- Kurânın İçeriğine Ait Zaman Stratejisi

Adsense kodları


Kurânın İçeriğine Ait Zaman Stratejisi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
meryem
Mon 7 February 2011, 07:01 pm GMT +0200
III.4. Kur'ân'ın İçeriğine Ait Zaman Stratejisi

  IH.4.İ. Zaman Tahlili

 Tarihin belli bir kesitinde, insanlığın tamamını muhatap alan bir kitabın zamana ve mekâna hitap etmemesi düşünülemez. Mâide sûresi 67; Nahl sûresi 44. ayetlere göre, böyle bir mesajı tebliğ ve tebyin ile memur edilenin, zaman ve mekânda olması da Kur'ân'ın zaman ve mekânı dikkate aldığının başka bir kanıtıdır. Mekkî ve Medenî ayetlerin tahlili de bu hususu aydınlatmaktadır. Sosyolojik, kozmolojik, biyolojik, psikolojik tedriciliğe rağmen, Kur'ân'ın mesajında birdenlik düşünülemez. Teenniyi öğretmek, yaratma ve tedbir stratejisinin ayrılmaz bir gayesi olarak kendini takdim etmektedir. Çünkü mesajdan gaye, tevhit akidesini oluşturmaktır [690].

İşte bu sebeple Kur'ân'ın nüzulü tedrici bir strateji izlemiş­tir [691]. İzlenen bu strateji onun uygulanabilirliğini göstermektedir. Zaman ve mekân ötesi bir kaynaktan, zamana ve mekâna hitap eden kitabın, zamanı nasıl kullandığı fevkalade önemlidir. Hemen ifade edilmelidir ki Kur'ân, hem dairesel, hem de süre dizimsel zamanı öne çıkarmakta, her ikisinin kullanım alanını belirlemekte­dir. Bu nedenle o, ne adetullaha göre işleyen dairesel zamanı, -çünkü dünya hayatının tanzimi ona bağlıdır ne de sünnetullaha göre işleyen süre dizimsel zamanı dışlar. Çünkü dairesel zaman, zaten süre dizimsel zamanı ortaya çıkarmaktadır. Dairesel zamanın ortaya çıkardığı süre dizimsel zamanın geri dönüşü yoktur. Saatin gösterdiği zaman geri döndürülemez [692].

Süre dizimsel zaman, olayların dizi olarak düzenlendiği sürek­liliktir. Çünkü olaylar zamanı oluşturmaz, zamanın içinde yer alır­lar. Bir işi bitiren insanın başka bir işe koyulmasını emreden Kur'ân (İnşirah, 7), zamanın, ilerlemeci ve düz bir biçimde kulla­nılmasını emretmektedir. Kur'ân, insanı sürekli takip altında tut­ması ile devamlı yerinde sayarak döngüsel zaman anlayışına (Kaf, 16) karşıdır [693]. Zamanın kendisinden başka her şey zamanın için­dedir.

Süre dizimsel zamanın, dairevi zaman gibi öznel ve nesnel iki yanı vardır. İnsan hayatının her döneminde süre dizimsel zamanı, nesnelleştirmeye çaba sarf edildiği gözlenmektedir. Zamanı algıla­yacak olan zihnin böyle bir zamanı nesnelleştirmesî hemen hemen mümkün değildir. Yirminci yüzyılın şartlarında yaşayan insan zihni ve değer ölçüleri ile, on beş asır önceki süre dizimsel zamanı reel olarak değerlendirmek mümkün değildir kanaati, ampirik olarak kendini hissettirmektedir. Öyleyse, süre dizimsel zamanı nesnelleştirmenin en önemli şartı, gerekli şartların oluşturulmasıdır. Aksi halde öznel şartlarla süre dizimsel zamanı nesnelleştirmek müm­kün değildir. Çünkü bu durumda, doğada bir yasa olan rölativite hiçe sayılmış olur. Toplumsal nitelik kazanan bu zaman, takvim zamanıdır.

Tüm topluluklar süre dizimsel zamanı doğa olaylarının yeni­lenmesine dayanarak bir takvime bağlamıştır. Gündüz gece dönü­şümü, güneşin görünür hareketi, ayın evreleri, iklim ve bitki örtü­süyle mevsimler bunların belli başlılarıdır [694]. Ayrıca mesafelendirme aracı olarak bir terimin zamansal olması gerekmez. Vahşilik gibi sosyoteknik bir terim, gelişim sıralamasındaki bir aşamayı gös­termektedir. Hiçbir şey, bu terimi ahlaki, rölatif, pratik yöndeki an­lamlarından ayıramaz. Antropolojik söylemde bu kelime, za­mansal mesafelendirmeyi dile getirir. Vahşilik geçmişin bir İşareti ise, çağdaşta olabilir [695].

Hiçbir kimse kalkıp ta”vahşilik geçmişte kaldı, bugün artık böyle bir şey düşünmek mümkün değildir”, diyemez. Yani süre di­zimsel zaman geçmişte vahşiliği ölçmüşse bu gün de ölçebilir. Bu noktada geleneksel zamanın [696] geçicilik ve sonluluk yapısıyla süre dizimsel zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek tüm zamanları kuşa­tarak tek zamanda, şimdide topladığı söylenebilir. Kur'ân daha çok süre dizimsel zamanın gereği olan geçmiş, şimdi ve gelecekle yakından ilgilenmektedir. Takvayı insanın önüne koyarak (Hucu-rât, 13; Leyi, 17) ileriyi göstermektedir. Buna ulaşırken kullandığı zaman dairevi zamandır. Dairevi zaman, süre dizimsel zamanın vasıtasıdır denilebilir. Yani dairevi zamanı kullanarak, süre dizimsel zamanda ilerleme kaydedilmektedir. Kısaca her iki zaman an­layışı da insana hizmet ettirilen ölçüm ve değerlendirmelerdir. Bunlar konuların akışı içinde değerlendirilecektir. [697]

III.4.1.1. Geçmiş Zaman

 Yaşanılan zaman sonsuz ve geriye dönüşsüz olarak akmakta­dır. Hiç bir zaman akıp giden an'ı yeniden yaşamak mümkün de­ğildir. Akıp giden zamanın varlığının felsefecilerle kelâmcilar ara­sında tartışma konusu olduğu, felsefe ve bilimde zaman bölü­münde işlenmiştir [698]. Kelâmcıların inkâr ettiği geçmiş ve böyle bir zamanın olmayışı hususu, soyut anlamda bir geçmiş olup, bu dü­şünce Kur'ân'la örtüşmektedir. Çünkü Kur'ân'da da geçmiş, sa­dece olaylardan ibaret olup soyut anlamda olayların ve varlığın dışında, bir geçmiş veya bir dünden bahsedilmez. Yaşamın içine yerleşen yakın ya da uzak geçmişle ilgili belirleme noktaları vardır. Herkes olup bitmiş olaylara, geçmişten şimdiki zamana, yahut şimdiki zamandan geçmişe bakarak yorumlar. Kur'ân, geçmişi, içinde meydana gelen olaylar ve yaşayanlar açısından Önemsemektedir. Kur'ân, geçmişi reddetmeyip, ilişkileri koparmadan, tas­hih edici [699], tahlilci, ayırımcı ve mukayeseci bir gözle bakmakta­dır. Bu yüzden, yakınından uzağına kadar, geçmiş önemlidir. Tek­vini ayetlerde, evren ve ilk insanın yaratılışı, izlenen strateji ile baş­langıca işaret edilmektedir. Kur'ân'a göre, insanın, dün, bugün, yarın diye üç günü olup, dün başlangıcı ifade etmektedir[700]. İn­san, dününü öğrenmeden bir yere varamaz. Geçmiş, kitaplara imanda temel öğedir. Çeşitli süre dizimsel/doğrusal zaman anla­yışlarında ilk, başka bir ifade ile kalkış noktası, başlangıçta yani yaratılışta yer almaktadır [701]

Kur'ân, mebde'de/çok uzak geçmişte varlığı ve zamanı başla­tırken bunu fark edebilecek olanın, insan olduğunun altını çiz­mektedir (En'âm, 2; Tevbe, 36; A'râf sûresi 54; Yunus, 3; Hûd, 7; İbrahim, 19, 32; Hicr, 26; Meryem, 9; Furkân sûresi 2, 54, 59; Fussilet sûresi 21; Rahman, 14, 15)

Çünkü insanın dışında hiçbir varlık geçmişi değerlendirme is­tidadında değildir. Bilimsel çalışmalarda bunun en önemli kanıtı­dır [702]. Şu halde geçmişe bakış hususunda bilim Kur'ân'dan farklı düşünmeyip, bilgi ve deneyiminde geçmişi araştırıp tahlilci bir yaklaşımla değerlendirmeler yapmaktadır. Evrenin başlangıcı konusunda yapılan yoğun çalışmalar bunun önemli delilleridir [703]. Ne bilim, ne de Kur'ân, geçmişi işe katmıyorum demiştir. Düşünce ürünü olan felsefe de geçmişi dikkate alıp ona göre yoluna devam etmektedir. Ancak kelâmcılar ve bilime göre, zaman geriye doğru sonsuzca gitmemektedir [704].

Felsefecilerden İşrakiler (Eflatun ve taraftarları) de aynı gö­rüştedir. Meşşâîler (Aristo ve taraftarları) ise, gelecekte olduğu gibi zamanın geçmiş yönünde de sonsuz olduğu kanaatindedirler. [705]Bu anlayışa göre, zaman ezelî olmuş olur ki, Allah'tan başkasına ezelîyet vermeyi tevhid ile uzlaştırmak mümkün değildir.

Şu halde Kur'ân, geçmişi nasıl değerlendirmektedir? Buna bakmak gerekmektedir. O muhatabının geçmişe ve geçmişin tak­litçiliğine bağlanmasına karşı çıkmaktadır. Geçmişin pozitif ve ne­gatif yönlerini göstererek; insanı geçmişe götüren bir üslupla, ge­nel geçer kriterlerini belirleyip, ona göre değerlendirmeler yap­maktadır. Önceki dinleri ve kitapları kendisinin geçmişi sayıp (Ba­kara, 4, 285} [706], geçmişine sahip çıkarak, geçmişi, şimdi ile perçinler. Geçmişin fark edilememesi, psikolojik olarak insanın ya­şadığı zamanı fark edememesi demektir. Kendini herhangi bir şeye kaptıran insanda da bu görülür. Ahkaf sûresi 35. ayette de, İnkâr edenler, ahirette, dünyada geçirdikleri zamanı böyle değerlendirirler. Azabı gördükleri zaman, sanki dünyada gündüzün bir saati kadar kaldıklarını düşünürler.

Sürekli geçmişi gündeme getiren Kur'ân, geçmişin ve geçmişe ait kalıntıların görülüp fark edilmesi ile geleceğe dönük hesap ve muhakemelerin daha sağlıklı olacağını amaçlamaktadır. Nitekim En'âm sûresi 11, ayet bunlardan sadece bir tanesidir. Bakara sû­resi 275. ayette geçen selef kelimesi önce geçen demektir. İnsanın kendisinden önce geçen her şey, seleftir. Sosyolojik olarak "Ümmet-i salife", geçmiş ümmet anlamında kullanılmaktadır. Ayette kullanılan bu ifade riba yasağı ile ilgili olarak geçmişe dönülmemesini emretmektedir [707].

Kur'ân, geçmişi incelerken negatif bir yol izleyenlerin akıbetle­rini canlı tutarak, muhatabı, aynı akıbete uğramaması için uyarır (Bakara, 49, 50, 59, 61, 98, 121, 146, 147, 161, 162, 170, 250, 251; Ali’ İmrân, 13; A'râf, 138, 141; Yûnus, 13; Yûsuf, 111; Nahl 116, 118; Ankebût, 14; Fecr, 6- 14; Hümeze, 1- 9) [708]. Geçmişin yok olup gitmesine göz yummaz (A'râf 176; Yunus, 24). Onu de­ğerlendirip, pozitif yada negatif olan sonucu sahibine yansıtır (Ba­kara, 81; Mâide, 38; Rûm, 41; Tûr, 31; Tebbet, 2). Kur'an'da uhrevi hayat açısından dünya bir geçmiştir. Hesap, ceza, cennet ve cehennem geçmişin faturasıdır (Bakara, 3-5; Nebe', 1-5; Bürûc, 10; A'lâ, 10-13; Gâşiye, 1-13, 26; Tîn, 4-6). İnanan insanın za­manında yerine getiremediği yükümlülükleri geçmiştir. Artık onlar kaza veya keffaret statüsünde teklif gücünü geçmişteki bir ihmal­den yahut bir hatadan alırlar (Bakara, 196; Nisa, 92; Mâide, 89; Mücâdele, 4). Bu yüzden, zamanında icra edilmeyen bîr görevin ifası veya geçmişteki bir hatanın telafisi, bazen sahibini katmerli bir şimdi ile karşı karşıya getirmektedir. Geçmişin günahlardan arındırılması hususunda kurduğu tevbe müessesesi ile, geçmişi şimdinin pozitif yapılanmasına hizmet ettirerek, psikolojik olarak bireyi ve toplumu zinde tutar (Bakara, 38; Mâide, 39; En'âm, 54; Hûd, 90; Kasas, 67).

Süre dizimsel/doğrusal zamanı bu yönde kullanan Kur'ân, geçmişte işleyen kanunların gerekli şartların oluştuğu her devirde, her an işleyeceğini temel ilke olarak vurgulamaktadır. Bu manada geçmiş sadece bir model olarak ortadadır. Kur'ân, mesajını, yakın geçmişi olan cahiliye döneminden hareketle ortaya koyarken [709]; uzak geçmişi dikkate almama gibi bir tutuma girmemektedir. Var­lığın ve zamanın başlangıcı gibi kozmik; Hz. Ademden Hz. Pey­gambere kadar gelip geçen kavimler, peygamberleri ve onlarla il­gili olaylar gibi sosyolojik, hukuki ve ahlakî uzak geçmiş ile ilgili hususlar, onun en önemli tevhid vasıtalarıdır. Tecrübe kazanmak uzun zaman gerektiren bîr değerdir [710]. Kur'ân geçmişin ürünü olan olaylara ve kozmolojiye bakılıp ibret alınmasını isterken, de­neyim ve tecrübe, geçmişin en önemli yaptırımı olarak kendini hissettirmektedir.

Semantik olarak ele alınan kelime ve kavramlarda Kur'ân'ın, geçmişi dikkate aldığı görülür. Diller tevkifi olmayıp, her peygam­ber toplumunun dili ile gönderilmektedir. Bu manada Kur'ân Araplara meydan okuyarak onları çok mahir oldukları alanda sus­turduğu, bu konudaki duyarlılığını gözler önüne serip, gelinen noktada, geçmişin dil deneyimini seçmeci bir yöntemle kullandığı görülmektedir [711]. Bakara sûresi 104. ayette ifade edildiği gibi, geçmişin kullandığı hoş olmayan kelimeleri, güzel ve iyi olanla de­ğiştirmektedir. Dilde ve semantik alanda gtçmişe pozitif bir deği­şim stratejisi ile bakmaktadır. Stratejik olarak geçmişin fonksiyonel olduğu görülmektedir. Etimolojik açıdan, Yunus sûresi 24; Kasas sûresi 18 ve 19. ayetlerde geçmişi ifade eden ^/dün, Bakara sû­resi 198; Al-i Imrân sûresi 144. ayetlerde geçen önce çizgisel zamanın dün'e ve şimdiye kadar olan kısmıdır. Ancak, bu ifadele­rin çevrinsel, başka bir ifadeyle dairevi zamandaki yeri ve değeri açıktır. Her dün, öncedir, fakat her önce, dün olmasa da geçmiştir.

Bu terimler, geriye döndürülemeyen geçmiş zamanı ifade etmek­tedir [712].

Sünnetullah açısından geçmişin pozitif veya negatif yapısı te­kerrür edebilir. Ancak, aktörler, dekor ve sahne farklıdır. Fizikî ba­kımdan geçmişi geri getirmek hiç mümkün değildir. Çünkü, Al­lah'ın koyduğu fizikî yasalar ileriye doğru işlemektedir. Bu yasalar, tersine çevrilirse zaman, geçmişe doğru işleyecektir. Yanan evin duman ve külleri, eski haline dönecek, ölen insanlar dirilecektir. Fizik, ancak teori bağlamında buna evet demektedir. Yasaları ge­lecekle geçmiş arasında ayırım yapmayıp, parçacıklarla, anti par­çacıkların hareket yönlerinin değiştirilmesi ile, zamanın geriye yani geçmişe akacağını, teori bağlamında kabul etmektedir [713]. Fakat pratik olarak zamanın yönünü, geçmişe çevirmek mümkün değil­dir. Çünkü zamanın termo dinamik oku (sıcaktan soğuğa doğru tek yönde bir termik denge vardır), psikolojik oku (zihin sürekli zamanın geçtiğini hisseder) ve kozmolojik oku (evrenin büzülmeyip genişlediğini ifade etmektedir) evrenin yaratılışından itibaren, ileriye yani geleceğe doğru aktığını göstermektedir [714].

Kur'ân ise geçmişin yaşanmasını mucize olarak nitelemekte­dir. Böyle bir olayın vukuu, ba's'i ispat bağlamında sunulmakta­dır. Uzeyr (a.s)'ı yüz yıl sürecek uykusunda, bir genç olarak öldü­rüp, yüz yıl sonra diriltmesi, dirilttiğinde yanına koyduğu meyvele­rin bozulmadığını, eşeğinin gözü önünde dirildiğini görmesi (Ba­kara, 259) [715] geçmişe dönüşün olağanüstü bir olayıdır. Bu, ev­rende işleyen bir kanun değildir. Bu nedenle, zaman geçmişe doğ­ru değil, geleceğe doğru akmaktadır. Bu olay, bir taraftan geleceği (ba's ba'de'l-mevti) haykırırken, dünyada meydana gelişi ile de geçmişi tekrar yaşamanın, Yaşatanın dilemesi ve yapmış olmasına bağlı olduğunu göstermektedir. Bu noktada, naslar ve kaynakların ışığı altında fiziğin teorik olarak mümkün gördüğü şeyin, Kur'ân'ın kıssalar vasıtasıyla haber verdiği, fiilî olarak gerçekleşen ve belli bir zamana has mucize olduğu görülmektedir.

Leibniz'e göre, mucizeler de doğal olaylar kadar sistem için­dedir. Ancak, mucizeler ikincil kural olarak değerlendirilmekte ve doğa, tanrının bir”alışkanlığı” olarak kabul edilmektedir. Ona gö­re Tanrı, doğanın bağlı olduğu nedenden daha güçlü nedenden ötürü bu “alışkanlığını” bırakabilir [716].

Kur'ân'a göre Allah'ın alışkanlığı diye bir şey yoktur. Çünkü alışkanlıkta kendini bir davranışa kaptırıp meleke kazanma söz konusudur. Halbuki Allah muhtar iradesi ile her şeyi yaratıp idare etmektedir (Al-i İmrân, 26; Hûd, 107). Allah'a göre mucizelerin sistemin içinde ve dışında bir zorluğu ve tasnifi diye bir şey yoktur. Bu yüzden, mucizenin doğurduğu değişim anındaki yasalara sün-net-î hasse/Özel kanun denilebilir. Bu durumda geçici olarak veya o hadiseyle ilgili olarak sünnetullah değişmiş demektir [717]. Bu açı­dan bakıldığında kıyamet ve ba's, doğanın temelindeki ikincil ya­saların, başka bir ifade ile sünnet-i hassenin devreye girmesi şek­linde açıklanabilir. Ba's ile, geçmiş, şimdiye getirilmektedir. Bu du­rumda işleyecek olan yasalar, artık ikincil yasalardır. Kur' anın ifa­desine göre, ikincil yasalar devreye girdikten sonra, hiç değişme­yecektir. Hep o yasalar devam edecektir. Çünkü, söz konusu ya­salar, ebediyete aittir. Şöyle de denilebilir; geçmiş, geleceğin bir ön biçimlenişinden ibarettir [718].

Varlığın gidiş seyri de bunu göstermektedir. Mebde'den itiba­ren bütün varlık, bu stratejinin uygulama elemanlarıdır. Tohum fi­denin, fide ağaç ve meyvenin bir ön biçimlenişidir. Doğada kimse tohumdan önce fideyi veya fideden önce ağacı ve meyveyi bekle­yemez. Her şey böyle bir planın işleyişinde gönüllü bir neferdir. [719]

IH.4.1.2. Şimdiki Zaman

 Şimdi, bir andır. Bu anlamda zamanın en küçük kurucu öğe­sidir. Ne olursa olsun, sabit bir nokta değildir. Geçmişteki bütün anlar, bir zamanlar şimdiydi. Dolayısıyla, gelecekteki bütün anlar da zamanı geldiğinde şimdi olacaktır. Bu anlamda ele alındığında şimdi, zamanın tümünü kapsar. Bu nedenle şimdi, herhangi bir zaman parçasından daha uzundur. Sonsuza dek kendini yenileyip durur. Bunun için bir bakıma sonrasızlık demektir. Gündelik za­manda şimdi, kendini yenilerken, olgun manada bir şimdi, zama­nın durduğu andır' [720]. İlk yaratılışta an-ı daimden yola çıkan rölatif yapıdaki zaman, bir takım öncelik ve sonralıkları aşarak evrenin yapısını kuşatmıştır. Nefha-i ula/ilk üfürüş ile bozulacak olan koz­mik sistem sonrasında varlık, öncelik ve sonralıklarla olgun ma­nada bir şimdiye, başka bir ifade ile ebediyete ulaşacaktır. O şim­di, bu şimdiden farklı olmalıdır. Zira o şimdi, ebediyet şimdisidir. Gündelik şimdi olayları faslederken geçmiş olmaya hamiledir. Adeta etkin durumdaki bu yapısıyla ebediyette hak ettiği yeri ala­caktır. Bu şimdide hareketten söz edilmesine rağmen; o şimdide bozulma ve sebeplerle meydana gelen değişimden söz edilemez (Bakara, 25; Muhammed,  15; Tür, 22, 25; Vakıa,  17; İnsan, 29) [721]

Cehennemliklerin derilerinde yapılan (Nisa, 56), doğrudan müdahale, anlık icraatlarla yapılan değişimdir. Bu yüzden kozmik değişimden farklı bir anlam ifade etmektedir. Nebe' sûresi 23. ayette geçen ahkâb kelimesi, kozmik zaman ölçüleri ile açıklansa da asıl amaç, sonsuzluğu vurgulamaktır. Kozmik zaman ölçülerine göre dehr kelimesi ile yapılan açıklamalar, müfredi olan  keli­mesi dikkate alınarak yapılan açıklamalardır [722]. Ayette geçen  şeklindeki çoğulu ise, duhûr kelimesi ile açıklanmış olup belli bir sonu olması gerekmez.

Müfessirler ahkâb'ı (sonu belli olmayan zaman), ebediyet şeklinde açıklamıştır [723]. Bu ise, günahkâr Müslümanlar için cehen­nemde kalışın bîr sonunun olabileceğini, küfür üzere ölenlerin ise, kelimenin ifade ettiği sonsuzluk ile muhatap olduklarını gösteren bir delildir. Her biri bin sene demek olan “uhrevi gün” yaklaşımı ile hukûb kelimesinin ifade ettiği zaman, zamanın durması şeklin­de anlaşılmaktadır [724]. Azap ortamında zamanın fark edilme gücü çok daha güçlüdür. Mükafat ortamı olan cennette zamanın geçişi belki hiç fark edilemeyecektir. Onun için, olgun manada şimdi, kendini bu ortamda izhar eder. Dünya hayatında, gündelik zamandaki şimdinin fark edildiği de söylenemez. Adı anıldığı andan itibaren an denilen zaman, geçmiştir. Şimdiki zamana, bir de za­manı ayırması açısından bakılırsa, gündelik zamanda, hayatın bir zarureti olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla “an”önceyi sonradan, dünü bu gün ve yarından ayırt etmenin fonksiyonel gücüdür (Ba­kara, 71, 187; Nîsâ, 18; Enfâl, 66; Yûsuf, 51).

Kur'ân'da, geçmiş zaman da gelecek zaman da şimdiki za­mana akort edilmiştir. Geçmişin deneyimleriyle her birey ve top­lum, şimdiki zamanda muhataptır. Muhatap olduğu teklifin şimdiki zamanda icrası istenmektedir. Pozitif ya da negatif gelecek şimdiye bağlıdır (Lokman, 33; Mü'min, 17-33; Fecr, 6-23) [725]

Bu nedenle, Kur'ân'ı geçmişe veya geleceğe hasretmek te­melde yanlıştır. Dünyevi hayatın gereği emir ve yasaklar, şimdi olmaya mahkûm olan gelecekte sonucunu sahibine tattıracaktır. Şimdide icra edilen pozitif veya negatif eylemin sonucu bir başka şimdide yudumlanacakhr. Yani insan, yaptığının karşılığı ile karşı karşıya geldiğinde, onun için şimdi olmuş olacaktır. İnsan, ölü­münü bilmediğinden (Nisa, 78; İsrâ, 29; Fâtır, 11), sorumluluk şimdiyedir. Şimdi, gelecekle ilgili dünyevi veya uhrevi, pozitif ya da negatif yaptırımların, çok iyi kavranıp değerlendirilmesi gaye­sine matuftur (Bakara, 123). Zira, geçmiş zaten geçmiştir. Gelecek ortada yoktur. Var olan gerçek şimdidir. Şimdiyi gösteren saat, geçmişteki şimdilerden, şimdiki şimdiye gelmiş ve gelecekteki şim­dilere doğru ilerlemektedir. Saatin gösterdiği şimdi, mekânlara gö­re rölatiftir. Fakat hepsi de şimdidir.

En'âm sûresi 142. ayette yük taşıma ve tüyünden döşek ya­pılma durumunda olan hayvanların bu seviyeye birden bire gel­medikleri açıktır. Onların bir geçmişi vardır. Ayette zikredilen hay­vanlara ait yük taşıma ve tüylerinden yatak yapılma özelliği şim­diki zamana ait olan bir durumdur. Bu durumlarının zikredilişi ile geçmiş zaten anlaşılmaktadır. Yük taşıma ve tüyün kullanılacağı zaman da gelecek zamandır. Ayrıca, söz konusu ayette yaratma­nın sürekliliğine işaret edilmektedir. Az önce sözü edilen saat, şim­diyi ölçmemekle birlikte, geleceğe hazırlık yapılan bir ölçektir. O vakte ulaşıldığında gelecek, şimdi olacaktır. Heidegger, insanın zamanı tanzimine değinirken şöyle demektedir. “İnsan geleceğe ait projelerini hayata geçirmek için geçmişe bakar, geçmişle birlikte şimdiyi tecrübe eder, böylece üç zaman dilimini şimdide ya­şar”. Ona göre bu zamansallık ve geçicilik, otantik olmayan bir zaman olup, insanın ontolojik yapısında vardır [726].

Onun için insan, şimdide geçmişi değerlendirip geleceği plan­lar. Kur'ân, geçmişi, şimdiyi ve geleceği birlikte zikrederken şimdi­nin önemini, insanın şimdi merkezli olarak yaratıldığını kavratır. Dua bağlamında Bakara sûresi 286. ayette “Rabbimiz, unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbi­miz! bize sucumuzun yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı!” diye buyurularak şimdinin önemi ve haki­miyetiyle birlikte geçmiş ve gelecekde gözler önüne serilmektedir (Fatiha, 5, 6; Bakara, 49, 53, 165) [727]. Sanki, insana; şimdiki du­ruma bir çözüm getirmek, henüz gerçekleşmemiş bir imkânı ele geçirmek için “geçmişi iyi oku, geleceğe uzan, onu şimdiye getir ve şimdiki durumu onun açısından yorumla”denilerek bir tembih yapılmaktadır. Bu anlamda şimdi, hemen geçen, saniyelik bir zaman gibi görünmeyebilir. Ancak zihindeki niyetin hızıyla yakala­nabilen bir süre ile anlaşılması mümkündür.

İnsan açısından o, gelecekle ilgili ve geçmiş anıları bir araya getiren zamanın yayılımıdır [728]. Böylece, şimdinin, gündelik zaman olarak ne denli kuşatıcı olduğu ortaya çıkmaktadır. Böyle olunca an, şimdinin içinde yer almış olur. Şimdiki anı, kısmen gelecek kısmen de geçmiş [729] olarak açıklayan değerlendirme, Kur'ân ayetlerinin olayları ayırıcı kullanımına paralel gibi görünebilir. Fa­kat durum hiçte böyle değildir. Açık olan husus, an'ın kısmen geçmiş, kısmen gelecek olmadan öte geçmiş ile geleceği birbirin­den ayırıcı bir güç olmasıdır. [730]

 III.4.1.3. Gelecek Zaman


 Henüz ortada olmayan, ancak her bakımdan hayatın bütün yönlerini kapsayan, geçmişten alınan deneyimlerle şimdide kendi­sine plan ve proje hazırlattıran, gerçek olması kesin olan, sanal bir zamandır. Böyle bir zaman, sırayla şimdi olarak otantikliğini or­taya koyduktan sonra geçmişe karışmaktadır. Gelecek zaman, var oluşsallığın ilk anlamıdır. Çünkü varlık, böyle bir zamanda kendi­sini serimler. Bu manada gelecek, çizgisel zamanın ilk tarzıdır. Çünkü, henüz geçmiş ortada yoktur. Ancak zamansallık/sonlu ve geçici olmak; zamanlann birliğini olanaklı kılar. Gelecek, geçmiş ve şimdi tek bir zaman olup, bu üçlü sayesinde insanın başkala­rıyla karşılaşması mümkün olmaktadır.

Kaygı ve merak zamansallığın belirgin özelliğidir. Ardışıklıkta, zamansallık ortaya çıkmaz. Ne gelecek şu andan sonra ne de geçmiş şu andan öncedir. Zamansallık bunu böyle serimler [731]. Kâinat da içindekilerle beraber zamansal olduğuna göre, her varlı­ğın kendince bir zamansallığı ve geleceğe doğru serinlenmesi var­dır, başka bir ifade ile varlık kendini gelecekte serinleme imkânına sahiptir. Böyle bir niteliği en iyi fark edebilen insandır.

Kelamcılarla bazı filozoflara göre zaman, geçmişte de gele­cekte de sonsuzdur [732]. Bu anlayışa göre sonsuz zaman, sonsuz geçmiş, sonsuz gelecek demektir. Kur'ân ölçümlerinde böyle son­suz geçmiş, yoktur. Gelecekte ebediyet sınırına varıncaya kadar devam ederek kendini ebediyete teslim etmek durumundadır. Zaman bir ölçüm ve planlama olarak, varlıkla birlikte ortaya çıktığı için, ölçümsüz ve varlıksız zaman olamayacağı, varlığın sonsuz ge­leceği ve sonsuz geçmişi olamayacağı açıktır. Bu anlayışta mad­denin ezelîyeti gündeme gelme durumundadır ki; Kur'ân'da böyle bir zaman anlayışı yoktur.

Eski kelâmcıların bir kısmı, geçmişi ve geleceği hareket ve hatta zamanı kabul etmeyip, gelecek konusunda İbn Sînâ gibi, fi­lozofların tutarsızlığını kendi kendileri ile çelişki içinde olduklarını, savunmakta olduklarını, ileri sürmüşlerdir. Çünkü bu kelâmcılar, varlığı ve varlığın açılımını, kabul etmektedirler [733].

Gazâlî ise, geleceğin bize göre gelecek olduğu görüşünde­dir [734]. Bu yaklaşıma göre geleceğin, insan algılayışı ile bağlantılı bir husus olduğu söylenebilir. Kur'ân sorumluluk sadedinde şim­dideki emir ve yasaklara imtisal ve içtinabı yakın geleceğe; ölüm, kıyamet, ahiret, cennet ve cehennem gibi gaybla ilgili hususlara imanı, uzak geleceğe bağlarken; geleceği mutlak bir vakıa olarak, gözler önüne, koymaktadır. Ancak, insanın, gelecekte yapmakla mükellef olduğu emrin icra dairesi, şimdidir. Binaenaleyh insan, varlık olarak, gelecekte olmadığı için, onda bir şey yapma ve yapmama gücüne sahip değildir. Zamansallığı ile bu, onun nüvesindeki bir şifredir. Zamanın, geçmişten geleceğe doğru akışı, am­pirik olarak kanıtlanamadığı 1457 şeklindeki açıklamalar, soyut zaman anlayışına göre yapılan değerlendirmelerdir. Çünkü insan, evrenin kozmik yapısında, gerek gündelik zamanda, gerekse dai­revi zamanda, ampirik olarak geleceği fark etmektedir. Tohumda ve nudfede kuvve halinde bulunan gelecek, toprağa veya rahime atılmasıyla işlemeye, şimdi, geçmiş olmaya başlamaktadır. Dolayı­sıyla batan güneş, doğan yıldız ve çöken karanlık, geleceğin ha­bercileridir. Fizikte de zamanın, geleceğe aktığının bir takım yasa­lara bağlı olarak işlediğine; geçmiş zaman başlığı altında işaret edilmiştir [735].

Kur'ân bağlamında gelecek zaman, pek mühimdir. Fizik ve metafizik âlemi kuşatır. Kur'ân, fizikî âlemde işleyen gelecekle, me­tafizik âiem için istişhatta bulunur (Hac, 18; Nebe', 14-18) [736]. Dünyevi hayat için, geleceğin önemli bir strateji olduğunu ve ge­reğinin yerine getirilmesini öğütlemektedir. Aksi halde mağduriyet ve ceza söz konusudur (Nisa, 95; Mâide, 38, 39, 45, 89, 95; İsrâ, 29; Kamer, 26; Kalem, 5) [737]. İbadet, hukuk ve ahlaki bağlamda gelecek, hayatın temel stratejik basamaklarından en önemlisidir (Bakara, 184,187; Nisa, 103; Mürselât, İl) [738].

Kur'ân, azap ya da mükâfat inancıyla metafizik bir gelecek olan ahiret hususunda insanı uyarmaktadır (Bakara, 228, 234, 282; Nisa, 20, 21; Talâk, 2, 3) [739]. Bakara suresi 4 ve 5. ayetler­den anlaşıldığına göre, Kur'ân, böyle bir geleceğe inanmayı, ima­nın ve kurtuluşun temel öğelerinden saymaktadır (Bakara, 25; En'âm, 40, 41) Abese sûresi 15 ve 16; İnfitâr sûresi 5. ayetlerde ise, geleceğe ait vesikaların şimdi de, yani dünyada tutulduğunun altını çizmektedir. Enbiyâ sûresi 52-54; Mü'minûn sûresi 51. ayet­lerde böyle bir geleceğin, çok daha iyi olması için, şimdide zapt edilen şeylerin çok iyi olması gerekmektedir. Şimdiye etki edip ge­lecekte de sonuç verecek olan geçmişin, iyi okunması ge­rekmektedir. Geçmişten gelen negatif etki-ataların bozuk itikatları­nın etkisi gibi yüzünden, geleceğin, tarumar edilmemesini tem­bihlemektedir (Muhammed, 8, 9).

Heidegger'e göre gelecek için plan ve proje üretmek, varlığın ontolojik yapısına konulmuştur. Otantik olan bu yapı, plan ve pro­jelerini otantik olmayan geiecek için yapmaktadır [740]. Filozofların zaman tarzları dediği bu zamana Kur'ân bağlamında, sünnetullahın ifade ettiği zaman denilebilir. Böyle bir zaman global bir yapı­ya sahip, olaylara bağımlı olan, olayların.tekerrürüyle tekrar ede­bilen hangi hareketin ne şekilde ve ne zaman yapılacağı tamamen ilgili olaya bağiı olan bir zamandır. A'râf sûresi 204. ayette “Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin”diye buyurulurken dinleme ve susmanın Kur'ân okundu­ğu zaman yapılması gereken işler olduğu, Kur'ân okunmanın, mutlak bir zamanı olmadığı görülmektedir. Dikkat edilirse, ayette emredilen husus her halükarda gelecek yüklü bir ifadedir. Ancak bu ifade, kozmolojik olmayan geleceği belirleyen bir emirdir. Zira Allah, şu sene, şu ay, şu hafta veya şu gün demeyip “Kur'ân okunduğu zaman” demektedir. Bununla, dairesel zamanın her­hangi bir bölümünde, gelecekte vaki olabilecek bir okuma kaste­dilmektedir. Bu süreyi kapsayan dairevi zaman, kozmolojik gele­ceğin her anında yer alabilir.

Bu yüzden, söz konusu emirle muhatap olma, kozmik zaman hesaplamaları ile önceden belirlenmiş bir gelecek değildir. Yine Nahl sûresi 91. ayette, “antlaşma yaptığınız zaman” En'âm sûresi 68. ayette, “ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman” gibi emirler de aynı anlamda ele alınabilecek yapıdadır. Böyle emirlerin geçmiş, şimdi ve geleceği yoktur. Geç­miş için geçerli olan bu emir, şimdi ve gelecek için de geçerlidir.

Kur'ân, nüzulünden kıyamete kadar her an, gelecekteki rotayı belirleyen bir yapıya sahiptir. Hedefi belirlenmiş bir okun geleceği, yaydan çıktığı zaman, belirlenmiş demektir. Küfrün geleceğini, ödüllerle donatılmış bir hedef olarak beklemek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu şekilde beklemek, ihtimale kalırsa; Allah'ın gelecekte nasıl davranacağı belirsiz olur ki, gerçek durum tam tersi bir yapı­dadır. Allah'ın gelecekte nasıl davranacağı kesin olup, Allah tarafından bu hususta insanlara söz verilmiştir [741]. İmtihan hikmeti ile uyuşan da budur. Söz verip başka türlü davranmak; temel ilkesi adalet olan yaratıcının şanına ve imtihan anlayışına aykırıdır. (Ba­kara, 188, 238; Nisa, 2, 6; A'râf, 31; Rûm, 31; Şûra, 13.) ayetler, gündelik zamanda ictinab ve imtisalı; (Hûd, 90; Tevbe, 104; Tahrîm, 8; Bürûc, 10; Hucurât, 12.) ayetler tevbeyi; (Bakara, 286.) ayet v'ad ve va'idi; Necm, 62.) ayet korkuyu [742]; Nisa, 123; Rûm, 46.) ayetler ümit ve müjdeyi [743]; (Ahzâb, 72.) ayet ema­neti [744]; (Mâide, 95.) ayet intikam [745] ifade ederken kullandıkları, yahut kastettikleri zaman, hep gelecektir. (İbrahim, 48; Tekvîr, 1-5; İnşikak, 1-3) ayetlerin ortaya koyduğu kozmolojik yapıdaki kı­yamet sahneleri, oluş mahiyeti farklıda olsa bugün fiziğin sözünü ettiği ve benimsediği bir gelecektir [746].

Böyle bir gelecek hakkında Heidegger, “ölümle birlikte ol­makla herkes, herkesin aynı düzeyde olabildiği “nasıl”a, hiç kim­senin farklı olmadığı olanağa, her türlü ne'nin toza karıştığı “nasıl”a gelmiştir" demektedir. Ancak bundan sonra gelecek olan ge­leceğin kanunları farklıdır. Kozmik zamanı ölçen ölçekler artık işlememektedir. Artık, geleceği ölçüp plan ve proje yapmaya yara­yan saat yerine farklı bir saat, başka bir ifade ile olayların ölçtüğü bir saat vardır. Ahiret kavramı, Kur'ân'ın diyalektiği açısından, içinde bulunduğumuz anın ardından gelen zaman ve içinde bu­lunduğumuz boyutun üstündeki boyut, mutlak anlamda daha son­rası şeklinde ifade edilebilir. Şu anki boyut ve an, ne olursa olsun, onun bir sonrası vardır. Ahirete iman, en geniş anlamıyla hayatın ve oluşun sürekliliğine imandır. Her an bir önceki ana göre ahirettir. İnsan, bu ahiretler serisinden her birinin hesabını vermek durumundadır. Bu dünyada, gelecek için hazırlık söz konusudur. Gelecek bu gün görünmez, yarın görünür. Bu günün akılla var kabul edileni/gayb yarının duyu organları ile fark edileni olabilir.

Dünya, şu andaki görünenden, gayba intikal etmiş olan geçmiş ile, gaybdan görünene intikal edecek olan gelecek zincirleri ara­sında göze batan yegane halkadır [747].

Kur'ân'ın ahiretle ilgili tesbitleri incelendiğinde şu sonuçlara ulaşılabilir. Her sonraki an, bir öncekinden daha ileri ve üstündür. Çünkü hayat, geçmişe adım atmaz. Gidiş sürekli geleceğe, iyiye ve güzeledir. Bundan çıkabilecek sonuç şudur. Sonsuz sayıda ahiret vardır. Çünkü, insanın ve oluşun tekâmül aşamaları sonsuzdur.

Kur'ân, ahiretle insanlığın hesap gününü kastetmektedir. En geniş anlamıyla ahiret, ölümden sonraki hayat demektir [748]. Kur'ân olaylardaki öncelik sonralık durumuna göre, oradaki gele­ceği sunmaktadır. Nâziât sûresi 6- 7. ayetlerde geçen racife/sura birinci üfürüş, radife/sura ikinci üfürüş; İnşikâk sûresi 5- 10; Zilzâl sûresi 2- 6. ayetlerde haşr, neşre; hesab haşre göre birer gelecek­tir. Ebed kelimesinin ifade ettiği kesintisizlik ve sonsuzluğa kadar yevm, olayların zaman sınırını, yani süresini belirlemektedir. Ahiret bağlamında da olayların süresini belirleyen yevm, geleceği ifade etmektedir. Ebediyet ise, sonsuz ve aralıksız bir gelecektir. Ebediyetin kemalatında geçmiş, şimdi ve gelecek tevhidin ta ken­disidir.

Kozmik anlamda gelecek, değişim demektir. Ebediyet de kozmolojik anlamda bir değişimden söz edilemez. Ancak terfii de­receye varan değişimlerin yaşanacağı bir mekân ve makamlar âlemidir. Ebediyet, uhrevî hayatın kıvam noktası olmalıdır. Sistem olarak ahiret, süreklilik arz etmeseydi son anlamını taşıyabilir miy­di? Sonsuzluk, zamanın doğasında yatmaktadır. Yoksa sahip ol­duğu uzam sayesinde değildir [749]. Bu noktada doğasında sonsuz­luk bulunan zamanın, uzamında sonsuzluk bulunmayan zaman­dan çok farklı olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Sorumluluğun olmadığı ahiret hayatında, dünyevî anlamda gelecek anlayı­şının olmasına gerek de yoktur. Çünkü kozmik yapıdaki zamanın gelecek tarzı sorumluluğun ve doğanın gereğidir. Plan ve projeler ise  doğanın sorumluluğun  ifasına  hazırladığı,  geleceğe  hizmet eden bir zemindir. [750]

 HI.4.2. Tedricilik

 Varlık stratejisi incelenirken Kur'ân ayetlerinin ışığı altında varlığın yaratılışı ve hayatın işleyişinde, tedriciliğin temel bir kanun olduğu ortaya konulmaya çalışıldı. Tekâmül kanununun da tedricilikle gerçekleştiği bilinmektedir [751]. Başta insan olmak üzere, bü­tün varlığın tedricen tekâmül ettiği ampirik bir realitedir. Tanenin bir anda başak, fidenin bir anda meyve verdiğine, kozmik olarak zamanı ölçen hilâlin bir anda dolunay olduğuna beşer tarihi tanık olmamıştır. Bu yüzden tedricilik, kâinatın temel yasalarından biri­dir. Kâinatın kıdem ve ezelîyyeti, yahut bir anda yaratılışına dair fikirler, terbiye ve akla uygun düşmediğinden çürütülmüştür [752].

Nübüvvet ve vahiydeki son nokta tedricilik ile konulmuş ve kemalat ispat edilmiştir. Kur'ân'a göre sorumluluk, kulluk ve te­kâmül bu kanunla gerçekleşir. Sorumluluk, itikatla başlayıp amel ve muamelatla yoluna devam ederken, bireysel ve toplumsal an­lamda, psikolojik ve sosyolojik olguların gerçeğini dikkate alarak gelişmesini sürdürmektedir.

Kur'ân'ın nüzul stratejisinin muamelattan itikada, yahut hep­sine birden gitmesi beklenemez. Mekkî ve Medenî ayetler incelen­diğinde bu görülecektir [753]. Nitekim Fetih sûresi 29. ayetin teşbih yoluyla bir toplumun oluşup gelişme stratejisini- filizin yarıp çıkışı ile git gide büyüyerek başaklara ulaşıp güçlenmesini- sunarken tedriciliğin temel ve şaşmaz ilke olduğunu vurguladığı çok açık olarak görülmektedir. Bakara sûresi 286. ayette sorumluluğun gü­ce göre oluş gerçeği; hac ve zekât gibi mali ve hem mali, hem de bedeni ibadetlerde, güce paralel olarak sorumluluğun artacağını gözler önüne sermektedir. Öyle ise, sorumlulukta tedricilik, haya­tın bir realitesidir.

Nüzulünde ve okunuşunda (İsrâ,  106) tedriciliği esas alan Kur'ân, itikatla işe başlayarak, tevhid akidesine ulaştırdığı bireye ve topluma, yine aynı strateji ile emir ve yasaklarla ilgili teklifini sunarken, zemin ve istidadı geliştirerek yürümektedir. Fatiha sûresi 1. ayetin tefsirinde sözü edilen terbiye, bir şeyi kademeli olarak tedrici bir yöntemle kemalata eriştirmektedir. Bunun eseri tekâmül ve istifa olduğu ve olacağı, Allah'ın bir kanunu olarak her yerde, her an görülmektedir [754]. Lokman sûresi 13- 19. ayetler arasında Lokman (a.s)'ın oğluna verdiği öğütte, itikattan başlayıp, amel ve ahlâkî ilkelerle devam etmesi, strateji itibarı ile tedriciliktir. Peda­gojik formasyona sahip bir yaklaşım olarak değerlendirilebilecek bir başka yanı ise, muhatabın eğitim düzeyindeki yönü ile paralel­lik arz etmesidir. Nitekim Hz. Peygamberin sünnetinde de terbiye­nin, tedbirler, yaş ve tatbikat safhalarına göre, ele alınması da aynı gerçeğin altını çizmektedir [755]. Çocuk bulûğ çağma erdiği zaman, namaz [756] ve bir takım emir ve yasaklar (Nûr, 59} emredilir ki; ço­cuk bunlara alışsın. Bulûğ çağına erince de bunları yapmak, ço­cuğa kolay gelsin. En'âm sûresi 54; Tahrîm sûresi 6. ayetlere göre küçük yaşta bunlar yapılmadığında büyük yaşta bunları yapmanın son derece zor geleceğine işaret edilmiştir [757].

Kur'ân'daki tekrarların sözü tekid etme, iyice anlaşılmasını sağlama gibi hikmetleri de [758] süreklilik ve tedricilik olarak bir stra­tejik yapıya sahiptir. Tasavvuf erbabının mücadele planı [759], En­biyâ sûresi 57- 67. ayetlerde, Hz. İbrahim'in kavmine, puta tap­manın yanlışlığını göstermede izlediği yol, ibadetlerin eda stra­tejisi [760], Ankebût sûresi 3; Mülk sûresi 2. ayetlerde insana verilen ömür [761], hep tedriciliği ifade etmektedir. İmtihan açısından, böyle bir stratejiye itiraza mahal kalmadığı gibi, yeterli fırsatın verildiği de açıktır.

Kur'ân, tedriciliği, yasak koyarken de uygulamaktadır. Bakara sûresi 219; Nisa sûresi 43; Mâide sûresi 90 ve 91. ayetlerde içki yasağının üç aşamada geçekleştiği görülmektedir [762]. Bakara sû­resi 106. ayette bir hükmün kaldırılması, yahut daha iyinin geti­rilmesi anlamına gelen nesh, bir gelişme ve değişimi ancak tedricilik ile getirmektedir [763]. Kur'ân'da geçen ilim, tecrübe, ıslah, davet, halk, ticaret, sa'y ve ihsan gibi birçok kavram, tedricilik; saat, azâb, kıyamet, ba's, helak, mevt, fena, mucize vs. ise an ifade et­mektedir. Tedricilik ifade eden kavramlar, dünyayı imar ederken, diğerleri hayatı yok etmektedir. Asırlarca süren çalışmalarla kuru­lan medeniyetler, bir anda yokluğa mahkum olmaktadır [764]. Aklî gelişme, medeniyetin ilerlemesi, ekonomik kalkınma, siyasi yönde belli bir güce ulaşma ve zayıflama tedricilik arz etmektedir [765].

Buna göre, dünyanın devamı, huzur ve refahı tedriciliğe bağ­lıdır. Yıkımı ve harabiyeti ise, göz açıp kapama, yahut daha kısa bir zamanda olup biten bir olaydır. Uhrevî olaylar defatendir. Hûd sûresi 108; Nahl sûresi 96; Sâd sûresi 54; Vakıa sûresi 20 ve 21. ayetlerde zikredilen uhrevî nimetler sürekli olup, kesinti söz ko­nusu değildir [766]. Vakıa sûresi 7-10. ayetler arasında zikredilen Mukarrebûn, sâbikûndandır. Mukarrebliğin dereceleri vardır. En ileri derecede olanı sâbikûndur. Ashâb-ı yemîn daha cennet yo­luna yeni yönelmişken, sâbikûn cennete iyice yaklaşmıştır. Hare­ket ve yükselme sona ermez. Allah'a doğru yapılan yolculuğun ve yükselmenin nihayeti yoktur [767].

Cennet için sözü edilen somut olayların defatenliğinin öte­sinde, manevî bir yükselişin sürekliliğe göre işlediği söylenebilir. Bu süreklilikteki tedricilik, kozmik sistemdeki tedricilik gibi kesintili değildir. Zira kozmik sistemin maişet, beşeri duygu ve ihtiyaç ve teklif yönleri sürekliliğe müsait değildir. Ahirette ki ebedî hayatın da iki cephesi olduğu, bir cephesinde, nimetleri, meyveleri ve hu­rileri ile fizikî yapıyı anımsatan, ancak bu nimetler özellikleri itibarı ile değişmeyen, bozulmayan, tedricen değil, defaten var edilen, kesintisiz ve süreklilik gibi nitelikleri ile fizikî yapıdan farklıdır. Di­ğer cephesinde ise sâbikûndan mukarrebûna yolculuk, sürekli bir hareket, kesintisiz bir işleyiş ve yükseliştir [768]. Adeta cennet bir is­tasyondur. Burada süreklilik kazandıran besinler ve kesintisi ol­mayan nimetlerle mü'minler donatılarak Allah'a giden yollarına kesintiye uğramadan devam etmektedirler. Bu yolculuğu kesintiye uğratacak hiçbir sebep söz konusu değildir. Böyle bir atmosferde, insan için kesintisiz olan bir yükseliş, çıkış noktasına varış ve tekrar cennette yükseldiği yere dönüş, oradan tekrar çıkış noktasına yük­seliş devam edip gider diye değerlendirilebilir. [769]

 III.4.3. Planlama

 Planlama, bir işi zamanında yapmak, zamanı gelmeden yahut zamanı geçtikten sonra, yapmamak demektir ki, buna, zaman­lama da denilebilir. Buna göre, tedricilik de bir planlamadır. An­cak planlamada nev-i şahsına münhasır ayarlamalar söz konusu­dur. Çünkü planlama defaten icra edilen olaylar içinde söz konusu olabilir. Böyle bir olayın, günün belli bir vaktinde gerçekleşmesi, dakik bir stratejiyi ortaya koymaktadır.

Zamanla korkutma yönteminde maksat, sözü edilen vakitte gerçekleşecek olan olaydır. Korkutmak için seçilen zaman, hep ge­lecektir. Kamer sûresi 26. ayette “yarın onlar yalancı ve küstahın kim olduğunu bilecekler” Nebe' sûresi 4, 5; Tekâsür sûresi 3 ve 4. ayetlerde gelecekle verilen korku. ıslahta bir stratejidir. Dünyevî bir felaket için, A'râf sûresi 4. ayette zikredilen gece yahut kaylule vakti, yahut Mâide sûresi 51, 53; Hûd sûresi 81: Hicr sûresi 66, 73, 83; Kehf sûresi 41, 42; Mü'minûn sûresi 40; Şuarâ sûresi 60; Hucurât sûresi 6; Kamer sûresi 38 ve Kalem sûresi 21. ayetlerde zikredilen sabaha çıkma vaktinin seçilmiş olması, son derece dik­katle yapılan bir ayarlamanın ürünüdür. Zira bu vakit, uykunun ağırlığını hissettirdiği için ansızlığa, hazırlıksız oluşa işaret etmekte­dir [770].

Uyku ile birlikte gece karanlığının insandaki biyolojik ve psi­kolojik dağınıklığı, böyle bir felaketin fizikî şartlardaki yıkım gü­cünü çok daha artıracaktır. Al-i İmrân sûresi 121 ve Adiyât sûresi 3. ayetlerde belirtilen sabahın giriş vakti, düşmana saldırı için çok büyük öneme haizdir. Hicr sûresi 65. ayette felaketten kurtuluş için bulundukları yeri terk etme vakti olarak gecenin belli bir anı­nın seçilmiş olması [771], Isrâ sûresi 1. ayette belirtilen Isrâ ve miraç olayının gecenin bir anında gerçekleştirilmiş olması [772], zaman se­çimi konusunda olayın keyfiyeti ile mütenasip, stratejik açıdan önemli mesajlar vermektedir. En'âm sûresi 31, 44, 47 ve A'râf sûresi 95. ayetlerde zikredilen beğteten kelimesi, normal planın dışında ansızın, birden bire meydana gelen sürpriz bir gelişmedir.

İlgili ayetler incelendiğinde, görülecektir ki bu ansızlık, azab yahut kıyamet için kullanılan bir yöntemdir. Beklenmeyen olayın vuku bulduğu bu an, zarar verme yöntemidir [773]. Bu tür olaylarda, hızın beşer ölçümlerinin çok ötesinde oluşu, olaya artı bir zaman kazandırmaktadır [774]. Bir başka ifade ile ansızlıkta hız, stratejinin ayrılmaz parçasıdır. Ansızhk, gücün ve kahrediciliğin, muhatabına fırsat tanımamanın yöntemidir.

Olaya göre, vakit seçmek pek mühimdir. Ashabın, tevbe için seher vaktinde namazı takip eden zamanı seçmesi [775] dikkat çeki­cidir. Planlamada, öncelik ve sonralık da ayrı bir önem ifade et­mektedir [776]. Çünkü önce yapılacak iş sonraya, sonra yapılacak iş önceye alınırsa; randevuya önem verilmeyip sonra yahut erken yahut hiç gidilmezse yapilacak işte sıkıntıya kapı aralanmış de­mektir. Fâtır sûresi 10. ayette güzel sözün Allah'a ulaşabilmesi için, salih amelin önceliğinin gerekli olduğuna işaret edilmektedir. Makbul olabilecek bir tevbe pişmanlıktan sonra [777]can boğaza gelmeden önce [778] yapılmalıdır. Bakara sûresi 280 ve İnşirah sû­resi 5. ayetlerde zorluğun kolaylıktan, Yûnus sûresi 102, 103 ve Hûd sûresi 2. ayetlerde korkutmanın ümitlendirmeden önce zikredilişi de böyle bir stratejik hassasiyeti ortaya koymaktadır. Evrenin yaratılışı ve devam eden düzenin işleyişi [779], Kasas sûresi 71, 72; Mü'min sûresi 61 ve Nebe' sûresi 10 ve 11. ayetler de gece ve gündüzün insan hayatındaki önemi [780], Duhân sûresi 3. ayette Kur'ân'in gece nazil oluşu, varlıkların yaratılışında işleyen sürenin rölatif oluşu, dakik bir planın ayrılmaz parçalarıdır. Normalde bir anne, yavrusunu dokuz ay on gün karnında taşırken, kuluçkaya yarmış bir tavuğun altından yirmi bir günde civcivler çıkmaktadır. Diğer hayvan ve bitkilerde işleyen daha farklı zaman ölçümleri buna göre değerlendirilebilir [781]. İnsan doğayı keşfederken, doğa-dakileri zaman sırasına koymasıyla, doğal nesnelere dayalı kamu zamanını bulmuştur. Güneş doğduğunda kalkma zamanı olduğu­nu [782]ampirik olarak fark etmiştir.

Kur'ânın, ahiret hayatına yönelik emir ve tavsiyeleri ile uzun vadeli, dünya için yaptığı tavsiyelerle kısa vadeli, stratejiler söz ko­nusudur. Ayrıca dünya için kendi bağlamında, günlük namazlar gibi kısa vadeli, Cuma ve bayram namazları gibi orta vadeli, zekât, oruç ve hac gibi uzun vadeli stratejilerle İnsan ve toplum hayatını tanzim eden pozitif planlamadır. Zekâtın bir yılın sona ermesi ile farz olduğu, bunun ise rölatif aynı zamanda global bir süre olduğu açıktır. Yani söz konusu malın üzerinden bir yıl geçmesi, herkes için geçerli global, sürenin bitiş zamanının herkese göre değişmesi ise, rölatif olan bir niteliktir. Böyle bir planlamada, farzın yerine

getirilişinde sınırlayıcı bir süre söz konusu olmamakla beraber, ye­rine getirilmediğinde sakıt olması söz konusu değildir. Haccın sü­resinin global ve sınırlı, belirlenen zaman zarfında yapılması, aynı yıl içerisinde tekrar böyle bir zamanın olmaması, namazlarda farziyetin vaktin evveli ile terettüp ettiği, vaktin ilerleyen zamanla­rında da namazın ifasına fırsatın olduğu çok dakik ayarlamalardır.

Kur'ân'ın sunduğu stratejide global planlamalar da vardır. Böyle bir planda stratejiyi olaylar ve şartlar oluşturmaktadır. Ba­kara sûresi 14-16. ayetlerde, negatif tarafta bulunan münafıkların, mü'minler ve şeytanları ile karşılaştıklarında farklı söylemde bu­lunmaları, sonuç itibarı İle zararla sonuçlanan bir plandır. Al-i 'İm-rân sûresi 72. ayette zikredildiğine göre, münafıkların stratejisi, sa­bahleyin görünüşte inanıp, akşamleyin inkâr etmektir. Çünkü, sa­bahla başlayan insan hayatındaki canlılık ve dünya işleri, günün sonunda bitmektedir. Dünyevî işlerini gören münafıklar, akşamın karanlığı gibi küfürlerini izhar etmektedirler. Bu yüzden bu planla nifak arasında sıkı bir münasebetin olduğu söylenebilir.

Pozitif anlamda dünyevî işlerin yürütülmesi için yapılan plan­lama, borçlanmalardaki yazışma (Bakara, 282) [783], bireysel ve toplumsal güvenin tesisi, ekonomik ve sosyolojik açıdan dünyayı imar eden önemli yaptırımlardır. Değişim ve gelişmenin de plan­lamaya bağlı olduğu ampirik bir gerçektir [784]. Kozmik yapının fark­lı mevsimlerle yaşadığı değişim, sosyolojik, ekonomik, biyolojik ve psikolojik değişim içinde geçerlidir. Kur'ân'ın kendi içinde ve diğer kitaplar arasında nesh olayı ile değişimin gerçekleştiği ilahî bir ha­kikat olup, tekâmülü getirmektedir.

Planlama geçmişe ve şimdiye değil, geleceğedir. Ancak bir planda geçmişin deneyimi dikkate alınmalıdır. Yapılan her plan, şimdide uygulanma imkânına sahiptir. Ayrıca her planın gerçekle­şeceği bir süresi olmalı ve bu sürede mutlaka gerçekleştirilmeli­dir [785]Başarı, ancak bu şekilde elde edilebilir. Nebe' sûresi 11. ayette geçim için ayrılan gündüz, bir günde emredilen beş vakit namaz, uhrevî gelecek için imtihan amacıyla dünyada insana verilen ömür, kendilerine ayrılan vakit ve sürelerde, emredildiği şe­kilde kullanıldıklarında pozitif sonuç getirecektir. Mezkûr planların her biri, icra edilirken şimdinin imkânları kullanılmakta, sonucu yine gelecekte beklenmektedir.

Planlamada vazgeçilmez araçlardan biri, zaman ölçümüdür. Bu ölçümler kozmolojik, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik saat gibi teknik ve şartlara bağlı global ölçekler olabilir. Bu yolda erken davranan milletler, zamanın değerini anlayıp, hilâlden hareketle çok daha dakik ve teknik ölçeklerle, gelecek hakkında planlamalar yapıp uygulayarak, kalkınmada önde gelen milletler arasına gir­meyi başarmışlardır [786].

Kur'ân, planlamada, teknik ölçeklerin dışındaki tüm ölçekle­rin küçüğünden en büyüğüne kadar devreye sokarak gelecek hak­kında çok hassas planlar yapmakta ve sonuçlarını göstermektedir. Tevbe sûresi 36. ayet de kozmolojik olarak bir yıl, 12 aya bölü­nüp, Bakara sûresi 197. ayette hac gibi bir ibadetin eda vaktini [787] belirlerken, Bakara sûresi 194- 217; Mâide sûresi 2; A'râf sûresi 163. ayetlerde bir yasağa mebni zaman tayini ve zaman yasağı söz konusudur [788]Tevbe sûresi 37. ayette kaldırılan nesi' cahiliye döneminde, Arapların tehir ettikleri ay olarak, bilinir [789]Böyle bir yönteme baş vurulmasının sebebi, ekonomiktir.

Ay hesabı ile, çok sıcak veya çok soğuk günlere denk gelen hac ibadetinde, mevsim şartlarından ötürü, hacca gelenlerin sayı­sında meydana gelen düşüşü gidermek, geçimlerini sadece savaş yaparak kazanan kabilelerin peş peşe üç ay savaş yapmaksızın beklemeye tahammül edemeyişlerine çare bulmak [790], ekonomik zararı asgariye indirmek amacıyla yapılan negatif bir planlamadır.

Her işte, plan yapıp ona uymayı emreden Kur'ân, planlama­daki ölçeği, olayın mahiyetine göre seçmektedir. Kozmolojik öl­çeklerden başka ölçekleri de devreye sokarak işlerlik kazandırır. Böylece, rölatif olan bu ölçekler vasıtasıyla, yanılmaların önüne geçilmiş olmaktadır. Olaylar için konulan süre değişse de espri ay­nıdır. Bakara sûresi 222. ayette kadınlarla cinsi ilişki için koyduğu yasağın ve Bakara sûresi 228; Ahzâb sûresi 49 ve Talâk sûresi 4. ayetlerde boşanma durumunda olan kadınlarla ilgili hükmün [791] İsrâ sûresi 23. ayette, anne ve babaya yaşlılık döneminde farklı bir hassasiyetle muamele etmeyi isteyen emir ve yasakların ölçeği de biyolojiktir. Nisa sûresi 6. ayette ise yetimlere mallarının verilmesi hususunda gerekli görülen seviyeye ulaşması gibi şartların oluşma sürecini belirleyen ölçek hem biyolojik, hem de psikolojiktir [792]. Fakat, yemin veya nezrin süresini belirlemede kullanılan ölçek, global, şartlara bağlı olarak oluşmaktadır. "Falanca şu eve girerse, şöyle şöyle yapmak borcum olsun" gibi ifadelerde, ilgili hükmün teklife dönüşmesi, olayın gerçekleşmesi ile başlamaktadır [793]. Olay gerçekleşmeyince böyle bir teklif söz konusu değildir.

Özet olarak Kur'ân'da geçen zaman kavramını ifade eden ke­limelerin tamamının, bir planın ya başlangıcını, ya bitişini, yahut ta herhangi bir parçasını oluşturduğu görülmektedir. Kozmolojik olarak gündüz için fecr/sabah, başlangıcı, mağrib/akşam, günün sona erişi, biyolojik planda insan ömrü için doğum, sabahı, ölüm ise akşamı ifade eden ölçeklerdir. İnsanın mutlu, başarılı olabil­mesi için, günlük, aylık ve yıllık planlarının olması ve işlemesi ge­rekmektedir. Varlığın tamamını kapsayan stratejiyi benimseme­mek, ya da ona duyarsız kalmak, insanın her iki dünyasını kay­betmesi demektir. [794]

 III.4.4. Hususî Zaman

 Zaman açısından, mucizenin doğurduğu değişim anında işle­yen yasalar; geçici olarak sünnetullahın değişmesi, yahut uygulanmayışı [795] şeklinde yorumlanmıştır, Bu değişim ve mahiyeti şu şekilde incelenebilir. [796]

 III.4.4.1. Tayy-ı Zaman

 Terkibin birinci kelimesi olan tayy, lügatde dürülmek demek­tir. Dürülmek yayılmanın zıddidır [797] Terkibin ifade ettiği anlam, zamanın dürülmesi, çok uzun zamanın kısa bir zaman şeklinde algılanmasıdır. Yoksa insan için zamanın dışına çıkma diye bir şey mümkün olamaz [798]

İrfânî bakış açısına göre zaman, yaşayanın kapasitesine göre genişleyip kısalmaktadır. Böylece gün ve her zaman diliminin öl­çüsü, nispet edildiği şeye göre değişmektedir [799]. Çünkü zaman, kütle ve mesafe gibi şeylerin hepsi rolatiftir. Nitekim Einstein'da “zamanın kendi başına bir değeri ve hakikati olmadığını, ancak maddenin özelliklerinden olduğunu”ifade etmiştir. Ona göre kâi­nat dört bu'utlu olup, dördüncü bu'ut çok uzaktır. Feza ise üç bu'utludur. Bir şey muayyen bir zamanda düşünüldüğünde o, iha­ta edilemiyor, sonra dakikalar ilerledikçe her an için, kendine has yeni üç bu'ut meydana geldiği görülecektir. İşte burada bir dör­düncü bu'ut daha bulunmaktadır ki o da zamandır. Kâinatta za­man ve mekân birdir. Bu geçmiş ve geleceğin kendisinde yazılı bulunduğu bir kitap gibidir [800].

Demek oluyor ki, zaman kısa da olsa uzun da olsa madde ile fark edilir. Bakara sûresi 256. ayette zikredilen Hz. Üzeyir'İn dirili­şinde, meyvelerin bozulmadığını görmesi [801], Kehf sûresi 19- 25. ayetlerde Ashâb-ı Kehf 'in üç asrı aşkın bir süreyi bir gün veya bir günün bir kısmı kadar zannetmesi, zamanın dürülmesidir. Yoksa sözü edilenlerin tamamen zamanın dışına çıktıkları söylenemez. Normal şartlarda geçen ömrün geçmişi hakkındaki bazı değerlen­dirmeler de tayy-i zaman olarak algılanmaktadır. Hayatını "daha dünkü gibi", yahut da "gün, bugün, an, bu an" olarak özetleyen insan, geride bıraktığı 60 veya 70 yıllık ömrünü böyle bir iki ke­lime ile çok kısa bir zamana sığdırmaktadır. Ancak vakıa, çok fark­lıdır. Zihnin zamanı ölçmede çok isabetli bir ölçek olmadığı, za­manı sağlıklı ölçebilmesi için değişmez, hassas zaman ölçeklerine ve zamanın ölçümünü onlardan takibe ihtiyacın zarurî olduğu açıktır.

Ashâb-ı Kehf ve Üzeyir (a.s)'m kıssasında zamanın dürülmesi, sünnetullahın değişmesi ile, mucize adı altında, Allah'ın ikincil, yahut başka kanunlarının devreye girmesi dîye açıklanması, her türlü değerlendirmenin üstünde bir gerçektir. Gelişen teknoloji ve bilimin ışığı altında bu durumun anlaşılması çok daha kolay bir yapıya kavuşmaktadır. Günümüzde meyve sebzelerin ortamını beşer sistemi ile değiştirip derin donduruculara, yahut yerin altına koyarak üzerini kapatmak, söz konusu meyve ve sebzenin aylarca bozulmadan kalmasını mümkün kılmaktadır.

Mucize bağlamında, bir günü, insanlara göre bin yıl yapan Al­lah'ın, bundan daha mükemmel ortamlar hazırlayarak, bir şeyi bir asır saklaması herhalde çok daha iyi anlaşılacaktır. Ayrıca kış uy­kusuna yatan hayvanların, vücut ısılarının ve kalp atışlannın belli bir oranda düşürülerek, metabolizmanın yavaşlamasıyla yemeden içmeden, değişik bir yöntemle her hangi bir gıda almadan aylarca yaşayabilmesi doğada işleyen bir kanundur. Bilimin yaklaşımına göre ise, dokularda buz kristallerinin oluşumunu önleyecek gerekli önlemler alındığında, vücut sıcaklıkları donma noktasının altına, yani donmayacak bir dereceye indirilebilir. Bu kişiler, daha sonra ısıtıldıklarında, hiçbir bozukluk olmadan yaşamaya devam edebi­lirler [802].

Kehf sûresi 18. ayet ve kaynaklardaki açıklamasından anlaşıl­dığına göre, Ashâb-ı Kehf in, üç asrı aşkın bir süreyi bekleyişi, sağa sola dönme şeklinde bir bekleyiş veya uyku olarak değerlendiril­mektedir. Ayrıca Kehf sûresi 11. ayette bahsedilen, kulaklarına perde vurulmuş olması, onların biyolojik bir değişikliğe uğratıldık­larını, Kehf sûresi 17. ayet ise mağara ve güneş ışınlarının mağa­raya geliş şeklinin, üç asrı aşkın bir zaman bu şekilde kalmalarına hazırlanan, ilâhî bir zemin olarak değerlendirilebilir. Normalde, hiçbir değişime, gerekli zemine ve şartlara başvurulmadan hafta­larca, aylarca komada hayatını sürdürebilen insanın, böyle bir de­ğişimle sözü edilen sürede, hayatta kalması daha kolay anlaşılma­lıdır. Ayrıca Ashâb-ı Kehf'ten önce bazı insanların buna benzer bir şekilde kaldıkları felsefeciler tarafından nakledildiği hakkındaki bil­gilerde [803], bu ve buna benzer olayların daha iyi anlaşılmasını sağ­lamaktadır.

Olayın başka bir yönü ise, insan ömrünün biyolojik mi, koz­molojik mi olduğu meselesidir. Esasen kozmik yapının bir parçası olan insan, bedeni itibarı ile biyolojik bir canlıdır. İnsan, kozmolo­jinin değişim ortamında uzaklaştırıldığında, insan ömrünün, koz­molojik hesaplamalarla uzaması, rölativitenin, insanın mayasındaki, farklı tezahürleri olmalıdır. Yoksa insan için verilen ömür, değişmiştir anlamı çıkmamalıdır. Belirlenen hedefe uçakla, araba ile veya yaya olarak gitmekle, ortaya çıkan zaman farkı, giden açı­sından, hızdan kaynaklanan bir durum olup, mesafeyi değiştirme­diği bir gerçektir. Her ne kadar ömür, mesafede konulan bir hedef olmasa da insan kendisine verilen ömür vasıtasıyla biyolojik ola­rak bir takım aşamalardan geçer. [804]

 HI.4.4.2. Tayy-ı Mekân

 Mekânın dürülmesi anlamına gelen bu terkip anlatılmak iste­nen, mesafenin bir anda geçilmesidir. Bir nevi uçmak diye de açıklanmıştır [805]. Tayy-ı mekânda mesafenin varlığı, kozmik zama­nın varlığını devam ettirdiğini, ancak hızdan Ötürü çok çabuk katedildiği gösterir. Mekânın dürülmesinden ötürü ortaya çıkan za­man farkı, normal şartların çok fevkindedir.

Günümüzde gelişen teknoloji ile, ulaşımda elde edilen hız, tayy-ı mekân meselesini anlamayı kolaylaştıran hayatın ampiril realitesidir. İnsan zihni, bir anda hayal edebileceği mesafeleri do­laşabilirken, mucizevî bağlamda Sebe' sûresi 12. ayet de Hz. Sü­leyman'ın emrine verilen rüzgârın, insan yürüyüşüyle bir ayda kat edilen mesafeyi, sabah veya akşam vakitlerinde [806], normalde in­san yürüyüşü ile üç günde kat edilen mesafeyi, Hüdhüd'ün çok kısa bir zamanda kat etmesi ve Belkıs'ın tahtının getirilmesi ile ilgili olarak Nemi sûresi 39. ayette İfrît'İn Hz. Süleyman'a hitaben “Sen, makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm” Nemi sûresi 40. ayette kitabî bir bilgiye sahip olduğu ifade edilen bir kimsenin aynı iş için “ Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” derken ortaya konulan süre [807]; İsrâ sûresi 1. ayette Hz. Peygamberin gecenin bir anında Beyt-i Makdis'e, oradan da Mi­raca gidip gelmesi, İblisin bir anda doğudan batıya, batıdan do­ğuya geçişi [808]farklılıklarına rağmen tayy-ı mekânı anlatan olaylar­dır.

Bu olaylardaki rölatif yapı, yine mesafe ve vasıta farklılığın­dan doğan bir durumdur. Hayatın insana öğrettiği gerçek, bunun en önemli delilidir. 1000 km.İik mesafeyi uçak, tren ve taksi ile kat eden insanların aynı yere varış süreleri elbette ki çok farklıdır. Tayy-ı mekân bağlamında kat edilen mesafelerle ilgili zamanı uçaklara bakarak anlamak [809] çok daha kolay olmalıdır.

Burada Belkıs'ın tahtının getirilmesi ile alakalı olarak ifritin önerdiği süre hakkındaki ihtilaflara [810]girilmeyecektir. İfrit'in cin­lerden olması sebebi ile tahtın getirilmesi için teklif ettiği süre, cin­lerin yaratılışını anlama ile daha kolay anlaşılabilecek bir husustur. Çünkü latif cisimlerde zamanın rolü kesif cisimlerden çok daha farklıdır [811]. Ancak, ilim sahibi birisinin önerdiği sürenin çok daha kısa oluşu, ilimle mesafelerin çok daha kısalacağını göstermekte­dir.

Böyle bir hızın mümkün olabileceği, Allah'ın bütün mümkinata kadir oiduğu açıktır [812]. Bu olay şu şekilde de yorumlanabilir: Cisimlerin bir uzay zaman bölgesinden diğerine iletimlesi, göklere yüklenen birincil emir çerçevesinde gerçekleştirilebilecek bir olay­dır. Bu yüzden gelecekte fizikçilerin, birincil emir hakkında sahip olacakları bilgileri kullanarak böyle bir olayı gerçekleştirmeleri mümkün olabilir [813].

Olayla ilgili olarak bir başka yaklaşım şekli ise, söz konusu tahtın Hz. Süleyman'ın huzuruna taşınmadan, bulunduğu yerde yok edilip, Hz. Süleyman'ın huzurunda yaratılmış olduğunun ka­bul edilmesidir. Halk-ı Cedîd yeniden yaratılış diye ifade edilen bu olay, bir anlık bir o!ay olup, Hz. Süleymanın huzurunda yaratılan taht eski taht değil, yepyeni bir tahttır [814].

Halk-ı Cedîd anlayışına göre varlık her an yok edilip yeniden yaratılmakta, ancak bunu kimse fark edememektedir [815]. Burada Eş'ârîler'in varlığın sıfatlarının yaratılışları ile alakalı görüşleri ile örtüşen bir durum söz konusudur. Belki bu anlayış, hayatın ger­çeği ile çok daha uygunluk arz etmektedir. Zira değişimle halk-ı cedid olayı, farklı şeylerdir. Değişim, kozmolojinin temel kanunu olduğu için, bu yöndeki değişim; bir yaratma olmakla birlikte bir halk-ı cedid değildir. Çünkü ondaki gibi bir yok etme olayı yoktur. Nitekim gece yürüyüşü manasına gelen İsrâ, normal yürüyüşle 40 gecelik mesafenin, gecenin bir anında gerçekleşmesidir [816].

Halk-ı cedid anlayışı açısından evrende her an, sayısızca mu­cizeler olmaktadır. Ama zamanı fark edebilecek olan insan, buna alışık, bunları fark edememektedir. Hal böyle iken, tarihin bir kesitinde mucizevî bağlamda meydana gelmiş bir olayın, gündelik ve vasıtasız mucizelerle açıklanmasının pek tatmin edici olacağı söylenemez. Esasen insanın özü, kozmik manada, zaman ve mekânla kayıtlanamayacak metafizik bir gerçekliğe sa­hiptir.

İsrâ ve Miraç hadisesinin, İsrâ bölümü hakkındaki Hz. Pey­gamberin binitinin ön ayağını kaldırıp koyma mesafesi olarak gö­zünün görebildiği en son nokta denilmesi [817], binitine ad olarak verilen Burak kelimesinin elektrik ve şimşek hızını ifade etmesi ışığı altında, bu hıza sahip bir hareketin, gecenin kısa bîr anında tarihe yön veren güçleri kontrol edip dönmesi pek tabii bir hadisedir [818]Söz konusu hareketin Miraç bölümü için seçilen vasıtaların, melekler, Cibril ve Refref'in hızını misli olmadan anlamak zor bir husustur. Olaya, vasıtanın mekâna göre seçilmesi açısından bakı­lırsa, Burak'a kıyasla hızın giderek arttığı söylenebilir. Hareketin dünya semasına kadar olan kısmı için asansöre benzer bir vasıta­dan bahsediliyor olması, anlaşılabilirliğini bir nebze kolaylaştırmak için olmalıdır [819]. Günümüzde ışık hızının 300.000 km/sn olduğu bilimin kabul ettiği bir husustur. Işık hızında, kozmik anlamda za­man nerdeyse sıfıra çekilmektedir [820]. Yeryüzünde zamanı sıfıra yaklaşan bir hareketin gökler âlemine oradan da daha ulvî ma­kamlara gidişinde kazanacağı hızı ve değişimi, aklın kavraması mümkün olacaktır. Bu hareketin Arşta fizikî yapıdan sıyrıldığı doğ­rultusunda yapılan açıklamalar [821]zamanın pozitif yönde uğradığı bir değişimdir. Bu değişimi Müzzemmil sûresi 17. ayette “çocukları ak saçlılar haline çevirecek bir gün”şeklindeki zamanın negatif değişiminden anlamak daha da kolaylaşmaktadır.

Miraç mucizesini bir hareket şekli olarak açıklama gayretleri de olayın daha kolay kavranılması ve kabulüne imkân hazırlaması açısından zikredilmeğe değer bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Mermi, elektrik, ışık ve bunları çok çok aşan insanın hayal hızı gibi, değişik hıza sahip hareketler vardır. Işık, güneşten dünyaya se­kiz dakikada gelirken, insanın hayali, bir anda güneşe varmak­tadır.

Bir saatin, farklı hızlara sahip ibre hareketi de Miraç hadise­sini anlamaya yardım eden açıklamalar arasında zikredilebilir. Bir cm.nin yarı çapında bir saatin dakika, saniye, salise ve saniyenin l/60'i aşire ibrelerine birer kişinin bindiği farz edilirse, bir saatlik bir zaman dilimi içerisinde bu şahısların gezdiği alanlar birbirinden çok farklı olacaktır. Saat ibresi on ikiden bire geldiği zaman, da­kika ibresi bir daire çizer, saniye ibresi dakika ibresinin çizdiği dai­reden atmış kat daha geniş bir daireyi, salise ibresi saniye ibresinin çizdiğinde atmış kat daha genişini, rabia ibresi, saliseye göre, hamişe ibresi rabiaya göre atmışlar kat büyüyerek gider bir başka ifade ile bir cm.nin yarı çapında bir saat ibresine binen bir kimse bir saatte sadece 5 mm.lik bir alanda hareket ettiği halde, dakika ibresine binen 6 cm lik, saatin on basamak altı olan aşire ibresine binen bir kimse ise 660 milyar km.lik bir alanı gezebilir. Saatin yüz basamak altında bir ibre İle bir anda trilyonlarca km yi kat' etmek mümkündür. Bu şekildeki bîr yaklaşım böyle bir hareketin ilmen mümkün olabileceğini göstermektedir. Konuyla ilgili olarak verilen şekle bakıldığında bu daha iyi kavranabilir kanaatindeyiz:

Dünyayı güneş etrafında 110 km, gezegenleri ve galaksileri binlerce km hızla döndüren Allah, habibini uzayda ve uzay öte­sinde gezdirebilir [822]Olay, zamanın genişlemesi denilen bast-ı za­manla da alakalı olup, konuya bu perspektiften bakmanın da ya­rarı vardır. [823]

 III.4.4.3. Bast-ı Zaman

 Bast-ı zaman, zaman içinde zaman yaratılması, uzun zaman dilimlerinin kısa bir süreye sığdırılması demektir [824]. Bu anlamda çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zamanı, böyle bir gerçeğin varlığını ve fiilen meydana geldiğini göstermektedir. Şu halde miraçta birkaç saatlik süre. binlerce sene demektir. Hz. Peygamber, miraç yoluyla beka âlemine girmiştir. Oranın birkaç daki­kasının Hac sûresi 47; Secde sûresi 5; Me'âric sûresi 4. ayetlerin­den anlaşıldığına göre kozmik sistemin yüzlerce senesini kapsa­maktadır. Şu halde tayy-i mekân ve bast-ı zaman vasıtasıyla da zamanın en asgari noktaya çekildiği söylenebilir.

Evliyanın çok uzak mesafeleri, çok kısa zamanda kat etme­sine de bast-ı zaman açısından bakılmalıdır [825]. Normalde zaman, kontrol dışı sayılır. Ama hızla kontrol altına alınmaktadır. Dolayı­sıyla zamanın uzunluk ve kısalığı, hıza bağlı oiarak rölatiftir. Aktif bir süreç olan uykuda, beyin, uyanık halden daha yoğun çalışıp zamanı değiştirir [826]. Uykuda ruh maddi âlemden yükselir. Bu du­rumda insan, ruh ile de