saniyenur
Thu 23 August 2012, 12:41 pm GMT +0200
KUR'ÂNIN PARÇA PARÇA İNDİRİLMESİ VE HİKMETLERİ
İlâhî hikmet, vahyin Rasûlullah ile devamlı ilişkili olmasını, hergün ona yeni birşeyler öğretmesini, yol göstermesini, kalbini teskîn ve huzurunu artırmasını, ayrıca sahabenin ihtiyaçlarına cevap vererek; onları eğitmesini, geleneklerini ıslâh edip olaylarına çözüm yollarını bulmasını, âni olarak onları talimat ve hükümleriyle karşı karşıya getirmemeyi dilemiştir. Bu karşılıklı ilişkinin bir gereği olarak Kur'ân "ihtiyaca binâen beş, on veya daha az yahut daha çok sayıda âyetler halinde parça parça inmiştir." İfk olayında on ayetin birden indiği, sahih rivayetlerde ifade edilmektedir. Ayrıca Mü'mİnûn suresinin ilk on ayetinin topluca indiği de sahih rivayetlerde belirtilmektedir. Nisa sûresinin 95. âyetinin bir kısmı ile Tevbe sûresinin 28. âyetinin son kısmı yalnız başına inmiştir. Ayetin baş tarafı indikten sonra bu kısım İnmiştir (ei-Itkan, c. I, sh. 73).
Bu minval üzere Kur'ân taksit taksit inmiştir. Tâ ki Peygamber ağır ağır onu okusun ve sahabe de azar azar okusunlar. Böylece Kur'ân-ı Kerim olaylara ve Rasûlullah'in hayatı boyunca ortaya çıkan ferdî ve sosyal ilişkilere uygun olarak azar azar indirilmiştir. Kur'ân'ın iniş müddeti, Rasûlullah'a peygamberlik geldikten sonra Mekke'de onüç sene kaldığını kabul edersek, ki Medine'de on sene kaldığı rivayetlerin ittifakıyla sabit olup toplam olarak yirmiüç sene devam etmiştir. Nitekim İbni Abbas (r.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilir: Rasûlullah'a kırk yaşında peygamberlik gelmiş, kendisine Peygamberlik geldikten sonra onüç yıl Mekke'de ikamet etmiş, bilâhare on yıl hicretle emrolunmuştur. Alt-mışüç yaşında da vefat etmiştir. (Buharı). Bazıları Kur'ân'm İniş müddetini yirmi, bazıları da yirmibeş. yıl olarak kabul etmiştir. Bu, Rasûlullah'm peygamberlikten sonra Mekke'de kaç yıl kaldığı hususundaki ihtilaftan ileri gelmektedir ki, bu müddet bazılarına göre on, bazılarına göre de onbeş yıldır (el-Burhan).
Şâ'bî'nin (H. 109) belirttiği gibi, "Kur'ân'ın nuzûle başlaması, Kadir gecesinde olmuş ve sonra çeşitli zamanlarda taksit taksit inmeye devam etmiştir." (el-Burhan). Şâ'bî böylece bu görüşle Yüce Allah'ın "biz onu Kadir gecesinde indirdik" (97: 1) sözüyle "Onu, insanlara ağır ağır okuman için okuma parçalarına ayırdık ve onu azar azar İndirdik." (17: 106) sözünün arasını bulmuştur ki, bu doğru bir anlayış olup Allah'ın, Kitabını "Mübarek bir gecede" ve "Ramazan ayında" indirdiğini bildiren haberine ters düşmemektedir. Çünkü o zaman maksat; Allah Teâlânın, Kur'ân'ın indirilişini "mübarek bir gecede" (44: 3) başlattığı ve bu geceyi de "Kadir Gecesi" ile açıkladığıdır ki, bu gece Ramazan ayındadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ramazan ayı -ki insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırdedip açıklayıcı olarak Kur'ân o ayda indirilmiştir- ..." (2: 185). Daha sonra da olay ve vakıalarla birlikte taksit taksit inmiştir.
Kur'ân'ın üç inişinin bulunduğu; birincisinin Levh-i Mahfuz, ikincisinin dünya semasında Beynı'l-İzze'ya ve üçüncüsünün de olaylara uygun olarak taksit taksit indirildiğini söyleyen görüşün senetlerinin hepsi her ne kadar sahih ise de bu görüşe meyledecek değiliz. Çünkü zikredilen bu görüşler gayb âlemini ilgilendirir ki, bu konuda ancak yakîn ile sabit olan mütevatir Kur'ân ile mütevatir Sünnet hüccet kabul edilir. Bu görüşün dayandığı rivayetlerin senetlerinin sahih olması, ona İnanmayı vâcib kılacak yeterli delil değildir. Nasıl bu görüşe inanalım ki, Kur'ân ona muhaliftir?! Allah'ın Kitabı, sadece vahyin çeşitli zamanlarda ve taksit taksit olduğunu açıkça anlatmaktadır. Kur'ân'dan açıkça anlaşılan; onun parça parça indirilmesi; kasideyi topluca dinlemeye alışık olan ve bir kısmı Tevrat'ın toplu olarak geldiğini duymuş bulunan müşriklerin itirazlarına konu olmuş, neden taksit taksit geldiği hususunu dillerine dolayıp bir defada toplu olarak indirilmesi gerektiğini i'eri sürmüşlerdir. Yüce Allah, Furkan sûresinde bu itirazlarını zikrederek onlara cevap verir: "İnkâr edenler: 'Kur'ân ona bir defada indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz, onunla senin kalbini sağlamlaştırmak (çeşitli olaylara karşı yeni gelen âyetlerle kalbini takviye etmek) için onu böyle (parça parça indirdik) ve onu ağır ağır okuduk. (Ey Rasulüm), onların sana getirdiği her misale (her bâtıl soruya) karşı mutlaka biz sana, (o bâtılı yok edecek) gerçeği ve en güzel açıklamayı getiririz." (25: 32-33).
Kaldı ki, Kur'ân'ın üç inişinin olduğunu söyleyenler -bu nüzul yerlerinin sayılı olmasının hikmetini açıkladıktan sonra- son nuzülü olan üçüncüsünün; olaylara göre parça parça inişinin sırlarına işaret etmekten geri kalmıyorlar. Bu hikmetler, o kadar açıklık kazanmıştır ki, hiç kimse için kapalı değildir. "Şayet ilâhî hikmet -dedikleri gibi- onun, olaylara uygun olarak taksit taksit onlara ulaşmasını gerekli kılmasaydı, ondan önce münezzel kitaplar gibi o da toplu olarak yeryüzüne indirilirdi. Lâkin Allah kendisini iki hususta diğerlerinden ayrı kıldı: Kendisine İndirildiğinin sânını yüceltmek için toplu olarak (dünya semasına) ve sonra da kısım kısım indirilmiştir." (el-It-kan, c. I, sh. 69-70).
Vahyin Rasûlullah'in ihtiyaçlarına cevap vermesi iki şekilde olmaktadır: Bunlardan biri, her olaydan sonra, Kur'ân'dan yeni birşeyler getirmekle kalbini güçlendirmesi, diğeri ise Kur'ân'i ezberlemesini kolaylaştırmasıdır. Ebû Şâme birinci şekle şöyle demektedir: Şayet Kur'ân'ın parça parça inmesinin sırrı nedir? Diğer kitaplar gibi neden topluca indiril-memiştir? gibi sorulara bizzat Yüce Allah'ın kendisi cevap vererek şöyle buyurmaktadır: "Küfredenler, Kur'ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?' dediler" diyerek peygamberlerden kendilerine kitap verilenlere kitapların bir defada indirildiğini kastediyorlar. Allah Teâlâ onlara şu sözlerle cevap veriyor: "Evet öyle." Yani Biz onu çeşitli zamanlarda müteferrik olarak indirdik "onu kalbine yerleştirmek için." Yani onunla kalbini güçlendirmek için müteferrik olarak indirdik. Vahyin her olayda tekrar gelmesi kalbi güçlendirmek ve kendisine vahiy gönderilenin değerini yüceltmek anlamını taşır. Bu durum meleğin daha çok gidip gelmesini sağlar. Kendisine ve Yüce Allah'tan ona kadar gelmiş olan teminat yenilenir. O zaman Rasûlullah anlatılması güç bir sevince erişirdi. Bu sebeple en cömert olduğu zaman Ramazan ayı İdi. Çünkü bu ayda daha çok Cebraille karşılaşıyordu (el-Itkan, c. I, sh. 71).
Kur'ân, kavimleriyle Peygamberler arasında geçen haberleri zikretmekle Arapların hayal ve dikkatlerini kendine çekiyor ve bu olayları çeşitli şekil ve üslûplarla her zikrettiğinde tatlılığı artıyordu. Çoğu yerde bu olaylar sadece Rasûlullah'ın ve mü'minlerin kalblerini güçlendirmek için anlatılır. Kur'ân bunu ifade ederek şöyle buyuruyor: "Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz..." (11: 120). Geçmiş peygamberlerin kıssalarının zikredilerek muhtelif zamanlarda tekrar edilmesi ve çeşitli üslûplarla anlatılması, Rasûlullah'ın kalbini güçlendirmek ve kavminden gördüğü eziyetler karşısında onu teselli etmek için bir vesiledir. Muhammed ilk defa gelmiş bir peygamber değildir. Ondan önce de peygamberler gelmiş ve onlar da yalanlanmışlar, azâb ve işkence görmüşlerdir: "... nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyecek olmuşlardı..." (2: 214).
Böylece Kur'ân'dan her yeni birşey indikçe, Rasûlullah'ın karşılaştığı zorluklar hafifliyor, teselli buluyor ve kendisinden önceki peygamberlerin yolundan gitmesi ona sevdirilmiş oluyordu. Gelen âyetler bazen ona açıkça sabretmesini emrediyordu: "Onların dediklerine sabret ve güzelce onlardan ayrıl." (73: 10). "O halde sen de, peygamberlerden azim (ve irade) sahiplerinin sabrettikleri gibi sabret..." (46; 35). Bazen apaçık olarak kendisini hüzün ve kederden sakındırıyordu: ''Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliriz." (36: 76). "O (inanmaya)nların sözü seni tasaya düşürmesin. Çünkü üstünlük tamamen Allah'ındır. İşiten ve bilen O'dur." (10: 65). Bazen de kâfirlerin şahsını kendisinden dolayı hedef almadıklarını, kendi zâtından dolayı onu yalancılıkla itham etmediklerini, asıl gayelerinin; ancak Hak'ka karşı gelmek olduğunu haber veriyor. Çünkü onlar, her asırda görülen birkaç münkirden İbarettir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biliyoruz, onların dedikleri elbette seni üzüyor; gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar; fakat o zâlimler bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar." (6: 33), İbni Kesîr bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir: Yüce Allah, kavminin onu yalanlamalarını ve ona muhalefet etmeleri hususunda Peygamber'i teselli ederek; "Biliyoruz, dedikleri seni üzüyor' buyuruyor. Yani onların seni yalanlamalarından ve bunun için üzülmenden haberdarız. "Onlar için üzülme." Başka bir âyette de şöyle buyurmaktadır: "Belki iman etmezlerse arkalarından esef ederek kendini üzeceksin," "Şimdi bu Kur'ân'a imân etmezlerse, belki arkalarından esef ederek kendini üzeceksin." Yine şöyle buyurur: "Onlar hakikatte seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.." Yani haddi zatında gayeleri seni yalancılıkla itham etmek değildir. "Lâkin o zâlimler, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar" Yani onlar, hakka karşı inat etmektedirler. (İbni Kesîr, c. 2, sh. 129).
Bu teselli veren ve güzel sabırla iyi örneği gösteren âyetlerin tekrar tekrar inmesi, Peygamber'in haber ve kıssalarının anlatılmasının temel hikmetidir. Şayet müşriklerin Rasûlullah'e eziyetle birlikte, kalbine güç veren vahiy kesilip kendisini teselli eden bu âyetler tekrar tekrar inmemiş olsaydı, bu gibi durumlarda insanın başına gelen ve kalbi hüzünle dolduran duyguları o da duymuş olacak ve ona ümitsizlik hâkim olacaktı. Oysa Allah kendisine üzüntü ve hasret çekmeyi, gönlünün sıkılmasını yasaklamamıştır. Çünkü o da beşerdir ve diğer insanların mâruz kaldığı ruhî infiallerin hepsine mâruzdur. Reşit Rıza, "Senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler, nihayet onlara yardımımız yetişti..." (6: 34) âyetinin tefsirini yaparken bu noktanın farkına varmış ve şöyle demiştir: "Âyet, Rasûlullah için teselli edici ve Peygamberlerle ümmetler hakkında Allah Teâlânın sünnetini gösterici mahiyettedir. Ya da bu sünnet ile onun ihtiva ettiği iyi örneğe dikkat çekmektedir. Çünkü bu anlamda inen ilk âyet bu değildir." Daha sonra bu düşünceye biraz daha açıklık getirerek şöyle demektedir: "Şayet acıyı acıyla gidermek beşer tabiatının bir gereği olmasaydı, bu gibi âyetlerle teselli etmenin tekrar edilmesinin hikmeti ortaya çıkmazdı. Peygamber Kur'ân'ı namazda ve özellikle gece namazında okuyordu. Bazen bir sûreyi okur ve diğer sûrelerden inen âyetleri okuduktan sonra, belki birkaç gün arayla ancak tekrar bu sûreye sıra geliyordu. Onun için tekrar teselli edilmeye ve sabırla emredilmeye ihtiyaç hâsıl oluyordu. Çünkü Rasûlullah'in mâruz kaldığı hüzün ve keder sebeplerinin tekerrürü ile teselli edici âyetlerin de tekerrürü gerekiyordu." (Tefsiru'l-Menâr, c. 7, sh. 377-378).
Vahyin, Rasûlullah'in ihtiyaçlarına cevap verişinin ikinci şekli; daha önce de belirtildiği gibi, Kur'ân'ın ezberlenmesini kendisine ko-laylaştırmasıdır. Âlimlerden bir kısmına göre Furkan süresindeki "kalbinin güçlendirilmesi" âyetinden maksat, Kur'ân'ın kalbinde toplatılıp onu ezberlemesinden başka birşey değildir. "Hz. Peygamber ümmî idi, okuma yazma bilmezdi. Kur'ân parça parça indi ki, onu ezberlemesi kolaylaşsın. Diğer peygamberler ise, böyle değildi. Onlar okuma yazmasını biliyorlardı. Onlara indirilen kitaplar topluca da inmiş olsa, onları korumaları mümkündü." (el-Burhan, c. I, sh. 231). İbni Fûrek (öl. H/604) bunu daha fazla vuzuha kavuşturmaya çalışarak şöyle demektedir; "Denildi ki, Tevrat toplu olarak indirilmiştir. Çünkü oku-jyıa yazması olan Hz. Musaba inmiştir. jCur'ân ise, ayrı ayrı indirilmiştir. Çünkü o yazılı olarak inmeyip ümmî bir peygambere indirilmiştir." (el-Itkan,c. I, sh. 71).
Vahyin, Rasûlullah'in dönemindeki Müslümanların ihtiyaçlarını gidermesi meselesine gelince; Kur'ân'da hepsinin hedefi bir olan çeşitli vahiy şekilleri vardır ki, bu da muhatapların durumlarını gözetmek, tırmanış döneminde olan yeni toplumların ihtiyaçlarını karşılamak ve daha önce karşılaşmamış oldukları kurallarla birden bire onları karşı karşıya getirmemektir. Mekkî b. Ebî Talib, en-Nasİh ve'l-Mensııh isimli eserinde Kur'ân'ın nüzulünden bahsederken bu noktaya işaret etmiştir. Kur'ân'ın tedricî olarak inmesi, kabulünü daha çok kolaylaştırmıştır. Şayet toplu olarak indirilmiş olsaydı, ihtiva ettiği birçok emir ve nehiyden dolayı insanlardan birçoğunun onu reddetmesine sebep olurdu. Buha-ri'nin Hz. Aişe'den naklettiği şu söz de bunu açıklamaktadır: "Kur'an'dan ilk inen, Cennet ve Cehennemden bahseden mufassal sûrelerden biridir. Nihayet İnsanlar İslâm'a dönüp (ona ısınınca) helâl ve haramla ilgili âyetler inmeye başladı. Şayet ilk olarak 'içki içmeyin' emri indirilmiş olsaydı, 'içkiyi asla ter-ketmeyiz', şayet 'zina etmeyin' emri indirilmiş olsaydı 'zinayı asla terketmeyiz' diyeceklerdi." (el-Itkan, c. I, sh. 73).
Hz. Aişe'nin bu sözünün zahirine göre onun, tedriç konusunda içkinin yasaklanmasıyla zİ-nanın yasaklanmasını aynı seviyede tuttuğu anlaşılmaktadır. Böylece dinleyici zinanın da içki gibi merhale merhale yasaklandığı zehabına kapılabilir. Oysa durum böyle olmadığı gibi Sıddîk'ın kızının kastettiği de bu değildir. Radıyallahu anha, zinanın bir defada ve kesin olarak haram kılındığını biliyordu. Nitekim AUahu Teâlâ haramfığını şu âyette bildirmiştir: "Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, açık bir kötülüktür, çok kötü bir yoldur." (17: 32). Hz. Aişe'nin kasteddiği, ilk dönemlerde Kur'ândan inen âyetleri açıklamaktır. İlk inen âyetler ise, Allah'ın hikmetinin bir gereği olarak helâl ve haram konularını işlemiyordu. Onlar Allah'a ve ahiret gününe imân prensiplerini işliyordu. Vahiyden ilk inen âyetlerde zinanın haram kılınışının olmayışı da, onun haram kılınışının çok geciktiği anlamına gelmez. Çünkü her halükârda Mekke'de haram kılınmıştır. Ayrıca bu, haram kılınışının da merhale merhale olduğu anlamına gelmez. Çünkü içki ve kumarın haram kılınmasında şahit olduğumuz gibi büyük kötülüğünün yanında, zinanın bir de yararının bulunduğuna ne Allah'ın Kitabında ve ne de Rasûlünün sünnetinde rastlıyoruz. Ayrıca zina ve ahlâksızlığın şekillerinden herhangi birine herhangi bir surette İslâm'ın rıza gösterdiğini de görmüyoruz. Bilinen, İslâm'ın diğer gizli ve açık kötülüklerle haksızlıklarda olduğu gibi kesin bir üslûp ve ifadeyle zinanın haram olduğuna karar vermiş olduğudur.
Hiç şüphesiz İslâm, fert ve toplumların ruhlarına işlemiş köklü şeylerle yüzeyde olan şeyleri birbirinden farklı değerlendirmiştir. Fertlerin ruhlarına kök salmış bulunan her mesele şuurlu yapılan bir gelenek hâline dönüşmüştür. Ayrıca toplumun derinliklerine kök salmış her mesele de sosyal bir gelenek veya devlet örfü hâline bürünür. İslâm bu gibi hususlarda ağır ve ihtiyatlı davranır ve burada plânlama ile birlikte ağır davranmanın, plansızlıkla birlikte acele etmekten daha yararlı olduğuna inanır.
Oysa sathî olarak ferdin ruhuna veya topluma girmiş bulunan ve onların temiz fıtratını bozacak durumda olan her mesele, beşer hayatında bir suç olup ona karşı susmak caiz değildir. İslâm bu gibi meselelerde kesin görüşünü ortaya koymalı ve tartışma götürmez sınırlar tayin etmelidir. Bu sınırları ancak fıtrat çizgisinden ve insanlık haysiyetinden sapmış bulunanlar münakaşa konusu yaparlar.
Fert ve toplumun ruhuna kök salmış olan meselelerle sathî meseleler arasındaki bu ayırımın ışığında İslâm, cana kıyma, hırsızlık, yol kesme, insanların mallarını bâtıl yollardan yeme ve muamelâtta diğer aldatma yollarına baktığı açıdan zinaya bakmış ve onu bir defada kesin olarak yasaklamıştır.
Bu gibi hususlarda yasaklamaların Kur'ân'da daha sonra vârid olduğu ve çoğunun Rasûlullah'in Medine'ye hicretinden sonra vuku bulduğu söylenebilirse de -kesin ve genelleme yaparak- bu gibi şeylerin merhale merhale, tedricî olarak haram kılındığını söylemek yanlış olur: Allahu Teâlâ, "Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz bir hayasızlıktır, çok kötü bir yoldur." (17: 32) sözüyle nasıl bir defada zinayı yasaklamışsa, "Her kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere (gideceği) cehennemdir. Allah ona gazabetmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır!" (4: 93) sözüyle cana kıymayı da bir defada yasaklamıştır. Hikmeti gereği, hırsızlığı da şu sert ve kesin üslubla yine bir defada yasaklamıştır: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir." (5: 38).
Aynı şekilde, haksız yere insanların mallarının gasbedilmesini haram kılarak şöyle buyurmuştur: "Mallarınızı, aranızda haksız sebeplerle yemeyin; bile bile günah (olan) bir biçimde insanların mallarından bir kısmını yemek için onları hâkimler(in Önün)e atmayın (hâkimlere peşkeş çekmeyin)." (2: 188). Kur'ân'da, muamelâta ilişkin aldatma şekillerinden her birinin haram kılınışı bu kesin ifadeyle gelmiştir. Şayet Kur'ân'da sözkonusu olmamışsa Sünnette varid olmuştur.
İslâm'ın her ne kadar kanun koymada derece derece ve Kur'ân âyetlerinin taksit taksit inmesine Önem verdiği açık İse de ihtiyaç ânında açıklamayı geciktirmekle teşri'in tedricini birbirine karıştırmaya müsamaha etmez. Allah, helâl ve haram ile emir ve nehiy-le ilgili pek çok hükmü geciktirmiştir. Ancak onu açıklamayı dilediği zaman hükmünü bir defada açıklamış ve onda tedrice yer vermemiştir. Böylece müminleri dinî emirleri geciktirmeden uygulamaya alıştırmış ve onları serî teklifleri yüklenmeye hazır hâle getirmiştir: Henüz işin başında onları namaz, sadaka ve oruçla mükellef kılmıştır. Ancak namaz başlangıçta sabah akşam mutlak bir namaz (dua) idi. Gündelik sayısı, rekat ve şekilleriyle namaz ancak hicretten bir sene önce farz kılındı. Müslümanlar ilk zamanlarda sadaka ve orucun çeşitli şekilleriyle karşılaştılar. Fakat zekâtın miktarları ve orucun şartlan hicretten ancak bir sene sonra farz edildi. Bütün bunlar İslâm'ın esnekliğinden, kolaylık ve müsamahasındandır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "...ve dinde size bir güçlük yüklemedi..." (22: 78), "...Allah sizin İçin kolaylık ister, güçlük istemez..." (2: 185). Allah kullarına zorluk dilemez. Onlara merhametlidir. Hoşlanmayacakları yeni tekliflerle karşılaşmasınlar diye onları fazla soru sormaktan menediyor: "Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Eğer Kur'ân indirilirken onları sorarsanız, size açıklanır..." (5: 101).
Bütün bunlar, "ihtiyaç zamanına kadar açıklamayı erteleme" şeklinde anlaşılırsa da tedriç ile bir ilişkisi yoktur. Bu hükmün fert ve toplumlara sirayet etmiş yüzeysel şeylere uygulanması daha münâsiptir. Onun için zina, cana kıyma, hırsızlık ve insanların mallarını haksız yere yeme gibi hususlarda açıklamayı tedricî olarak yasaklamaya gerek yoktur.
O halde tedriç, içki ve kumar gibi geleneklerle ruhî hastalıklarda ve esirleri köle edinme gibi sosyal ve devletler hukukunu ilgilendiren meselelerde söz konusudur.
İnsan duygularına yerleşmiş gelenekleri ilgilendiren alkol alışkanlığının yasaklanmasında Kur'ân'ın tedricîliğİne şöyle bir göz atmamız misal olarak yeterlidir: Bu hususta ilk inen âyet şöyledir: "Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki: "O ikisinde büyük günah vardır. İnsanlara bazı faydaları varsa da günahları faydalarından büyüktür." (2: 219). Sarhoşların dikkatlerini, yasaklanmasında, zararının ağır basmasından dolayı olduğuna çekiyor. Her ne kadar içkide ticaretinden dolayı ekonomik faydalar, sağlıklılığı vehmettiren yanakların kızarması gibi zahirî hususlar ve sarhoşluk anlarında ortaya çıkan cömertlik eibi sosyal, savaş alanında gözükaralık ve cesaret gibi faydalar sağlıyorsa da zararı faydasından daha çoktur. İçkinin yasaklanması için bu illet yeterlidir. İlk adım, Müslümanların zihninde teşrî mantığını tahrik şeklindedir. İkinci adım, Allahu Teâlâ'nın şu sözüyle atılmıştır: "Ey iman edenler, siz, sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın." (4: 43). Böylece sarhoş olma imkânları daraltılmıştır. Çünkü beş vakit namaz arasındaki müddetler pek kısadır ve bu müddetler sarhoşluktan ayılmak için yeterli değildir. Haliyle sarhoş olma fırsatları azalmış olmaktadır. Yüce Allah nihayet şu sözüyle kat'i kararını bildirmiş ve içkiyi kesinlikle haram kılmıştır: "Ey iman edenler! Şarap, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz." (5: 90). Bunun üzerine onlar da "son verdik" dediler ve gerçekten de içkiden tamamen uzaklaştılar. Bundan sonra içki içene verilecek cezayı bekler oldular.
Vahiy işte bu şekilde Peygamber'e tedricî olarak geldi. Onu eğitip yetiştirdi ve ona yol gösterdi. Nihayet onun ahlâkı Hz. Aişe'nin belirttiği gibi "Kur'ân" oldu. Ayrıca müminleri de tedricî olarak eğitmiş oldu. Bâtıl gelenekleriyle bozuk inançlarını yavaş yavaş gözlerinde çirkin gösterdikten sonra kalblerini gerçek iman, samimi ibadet ve müsamahalı ahlâkla süsledi. Azar azar inmekle ayrıca âyetlerini ezberleyip zihinlerinde ve gönüllerinde yer etmesine yardımcı oldu. Zorluklara karşı iradelerini güçlendirdi. Hayatlarında rehberleri, ilim ve ameldi. Vahiy onları kahrarnan erler hâlinde eğiten salih medreseydi. Belki de İbni Abbas, Allah Teâlâ'nın: "Onla-rın sana getirdiği her misale (her bâtıl soruya) karşı mutlaka biz sana, (o bâtılı yok edecek) §erçeği ve en güzel açıklamayı getiririz." (25: 33) ayetinin tefsirinde "Cebrail, kulların söz ve fiillerine cevap olarak onu indirdi" sözüyle, kitaplarının taksit taksit inişinin müminlere sağladığı üstün terbiyeyi imâ ediyordu.
Kur'ân, misal olarak terbiye alanında câhili-yenin çirkin asabiyetini yıkmak ve atalarla öğünmenin yerine takvayı hâkim kılmak isteyince, köleleri hür efendiler seviyesine yükseltmekle buna bir hazırlık yaptı: Fetih günü siyah Bilal-i Habeşî Kabe'nin damına çıkarak ezan okudu. O zaman müşrikler bu durumu horlayarak "şu siyah köle mi Kabe damına çıkıp ezan okuyor1' dediler. İşte bu sırada şahıslarla değerler hakkında âdil ölçüyü belirten şu âyet Rasûlullah'ın kalbine indirildi: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır..." (49: 13).
İslâm sosyal alanda bu ümmeti belli bir itidal ve ölçü üzere korumayı, inanç ve ahlâkında, ibadet ve muamelatında onu orta yol üzere kılmayı diledi. Onun için ölçülerini tashih ederek onu, kendisini diriltecek ölçülere davet etti. Sahabeden bir gurup nefsini öldürerek kadınlardan uzak durmaya ve ne et ve ne de yağ yemeye, kalın yün elbise giymeye, ancak yaşayacak kadar yemek yemeye ve ruhbanlar hâlinde yer yüzünde dolaşmaya karar verdiklerinde fıtrat ölçülerine ters düşen bu yanlış davranışlarını düzeltmek için Allah şu âyeti indirdi: "Ey İman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin, sının aşmayın. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği rızıklar-dan helâl ve temiz olarak yeyin ve iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun!" (5: 87-88). O sahabenin inhirafı âyette, hayret verici bir İfade ile "sınırı aşma" olarak nitelenmiş ve bu hâlin de Allah'ın sevmediği bîr fiil olduğu belirtilmiştir.
Manevî alanda ise Kur'ân-ı Kerîm, insan nefsinin bütün sır ve gizliliklerini kuşatan bakışıyla neredeyse her nefse bir, şekil üzere hitabetmiştir. Allah ilk sahabeye çeşitli meşakkat şekillerini teklif etmiş ve onlar da gönül rızasıyla bunu yüklenmişlerdi, Ancak bir âyette onlara öyle bir yük yüklemiş ki güçlerinin üstünde bir yüktür: "Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçlerinizdekini açıklasaniz da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker..." (2: 284) âyeti indiğinde bu yükün altında diz çökmüş ve perişan olmuşlardır. Nefislerinden geçen, fakat yapmadıkları bir şeyden dolayı Allah onları nasıl hesaba çekecektir? İşte buna şaşakalmışlar ve Rasûlullah'a gelip: "Allah sana bu âyeti indir- di ama biz buna güç yetiremeyiz?" demişler- dir. O zaman vahiy, emri tahfif etmeye ve kolaylaştırarak apaçık müsamaha prensibini ilân etmiştir: "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı hayır kendi faydasına, kötülük (şer) de kendi zara-rınadır..."(2: 286).
Vahyin Rasûlullah'in şahsını anlatışı, onun doğruluğuna vicdanî bir delil ise, muhakkak ki, nüzulünün tedricî oluşu da bu yüce Kitabın Alîm ve Hakîm olan Allah'ın Kelâmı olduğuna kuvvetli bir mantıkî delildir. Allah onu Rasûlüne hidayet, öğüt verici ve her şeyi açıklayıcı olarak indirmiştir.