- Kuranın Parça Parça İndirilmesi

Adsense kodları


Kuranın Parça Parça İndirilmesi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Thu 23 August 2012, 12:41 pm GMT +0200
KUR'ÂNIN PARÇA PARÇA İNDİRİLMESİ VE HİKMETLERİ

İlâhî hikmet, vahyin Rasûlullah ile devam­lı ilişkili olmasını, hergün ona yeni birşeyler öğretmesini, yol göstermesini, kalbini teskîn ve huzurunu artırmasını, ayrıca sahabenin ih­tiyaçlarına cevap vererek; onları eğitmesini, geleneklerini ıslâh edip olaylarına çözüm yol­larını bulmasını, âni olarak onları talimat ve hükümleriyle karşı karşıya getirmemeyi dile­miştir. Bu karşılıklı ilişkinin bir gereği olarak Kur'ân "ihtiyaca binâen beş, on veya daha az yahut daha çok sayıda âyetler halinde parça parça inmiştir." İfk olayında on ayetin birden indiği, sahih rivayetlerde ifade edilmektedir. Ayrıca Mü'mİnûn suresinin ilk on ayetinin topluca indiği de sahih rivayetlerde belirtil­mektedir. Nisa sûresinin 95. âyetinin bir kıs­mı ile Tevbe sûresinin 28. âyetinin son kısmı yalnız başına inmiştir. Ayetin baş tarafı indik­ten sonra bu kısım İnmiştir (ei-Itkan, c. I, sh. 73).

Bu minval üzere Kur'ân taksit taksit inmiştir. Tâ ki Peygamber ağır ağır onu okusun ve sahabe de azar azar okusunlar. Böylece Kur'ân-ı Kerim olaylara ve Rasûlullah'in hayatı boyunca ortaya çıkan ferdî ve sosyal ilişkilere uygun olarak azar azar indirilmiştir. Kur'ân'ın iniş müddeti, Rasûlullah'a peygam­berlik geldikten sonra Mekke'de onüç sene kaldığını kabul edersek, ki Medine'de on sene kaldığı rivayetlerin ittifakıyla sabit olup top­lam olarak yirmiüç sene devam etmiştir. Nite­kim İbni Abbas (r.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilir: Rasûlullah'a kırk yaşında peygam­berlik gelmiş, kendisine Peygamberlik gel­dikten sonra onüç yıl Mekke'de ikamet etmiş, bilâhare on yıl hicretle emrolunmuştur. Alt-mışüç yaşında da vefat etmiştir. (Buharı). Bazıları Kur'ân'm İniş müddetini yirmi, bazı­ları da yirmibeş. yıl olarak kabul etmiştir. Bu, Rasûlullah'm peygamberlikten sonra Mekke'de kaç yıl kaldığı hususundaki ihtilaftan ileri gelmektedir ki, bu müddet bazılarına gö­re on, bazılarına göre de onbeş yıldır (el-Burhan).

Şâ'bî'nin (H. 109) belirttiği gibi, "Kur'ân'ın nuzûle başlaması, Kadir gecesinde olmuş ve sonra çeşitli zamanlarda taksit taksit inmeye devam etmiştir." (el-Burhan). Şâ'bî böylece bu görüşle Yüce Allah'ın "biz onu Kadir ge­cesinde indirdik" (97: 1) sözüyle "Onu, in­sanlara ağır ağır okuman için okuma parçala­rına ayırdık ve onu azar azar İndirdik." (17: 106) sözünün arasını bulmuştur ki, bu doğru bir anlayış olup Allah'ın, Kitabını "Mübarek bir gecede" ve "Ramazan ayında" indirdiğini bildiren haberine ters düşmemektedir. Çünkü o zaman maksat; Allah Teâlânın, Kur'ân'ın indirilişini "mübarek bir gecede" (44: 3) baş­lattığı ve bu geceyi de "Kadir Gecesi" ile açıkladığıdır ki, bu gece Ramazan ayındadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ramazan ayı -ki insanlara yol gösterici, hi­dayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırdedip açıklayıcı olarak Kur'ân o ayda indiril­miştir- ..." (2: 185). Daha sonra da olay ve vakıalarla birlikte taksit taksit inmiştir.

Kur'ân'ın üç inişinin bulunduğu; birincisinin Levh-i Mahfuz, ikincisinin dünya semasında Beynı'l-İzze'ya ve üçüncüsünün de olaylara uygun olarak taksit taksit indirildiğini söyle­yen görüşün senetlerinin hepsi her ne kadar sahih ise de bu görüşe meyledecek değiliz. Çünkü zikredilen bu görüşler gayb âlemini il­gilendirir ki, bu konuda ancak yakîn ile sabit olan mütevatir Kur'ân ile mütevatir Sünnet hüccet kabul edilir. Bu görüşün dayandığı ri­vayetlerin senetlerinin sahih olması, ona İnan­mayı vâcib kılacak yeterli delil değildir. Nasıl bu görüşe inanalım ki, Kur'ân ona muhalif­tir?! Allah'ın Kitabı, sadece vahyin çeşitli za­manlarda ve taksit taksit olduğunu açıkça an­latmaktadır. Kur'ân'dan açıkça anlaşılan; onun parça parça indirilmesi; kasideyi toplu­ca dinlemeye alışık olan ve bir kısmı Tev­rat'ın toplu olarak geldiğini duymuş bulunan müşriklerin itirazlarına konu olmuş, neden taksit taksit geldiği hususunu dillerine dolayıp bir defada toplu olarak indirilmesi gerek­tiğini i'eri sürmüşlerdir. Yüce Allah, Furkan sûresinde bu itirazlarını zikrederek onlara ce­vap verir: "İnkâr edenler: 'Kur'ân ona bir de­fada indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz, onunla senin kalbini sağlamlaştırmak (çeşitli olaylara karşı yeni gelen âyetlerle kalbini tak­viye etmek) için onu böyle (parça parça indir­dik) ve onu ağır ağır okuduk. (Ey Rasulüm), onların sana getirdiği her misale (her bâtıl so­ruya) karşı mutlaka biz sana, (o bâtılı yok edecek) gerçeği ve en güzel açıklamayı getiri­riz." (25: 32-33).

Kaldı ki, Kur'ân'ın üç inişinin olduğunu söy­leyenler -bu nüzul yerlerinin sayılı olmasının hikmetini açıkladıktan sonra- son nuzülü olan üçüncüsünün; olaylara göre parça parça inişi­nin sırlarına işaret etmekten geri kalmıyorlar. Bu hikmetler, o kadar açıklık kazanmıştır ki, hiç kimse için kapalı değildir. "Şayet ilâhî hikmet -dedikleri gibi- onun, olaylara uygun olarak taksit taksit onlara ulaşmasını gerekli kılmasaydı, ondan önce münezzel kitaplar gi­bi o da toplu olarak yeryüzüne indirilirdi. Lâkin Allah kendisini iki hususta diğerlerin­den ayrı kıldı: Kendisine İndirildiğinin sânını yüceltmek için toplu olarak (dünya semasına) ve sonra da kısım kısım indirilmiştir." (el-It-kan, c. I, sh. 69-70).

Vahyin Rasûlullah'in ihtiyaçlarına cevap vermesi iki şekilde olmaktadır: Bunlardan bi­ri, her olaydan sonra, Kur'ân'dan yeni birşeyler getirmekle kalbini güçlendirmesi, diğeri ise Kur'ân'i ezberlemesini kolaylaştırmasıdır. Ebû Şâme birinci şekle şöyle demektedir: Şa­yet Kur'ân'ın parça parça inmesinin sırrı ne­dir? Diğer kitaplar gibi neden topluca indiril-memiştir? gibi sorulara bizzat Yüce Allah'ın kendisi cevap vererek şöyle buyurmaktadır: "Küfredenler, Kur'ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?' dediler" diyerek peygamberlerden kendilerine kitap verilenle­re kitapların bir defada indirildiğini kastediyorlar. Allah Teâlâ onlara şu sözlerle cevap veriyor: "Evet öyle." Yani Biz onu çeşitli za­manlarda müteferrik olarak indirdik "onu kal­bine yerleştirmek için." Yani onunla kalbini güçlendirmek için müteferrik olarak indirdik. Vahyin her olayda tekrar gelmesi kalbi güç­lendirmek ve kendisine vahiy gönderilenin değerini yüceltmek anlamını taşır. Bu durum meleğin daha çok gidip gelmesini sağlar. Kendisine ve Yüce Allah'tan ona kadar gel­miş olan teminat yenilenir. O zaman Rasûlullah anlatılması güç bir sevince eri­şirdi. Bu sebeple en cömert olduğu zaman Ramazan ayı İdi. Çünkü bu ayda daha çok Cebraille karşılaşıyordu (el-Itkan, c. I, sh. 71).

Kur'ân, kavimleriyle Peygamberler arasında geçen haberleri zikretmekle Arapların hayal ve dikkatlerini kendine çekiyor ve bu olayları çeşitli şekil ve üslûplarla her zikrettiğinde tat­lılığı artıyordu. Çoğu yerde bu olaylar sadece Rasûlullah'ın ve mü'minlerin kalblerini güç­lendirmek için anlatılır. Kur'ân bunu ifade ederek şöyle buyuruyor: "Peygamberlerin ha­berlerinden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz..." (11: 120). Geç­miş peygamberlerin kıssalarının zikredilerek muhtelif zamanlarda tekrar edilmesi ve çeşitli üslûplarla anlatılması, Rasûlullah'ın kalbini güçlendirmek ve kavminden gördüğü eziyet­ler karşısında onu teselli etmek için bir vesi­ledir. Muhammed ilk defa gelmiş bir pey­gamber değildir. Ondan önce de peygamber­ler gelmiş ve onlar da yalanlanmışlar, azâb ve işkence görmüşlerdir: "... nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyecek olmuşlardı..." (2: 214).

Böylece Kur'ân'dan her yeni birşey indikçe, Rasûlullah'ın karşılaştığı zorluklar hafifliyor, teselli buluyor ve kendisinden önceki pey­gamberlerin yolundan gitmesi ona sevdirilmiş oluyordu. Gelen âyetler bazen ona açıkça sabretmesini emrediyordu: "Onların dedikle­rine sabret ve güzelce onlardan ayrıl." (73: 10). "O halde sen de, peygamberlerden azim  (ve irade) sahiplerinin sabrettikleri gibi sab­ret..." (46; 35). Bazen apaçık olarak kendisi­ni hüzün ve kederden sakındırıyordu: ''Onla­rın sözü seni üzmesin. Biz onların gizledikle­rini de, açığa vurduklarını da biliriz." (36: 76). "O (inanmaya)nların sözü seni tasaya dü­şürmesin. Çünkü üstünlük tamamen Allah'ın­dır. İşiten ve bilen O'dur." (10: 65). Bazen de kâfirlerin şahsını kendisinden dolayı hedef al­madıklarını, kendi zâtından dolayı onu yalan­cılıkla itham etmediklerini, asıl gayelerinin; ancak Hak'ka karşı gelmek olduğunu haber veriyor. Çünkü onlar, her asırda görülen bir­kaç münkirden İbarettir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biliyoruz, onların de­dikleri elbette seni üzüyor; gerçekte onlar se­ni yalanlamıyorlar; fakat o zâlimler bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar." (6: 33), İbni Kesîr bu âyetin tefsirinde şöyle demekte­dir: Yüce Allah, kavminin onu yalanlamaları­nı ve ona muhalefet etmeleri hususunda Pey­gamber'i teselli ederek; "Biliyoruz, dedik­leri seni üzüyor' buyuruyor. Yani onların se­ni yalanlamalarından ve bunun için üzülmen­den haberdarız. "Onlar için üzülme." Başka bir âyette de şöyle buyurmaktadır: "Belki iman etmezlerse arkalarından esef ederek kendini üzeceksin," "Şimdi bu Kur'ân'a imân etmezlerse, belki arkalarından esef ederek kendini üzeceksin." Yine şöyle buyurur: "On­lar hakikatte seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr edi­yorlar.." Yani haddi zatında gayeleri seni yalancılıkla itham etmek değildir. "Lâkin o zâlimler, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar" Yani onlar, hakka karşı inat etmektedirler. (İbni Kesîr, c. 2, sh. 129).

Bu teselli veren ve güzel sabırla iyi örneği gösteren âyetlerin tekrar tekrar inmesi, Pey­gamber'in haber ve kıssalarının anlatılma­sının temel hikmetidir. Şayet müşriklerin Rasûlullah'e eziyetle birlikte, kalbine güç veren vahiy kesilip kendisini teselli eden bu âyetler tekrar tekrar inmemiş olsaydı, bu gibi durumlarda insanın başına gelen ve kalbi hü­zünle dolduran duyguları o da duymuş olacak ve ona ümitsizlik hâkim olacaktı. Oysa Allah kendisine üzüntü ve hasret çekmeyi, gönlü­nün sıkılmasını yasaklamamıştır. Çünkü o da beşerdir ve diğer insanların mâruz kaldığı ruhî infiallerin hepsine mâruzdur. Reşit Rıza, "Senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler, nihayet onlara yardımımız yetişti..." (6: 34) âyetinin tefsirini yaparken bu noktanın farkı­na varmış ve şöyle demiştir: "Âyet, Rasûlullah için teselli edici ve Peygamber­lerle ümmetler hakkında Allah Teâlânın sün­netini gösterici mahiyettedir. Ya da bu sünnet ile onun ihtiva ettiği iyi örneğe dikkat çek­mektedir. Çünkü bu anlamda inen ilk âyet bu değildir." Daha sonra bu düşünceye biraz da­ha açıklık getirerek şöyle demektedir: "Şayet acıyı acıyla gidermek beşer tabiatının bir ge­reği olmasaydı, bu gibi âyetlerle teselli etme­nin tekrar edilmesinin hikmeti ortaya çıkmaz­dı. Peygamber Kur'ân'ı namazda ve özel­likle gece namazında okuyordu. Bazen bir sûreyi okur ve diğer sûrelerden inen âyetleri okuduktan sonra, belki birkaç gün arayla an­cak tekrar bu sûreye sıra geliyordu. Onun için tekrar teselli edilmeye ve sabırla emredilmeye ihtiyaç hâsıl oluyordu. Çünkü Rasûlullah'in mâruz kaldığı hüzün ve keder sebepleri­nin tekerrürü ile teselli edici âyetlerin de te­kerrürü gerekiyordu." (Tefsiru'l-Menâr, c. 7, sh. 377-378).

Vahyin, Rasûlullah'in ihtiyaçlarına cevap verişinin ikinci şekli; daha önce de belirtildiği gibi, Kur'ân'ın ezberlenmesini kendisine ko-laylaştırmasıdır. Âlimlerden bir kısmına göre Furkan süresindeki "kalbinin güçlendirilme­si" âyetinden maksat, Kur'ân'ın kalbinde top­latılıp onu ezberlemesinden başka birşey de­ğildir. "Hz. Peygamber ümmî idi, okuma yazma bilmezdi. Kur'ân parça parça indi ki, onu ezberlemesi kolaylaşsın. Diğer peygam­berler ise, böyle değildi. Onlar okuma yazma­sını biliyorlardı. Onlara indirilen kitaplar top­luca da inmiş olsa, onları korumaları müm­kündü." (el-Burhan, c. I, sh. 231). İbni Fûrek (öl. H/604) bunu daha fazla vuzuha kavuşturmaya çalışarak şöyle demektedir; "Denildi ki, Tevrat toplu olarak indirilmiştir. Çünkü oku-jyıa yazması olan Hz. Musaba inmiştir. jCur'ân ise, ayrı ayrı indirilmiştir. Çünkü o yazılı olarak inmeyip ümmî bir peygambere indirilmiştir." (el-Itkan,c. I, sh. 71).

Vahyin, Rasûlullah'in dönemindeki Müs­lümanların ihtiyaçlarını gidermesi meselesine gelince; Kur'ân'da hepsinin hedefi bir olan çeşitli vahiy şekilleri vardır ki, bu da muha­tapların durumlarını gözetmek, tırmanış döneminde olan yeni toplumların ihtiyaçlarını karşılamak ve daha önce karşılaşmamış ol­dukları kurallarla birden bire onları karşı kar­şıya getirmemektir. Mekkî b. Ebî Talib, en-Nasİh ve'l-Mensııh isimli eserinde Kur'ân'ın nüzulünden bahsederken bu noktaya işaret et­miştir. Kur'ân'ın tedricî olarak inmesi, kabu­lünü daha çok kolaylaştırmıştır. Şayet toplu olarak indirilmiş olsaydı, ihtiva ettiği birçok emir ve nehiyden dolayı insanlardan birçoğu­nun onu reddetmesine sebep olurdu. Buha-ri'nin Hz. Aişe'den naklettiği şu söz de bunu açıklamaktadır: "Kur'an'dan ilk inen, Cennet ve Cehennemden bahseden mufassal sûreler­den biridir. Nihayet İnsanlar İslâm'a dönüp (ona ısınınca) helâl ve haramla ilgili âyetler inmeye başladı. Şayet ilk olarak 'içki içme­yin' emri indirilmiş olsaydı, 'içkiyi asla ter-ketmeyiz', şayet 'zina etmeyin' emri indiril­miş olsaydı 'zinayı asla terketmeyiz' diyecek­lerdi." (el-Itkan, c. I, sh. 73).

Hz. Aişe'nin bu sözünün zahirine göre onun, tedriç konusunda içkinin yasaklanmasıyla zİ-nanın yasaklanmasını aynı seviyede tuttuğu anlaşılmaktadır. Böylece dinleyici zinanın da içki gibi merhale merhale yasaklandığı zeha­bına kapılabilir. Oysa durum böyle olmadığı gibi Sıddîk'ın kızının kastettiği de bu değildir. Radıyallahu anha, zinanın bir defada ve kesin olarak haram kılındığını biliyordu. Nitekim AUahu Teâlâ haramfığını şu âyette bildirmiş­tir: "Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, açık bir kötülüktür, çok kötü bir yoldur." (17: 32). Hz. Aişe'nin kasteddiği, ilk dönemlerde Kur'ândan inen âyetleri açıklamaktır. İlk inen âyetler ise, Allah'ın hikmetinin bir gereği ola­rak helâl ve haram konularını işlemiyordu. Onlar Allah'a ve ahiret gününe imân prensip­lerini işliyordu. Vahiyden ilk inen âyetlerde zinanın haram kılınışının olmayışı da, onun haram kılınışının çok geciktiği anlamına gel­mez. Çünkü her halükârda Mekke'de haram kılınmıştır. Ayrıca bu, haram kılınışının da merhale merhale olduğu anlamına gelmez. Çünkü içki ve kumarın haram kılınmasında şahit olduğumuz gibi büyük kötülüğünün ya­nında, zinanın bir de yararının bulunduğuna ne Allah'ın Kitabında ve ne de Rasûlünün sünnetinde rastlıyoruz. Ayrıca zina ve ahlâksızlığın şekillerinden herhangi birine herhangi bir surette İslâm'ın rıza gösterdiğini de görmüyoruz. Bilinen, İslâm'ın diğer gizli ve açık kötülüklerle haksızlıklarda olduğu gi­bi kesin bir üslûp ve ifadeyle zinanın haram olduğuna karar vermiş olduğudur.

Hiç şüphesiz İslâm, fert ve toplumların ruhla­rına işlemiş köklü şeylerle yüzeyde olan şey­leri birbirinden farklı değerlendirmiştir. Fert­lerin ruhlarına kök salmış bulunan her mesele şuurlu yapılan bir gelenek hâline dönüşmüş­tür. Ayrıca toplumun derinliklerine kök salmış her mesele de sosyal bir gelenek veya devlet örfü hâline bürünür. İslâm bu gibi hu­suslarda ağır ve ihtiyatlı davranır ve burada plânlama ile birlikte ağır davranmanın, plansızlıkla birlikte acele etmekten daha ya­rarlı olduğuna inanır.

Oysa sathî olarak ferdin ruhuna veya topluma girmiş bulunan ve onların temiz fıtratını bo­zacak durumda olan her mesele, beşer haya­tında bir suç olup ona karşı susmak caiz de­ğildir. İslâm bu gibi meselelerde kesin görü­şünü ortaya koymalı ve tartışma götürmez sı­nırlar tayin etmelidir. Bu sınırları ancak fıtrat çizgisinden ve insanlık haysiyetinden sapmış bulunanlar münakaşa konusu yaparlar.

Fert ve toplumun ruhuna kök salmış olan me­selelerle sathî meseleler arasındaki bu ayırı­mın ışığında İslâm, cana kıyma, hırsızlık, yol kesme, insanların mallarını bâtıl yollardan ye­me ve muamelâtta diğer aldatma yollarına baktığı açıdan zinaya bakmış ve onu bir defa­da kesin olarak yasaklamıştır.

Bu gibi hususlarda yasaklamaların Kur'ân'da daha sonra vârid olduğu ve çoğunun Rasûlullah'in Medine'ye hicretinden sonra vuku bulduğu söylenebilirse de -kesin ve genelle­me yaparak- bu gibi şeylerin merhale merha­le, tedricî olarak haram kılındığını söylemek yanlış olur: Allahu Teâlâ, "Zinaya yaklaşma­yın. Çünkü o, şüphesiz bir hayasızlıktır, çok kötü bir yoldur." (17: 32) sözüyle nasıl bir defada zinayı yasaklamışsa, "Her kim bir mü­mini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere (gideceği) cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır!" (4: 93) sö­züyle cana kıymayı da bir defada yasaklamış­tır. Hikmeti gereği, hırsızlığı da şu sert ve ke­sin üslubla yine bir defada yasaklamıştır: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini ke­sin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir." (5: 38).

Aynı şekilde, haksız yere insanların malları­nın gasbedilmesini haram kılarak şöyle bu­yurmuştur: "Mallarınızı, aranızda haksız se­beplerle yemeyin; bile bile günah (olan) bir biçimde insanların mallarından bir kısmını yemek için onları hâkimler(in Önün)e atmayın (hâkimlere peşkeş çekmeyin)." (2: 188). Kur'ân'da, muamelâta ilişkin aldatma şekille­rinden her birinin haram kılınışı bu kesin ifa­deyle gelmiştir. Şayet Kur'ân'da sözkonusu olmamışsa Sünnette varid olmuştur.

İslâm'ın her ne kadar kanun koymada derece derece ve Kur'ân âyetlerinin taksit taksit in­mesine Önem verdiği açık İse de ihtiyaç ânında açıklamayı geciktirmekle teşri'in ted­ricini birbirine karıştırmaya müsamaha et­mez. Allah, helâl ve haram ile emir ve nehiy-le ilgili pek çok hükmü geciktirmiştir. Ancak onu açıklamayı dilediği zaman hükmünü bir defada açıklamış ve onda tedrice yer vermemiştir. Böylece müminleri dinî emirleri ge­ciktirmeden uygulamaya alıştırmış ve onları serî teklifleri yüklenmeye hazır hâle getir­miştir: Henüz işin başında onları namaz, sa­daka ve oruçla mükellef kılmıştır. Ancak na­maz başlangıçta sabah akşam mutlak bir na­maz (dua) idi. Gündelik sayısı, rekat ve şekil­leriyle namaz ancak hicretten bir sene önce farz kılındı. Müslümanlar ilk zamanlarda sa­daka ve orucun çeşitli şekilleriyle karşılaştı­lar. Fakat zekâtın miktarları ve orucun şartlan hicretten ancak bir sene sonra farz edildi. Bü­tün bunlar İslâm'ın esnekliğinden, kolaylık ve müsamahasındandır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "...ve dinde size bir güçlük yüklemedi..." (22: 78), "...Allah sizin İçin kolaylık ister, güçlük istemez..." (2: 185). Allah kullarına zorluk dilemez. Onlara merhametlidir. Hoşlanmayacakları yeni tek­liflerle karşılaşmasınlar diye onları fazla soru sormaktan menediyor: "Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şey­leri sormayın. Eğer Kur'ân indirilirken onları sorarsanız, size açıklanır..." (5: 101).

Bütün bunlar, "ihtiyaç zamanına kadar açıkla­mayı erteleme" şeklinde anlaşılırsa da tedriç ile bir ilişkisi yoktur. Bu hükmün fert ve top­lumlara sirayet etmiş yüzeysel şeylere uygu­lanması daha münâsiptir. Onun için zina, ca­na kıyma, hırsızlık ve insanların mallarını haksız yere yeme gibi hususlarda açıklamayı tedricî olarak yasaklamaya gerek yoktur.

O halde tedriç, içki ve kumar gibi gelenekler­le ruhî hastalıklarda ve esirleri köle edinme gibi sosyal ve devletler hukukunu ilgilendiren meselelerde söz konusudur.

İnsan duygularına yerleşmiş gelenekleri ilgi­lendiren alkol alışkanlığının yasaklanmasında Kur'ân'ın tedricîliğİne şöyle bir göz atmamız misal olarak yeterlidir: Bu hususta ilk inen âyet şöyledir: "Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki: "O ikisinde büyük günah vardır. İnsanlara bazı faydaları varsa da gü­nahları faydalarından büyüktür." (2: 219). Sarhoşların dikkatlerini, yasaklanmasında, zararının ağır basmasından dolayı olduğuna çekiyor. Her ne kadar içkide ticaretinden do­layı ekonomik faydalar, sağlıklılığı vehmetti­ren yanakların kızarması gibi zahirî hususlar ve sarhoşluk anlarında ortaya çıkan cömertlik eibi sosyal, savaş alanında gözükaralık ve cesaret gibi faydalar sağlıyorsa da zararı fay­dasından daha çoktur. İçkinin yasaklanması için bu illet yeterlidir. İlk adım, Müslümanla­rın zihninde teşrî mantığını tahrik şeklindedir. İkinci adım, Allahu Teâlâ'nın şu sözüyle atıl­mıştır: "Ey iman edenler, siz, sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yak­laşmayın." (4: 43). Böylece sarhoş olma imkânları daraltılmıştır. Çünkü beş vakit na­maz arasındaki müddetler pek kısadır ve bu müddetler sarhoşluktan ayılmak için yeterli değildir. Haliyle sarhoş olma fırsatları azal­mış olmaktadır. Yüce Allah nihayet şu sözüy­le kat'i kararını bildirmiş ve içkiyi kesinlikle haram kılmıştır: "Ey iman edenler! Şarap, ku­mar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz." (5: 90). Bunun üzerine onlar da "son verdik" dediler ve gerçekten de içkiden tamamen uzaklaştılar. Bundan sonra içki içene verilecek cezayı bekler oldular.

Vahiy işte bu şekilde Peygamber'e tedricî olarak geldi. Onu eğitip yetiştirdi ve ona yol gösterdi. Nihayet onun ahlâkı Hz. Aişe'nin belirttiği gibi "Kur'ân" oldu. Ayrıca mümin­leri de tedricî olarak eğitmiş oldu. Bâtıl gele­nekleriyle bozuk inançlarını yavaş yavaş göz­lerinde çirkin gösterdikten sonra kalblerini gerçek iman, samimi ibadet ve müsamahalı ahlâkla süsledi. Azar azar inmekle ayrıca âyetlerini ezberleyip zihinlerinde ve gönülle­rinde yer etmesine yardımcı oldu. Zorluklara karşı iradelerini güçlendirdi. Hayatlarında rehberleri, ilim ve ameldi. Vahiy onları kahrarnan erler hâlinde eğiten salih medreseydi. Belki de İbni Abbas, Allah Teâlâ'nın: "Onla-rın sana getirdiği her misale (her bâtıl soruya) karşı mutlaka biz sana, (o bâtılı yok edecek) §erçeği ve en güzel açıklamayı getiririz." (25: 33) ayetinin tefsirinde "Cebrail, kulların söz ve fiillerine cevap olarak onu indirdi" sözüy­le, kitaplarının taksit taksit inişinin müminle­re sağladığı üstün terbiyeyi imâ ediyordu.

Kur'ân, misal olarak terbiye alanında câhili-yenin çirkin asabiyetini yıkmak ve atalarla öğünmenin yerine takvayı hâkim kılmak iste­yince, köleleri hür efendiler seviyesine yük­seltmekle buna bir hazırlık yaptı: Fetih günü siyah Bilal-i Habeşî Kabe'nin damına çıkarak ezan okudu. O zaman müşrikler bu durumu horlayarak "şu siyah köle mi Kabe damına çı­kıp ezan okuyor1' dediler. İşte bu sırada şahıs­larla değerler hakkında âdil ölçüyü belirten şu âyet Rasûlullah'ın kalbine indirildi: "Ey in­sanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefli­niz, takvaca en ileride olanınızdır..." (49: 13).

İslâm sosyal alanda bu ümmeti belli bir itidal ve ölçü üzere korumayı, inanç ve ahlâkında, ibadet ve muamelatında onu orta yol üzere kılmayı diledi. Onun için ölçülerini tashih ederek onu, kendisini diriltecek ölçülere da­vet etti. Sahabeden bir gurup nefsini öldüre­rek kadınlardan uzak durmaya ve ne et ve ne de yağ yemeye, kalın yün elbise giymeye, an­cak yaşayacak kadar yemek yemeye ve ruh­banlar hâlinde yer yüzünde dolaşmaya karar verdiklerinde fıtrat ölçülerine ters düşen bu yanlış davranışlarını düzeltmek için Allah şu âyeti indirdi: "Ey İman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram et­meyin, sının aşmayın. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği rızıklar-dan helâl ve temiz olarak yeyin ve iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun!" (5: 87-88). O sahabenin inhirafı âyette, hayret verici bir İfa­de ile "sınırı aşma" olarak nitelenmiş ve bu hâlin de Allah'ın sevmediği bîr fiil olduğu be­lirtilmiştir.

Manevî alanda ise Kur'ân-ı Kerîm, insan nef­sinin bütün sır ve gizliliklerini kuşatan bakı­şıyla neredeyse her nefse bir, şekil üzere hitabetmiştir. Allah ilk sahabeye çeşitli meşakkat şekillerini teklif etmiş ve onlar da gönül rıza­sıyla bunu yüklenmişlerdi, Ancak bir âyette onlara öyle bir yük yüklemiş ki güçlerinin üstünde bir yüktür: "Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçlerinizdekini açıklasaniz da, gizleseniz de Allah sizi onunla he­saba çeker..." (2: 284) âyeti indiğinde bu yükün altında diz çökmüş ve perişan olmuşlardır. Nefislerinden geçen, fakat yapmadıkları bir şeyden dolayı Allah onları nasıl hesaba çekecektir?   İşte   buna   şaşakalmışlar ve Rasûlullah'a gelip: "Allah sana bu âyeti indir- di ama biz buna güç yetiremeyiz?" demişler- dir. O zaman vahiy, emri tahfif etmeye ve kolaylaştırarak apaçık müsamaha prensibini ilân etmiştir: "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı hayır kendi faydasına, kötülük (şer) de kendi zara-rınadır..."(2: 286).

Vahyin Rasûlullah'in şahsını anlatışı, onun doğruluğuna vicdanî bir delil ise, muhakkak ki, nüzulünün tedricî oluşu da bu yüce Kita­bın Alîm ve Hakîm olan Allah'ın Kelâmı ol­duğuna kuvvetli bir mantıkî delildir. Allah onu Rasûlüne hidayet, öğüt verici ve her şeyi açıklayıcı olarak indirmiştir.