaba, engelli raporu olmasına rağmen

Konya’da doğuştan 20 ve 30 santimlik kolları ile 7 parmağı olan Yaşar Sami Gökbaba, yüzde 81 engelli raporu olmasına rağmen kendisini hiç engelli gibi görmeyip yaşama dört elle sarılıyor. Gökbaba’nın tekvandoda iki dünya üçüncülüğü, bir Avrupa ikinciliği ve bir de Türkiye şampiyonluğu bulunuyor.

İtfaiye Daire Başkanı Cevdet İşbitirici’nin destekleriyle itfaiyede çalışmaya başlayan evli ve bir çocuk babası Gökbaba, liseyi bitirdikten sonra üniversitede bir bölümün iki yıllığını okumaya başladı.

“DİLENCİLİK YAP” DİYEN OLMUŞ

Yaşar Sami Gökbaba, kısacık kolları ve parmaklarının eksikliğini bugüne kadar neredeyse hiç hissetmediğini söyledi.

Zaman zaman insanların dikkatli bakışlarından rahatsız olduğunu belirten Gökbaba, “İnsanlar sanki hiç özürlü birini görmemiş gibi bana bakıyorlar. Kimsenin acırmış gibi bakmasını istemiyorum. Bu durum beni engelli olmaktan daha çok üzer. Kendi ayaklarımın üzerinde durmak istedikçe, bana ‘Yüzde 81 özürlü raporun var, dilencilik yap’ diyen bile oldu. Ama bu kolaycılığa alıştırma ve kendimi aciz gösterme düşüncesine hiç kapılmadım” dedi.

“ALLAH’IN LUTFU”

Sürekli azmettiğini, her işte çalışabileceğini insanlara gösterdiğini dile getiren Gökbaba, şunları kaydetti: “Bu durumu Allah’ın bir hediyesi olarak görüyorum. Çünkü hiç eli, kolu ve ayağı olmayanlar da var. Yine benim kısa da olsa kollarım var. Eksik de olsa parmaklarım var. Bu düşünceyle hep hareket ettim. Karşıma zorluk çıktıkça daha çok azmettim. Özellikle spor yapmaya başladıktan sonra özgüvenim arttı. Dünya şampiyonalarından üçüncü, Avrupa’da ikinci olmakla kendimi ve neler yapabileceğimi gösterdim. Benim tek istediğim; iyi bir aile babası olabilmek, kimseye muhtaç olmadan evime ekmek götürebilmek... Oğlum ve eşimle mutlu bir yaşantı sürmek istiyorum. Bu doğrultuda elimden ne geliyorsa yapacağım.”

Gökbaba, kendisinden desteğini hiç esirgemeyen Konya Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Akyürek ve İtfaiye Daire Başkanı Cevdet İşbitirici’ye teşekkür etti.

Yeni Akit

saniyenur
Thu 10 November 2011, 06:20 pm GMT +0200
28- Kusttan İbaret Olan Ûdi Hindi ile Tedavi



2034- Ümmü Kays bint. Mihsan (r.anhâ)'dan rivayet edilmiştir:

“Henüz yemek yemeyen küçük bir oğlumla birlikte Resulullah (s.a.v.)'in yanına girdim. Bu oğlumu, uzre denilen boğaz hastalığından dolayı tedaviye tabi tutmuş­tum. Resulullah (s.a.v.):

“Niçin boğaz hastalığını böyle bir tedavi uygulamak suretiyle çocuk­larınızın boğazım elle sıkıştırıp dürtüyorsunuz” Şu Udi Hindi'yi kullanın. Çünkü onda yedi türlü şifa vardır. Zatu'1-cenb/göğüs zarı iltihabı hastalığının ilacı ondandır. O, uzre denilen boğaz hastalığı için burna çekilir. Göğüs zarı iltihabı hastalığı için ise suyla hastaya ağızdan verilip içirilir” buyurdu. [329]

Açıklama:

“Kust”, topalak dedikleri bir ottur. iki çeşit olur: Birincisi, Hindistan'da biter; siyah, hafif ve tatlı olur. ikincisi ise Şam'da biter, Şemşad ağacı renginde ve hoş kokulu olur. Bunun bir de beyaz renkli olanı vardır ki acı olur.

İbnü'l-Kayyim'in açıklamasına göre; doktorlar zâtü'l-cenbi, hakiki ve hakiki olmayan diye iki kısma ayırırlar:

1- Hakiki zâtülcenb:
 

Göğsü kaplayan ve akciğerleri kuşatan sulu zarda meydana gelen iltihaptır. Bu hastalığın ateş, öksürük, kesik sancı ve nefes darlığı gibi belirtileri vardır. Hadiste tavsiye edilen ilaç ise bu hastalığın ikinci kısmı için faydalıdır.


2- Hakiki olmayan zâtülcenb:

Bir takım kaba ve zararlı yellerin bazı yerlerde tıkanıp kalmasının meydana getirdiği ve hakikisine benzeyen bir sancıdan ibarettir. Ancak hakiki zâtülcenbde sancı kesik kesik, hakiki olmayan da ise devamlıdır.

Ud-i hindinin kokusu; nezleyi giderir, yağı sırt ağrısına fayda verir, îç uzuvları takviye eder, vücuttaki gazı çıkarır, zâtülcenb hastalığına faydalıdır.

“İbn Sina, Ûd-i hindî'nin bademciklerin tedavisinde ilaç oİarak kullanıldığını zikrediyor.”

Bugünkü tıpta bademciklerin çıkarılmış olmasına rağmen boğazdaki lenfa halkasının iltihaplanmaları, boğaz ağrısına ve komplikasyonlara sebep olacağı belirtilmekte, tedavi için aspirin veya diğer ağrı kesiciler kullanılmakta, hastanın alerjik olmadığı biliniyorsa da antibiyotik olarak penisilin tercih edilmektedir. [330]


[329] Buhârî, Tib 10, 21, 23, 26; Ebu Dâvud, Tıb 13, 3877; İbn Mâce, Tıb 13, 3462; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/355, 356.

[330] B.k.z: Dr. Mahmud Denizkuşları, Kur'an-ı Kerim ve Hadislerde Tıb, Marifet Yayınları, İs­tanbul 1990, s. 130-132.


sümeyra
Fri 11 November 2011, 12:59 pm GMT +0200
INSANI SEVMEK


Sevgi yaşatan bir iksirdir; insan sevgiyle yaşar.. sevgiyle mutlu olur ve sevgiyle çevresini mutlu eder. İnsanlık sözlüğünde sevgi bizim canımızdır; biz birbirimizi onunla hisseder, onunla duyarız. Allah, insanları birbirine bağlama konusunda sevgiden daha güçlü bir irtibat unsuru, bir zincir yaratmamıştır. Aslında dünya, köhne bir harabeden ibarettir, onu taptaze ve canlı kılan sevgidir. Cinlerin, insanların sultanları; arıların, karıncaların, termitlerin bile kraliçeleri, bu sultan ve kraliçelerin de tahtları vardır. Krallar, kraliçeler belli yol ve belli usullerle seçilir ve gelir tahtlarına otururlar. Kimsenin intihâbına ihtiyaç duymadan gelip gönüllerimize taht kuran bir sultan varsa o da sevgidir. Dil-dudak, göz-kulak onun bayrağını çektikleri ölçüde birer kıymet ifade ederler; sevgi ise kendinden kıymetlidir. Sevginin otağı sayılan gönül onun sayesinde kıymetler üstü kıymete ulaşmıştır. Sevgi sancağının gidip önünde dalgalandığı kaleler, kan dökülmeden fethedilmişlerdir. Sevgi askerlerinin ulaşabildiği yerlerdeki sultanlar, muhabbet çerisinin sıradan birer neferi hâline gelmişlerdir.

Biz, gözlerimizde sevginin zaferleri, kulaklarımızda onun davulunun, kösünün sesi bir atmosferde yetiştik. Gönüllerimiz hep onun bayrağının dalgalanma heyecanıyla attı. Sevgiyle o kadar içli-dışlı olduk ki, neticede hayatımızı bütün bütün ona bağlayıp ruhumuzu da ona adadık. Artık biz yaşarsak sevgiyle yaşar, ölürsek sevgiyle ölürüz. Her nefeste, bütün benliğimizde onu duyar; soğukta onunla ısınır, sıcakta da onunla serinleriz. Bizim harb u darbimizde güm güm sevgi davulunun sesi duyulur; sulh u sükunumuz da yine sevgi mehteriyle şölenleşir.

Bin bir fenalığın kol gezdiği şu fevkâlade kirlenmiş dünyada, her zaman temiz kalabilmiş bir şey varsa o sevgi, onca sararıp solan gülendam şeylerin yanında hiç renk atmadan güzellik ve cazibesini koruyabilmiş bir dilber varsa o da yine sevgidir. Dünyada hiçbir millet ve hiçbir toplumda ondan daha gerçek, daha kalıcı bir şey yoktur. Onun ninniden daha yumuşak, daha sıcak sesinin hissedildiği yerlerde bütün sesler soluklar kesilir, bütün enstrümanlar susar ve en tatlı nağmeleriyle sessizlik murâkabesine dalarlar.

Varlık bilinip görülme fitilinin, sevgi çerağından tutuşturulması sonucu meydana gelmiştir. Eğer Hakk'ın yaratma sevgisi olmasaydı, ne aylar, ne güneşler ne de yıldızlar meydana gelirdi. Kâinatlar birer sevgi şiiri, yerküre de bu şiirin kâfiyesidir. Tabiat kitabı ve eko sistemde her zaman sevginin gür solukları duyulur. İnsanî münasebetlerde de hep onun bayrağı dalgalanır durur. İnsanlar arasında her zaman revâcını koruyan bir akçe varsa o da sevgidir.. ve sevginin değeri kendindendir. Sevgi, en saf altınla bile tartılsa ondan ağır gelir. Altın da, gümüş de değişik borsa ve piyasalarda her zaman değer kaybedebilirler; ama, sevginin kapıları her zaman bütün olumsuzluklara kapalıdır ve hiçbir haricî müdahale onun iç ahengini bozamaz. Bugüne kadar, bütün bütün kine, nefrete, düşmanlığa kilitlenmiş canavar ruhlardan başkası da ona karşı koymayı, onunla savaşmayı düşünmemiştir. Bence, canavar ruhları uysallaştırmanın biricik iksiri de yine sevgidir. Dünyevî zenginliklerin tesir alanının dışında nice problemler vardır ki, sevginin büyülü anahtarından başka hiçbir şeyle çözülememiştir. Zaten, dünyada hiçbir değerin, sevgiye karşı koyması ve onunla rekabet etmesi de mümkün değildir. Altının, gümüşün, dövizin, çekin, senedin kartelleri hemen her maratonda muhabbet fedaileri karşısında nakavt olagelmişlerdir. Evet, maddenin patronlarının, onca gürültü, patırtı, şov ya da ihtişama rağmen gün gelmiş sermayeleri bitmiş, pazarları sona ermiş, ocakları sönmüştür; ama, sevginin çerağı her zaman par par yanmış ve ışık olup bütün gönüllere, ruhlara akmıştır.

Muhabbet rahlesi önünde diz çöküp ömrünü sevgi meşk etmeye adamış talihliler, hiçbir zaman sözlüklerinde, kine, nefrete, gayza, komploya yer vermemiş ve ölümleri pahasına da olsa düşmanlığa başvurmamışlardır; vurmazlar da. Onların muhabbetle iki büklüm olmuş boyunları her zaman sevgiye selam durmuş ve sevgiden başkasına kıyam etmemiştir. Hele onlar birer sevgi küheylanı gibi şahlandıklarında, düşmanlık duygusu saklanacak in aramaya durmuş; nefret, gayzından çatlamış; kin, öldüren bir yutkunmaya dönüşmüş ve komplo gelip sahibinin boynuna dolanmıştır.

Bugüne kadar şeytanın en tehlikeli oyunlarını boşa çıkaran bir büyü varsa o da sevgidir. Nebiler, firavunların, nemrutların, şeddatların gayız ve öfke ateşlerini sevgi kevserleriyle söndürmüşlerdir. Bütün hak dostları, şirazesi kopmuş bir kitabın eczası gibi şuraya-buraya saçılmış disiplinsiz ve âsi ruhları sevgiyle biraraya getirmiş ve insanî münasebetler alış verişinde buluşturmuşlardır. Sevginin gücü her zaman Hârût ve Mârût'un sihrini bozacak kadar aşkın olmuş ve cehennem ateşini södürecek kadar da tesirli. Bu itibarla da sevgi silahına sahip olan birinin artık bir başka silaha ihtiyaç duyacağını sanmıyorum.. evet sevgi, namlusundan fırlamış mermi ve top güllelerini bile tesirsiz hâle getirecek kadar güçlüdür.

İnsanın insanları sevip çevresine alâka duyması, hatta bütün varlığı şefkatle kucaklayabilmesi, biraz da kendini bulup bilmesine, kendi mahiyetini keşfedip Yaratıcısıyla olan münasebetini duymasına bağlıdır. O, kendi derinliklerini, kendi özündeki cevherleri duyup hissedebildiği ölçüde, aynı hususların başkalarında da bulunduğunu düşünür, hem Yaradana nispetin hatırına hem de mahiyetindeki cevherlere karşı kadirşinas davranma hissiyle her varlığı daha bir farklı görür, daha bir farklı duyar ve daha bir faklı değerlendirir. Aslında bizim birbirimizin kadrini bilip birbirimize karşı saygılı davranmamız, her birerlerimizde meknî ve meknûz bulunan cevherlerin bilinmesiyle yakından alâkalıdır. Peygamber beyanı olarak kitaplara geçen "Mü'min mü'minin aynasıdır" sözünü, daha da genişleterek, "insan insanın aynasıdır" şekline getirip bu son mülâhazayı o ifadeye bağlayabiliriz. Bunu yapabildiğimiz takdirde, hemen herkes, kendinde mevcut olan cevherler adesesiyle, diğer insanlarda bulunan derinlikleri, enginlikleri, zenginlikleri sezip duymasının yanında bütün bu önemli mevhibelerin hakikî sahiplerine bağlanmasını da bilir ki, bu da, bütün varlık aleminde görülen güzellik ve cemâl, sonra da sevgi ve alâka adına ne varsa hepsi O'na ait demektir. Bu inceliği sezebilen bir ruh, Mevlânâ gibi: "Gel, gel aramıza katıl; biz Hakk'a gönül vermiş aşk insanlarıyız! Gel gel bize katıl da sevgi kapısından içeriye giriver, giriver ve evimizde bizimle beraber otur... Gel birbirimizle içten konuşalım.. (gönüllerimizle sarmaş-dolaş olalım da) kulaklardan, gözlerden gizli konuşalım.. Güller gibi dudaksız ve sessiz gülüşelim.. Tıpkı düşünce gibi dudaksız-dilsiz görüşelim.. Mademki hepimiz biriz, birbirimize dilsiz-dudaksız gönülden seslenelim.. Mademki ellerimiz kenetli, gel bu hâlden bahisler açalım; El-ayak, gönül hareketlerini daha iyi anlar, öyle ise gel dilimizi tutalım, titreyen gönüllerimizle konuşalım.." der ve gönül dilinden bize destanlar sunar.

Bizdeki bu duygu derinliğini, bu insanî alâka zenginliğini ne Yunan ve Latin düşüncesinde, ne Grek ve Batı felsefesinde görmek mümkündür. İslâmî düşünce, hemen hepimizi bir cevherin değişik tezahürleri şeklinde görür ve her birerlerimizi bir hakikatin farklı yüzleri şeklinde mütâlâa eder. Zaten, Allah birliği, peygamber birliği, din, dil birliği, ülke, millet birliği... gibi fasl-ı müşterekler etrafında bir araya gelmiş insanlar -hadîsin ifadesiyle- bir vücudun ayrı ayrı uzuvları mesabesindedir. El, ayağa rakip olamaz.. dil dudağı ayıplayamaz.. göz kulağın kusurunu göremez.. kalb kafa ile cedelleşemez... eğer bunların bütünü bir vücudu tamamlayan unsurlarsa, biri iki görmek gibi bu çarpık müşahede de neyin nesi.! Dünyamızın, Cennet hâline gelmesinin ve Cennet kapılarının ardına kadar açılmasının, açılıp bize "buyurun" edilmesinin önemli bir vesilesi sayılan aramızdaki birliği bozmak da neden.! Birlik ve beraberlik, Allah'ın muvaffak kılmasının bir yolu ise, bu ihtilaf ve iftirakın mânâsı da ne!? Ne zaman, bizi birbirimizden uzaklaştıran duyguları, düşünceleri, ruhumuzdan söküp atacak ve birbirimizi kucaklamak için yollara döküleceğiz!

Ayrı ayrı mizac ve meşrep gibi, Allah'a ulaştıran yollar da mahlûkatın solukları sayısıncadır. Herkes ayrı bir anlayışa, ayrı bir yoruma bağlanır, ayrı bir yoldan yürür, ayrı bir köprüden geçer; ayrı bir merdivenle yükseleceği yere yükselir, ayrı bir helozonla ulaşacağı zirvelere ulaşır.. herkes farklı nağmelerle coşar, farklı enstrümanlar kullanır; ama hepsi de Hakk'ı hoşnut etmeye ve dünyayı cennetlere çevirmeye koşar. Koşma alanı bu kadar geniş ve hedef de her yola açık ise bu hırgür de neden!? Hele bir de hasımlarımız, aramızdaki bu ihtilaf ve düşmanlıkları aleyhimizde değerlendiriyorsa...

Konuyla alâkalı düşüncelerimi bir şairimizin şu enfes sözleriyle noktalamak istiyorum:

"Zen merde, civan pire, keman tirine muhtaç,
Ecza-i cihan cümle birbirine muhtaç."


M.F.GULEN

sumeyye
Fri 11 November 2011, 01:17 pm GMT +0200
Bölüm: 328

Gece namazını kılamayan gündüz kılabilir



445- Âişe (r.anha)’dan rivâyet edilmiştir: “Rasûlullah (s.a.v.) gece namazını uykudan dolayı kılamaz ise, gündüz on iki rek’at olarak kılardı.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu: 20; Dârimî, Salat: 162)

 Tirmîzî: Bu hadis hasen sahihtir.

Tirmîzî: Sa’d b. Hişâm, Âmir el Ensarî’nin oğludur. Hişâm b. Âmir ise Rasûlullah (s.a.v.)’in ashabındandır. Abbâs el Anberî, Attâb b. Müsenna, Behz b. Hakîm’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Zürare b. Evfâ, Basra’da kadılık görevi yapıyordu. Kuşeyr oğullarına imâmlık yapıyordu. Bir gün sabah namazında Müddessir sûresi 8. ve 9. ayetleri olan “Yeniden diriliş için Sur’a üfürüldüğü zaman işte o gün çok zorlu ve sıkıntılı bir gündür.” Ayetini okudu ve ölü vaziyette yere düştü. Bende, onu evine taşıyanlar arasında idim.