reyyan
Mon 6 September 2010, 07:38 pm GMT +0200
Kur'an-ı Kerim'de Temenni
Osman Şimşek
Keşke!...
Hayatı bir açıdan tereddüt ve şüpheler içinde geçen insanoğlu, çok defa kendini his, düşünce ve amelde bir yol ayırımında veya çatallaşan bir yolda bulur ve dolayısıyla acil bir seçim yapmak mecburiyeti duyar. Doğru ya da yanlış bir seçim yapıp yoluna devam ederse de, seçim ve davranışlarının rıza-i ilâhî’ye muvafık olup olmadığını, neticenin lehinde mi yoksa aleyhinde mi olacağını başlangıçta bilemeyebilir.
Doğru seçimlerin getirdiği hayır ve bereketlerin yanında, yanlış tercihlerin sebebiyet verdiği hatalar ve günahlar da vardır ki, bunların pek çoğu, kendi cinsinden tevbe ve istiğfar ile telafi edilmezse, nice gaileleri insanın başına açar ve onu çaresiz bırakır. Kader inancı çoğu kez yardıma koşar ve kul hatasından kaynaklanan üzüntü içinde, “Hayır ve bereket, Allah’ın takdir ettiği ve benim için seçtiği şeydedir.” der, teselli bulur. Fakat, iradenin hakkını verememe hüznüyle burkulduğu anlar olduğu gibi, beşeriyet muktezası olarak bazen de dudaklardan şu âh u vâh dökülür: Keşke!...
Keşke, bir temenni sözüdür.. Hazreti Âdem’den (a.s.) bize kadar dilden dile, gönülden gönüle dolaşıp duran ve bizden sonra da kıyamete hattâ öteki âleme kadar intikal edecek olan, belki sadece cennetliklerin Cennetin kapısında çıkarıp atacakları fıtratımıza yerleşmiş bir sözdür. “Keşke” demeyen yok gibidir. Kimisi çoğu zaman bir pişmanlığın akabinde “keşke” der inler. Bir başkası, henüz tahakkuk etmemiş olsa da gerçekleşmesini çok istediği şeyleri hatırlamakla telaffuz eder o hasret kelimesini. Bir diğeri, umduğunu bulamama, vaktini ve ömrünü değerlendirememe inkisarıyla dillendirir onu. Pek çokları, elindekilerle tatmin olmaz da daha iyi imkânlar, daha fazla dünyalık arzu ve isteğiyle refah, rahat ve lüks boyalı keşkeler seslendirir. Ve topyekün beşer, kıymetini bilemediği, elinden kaçırdığı nimetleri sonradan yâdeder; iç burukluklarını “keşke” hicranlarıyla mırıldanır.
Bu çeşit ifadelerin çoğu, İslâm nazarında, kaderi tenkit anlamı taşıyan ve hoş olmayan sözlerdir. Zira, istikbale irade ve sorumluluk açısından bakıp, gerekli plan ve programı yapmak gerekirken, maziyi kader yönüyle değerlendirmek uygundur. İstikbalde yolumuzu aydınlatmayacak, bizi sa’ye ve hayra sevketmeyecekse; geçmişle alâkalı her yakınma, kaderi tenkit, ef’âl-i İlâhiye’ye karışma ve haddi tecavüz manâsına gelir. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde “Eğer başına bir iş gelirse, ‘Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu.’ deme. ‘Allah’ın takdiri böyleymiş; O dilediğini yaptı.’ de. Zira, ‘Keşke şöyle yapsaydım’ sözü, şeytanın vesvesesine yol açar.” buyurmaktadır. (Müslim, “Kader,” 34)
İradenin hakkını veremeyişten, kadere ve takdir-i İlâhîye itimadın eksikliğinden kaynaklanan sızlanışların yanında bir de Allah’ın rızasını celbeden, muhasebe ve murakabe buudlu, yapılan hayrın az görülmesi ve küçümsenmesinin neticesi olan, tevazu renkli “keşke” vardır ki, o, insanı bütün bütün kazanç kuşağında dolaştırır. Bu tür bir pişmanlık ve onun seslendirilişi, günah ve hatalardan dolayı tevbe ve istiğfarda bulunma, hayatın hesabını tutarak fevtedilenleri telafiye azmetme, istikbalde aynı vartalara düşmeme gibi hususları ihtiva ettiğinden dolayı yümün ve bereket yüklüdür.
Nitekim, Allah Rasulü (sallalahu aleyhi ve sellem), Rabbinden gelen üns esintileriyle nazarlarını ötelere yönelttiği bir anda buyurur ki; “Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, ne kadar isterdim; keşke, Allah yolunda savaşsam ve öldürülsem. Sonra bana bir kere daha can nimeti bahşedilse ve yine cihadın hakkını versem, yine O’nun uğruna öldürülsem. Sonra yine savaşsam ve öldürülsem.” (Müslim, “İmare,” 103) Efendimizin bu sözleri de bir temenni ifadesidir. Fakat, kaderi tenkit, haddi aşmak yahut Meşîet-i İlâhiye’ye karışmak değil, Allah yolunda bulunmanın ve O’nun uğrunda şehadet şerbetini içmenin güzelliğinin beyanıdır. Kazanma kuşağına ait bu temenniyi Allah Rasulü’nü rehber edinen hak erlerinin beyanlarında da görmek mümkündür. Onlar da sürekli “هل من مزيد - Daha yok mu?” ufkunu göstermiş; iyiliğe asla doymamış ve “bu kadarı çok az; daha, biraz daha” gibi himmet u gayret hislerini dile getirmişlerdir. Bundan başka, Allah’a inkiyat ve teslimiyetin neticesi olarak, nefsi tenkit etme, benliği taşlama ve muhasebe şuuruyla gerilip hayır-hasenat adına yapılanı az görme duygusuyla iki büklüm olmanın işareti “keşke!”ler de vardır.
Lûgat Manâsıyla Temennî
Temenni, bir şeyi dilemek ve ummak manâsına gelir. Umulan, temennî olunan şeye اَلمِْنْيَةُ (minye/münye) ve اَلأُمْنِيَّةُ (ümniyye) denir. (M. Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 3/39) Temennî, okuma ve yazma manâlarında da kullanılmıştır. İbn Manzur, tilâvete “ümniyye” de dendiğini, çünkü, Kur’an okuyanın rahmetle ilgili bir ayet geldiğinde onu temennî ettiğini, azap ayeti gelince de ondan kurtulmayı dilediğini söyler. Ayrıca, temennînin “aslı olmayan sözü söylemek” anlamında istimal edildiğini de belirtir. (İbni Manzur, Lisanu’l Arab, 157293-5)
Temennide, gerçekleşmesi istenen ve husulü arzu edilen o şeyin (mütemennâ) husulünün mümkün olması da şart değildir. Muhal şeyler de temennî edilir; “N’olaydı gençliğim avdet edeydi!” mısraında olduğu gibi. Adanavî Abdunnafi Efendi’nin ifadesiyle, temennî edilen şey ya imkânsızdır veya imkân dairesinde olduğu halde gerçekleşmesi çok uzak bir ihtimaldir; fakat, temennî sözleriyle, isteğin olması, istenilenin meydana gelmesinden daha çok mücerret muhabbetin açığa vurulması kastedilmektedir. Bundan dolayı, temenni edilen şeyin bizatihî mümkün olması gerekmeyip, gerçekleşmesi mümkün bulunmayan şeyler dahi temenni edilir. Çok kere vaki olur ki, insan, kendisi için elde edilmesi muhal olan bir şeye muhabbet duyar ve onu temenni eder. Hasılı, temenni edilen şey bazen mümkün, bazen de muhal olur. (Abdunnâfî Efendi, 278-282)
Türkçe’de temennî genellikle, geçmiş zaman için gereklilik kipinin rivayet ve hikâye sigalarıyla, gelecek zaman için de aynı kipin şart ve hikaye sigalarıyla ifade edilir. Diğer bir ifadeyle, gerçekleşmesi mümkün olsun veya olmasın bir dileği, bir arzuyu, bir isteği ortaya koymak için istek, dilek-şart ve gereklilik kipleri kullanılır ve bu şekildeki cümlelere de “istek cümlesi” denir. İstek cümleleri, “Allah analı babalı büyüte” ve “Aşkın şarabından içem / Mecnûn olup dağa düşem / Sensin dün ü gün endişem / Bana Seni gerek Seni” (Yunus Emre) örneklerinde olduğu üzere istek kipiyle kurulabildiği gibi; “Fırsat bulsam da köyüme gitsem”, “Herkes sevgiye koşsa, düşmanlıklar unutulsa” türünden dilek-şart kipiyle ya da “Kur’an’ı en az ayda bir hatmetmeliyim”; “Hareketlerime dikkat etmeli ve tebliğ vazifesiyle beraber temsilin de hakkını vermeliyim” şeklindeki gereklilik kipiyle de kurulabilir.
Fiil kiplerine ilaveten, bari, tek, n’olaydı ve keşke gibi edatlar da temennî bildirir. “Veda eyler iken bakdı, dedi hasretle ol mehru / N’olaydı olmayaydı beynimizde ülfet evvelden” mısraında olduğu gibi “n’olaydı”; “Zülfün görenlerin hep bahtı siyah olurmuş / Tek zülfünü göreydim bahtım siyah olaydı” sözündeki “tek”; “Ateş-i aşkın hakikat pek tahammülsüz imiş / Olmayaydım kaşki sen bîvefaya aşina” beytindeki “keşke” ve “Hakkımdaki tegâfülüne sabreder idim / Ağyara bâri etmemiş olsaydı iltifat” mısralarındaki “bari” kelimeleri, temenni ifade etmek için kullanılır. (Tâhir’ul Mevlevî, 64)
Kur’an’da Temennî Edatları
İnsan, arzuladığı ve ardından koştuğu şeylere karşı istek, özlem ve hasretini çeşitli şekillerde ifade edebilir. Her dilde, bu anlamda bir temenni için kullanılan değişik lafızlar vardır. Arapça’da temenni denilince ilk olarak “لَيْتَ” akla gelir. هَلْ , لَوْ , لَعَلَّ ,َ أَلا edatları da, diğer manâlarının yanında temenni ifade ederler. هَلْ ve لَوْ edatlarının هَلاَّ ve لَوْلاَşeklinde temenni için kullanıldığı da olur.
“Bari, tek, keşke, n’olaydı, ne olurdu” gibi manâlara gelen “لَيْتَ”, Kur’an-ı Kerim’de ondört yerde değişik şekillerde kullanılmıştır. Meselâ:
وَلَوْ تَرَىَ إِذْ وُقِفُواْ عَلَى النَّارِ فَقَالُواْ يَا لَيْتَنَا نُرَدُّ وَلاَ نُكَذِّبَ بِآيَاتِ رَبِّنَا وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
“Onlar ateşin karşısında durdurulup da, ‘Ah n’olurdu, dünyaya bir geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, mü’minlerden olsak!’ dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!” (En’am, 6/27)
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَا
“Yüzleri ateşte gâh bu yana, gâh öbür yana çevrileceği gün: ‘Ah!’ derler, ‘ah ne olurdu! Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke Peygambere itaat etseydik’!” (Ahzab, 33/66)
Genelde, gerçekleşmesi imkân dahilinde olmayan bir temenni için kullanılan edatlardan biri de “keşke olsaydı” anlamındaki “لَوْ”dir. Kur’an-ı Kerim’de çok yerde geçmekle birlikte, yaklaşık yirmi ayette temenni ifade etmektedir. Meselâ:
يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَعَصَوُاْ الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمُ الأَرْضُ وَلاَ يَكْتُمُونَ اللّهَ حَدِيثاً
“Dini inkâr edip Resûl’e isyan edenler, işte o gün yerin dibine girmek, yerle bir olmak isteyecekler. Onlar hiçbir sözlerini, hiçbir kabahatlerini Allah’tan gizleyemezler.” (Nisa, 4/42)
وَقَالُوا لَوْ كُنَّا نَسْمَعُ أَوْ نَعْقِلُ مَا كُنَّا فِي أَصْحَابِ السَّعِيرِ
“Ve ilave edecekler: “Keşke biz gerçeği işiten ve aklını çalıştıran kimseler olsaydık, elbette bu alevli ateşe girenlerden olmazdık!” (Mülk, 67/10)
Aslında bir soru edatı olan “هَلْ” ender de olsa temenni için de kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de “هَلْ”in bu şekilde istimaline dair örnekler mevcuttur:
يَوْمَ نَقُولُ لِجَهَنَّمَ هَلِ امْتَلَأْتِ وَتَقُولُ هَلْ مِن مَّزِيدٍ
“O gün cehenneme Biz: “Doldun mu,?” dedikçe O: “Daha yok mu?” diye iştahını dile getirir.” (Kaf, 50/30)
“لَعَلَّ” edatı, tereccî yani, korkulan veya umulan bir işin, bir durumun beklenmesini ifade eder. Türkçe’de “umulur ki, ihtimal ki, ümit edilir ki, ola ki, keşke olsa, korkarım ki, umarım, belki” gibi anlamlarla tercüme edilir. (M.Çelen, 243) “لَعَلَّ”nin temenni için kullanıldığı da olur. Bu noktada şu ayrımı yapmak da faydalı olacaktır: Temenni, nefsin olmasını arzu ettiği ama daha çok imkânsız istekler ve yakınmalardır. Tereccîde ise, istenilen iş mümkündür ve olması beklenir. Temennide hep arzulanan, nefsin hoşuna giden şeylere özlem vardır. Tereccîde ise, bazen hoşlanılmayan şeyleri bekleme de söz konusudur. Kur’an-ı Kerim’de “لَعَلَّ”nin temenni için kullanıldığı ayetler de vardır. Meselâ:
حَتَّى إِذَا جَاء أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحاً فِيمَا تَرَكْتُ كَلَّا إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَائِلُهَا
وَمِن وَرَائِهِم بَرْزَخٌ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
“Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: ‘Ya Rabbî!’ der, ‘ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.’ Hayır, hayır! Bu, onun söylediği manâsız bir sözdür. Çünkü dünyadan ayrılanların önünde, artık, diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 23/99-100)
وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنصَرُونَ
“Tuttular, Allah’tan başka tanrılar peşine düştüler, ümit ettiler ki yardıma nâil olacaklar!” (Yasin, 36/74)
Arapça’da, bir diğer temennî edatı “أَلا”dır. “أَلا”, “temenni ederim, umarım, keşke” manâlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de tenbih, tevbih ve inkâr, olumsuz ifadeyle soru, arz ve tahdit manâlarında kullanılmıştır; fakat, temennî edatı olarak kullanıldığı yer yoktur.
Mü’minlerin “Keşke”si ve Müflislerin Temennîsi
Kur’an-ı Kerim, bir yandan iman mahrumlarının hem bu dünyada hem de âhirette pişmanlık, esef, korku ve dehşetle, temenni sözlerini birbiri ardına sıralayacaklarını belirtip misaller verirken, diğer taraftan da, mü’minlerin Allah’ı ve hak dini insanlara tanıtma, onları İslâm’ın gölgesinde bir hayata sevketme ve bu vesileyle Rabb’in rızasını kazanma gayesine matuf temennilerine de vurguda bulunur ve bu konuda örnekler serdeder. Evvelâ, Cenab-ı Hakk’ın kullarına karşı merhametini gösteren –kendi Zat’ına has – “keşke” ifadelerini nazara verir: “Düşünseler şunu da anlarlardı ki: bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ve ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!” (Ankebut, 29/64) “Savaşa çıkmayıp Resûlullah’tan ayrılarak geride kalanlar, oturmalarından memnun olup sevince garkoldular. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten hoşlanmayıp ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın!’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi, bundan da sıcak! Ona nasıl dayanacaksınız?’ Keşke bunu bilip anlasalardı!” (Tevbe, 9/81) mealindeki ilâhi beyanlarda olduğu gibi bazı ayetleri “Keşke bilselerdi, keşke anlasalardı” fezlekesiyle bitirir. Daha sonra da, her devirde Allah elçilerinin ve salih kulların insanlığın imanı için yanıp yanıp tutuştuğunu, beşerin dünya ve ahiret saadetini ölesiye arzu ettiklerini ve temennilerini bu hususa bağladıklarını misalleriyle anlatır.
Böyle makbul bir temenniye örnek olarak Yâsin Suresi’nde kendilerinden bahsedilen üç elçinin hikayesi verilebilir. Müfessirlere göre bunlar, Hazreti İsa’nın (a.s.) Antakya halkına gönderdiği elçilerdir. Kur’an, bunları, “Sen şimdi onlara misal olarak şu şehir halkını anlat: Mâlum şehir halkını ki, hani onlara da elçiler gelmişti. Evet, iki resul gönderdik onlara, ‘Yalancı!’ deyip yalanladılar o ikisini. Bunun üzerine, güçlendirdik o iki elçiyi bir üçüncü resulle; dediler hep birden: ‘Biz Allah’ın elçileriyiz size’!” (Yasin, 36/13-14) ifadeleriyle takdim buyurur. Ayetlerden de anlaşılacağı üzere şehir halkı, Allah’ın elçilerinden ilk gelen ikisine inanmaz ve onları yalanlarlar; dahası taşlayarak öldürmekle tehdit ederler. Derken üçüncü bir şahıs şehrin öbür ucundan koşarak onların bulunduğu yere gelir. Bu zat, tefsircilerin bildirdiğine göre Habib-i Neccar’dır. O da elçilerin davetini seslendirir; “N’olur ey kavmim! Gelin siz bu resullere uyun! Sizden bir ücret istemeyen, sizden hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yasin, 36/20-21) der. Fakat halk, ona da hüsn-ü kabul göstermez. İnsanlar bütün gayzlarını ona boşaltmak istercesine üzerine yürürler. Eline herhangi bir şey geçiren durmaz, Habib’e savurur; taşlarla, sopalarla vücudu harap olan o iman abidesi ise sözünden dönmez; “Hem ne olmuş ki bana? Neden tapmayayım beni yaratana? Hem sizlerin de dönüşü olacak O’na!” (Yasin, 36/22) der durur.
Habib-i Neccar, azgınların işkencelerine ve taş yağmuruna dayanamayacağını anlayınca sükut eder. Tam ruhunu teslim edeceği, ötelere yürüyeceği sırada bir ses duyar; ona, “Buyur, Cennete gir!” (Yasin, 36/26) denilir. Bu sözü ister bir melekten duysun, isterse de kendi vicdanında hissetsin; onu duyunca içi burkulur.. burkulur da “keşke” der. Fakat onun “keşke”si kendi adına değildir. Anlatmıştır insanlara hak ve hakikati; ama taşla-sopayla mukabele görmüştür. Şehadet mertebesine ereceği an da insanlık için yaşayan ve halkın saadetini düşünen bir hak eri olarak kendine yakışır temenniyi seslendirmiş, “Ah halkım bir bilseydi!” demiş ve dünyaya şu sözle veda etmiştir: “Ah keşke bir bilseler: Rabbimin beni affettiğini, beni ikramlara garkettiğini!” (Yasin, 36/27)
Âyetlerden de anlaşıldığı üzere, temenninin, daha çok inançsızlara ve hayatlarını israf edenlere ait olan mezmum şekli, bir de, mü’minlere, özellikle de ibadete ve Allah yolunda hizmete doymayan “daha yok mu?” ehline ait muhasebe, murakabe, himmet ü gayret ifade eden şekli vardır. Bu çalışmamızda, önce onun birinci şekli üzerinde duracağız.
Şeytanî Temenni
Hakiki mü’minler, insanların Allah’ın mesajlarını kabul etmelerini ve hak din etrafında toplanmalarını çok arzu ederler. Onlar, hayatlarını dini tebliğ ve temsile bağlar; Rabbilerini anlatabiliyorlarsa yaşamayı manâlı bulurlar; İlâhi davete tercüman olamadıklarını düşünürlerse yaşamayı da abes kabul ederler. Her gönle girebilmek, her kalbin bir beyt-i Hüdâ haline gelmesine vesile olabilmek için gayret eder; bu hedef istikametinde değişik yol ve üsluplar denerler. Şeytan ise, onların bu saf ve dupduru niyetlerini, halis gayretlerini bulandırmak, iman davasına komplolar kurmak, onun hakkında gönüllerde kuşkular uyandırmak ve hattâ onu temelden değiştirmek ister. Kendini dine adamış o insanlara vesveseler verir, onları asıl vazifelerinin dışında bazı hususlara çekmeye çalışır; Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak olan en büyük gayeyi unutturur, insanları memnun etmek ve kendi safına çekmek gibi bir vesileyi ondan daha kıymetli ve önemliymiş gibi gösterir. Ve maalesef, müminlerden bazıları onun bu vesvesesine ve tuzağına düşerler de, “Taraftarlarım çok olsun, insanlar beni dinlesinler” gibi düşüncelerle bazen dinden taviz verircesine bir yumuşak tavır içine girer ve mümaşatta bulunur, muhataplarının fikirlerine katılıyormuş gibi görünür ve tavizkâr davranırlar. Bazen de iman hizmetindeki başarılarını kendilerinden bilir; riya, süm’a ve ucba düşebilirler. Dahası, eğer ihlas kalesine sığınmazlarsa hiç farkına varmadan beklentilere girebilir ve tertemiz duygularla eda etmeleri gereken tebliğ ve temsil vazifelerini şahsî yatırımlar haline dönüştürebilirler. Nitekim, Allah Teâlâ, “Senden önce hiçbir resul veya nebî göndermedik ki, halkının hidâyetini umarak gayret gösterdiğinde, Şeytan onun temennisi hakkında bir vesvese vermek ve ümidini kırmak istemesin. Ama Allah, şeytanın attığı o vesveseyi giderir, sonra da âyetlerini sapasağlam, muhkem kılar. Zira Allah alîmdir, hakîmdir. (Her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Hac, 22/52) buyurmuş ve Peygamberlerin masumluğunu hükme bağlarken, diğer müminleri de bu tür aldanmalara ve düşünce kaymalarına karşı uyarmıştır.
Osman Şimşek
Keşke!...
Hayatı bir açıdan tereddüt ve şüpheler içinde geçen insanoğlu, çok defa kendini his, düşünce ve amelde bir yol ayırımında veya çatallaşan bir yolda bulur ve dolayısıyla acil bir seçim yapmak mecburiyeti duyar. Doğru ya da yanlış bir seçim yapıp yoluna devam ederse de, seçim ve davranışlarının rıza-i ilâhî’ye muvafık olup olmadığını, neticenin lehinde mi yoksa aleyhinde mi olacağını başlangıçta bilemeyebilir.
Doğru seçimlerin getirdiği hayır ve bereketlerin yanında, yanlış tercihlerin sebebiyet verdiği hatalar ve günahlar da vardır ki, bunların pek çoğu, kendi cinsinden tevbe ve istiğfar ile telafi edilmezse, nice gaileleri insanın başına açar ve onu çaresiz bırakır. Kader inancı çoğu kez yardıma koşar ve kul hatasından kaynaklanan üzüntü içinde, “Hayır ve bereket, Allah’ın takdir ettiği ve benim için seçtiği şeydedir.” der, teselli bulur. Fakat, iradenin hakkını verememe hüznüyle burkulduğu anlar olduğu gibi, beşeriyet muktezası olarak bazen de dudaklardan şu âh u vâh dökülür: Keşke!...
Keşke, bir temenni sözüdür.. Hazreti Âdem’den (a.s.) bize kadar dilden dile, gönülden gönüle dolaşıp duran ve bizden sonra da kıyamete hattâ öteki âleme kadar intikal edecek olan, belki sadece cennetliklerin Cennetin kapısında çıkarıp atacakları fıtratımıza yerleşmiş bir sözdür. “Keşke” demeyen yok gibidir. Kimisi çoğu zaman bir pişmanlığın akabinde “keşke” der inler. Bir başkası, henüz tahakkuk etmemiş olsa da gerçekleşmesini çok istediği şeyleri hatırlamakla telaffuz eder o hasret kelimesini. Bir diğeri, umduğunu bulamama, vaktini ve ömrünü değerlendirememe inkisarıyla dillendirir onu. Pek çokları, elindekilerle tatmin olmaz da daha iyi imkânlar, daha fazla dünyalık arzu ve isteğiyle refah, rahat ve lüks boyalı keşkeler seslendirir. Ve topyekün beşer, kıymetini bilemediği, elinden kaçırdığı nimetleri sonradan yâdeder; iç burukluklarını “keşke” hicranlarıyla mırıldanır.
Bu çeşit ifadelerin çoğu, İslâm nazarında, kaderi tenkit anlamı taşıyan ve hoş olmayan sözlerdir. Zira, istikbale irade ve sorumluluk açısından bakıp, gerekli plan ve programı yapmak gerekirken, maziyi kader yönüyle değerlendirmek uygundur. İstikbalde yolumuzu aydınlatmayacak, bizi sa’ye ve hayra sevketmeyecekse; geçmişle alâkalı her yakınma, kaderi tenkit, ef’âl-i İlâhiye’ye karışma ve haddi tecavüz manâsına gelir. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde “Eğer başına bir iş gelirse, ‘Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu.’ deme. ‘Allah’ın takdiri böyleymiş; O dilediğini yaptı.’ de. Zira, ‘Keşke şöyle yapsaydım’ sözü, şeytanın vesvesesine yol açar.” buyurmaktadır. (Müslim, “Kader,” 34)
İradenin hakkını veremeyişten, kadere ve takdir-i İlâhîye itimadın eksikliğinden kaynaklanan sızlanışların yanında bir de Allah’ın rızasını celbeden, muhasebe ve murakabe buudlu, yapılan hayrın az görülmesi ve küçümsenmesinin neticesi olan, tevazu renkli “keşke” vardır ki, o, insanı bütün bütün kazanç kuşağında dolaştırır. Bu tür bir pişmanlık ve onun seslendirilişi, günah ve hatalardan dolayı tevbe ve istiğfarda bulunma, hayatın hesabını tutarak fevtedilenleri telafiye azmetme, istikbalde aynı vartalara düşmeme gibi hususları ihtiva ettiğinden dolayı yümün ve bereket yüklüdür.
Nitekim, Allah Rasulü (sallalahu aleyhi ve sellem), Rabbinden gelen üns esintileriyle nazarlarını ötelere yönelttiği bir anda buyurur ki; “Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, ne kadar isterdim; keşke, Allah yolunda savaşsam ve öldürülsem. Sonra bana bir kere daha can nimeti bahşedilse ve yine cihadın hakkını versem, yine O’nun uğruna öldürülsem. Sonra yine savaşsam ve öldürülsem.” (Müslim, “İmare,” 103) Efendimizin bu sözleri de bir temenni ifadesidir. Fakat, kaderi tenkit, haddi aşmak yahut Meşîet-i İlâhiye’ye karışmak değil, Allah yolunda bulunmanın ve O’nun uğrunda şehadet şerbetini içmenin güzelliğinin beyanıdır. Kazanma kuşağına ait bu temenniyi Allah Rasulü’nü rehber edinen hak erlerinin beyanlarında da görmek mümkündür. Onlar da sürekli “هل من مزيد - Daha yok mu?” ufkunu göstermiş; iyiliğe asla doymamış ve “bu kadarı çok az; daha, biraz daha” gibi himmet u gayret hislerini dile getirmişlerdir. Bundan başka, Allah’a inkiyat ve teslimiyetin neticesi olarak, nefsi tenkit etme, benliği taşlama ve muhasebe şuuruyla gerilip hayır-hasenat adına yapılanı az görme duygusuyla iki büklüm olmanın işareti “keşke!”ler de vardır.
Lûgat Manâsıyla Temennî
Temenni, bir şeyi dilemek ve ummak manâsına gelir. Umulan, temennî olunan şeye اَلمِْنْيَةُ (minye/münye) ve اَلأُمْنِيَّةُ (ümniyye) denir. (M. Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 3/39) Temennî, okuma ve yazma manâlarında da kullanılmıştır. İbn Manzur, tilâvete “ümniyye” de dendiğini, çünkü, Kur’an okuyanın rahmetle ilgili bir ayet geldiğinde onu temennî ettiğini, azap ayeti gelince de ondan kurtulmayı dilediğini söyler. Ayrıca, temennînin “aslı olmayan sözü söylemek” anlamında istimal edildiğini de belirtir. (İbni Manzur, Lisanu’l Arab, 157293-5)
Temennide, gerçekleşmesi istenen ve husulü arzu edilen o şeyin (mütemennâ) husulünün mümkün olması da şart değildir. Muhal şeyler de temennî edilir; “N’olaydı gençliğim avdet edeydi!” mısraında olduğu gibi. Adanavî Abdunnafi Efendi’nin ifadesiyle, temennî edilen şey ya imkânsızdır veya imkân dairesinde olduğu halde gerçekleşmesi çok uzak bir ihtimaldir; fakat, temennî sözleriyle, isteğin olması, istenilenin meydana gelmesinden daha çok mücerret muhabbetin açığa vurulması kastedilmektedir. Bundan dolayı, temenni edilen şeyin bizatihî mümkün olması gerekmeyip, gerçekleşmesi mümkün bulunmayan şeyler dahi temenni edilir. Çok kere vaki olur ki, insan, kendisi için elde edilmesi muhal olan bir şeye muhabbet duyar ve onu temenni eder. Hasılı, temenni edilen şey bazen mümkün, bazen de muhal olur. (Abdunnâfî Efendi, 278-282)
Türkçe’de temennî genellikle, geçmiş zaman için gereklilik kipinin rivayet ve hikâye sigalarıyla, gelecek zaman için de aynı kipin şart ve hikaye sigalarıyla ifade edilir. Diğer bir ifadeyle, gerçekleşmesi mümkün olsun veya olmasın bir dileği, bir arzuyu, bir isteği ortaya koymak için istek, dilek-şart ve gereklilik kipleri kullanılır ve bu şekildeki cümlelere de “istek cümlesi” denir. İstek cümleleri, “Allah analı babalı büyüte” ve “Aşkın şarabından içem / Mecnûn olup dağa düşem / Sensin dün ü gün endişem / Bana Seni gerek Seni” (Yunus Emre) örneklerinde olduğu üzere istek kipiyle kurulabildiği gibi; “Fırsat bulsam da köyüme gitsem”, “Herkes sevgiye koşsa, düşmanlıklar unutulsa” türünden dilek-şart kipiyle ya da “Kur’an’ı en az ayda bir hatmetmeliyim”; “Hareketlerime dikkat etmeli ve tebliğ vazifesiyle beraber temsilin de hakkını vermeliyim” şeklindeki gereklilik kipiyle de kurulabilir.
Fiil kiplerine ilaveten, bari, tek, n’olaydı ve keşke gibi edatlar da temennî bildirir. “Veda eyler iken bakdı, dedi hasretle ol mehru / N’olaydı olmayaydı beynimizde ülfet evvelden” mısraında olduğu gibi “n’olaydı”; “Zülfün görenlerin hep bahtı siyah olurmuş / Tek zülfünü göreydim bahtım siyah olaydı” sözündeki “tek”; “Ateş-i aşkın hakikat pek tahammülsüz imiş / Olmayaydım kaşki sen bîvefaya aşina” beytindeki “keşke” ve “Hakkımdaki tegâfülüne sabreder idim / Ağyara bâri etmemiş olsaydı iltifat” mısralarındaki “bari” kelimeleri, temenni ifade etmek için kullanılır. (Tâhir’ul Mevlevî, 64)
Kur’an’da Temennî Edatları
İnsan, arzuladığı ve ardından koştuğu şeylere karşı istek, özlem ve hasretini çeşitli şekillerde ifade edebilir. Her dilde, bu anlamda bir temenni için kullanılan değişik lafızlar vardır. Arapça’da temenni denilince ilk olarak “لَيْتَ” akla gelir. هَلْ , لَوْ , لَعَلَّ ,َ أَلا edatları da, diğer manâlarının yanında temenni ifade ederler. هَلْ ve لَوْ edatlarının هَلاَّ ve لَوْلاَşeklinde temenni için kullanıldığı da olur.
“Bari, tek, keşke, n’olaydı, ne olurdu” gibi manâlara gelen “لَيْتَ”, Kur’an-ı Kerim’de ondört yerde değişik şekillerde kullanılmıştır. Meselâ:
وَلَوْ تَرَىَ إِذْ وُقِفُواْ عَلَى النَّارِ فَقَالُواْ يَا لَيْتَنَا نُرَدُّ وَلاَ نُكَذِّبَ بِآيَاتِ رَبِّنَا وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
“Onlar ateşin karşısında durdurulup da, ‘Ah n’olurdu, dünyaya bir geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, mü’minlerden olsak!’ dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!” (En’am, 6/27)
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَا
“Yüzleri ateşte gâh bu yana, gâh öbür yana çevrileceği gün: ‘Ah!’ derler, ‘ah ne olurdu! Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke Peygambere itaat etseydik’!” (Ahzab, 33/66)
Genelde, gerçekleşmesi imkân dahilinde olmayan bir temenni için kullanılan edatlardan biri de “keşke olsaydı” anlamındaki “لَوْ”dir. Kur’an-ı Kerim’de çok yerde geçmekle birlikte, yaklaşık yirmi ayette temenni ifade etmektedir. Meselâ:
يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَعَصَوُاْ الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمُ الأَرْضُ وَلاَ يَكْتُمُونَ اللّهَ حَدِيثاً
“Dini inkâr edip Resûl’e isyan edenler, işte o gün yerin dibine girmek, yerle bir olmak isteyecekler. Onlar hiçbir sözlerini, hiçbir kabahatlerini Allah’tan gizleyemezler.” (Nisa, 4/42)
وَقَالُوا لَوْ كُنَّا نَسْمَعُ أَوْ نَعْقِلُ مَا كُنَّا فِي أَصْحَابِ السَّعِيرِ
“Ve ilave edecekler: “Keşke biz gerçeği işiten ve aklını çalıştıran kimseler olsaydık, elbette bu alevli ateşe girenlerden olmazdık!” (Mülk, 67/10)
Aslında bir soru edatı olan “هَلْ” ender de olsa temenni için de kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de “هَلْ”in bu şekilde istimaline dair örnekler mevcuttur:
يَوْمَ نَقُولُ لِجَهَنَّمَ هَلِ امْتَلَأْتِ وَتَقُولُ هَلْ مِن مَّزِيدٍ
“O gün cehenneme Biz: “Doldun mu,?” dedikçe O: “Daha yok mu?” diye iştahını dile getirir.” (Kaf, 50/30)
“لَعَلَّ” edatı, tereccî yani, korkulan veya umulan bir işin, bir durumun beklenmesini ifade eder. Türkçe’de “umulur ki, ihtimal ki, ümit edilir ki, ola ki, keşke olsa, korkarım ki, umarım, belki” gibi anlamlarla tercüme edilir. (M.Çelen, 243) “لَعَلَّ”nin temenni için kullanıldığı da olur. Bu noktada şu ayrımı yapmak da faydalı olacaktır: Temenni, nefsin olmasını arzu ettiği ama daha çok imkânsız istekler ve yakınmalardır. Tereccîde ise, istenilen iş mümkündür ve olması beklenir. Temennide hep arzulanan, nefsin hoşuna giden şeylere özlem vardır. Tereccîde ise, bazen hoşlanılmayan şeyleri bekleme de söz konusudur. Kur’an-ı Kerim’de “لَعَلَّ”nin temenni için kullanıldığı ayetler de vardır. Meselâ:
حَتَّى إِذَا جَاء أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحاً فِيمَا تَرَكْتُ كَلَّا إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَائِلُهَا
وَمِن وَرَائِهِم بَرْزَخٌ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
“Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: ‘Ya Rabbî!’ der, ‘ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.’ Hayır, hayır! Bu, onun söylediği manâsız bir sözdür. Çünkü dünyadan ayrılanların önünde, artık, diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 23/99-100)
وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنصَرُونَ
“Tuttular, Allah’tan başka tanrılar peşine düştüler, ümit ettiler ki yardıma nâil olacaklar!” (Yasin, 36/74)
Arapça’da, bir diğer temennî edatı “أَلا”dır. “أَلا”, “temenni ederim, umarım, keşke” manâlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de tenbih, tevbih ve inkâr, olumsuz ifadeyle soru, arz ve tahdit manâlarında kullanılmıştır; fakat, temennî edatı olarak kullanıldığı yer yoktur.
Mü’minlerin “Keşke”si ve Müflislerin Temennîsi
Kur’an-ı Kerim, bir yandan iman mahrumlarının hem bu dünyada hem de âhirette pişmanlık, esef, korku ve dehşetle, temenni sözlerini birbiri ardına sıralayacaklarını belirtip misaller verirken, diğer taraftan da, mü’minlerin Allah’ı ve hak dini insanlara tanıtma, onları İslâm’ın gölgesinde bir hayata sevketme ve bu vesileyle Rabb’in rızasını kazanma gayesine matuf temennilerine de vurguda bulunur ve bu konuda örnekler serdeder. Evvelâ, Cenab-ı Hakk’ın kullarına karşı merhametini gösteren –kendi Zat’ına has – “keşke” ifadelerini nazara verir: “Düşünseler şunu da anlarlardı ki: bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ve ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!” (Ankebut, 29/64) “Savaşa çıkmayıp Resûlullah’tan ayrılarak geride kalanlar, oturmalarından memnun olup sevince garkoldular. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten hoşlanmayıp ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın!’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi, bundan da sıcak! Ona nasıl dayanacaksınız?’ Keşke bunu bilip anlasalardı!” (Tevbe, 9/81) mealindeki ilâhi beyanlarda olduğu gibi bazı ayetleri “Keşke bilselerdi, keşke anlasalardı” fezlekesiyle bitirir. Daha sonra da, her devirde Allah elçilerinin ve salih kulların insanlığın imanı için yanıp yanıp tutuştuğunu, beşerin dünya ve ahiret saadetini ölesiye arzu ettiklerini ve temennilerini bu hususa bağladıklarını misalleriyle anlatır.
Böyle makbul bir temenniye örnek olarak Yâsin Suresi’nde kendilerinden bahsedilen üç elçinin hikayesi verilebilir. Müfessirlere göre bunlar, Hazreti İsa’nın (a.s.) Antakya halkına gönderdiği elçilerdir. Kur’an, bunları, “Sen şimdi onlara misal olarak şu şehir halkını anlat: Mâlum şehir halkını ki, hani onlara da elçiler gelmişti. Evet, iki resul gönderdik onlara, ‘Yalancı!’ deyip yalanladılar o ikisini. Bunun üzerine, güçlendirdik o iki elçiyi bir üçüncü resulle; dediler hep birden: ‘Biz Allah’ın elçileriyiz size’!” (Yasin, 36/13-14) ifadeleriyle takdim buyurur. Ayetlerden de anlaşılacağı üzere şehir halkı, Allah’ın elçilerinden ilk gelen ikisine inanmaz ve onları yalanlarlar; dahası taşlayarak öldürmekle tehdit ederler. Derken üçüncü bir şahıs şehrin öbür ucundan koşarak onların bulunduğu yere gelir. Bu zat, tefsircilerin bildirdiğine göre Habib-i Neccar’dır. O da elçilerin davetini seslendirir; “N’olur ey kavmim! Gelin siz bu resullere uyun! Sizden bir ücret istemeyen, sizden hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yasin, 36/20-21) der. Fakat halk, ona da hüsn-ü kabul göstermez. İnsanlar bütün gayzlarını ona boşaltmak istercesine üzerine yürürler. Eline herhangi bir şey geçiren durmaz, Habib’e savurur; taşlarla, sopalarla vücudu harap olan o iman abidesi ise sözünden dönmez; “Hem ne olmuş ki bana? Neden tapmayayım beni yaratana? Hem sizlerin de dönüşü olacak O’na!” (Yasin, 36/22) der durur.
Habib-i Neccar, azgınların işkencelerine ve taş yağmuruna dayanamayacağını anlayınca sükut eder. Tam ruhunu teslim edeceği, ötelere yürüyeceği sırada bir ses duyar; ona, “Buyur, Cennete gir!” (Yasin, 36/26) denilir. Bu sözü ister bir melekten duysun, isterse de kendi vicdanında hissetsin; onu duyunca içi burkulur.. burkulur da “keşke” der. Fakat onun “keşke”si kendi adına değildir. Anlatmıştır insanlara hak ve hakikati; ama taşla-sopayla mukabele görmüştür. Şehadet mertebesine ereceği an da insanlık için yaşayan ve halkın saadetini düşünen bir hak eri olarak kendine yakışır temenniyi seslendirmiş, “Ah halkım bir bilseydi!” demiş ve dünyaya şu sözle veda etmiştir: “Ah keşke bir bilseler: Rabbimin beni affettiğini, beni ikramlara garkettiğini!” (Yasin, 36/27)
Âyetlerden de anlaşıldığı üzere, temenninin, daha çok inançsızlara ve hayatlarını israf edenlere ait olan mezmum şekli, bir de, mü’minlere, özellikle de ibadete ve Allah yolunda hizmete doymayan “daha yok mu?” ehline ait muhasebe, murakabe, himmet ü gayret ifade eden şekli vardır. Bu çalışmamızda, önce onun birinci şekli üzerinde duracağız.
Şeytanî Temenni
Hakiki mü’minler, insanların Allah’ın mesajlarını kabul etmelerini ve hak din etrafında toplanmalarını çok arzu ederler. Onlar, hayatlarını dini tebliğ ve temsile bağlar; Rabbilerini anlatabiliyorlarsa yaşamayı manâlı bulurlar; İlâhi davete tercüman olamadıklarını düşünürlerse yaşamayı da abes kabul ederler. Her gönle girebilmek, her kalbin bir beyt-i Hüdâ haline gelmesine vesile olabilmek için gayret eder; bu hedef istikametinde değişik yol ve üsluplar denerler. Şeytan ise, onların bu saf ve dupduru niyetlerini, halis gayretlerini bulandırmak, iman davasına komplolar kurmak, onun hakkında gönüllerde kuşkular uyandırmak ve hattâ onu temelden değiştirmek ister. Kendini dine adamış o insanlara vesveseler verir, onları asıl vazifelerinin dışında bazı hususlara çekmeye çalışır; Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak olan en büyük gayeyi unutturur, insanları memnun etmek ve kendi safına çekmek gibi bir vesileyi ondan daha kıymetli ve önemliymiş gibi gösterir. Ve maalesef, müminlerden bazıları onun bu vesvesesine ve tuzağına düşerler de, “Taraftarlarım çok olsun, insanlar beni dinlesinler” gibi düşüncelerle bazen dinden taviz verircesine bir yumuşak tavır içine girer ve mümaşatta bulunur, muhataplarının fikirlerine katılıyormuş gibi görünür ve tavizkâr davranırlar. Bazen de iman hizmetindeki başarılarını kendilerinden bilir; riya, süm’a ve ucba düşebilirler. Dahası, eğer ihlas kalesine sığınmazlarsa hiç farkına varmadan beklentilere girebilir ve tertemiz duygularla eda etmeleri gereken tebliğ ve temsil vazifelerini şahsî yatırımlar haline dönüştürebilirler. Nitekim, Allah Teâlâ, “Senden önce hiçbir resul veya nebî göndermedik ki, halkının hidâyetini umarak gayret gösterdiğinde, Şeytan onun temennisi hakkında bir vesvese vermek ve ümidini kırmak istemesin. Ama Allah, şeytanın attığı o vesveseyi giderir, sonra da âyetlerini sapasağlam, muhkem kılar. Zira Allah alîmdir, hakîmdir. (Her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Hac, 22/52) buyurmuş ve Peygamberlerin masumluğunu hükme bağlarken, diğer müminleri de bu tür aldanmalara ve düşünce kaymalarına karşı uyarmıştır.