- Kurânı Kerim in üslûbu

Adsense kodları


Kurânı Kerim in üslûbu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
sumeyye
Tue 5 October 2010, 02:06 pm GMT +0200
Kur’ân-ı Kerim’in Üslûbu


Kur'ân'ın üslûbu demek, Kur'ân ifadesindeki kelimelerin seçiminde ve cümlelerin teşkil edilmesinde ve konuların beyan edilmesinde, kendisine mahsus anlatım tarzı demektir. Dildeki kelimeler ve dilbilgisi kuralları değişmediği hâlde, o dilde yazanlar ve konuşanlar, ayrı ayrı üslûplara sahip bulunurlar. İşte Kur'ân da Arapça dil kaidelerine uygun olup o kuralların dışına çıkmadığı halde, diğer bütün ifadelerden hemen ayırt edilen özgün bir anlatım tarzına sahiptir. Bu, o kadar bariz bir özelliktir ki, Arapça'yı az bilen bir kimse bile, Arap dilinde yazılmış yüz binlerce kitabı okusa, Kur'ân'ın bunlardan hiç birine benzemediğini tereddüt etmeksizin söyleyebilir ve şu hükme varır: "Bu ifade, öbürlerinden tamamen farklıdır: Artık ben ayırt edemem, ya belâgat bakımından hepsinin üstünde, ya da altındadır. Ama hepsinin altında olduğunu söyleyecek hiç kimse çıkmadığına göre, demek ki hepsinin üstündedir."1

Aynı malzemeyi kullanan usta bir ressam ile acemi bir ressamın ellerinden çıkan tablolar arasındaki büyük fark, bakanlar tarafından hemen görülebilir. Resim sanatında mahir olanlar ise, o farkları ayrıntılarıyla yakalayabilirler. Diğer bütün sanatlarda da durum böyledir. Bu farklılıklar; yaratılış, kabiliyet, eğitim, egzersiz, tecrübe, ustalık ve zevk gibi unsurlara racidir. Aynen bunun gibi, mahir bir söz ustası, kendisini dinleyenlerin akıllarını ve kalplerini kapıp götürürken, bu sanatta ileri gitmeyenlerin ifadelerindeki eksiklikler, işin erbabı tarafından hemen tesbit edilir.”2

Bazı kelimelerin harfleri ve sesleri birbiriyle uyum sağladığı hâlde, bazılarında böyle bir ahenk bulunmaz. Bülbül sesi ile karga sesi bir olmadığı gibi, meselâ her ikisi de "bulut" anlamına gelen "ğamam" ile "bü'ak" kelimelerinin insanın kulağında bıraktıkları etkiler bir değildir. Bazı kelimelerin anlamları açıktır, dolayısıyla, anlatmak istedikleri manâları ifade etme hususunda tam yerlerine otururlar. Bazıları ise, maksatlarının gerisinde kalır, anlamları kapalıdır, ses itibariyle de kulağı tırmalarlar. Keza manâların kapsam ve vuzuhu bakımından kelimeler, umumi veya hususi, mutlak veya mukayyed, hakiki veya mecazi olabilirler.

Kelimeler gibi, terkipler de bu mezkur yönlerden farklılık arzedebilirler. Ayrıca sözdiziminde (kelâmın nazmında) isim veya fiil cümlesi, dilek (inşa) veya haber kipi, olumlu veya olumsuz (nefy veya isbat), veciz veya detaylı anlatım (îcaz veya ıtnab), takdim veya te'hir yolarından birinin kullanılmasına göre, farklı tesirler sağlamak sözkonusu olabilir. Diğer taraftan, lisanda yer alan ifade tarzlarından herhangi birini kullanmanın, mutlak olarak makbul veya mutlak olarak tutarsız olduğu söylenemez. Zira her makamın, kendisine uygun bir ifade tarzı vardır. Aynı söz, bir makamda güzel iken, başka makamda pek yerli yerinde görülmez. Muhtevaya, maksada, mevzuya ve muhataba göre farklı anlatımlar gerektiği gibi, sonuçta da bunlar farklı değerlendirmelere tabi tutulmalıdır.

İşte bu özellikler olmasaydı, benzer sözler söyleyen bütün insanların ifadeleri aynı tarzda olur ve herkes, belâgat derecesine kolayca ulaşabilirdi. Aynı konu, zeki veya kıt anlayışlı kimselere aynı şekilde anlatılmaz. Keza konuların mahiyeti de, değişik üslûpları gerektirir. Meselâ akaid esasları, teşriî hükümler, kıssalar gibi farklı alanlardan her biri, başka başka üslûplarla anlatılırlar. Çok sıcak ve şiddetli münazara ortamı ile, sükûneti gerektiren öğretim makamı farklı usûlleri gerektirirler. Asileri ve hakkı yalan sayan kâfirleri tehdid ile müttakileri tebşir aynı üslûpla olmamalıdır.

Edebiyat tenkitçileri, bu hususlarda çok ince ölçülerle, makbul veya tutarsız şekilleri göstermişlerdir. Okyanus gibi geniş olan dil alanında mevcut çok sayıda imkân içinden seçim yapmada insanlar, zevk ve mizaçlarına, kapasitelerine göre elbette çok farklılık arzedeceklerdir. Hattâ aynı edip, bir makamda hatırına gelen anlatımı, başka makamda yakalayamayabilir. Esas maksadımız şunu anlatmaktır: Sözden maksad, muhataba tesir etmektir. Mânâyı ona tam tamına ulaştırıp, kelâmdan hedeflenen uygulamayı temin etmektir. Belâgatın gayesi bu olup, onun en kapsamlı tarifi şöyledir: "Belâgat, durumun gerektirdiği tarzda söz söylemektir."3 Yahut "Sözün her yönden mânâya uygun olmasıdır."4 Muhataba tesir nisbeti, belâgattaki başarıyı tayin eder. Kur'ân'ın belâgatına, diğer kelâmların yetişmesi şöyle dursun, ona yaklaşmaları bile, geçen on dört asırlık uzun zaman boyunca görülmemiştir. İnsanların sözleri, Kur'ân'a benzememeye mahkûmdur. Zira mesele, menşe' ve mahiyet meselesidir. Kelâm, sahibinin fikrî bir suretinden ibarettir. "Üslûb-i beyan, aynıyla insan" vecizesi, -bazı tenkitlere kâbil olmasına rağmen- büyük ölçüde bu gerçeği dile getirir. Ediplerin üslûplarının incelenmesinden şu sonuç çıkmaktadır: Kelâmın kompozisyonu, kelâm sahibinin mizacına bağlıdır. Meselâ yazarın, mutedil veya asabi olduğu, anlatım tarzından anlaşılabilir. Arap edebiyatının en ünlü simalarından Mustafa S. Rafiî (ö. 1937), uzun zaman devam eden incelemelerinde bu usûlü uygulayıp yazarın üslûbundan, onun ekseri vasıflarını çıkarabildiğini bildirir.5 Mizacı sakin olan bir edipten, asabi mizaçlı Câhız (ö. 255/869) tarzında bir şeyler yazması istenildiğinde, onun zorlandığı, bunu beceremediği rahatlıkla görülür. İşte Kur'ân'ın üslûbu, kendisini hemen ayırt ettiriyorsa bu, onun beşer eseri olmadığından ileri gelmektedir. Gerçekten, "Kelâmullah ile kelâm-ı beşer arasındaki fark, Hâlık ile mahlûk arasındaki fark gibidir."6 Kur'ân'ı dikkatle okuyan kimse, vicdanının derinliklerinde, Yaratıcının sıfatlarıyla, yaratığın sıfatları, Hâlık'ın zâtı ile mahlûkun zâtı ve Yüce Rabbin üslûbu ile kulun üslûbu arasındaki sonsuz farkı anlar.7 Arberry, The Holy Koran adlı İngilizce Kur'ân mealinin önsözünde, Binbir Gece masalları'nı Fransızca'ya çeviren Mardus'un Kur'ân hakkında şu sözünü nakl eder: "Kur'ân üslûbuna gelince, o kelâmullahtır. Aslında bu, Allah'ın Kendisine has üslûbudur (style personnel d'Allah). Üslûp, ilgili varlığın mahiyeti olduğuna göre, onun da ilahi olması gerekir.”8 Kur'ân'ın indirildiği çağda Arap edipleri bunu pek iyi anlama konumunda oldukları içindir ki, Kur'ân'ın tehaddisi, yani kendine nazîre getirilmesi hususunda meydan okuması karşısında boyun eğmekten başka çare bulamadılar. Zira gördüler ki mesele derece farkına değil, mahiyet farkına racidir.

Müşriklerin Kur'ân hâdisesini izah etmek için söyledikleri son söz "Bu, olsa olsa büyücülerden nakledilen ve muhataplarında büyük tesir bırakan bir sihirdir" (Müddessir 74/24). "Sihir" yani etkisi belli, ama sebebi gizli. İnsanın iradesinin rağmına ona nüfuz edip kendisine hakim olan güç! Kur'ân'ın beyanı, asâ-yı Musa (a.s.) gibi öbür sihirbazların tesirini ortadan kaldırınca, bu gücün bambaşka bir güç olduğunu anladılar. Yoksa onlar, gerçekten söz ustaları idiler. Panayır ve fuarlarında en kıymetli malları, bazen yıllarını vererek hazırladıkları (Havliyyat) kasideleri oluyordu. Jürilere sunulan edebi ürünlerin nasıl titiz eleştirilere maruz kaldıklarını tarihler nakletmektedir. Ukaz panayırında Hansa'nın, en meşhur şairlerden Hassan'ın bir beytinde bulduğu on hata meşhurdur.9

Beliğler, birbirinin eksiklerini bulmak özelliği ile ünlüdürler. Gerçekten onlar, başkalarının sözlerinde bulunan gerek üslûp, gerek muhteva bakımından zayıf noktaları bulmakta pek mahirdirler. Bu taraflara dikkat etmekle, yarışmada, karşılarında olanlara galip gelme imkânları artar. Ediplerin mizacında bu yarışma hissi galip olduğundan, onlar tesir yarışı içine girmişlerdir. Sanat ifadesinin orijinal hâlini sanatkâr, ruhunda hisseder. Onu ifade ettiğinde bizler beğeniriz. Edip ise, ifadesinden ziyade ruhunda hissettiği ve fakat hissettiği şekilde ortaya koyamadığı mükemmel aslı beğenir. Zira bir ihsas, ruhta duyulduğu müddetçe, onda ruhun kemali bulunur. Duyularla ifade edilmesi hâlinde, duyuların eksikliği onda da kendini gösterir. Lisanî bir hilkatle yaratılan ve kelimeleri şiir ve edebiyat ortamından öğrenerek büyüyen, kelâmdaki tesirle bayılıp ayılan, bir anda parlayıp savaş çıkaran veya savaşırken bir beliğ sözle sulha giriveren o zamanki Araplar, bu yaratılışın hassasiyetiyle, kendi ifade ve beyan özellikleriyle, hissettikleri duyguların mükemmel şekilde ifade edildiğini görünce aczlerini, bedahet derecesinde anladılar. Ancak bazılarının kalplerindeki şiddetli inkârları bu ikrarlarını önledi.10 Kur'ân meydan okuyup onların en duyarlı oldukları taraflarına dokunduğu hâlde, hattâ Kur'ân'ın tamamına nazire istemekten vazgeçip muhtevasının gerçek olmasını da şart koşmayıp, yalan ve hayallerle dolu olsa dahi, sırf edebi metin olması itibariyle, etkili olabilecek on sûre miktarı bir kısmın naziresini, hattâ en sonunda İhlâs veya Kevser sûresi gibi bir satırlık bir sûresinin bile naziresi ile yetindiği hâlde bunu yapamadılar.11

Kur'ân Üslûbunun Başlıca Özellikleri


1- Kur'ân, mevcut edebî türlerden farklıdır. Arapça'daki başlıca edebî türler nazım (şiir) ve nesir idi. Şiirin vezinli ve kafiyeli olması şartı vardı. Nesir ise secili veya mürsel tarzda olurdu. Kur'ân, bunlardan hiç birine dahil değildir. Bununla beraber, Kur'ân'dan kısa bir parça okuyan kimse, ahenkli bir tesirin kendisini sardığını hisseder. Bazıları, Kur'ân'da seci olduğunu zannedebilir. Ama unutmamak gerekir ki, secide cümlelerin aynı vezinle devam etmesi şarttır. Yoksa bazı cümlelerin kafiyeli veya vezinli bitmesi, seci için yeterli sayılmaz. Meselâ, sözün bazı mısraları iki, bazıları dört kelimeden meydana gelmek suretiyle vezinleri ve usûlleri değişince bu, seci sayılmaz.12 Oysa Kur'ân, böylesi kayıtlardan azadedir. Bir kısım âyetlerin vezinde veya fasıla harfinde uyuşması ile seci gerçekleşmez.13

Seyyid Kutub, Kur'ân üslûbunun büyüleyiciliğini, onun hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya toplayan nazmına irca eder.14 Taha Hüseyin'in: "Kur'ân ne şiirdir, ne de nesirdir; o, Kur'ân'dır." sözünü naklederek: "Bizim bu kabil kelime oyunlarına ihtiyacımız yoktur. Kur'ân nesirdir, ama kendine has, harika bir nesir sanatını havi, mümtaz bir türdür." der.15
2- Kur'ân'ın ses nizamından ve lügavî güzelliklerinden hasıl olan eşsiz bir âhengi vardır. Kur'ân nazmında kelimelerin, harflerin, sükûn ve harekelerin, med veya kasırların (uzun veya kısa hecelerin) nizamında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir musikisi vardır. Arapça bilmeyen biri bile, onu tertil üzere okuyan bir kâriye kulak verdiğinde, diğer musiki ve şiir nağmelerinin ötesinde, etkili bir âhenk hisseder. Alışılmış musikinin nağmeleri birbirine benzediğinden, çok geçmeden, dinleyiciye usanç vermeye başlar. Şiirde de aynı vezin ve kafiye devam edip bir süre sonra bıktırmaya başlar. Kur'ân âhengi ise biteviye olmayıp bir sesten diğerine geçer. Tecvid ilminde mehmuse, mechure, kimisi tok sesli, kimisi ıslık sesli, bazısı hafi bazısı zahir diye sınıflandırılan bu sesler binlerce çeşit olarak öylesine sıralanır ki, onların kompozisyonlarından her zaman hayranlık veren bir ses armonisi meydana gelir. Bu armoni, Arap veya Arap olmayanı ile bütün insanlığı, nâzil olduğu asırdan günümüze kadar heyecan ve ihtizaza gark etmektedir. Bu âhenk, Arapça ifadeye raci değildir. Zira Kur'ân'ın dışındaki Arapça metinlerde bu özellik bulunmaz.16

3- Kur'ân'da mânâ ile lâfız dengesi vardır. İstenilen mânâyı anlatmak için, hangi kelimeler gerekiyorsa, fazlası veya eksiği olmaksızın, Kur'ân onları kullanır. Mânâ kelimeye bürünerek lâfız hâlinde dökülür. Bu iş nazari olarak kolay görünse de, Kur'ân'ın dışındaki sözlerde gerçekleştiğine ancak ender olarak rastlanır. Ediplerde veciz ve öz söyleme, mânâ aleyhinde işler. Kelâm âdeta bilmece hâline gelir. Mânâyı etraflıca anlatmak istediklerinde ise sözü uzatırlar. Bu da sözün parlaklığını giderir; muhatap, asıl mânâ ile tali mânâyı fark edemeyecek hâle gelir.17 İbn Atiyye (ö. 542/1148) gibi bir üstadın şu sözü, hemen hemen bütün müfessirlerce kabul edilerek nakledilir: "Kur'ân'dan bir lâfız çıkarılacak olursa, Arap lisanının tamamı alt üst edilse bile, onun yerini tutabilecek tek kelime bulunamaz" (...). Bazı müfessirlerin bir takım kelimeler hakkında dikkatsizce kullandıkları zâide, mukhame gibi tabirler eleştirilmiştir. Aslında Kur'ân'da zaid söz olmayıp, bu gibi kelimelerin de mutlaka ifade ettikleri tamamlayıcı unsurlar ve incelikler mevcuttur.18

4- Kur'ân, edebî türlerin hepsinde mükemmeldir. Teşri, kıssa, cedel ve münazara, mev'iza, tarih, zühd ve rekaik gibi birbirinden çok farklı edebî türlerin hepsinde söz söylediği hâlde onun ifadesi, nazmının metanetinde, güzelliğinde, fesahatinde hep aynı yüksek seviyeyi gösterir. Birinden diğerine maharetle geçerken, muhatap hiç bir kopukluk ve irtibatsızlık hissetmez. Oysa edipler, en fazla bir iki nevide mahir olurlar. Çünkü anlatılmak istenilen mânâ geniş, misalleri zengin olduğu nisbette konuyu anlatmak rahat olur. Buna karşılık mânâ sınırlı, konu hakkında bilgi az olduğu ölçüde anlatmak zorlaşır, kelimeler bulunamaz olur. Bu sebeptendir ki, Arap ediplerinin en çok söz söyledikleri alanlar; fahr, hamase, mev'iza, medih ve hica (öğünme, kahramanlık, öğüt övme ve yerme) olmuş, buna mukabil felsefe, teşri ve muhtelif ilimlerin sahalarında ise pek az dolaşmışlardır. Bu, diğer milletler için de aşağı yukarı aynı derecede geçerlidir.

5- Kur'ân, aynı anda farklı seviyelere hitap eder.19 Zannedilmesin ki, âyetten zıt mânâlar çıkabilir. Gerçek şudur: Bir çok âyetin genel mânâsı aynı kalmakla beraber sathı, derinliği ve kökleri bulunabilir. Geniş kitle zahiri mânâyı; kültürlü kesim derinlikteki mânâyı; ihtisas ehli ise mânânın köklerinin çoğunu anlar ve gelecek nesillere de yeni taraflar kalır. Farklı anlayışlara imkân veren bir âyeti, ilk nesiller kendi durumlarına göre, daha sonraki nesiller ise ulaştıkları ilmi seviyelere göre anlarlar. Ancak şu var ki, önce yaşayanların devirlerinde, sonra gelenlerin anladıkları mânâya dikkat çekecek hususlar mevcut olmadığından, eskilerin bunu bilmeleri elbette beklenemez.20 Hülasa Kur'ân, muhtelif zekâ ve istidatların, zevklerine göre hisselerini alabilecekleri şekilde âyetlerini ve cümlelerini vaz' etmiştir. Binaenaleyh Arapça dilbilgisi kurallarına, belâgat prensiplerine ve İlm-i Usûl'e uygun olmak şartıyla, müfessirlerin farklı yorumları; zamanlara, tabakalara ve zekâlara göre murad ve caizdir, diye hükmedilebilir.21 Meselâ dağların kazık oluşu (Nebe', 6-7) çeşitli seviyelerde farklı farklı alanlara pencere açar. Âyetlerin farklı seviyelere bütünün bazı taraflarını göstererek hitap etmesi, insanların ilmî seviyelerini gözetip onların anlayış seviyelerini okşaması, yanlış bilgi vermeksizin, o akıl ve anlayışları ihlâl etmeksizin onlara hitap etmesi, tek başına bir mûcizedir.

6- Konuların iç içe olması. Kur'ân, mutad kitaplar gibi konu esasına göre bölümlere ayrılmamıştır. Müsteşrikler ile onlardan etkilenen bazı kimseler, onun bu özelliğini "sadelik ve bedeviyet"e bağlarlar. Hâlbuki bu da, Kur'ân'ın orijinal taraflarından biridir. Diğer taraftan, Kur'ân insanların telif alışkanlıklarına uymaya mecbur değildir. Daha da önemlisi şudur ki: Yazarların kitaplarını bölümlere ayırmaları aklî bir zaruret değildir. Onlar, kitapların takip ettiği maksatların ışığında bu işi yaparlar. Kur'ân'ın uygun bulduğu tarzın, onun irşad ve hidayet maksatlarını en iyi şekilde gerçekleştirdiğinden bu tarzı seçtiği söylenebilir. Telif alışkanlıklarına taassupla bağlanmak, acizden ileri gelir.22 Kur'ân'ın ihtiva ettiği konuların hepsi şu küllî mihver etrafında dönmektedir: O da, insanları, kendi fikir ve iradeleriyle Allah'a kulluğa davet etmektir. Kur'ân, bütün kâinatın merkezini teşkil eden bu külli mânâyı; teşri, kıssa, tarih, mev'iza, cedel, tasvir, va'd ve vaîd gibi çeşitli mevzuların hepsine bir ruh kılmış ve o cüzleri bir kompozisyon içinde kaynaştırmıştır. Bundan ötürü Kur'ân, naklettiği kıssaya okuyucusunun dalıp gitmesini önlemek için, irşad unsurlarından bir kaçını kıssa içine yerleştirir. Külli mânâyı hatırlatma, konulara göre sıralanmamış, yani kalıplaşmamış kelâmda daha etkili olur.23 Kur'ân'ın, son derece fazla sayıdaki konuları bir araya toplamasına rağmen tutarsızlıktan, irtibatsızlıktan kurtulması, bu küllî mânânın ona ruh olmasındandır.

Vücudu meydana getiren ve ilk bakışta dağınık duran bir çok uzuv, nasıl organik bütünlüğe mani değilse, bilâkis ayrı ayrı yerlerde olmaları canlı organizmanın devamının şartı ise, Kur'ân'daki çeşitli mevzuların arasına, siyakla uyum sağlayacak şekilde, merkezi mânânın serpiştirilmesi de ruhun, bedenin her tarafına sirayet etmesi kabîlindendir.

Ayrıca Kur'ân, insana hitap ettiğinden, insanın anlayışına uyum sağlar. İnsanın hayatında tahlilî (ayırmaya yönelik, analytique) değil, terkibî (birleştirmeye dönük, synthetique) bütünlük vardır. Bizden her birimiz insan olarak kendimize hakim ve bütünlüğümüzü korurken, bazen parça parça meselelerle ilgileniriz. Böylece objeler yönünden bir dağınıklık görülür. Fakat mühim olan, objelerin değil, süjenin, öznenin durumudur.24 Ayrı şartlarda, ayrı zamanlarda ve farklı konularda ani ve def'i, âdeta ilka olunan tarzda, açıkça başka bir âlemin nişanlarını taşıyan, baş taraflarında bazen şifreler bulunan pek önemli muhabere kayıtları olan vahiyler mecmuası Kur'ân, ayrı ayrı halkalardan ibaret olduğu hâlde, bir tek sebîke (altın kalıbı) gibidir. Oysa yazarlar, devam eden sözde bir fikirden öbürüne geçerken sık sık zorlanıp noksanlıklarını haza, elâ, inne ("işte", "böylece", "şu hâlde", "demek ki", "nitekim") gibi kelimeleri kullanarak tamamlamaya veya kitaplarını bahis veya paragraflara ayırmaya mecbur kalmışlardır.

7- Tekrarlar. Hem irşadın bir gereği olarak, hem de tehaddisini hatırlatmak için Kur'ân, bazı kıssa, cümle veya kelimeleri tekrar eder. Konuyu kıssalar bakımından ele alacak olursak: Meselâ Âdem (a.s.) ile İblis kıssasının altı yerde tekrarlandığı zannedilir (Bakara 34 vd., A'raf 11 vd., İsra 61 vd., Kehf 50, Taha 116 vd., Sâd 71 vd ). Fakat biraz dikkat edilecek olursa bunlardan hiç bir anlatımın öbürünün tam tekrarı olmadığı anlaşılır. Yapılan şey, Kur'ân'ın ilgili siyaka göre bu hâdisenin muayyen taraflarını muhatabın dikkatine vermesidir. Aslında Kur'ân üslûbunda "kıssalar (kıssa olarak) anlatılmaz, hemen esasa dönebilmek için hatırlatılır."25 Kıssa olduğu gibi tekrarlanmaz, kaçınılmaz olan kısmı ister istemez tekrarlanır. Bir konunun farklı bir üslûpla, değişik bir siyakta ve değişik bir maksadı vurgulamak için karşımıza çıkması, aslında tekrar sayılmaz. Bu tarzda yapılan "tekrarla hakikat bulanmaz, aksine vuzuh ve ikna gücü kazanır."26

8- Kur'ân'da beyan tarzları son derece çeşitlidir. Meselâ, bir işin yapılması için açık emir kipinin yanında on beş kadar ayrı üslûp kullanır.27

9- Akla ve duyulara dengeli hitap eder. Kur'ân üslûbu hem akla, hem duyguya aynı anda hitap ve her ikisini de tatmin eder.28 Meselâ, Nebe' sûresinde, Kâf suûresinde ba's ve haşri, Kasas 68-75 ve Rum 20-30 parçalarında Allah'ın varlığını ve birliğini Kur'ân'ın nasıl ispat ettiğini, sayısız başka örnekler arasında okuyabiliriz. Beşer ifadesi akıl ile duygu arasında dengeyi kuramaz.. Zira insanlarda düşünen kuvve ile duyan kuvve tam denge hâlinde bulunamaz. Olsa bile aynı anda dengede olmaz, değişik zamanlarda olabilir. Fakat her cümlede bu dengenin bulunması vaki değildir. Kur'ân'da ise bu muvazene mevcuttur. Zira Kur'ân, bir işi diğer işlerine mani olmayan Zât'ın, ruhla bedeni bir arada yaratan Zât'ın kelâmıdır.29

Mezkûr özellikler, Kur'ân-ı Kerim'in üslûbunun başlıca hususiyetleridir. Ama bu mûcizevî üslûbun ötesinde i'cazın asıl sebebi, tek cümle ile, onun Allah'ın kelâmı olmasından ileri gelmektedir. Yoksa mûcizelik, sadece ele aldığı mevzulardan veya onları anlatım şeklinden kaynaklanmaz.30

Onun bu hususiyetini kavramış bir batılı bilim adamı, Fransızca Kur'ân mealine yazdığı önsözde şöyle demiştir: "Kur'ân, mûcize olarak zuhur etti. Mütercimin o mûcizeyi yeniden yapabilmesi hiç mümkün olabilir mi? Olsa olsa o, bu metne duyduğu saygı sayesinde, onun bir aksini (tecellisini) aktarabilir."31 Bu özellikleri sebebiyledir ki Kur’ân, on dört asırdan beri dünyanın en çok okunan kitabı olmasına rağmen hiç eskimedi. Oysa en beliğ ediplerin bile eserleri tekrara dayanamaz, bir süre sonra parlaklıklarını kaybederler.

Kur'ân, mübîndir. Bunun mânâsı; Allah'tan geldiğinin aşikâr olması, hak ile bâtılı açıkça ayırt etmesi, hidayetin temel hakikatlerini bildirmesi gibi yönler itibariyle "açık" olmasıdır.32 Yoksa bu, ondaki her şeyin ayan beyan, biteviye olması, onu anlamada çoban ile üniversite profesörünün eşit durumda bulunması demek değildir. Zaten mübînin anlamı bu olsaydı, yani Kur’ân'ın tefsirine ihtiyaç bulunmasaydı, Allah Teâlâ Kur'ân'ı beyan etme vazifesini (Nahl 16/44) Hz. Peygamber'e (a.s.) vermezdi.33

Kur'ân üslûbu, üstün belâgatı, sesleri ve harfleri seçmesi, âhengi, kelâmdaki insicam ve tutarlılığı, terğib ile terhib arasında, Cennet nimetleriyle Cehennem azapları arasında dengeli tasvirleri ile dinleyenleri büyüler. Eğitici kıssalar ve meseller ile, gerçekleri bedahet hâline getirerek, fikir tartışması gerginliğe girmeden hedeflenen telkin gayesine ulaşır. "Avrupa'da bazan kötü bir niyetle ve kaba bir tarzda, Kur'ân'da peygamber kıssalarının tekrarlanmasının sıkıntı ve usanç verdiği söylenir. Muarız Mekke müşrik ortamı da, 'Bunlar, öncekilerin masalları' diye, alaylı bir şekilde onu eleştiriyorlardı. Oysa burada önemli olan husus, Kur'ân'ın, bu kıssaları kullanma tarzı ve onlara gördürdüğü işlevdir. Bu Kitap'ta, kıssaların her biri bir delile dönüştürülür. Kur'ân, kıssalar vasıtasıyla muhataplara şunu anlatmak ister: 'Istikbali belirleyen de, mazidir'. Böylece, işkenceye maruz kalan mü'minlerin, sonunda Allah'ın yardımıyla kurtulup kâfirlerin helâk edileceklerini ima eder. Şu hâlde kıssalarda tekrarlar eksiklik değil, muhatapları ikna vasıtasıdır."34 Kur'ân'ın beyanındaki bu büyüleyici özellik öylesine zengindir ki; icaz, teşbih, temsil, istiare, iltifat, tasvir, cedel, kasem gibi oldukça fazla sayıdaki üslûp özelliklerinin en güzel örneklerini Arap düşüncesi ve zevki Kur'ân'da bulmuş, nesiller boyunca ondan yararlananlar onun zenginliğini tüketememiş olup, hâlâ her yeni nesil onları kendisine yeni gelmiş mesajlar olarak algılamaktadır.35



Dipnotlar
1- S. Nursi, Sözler, s.385.
2- Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İimlerine Giriş, İstanbul, Ensar Yay., 1997, s. 119.
3-Kasım M. Cerrah ve Es'ad Ali, el-Uslûbu's-Sahih fi'l-Belâga, s. 6.
4-İbn Haldun, Mukaddime, s. 414.
5-M.S. Rafiî, İ'cazu'l-Kur’ân, Beyrut, 1973, s.202.
6-Buharî, el-Edebu'l-Müfred.
7-Subhi Salih, Mebahis fi Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1968, s. 29.
8-Ehvanî, Ahmed Fuad, Musıkiyyetu'l-Kur'ân, Mec. el-Ezher, 41 (1969), s.70.
9-Bu beyt hakkında eleştiriler için bkz. M. S. Rafiî, İ'cazu'l-Kur'ân, Beyrut, 1973, s. 225.
10-M.S. Rafiî, İ'cazu'l-Kur'ân, s. 192.
11-Tefsiru'l-Menar, 1, 225-228.
12-M. S. Ramazan el-Bûtî, Min Revai'i-l-Kur'ân, s.111
13-Krş. Osman Keskioğlu, Kur’ân-ı Kerim Bilgileri, s. 202.
14-Kur'ân'da Edebî Tasvir, Trc. Süleyman Ateş, Ankara, 1969, s. 155-156.
15-Krş. Dihlevî, el-Fevzu'l-Kebir, s.165.
16-O. Keskioğlu, Kur’ân-ı Kerim Bilgileri, s.199.
17-M. Draz, en-Nebeu'l-Azim, s.125 ; Zerkanî, Menahil, 2, 324.
18-Zerkeşî, el-Burhan, Kahire, 1957, 2, 177-178.
19-Dihlevî, el-Fevzu'l-Kebir, s. 167.
20-M. Tahir İbn Aşur, Tefsiru't-Tahrir ve't-Tenvir, 1, 94 ve 145 ; M. S. Ramazan el-Butî, Min Revai'i'l-Kur'ân, s. 114 .
21-S.Nursi, İşaratu'l-İ'caz, s.42.
22-Krş. Dihlevî, el-Fevzu'l-Kebir, Trc. M. Sofuoğlu, s.91; Zerkanî, Menahil, 2, 361-362.
23-Dihlevî, el-Fevzu'l-Kebir, Trc. s. 98.
24-S. Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş, s.150.
25-M. Hamidullah, s. 19
25-A. J. Arberry, The Koran Interpreted'den naklen K. Küfrevî, Hz. Peygambere Dil Uzatanlar, (Der. Ahmet Altınışık, Oryantalizmin Soruları kitabı içinde ), s. 167).
27-Bunlar için meselâ bkz. Zerkanî, Menahil, 2, 319-322.
28-Adnan M. Zarzur, Ulûmu'l-Kur'ân, s.261.
29-Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İimlerine Giriş, s. 161-162.
30-F. Schuon, İslâm'ı Anlamak, Trc. M. Kanık, İstanbul, İz Yay. 1988, s. 56.
31-Jean Grosjean, D. Masson'un Le Coran adlı tercümesine yazdığı önsöz, s. IX, Paris, Gallimard yay., 1967.
32-F. Schuon, Islâm'ı Anlamak, s.63
33-M. Ebû Zehre, el-Mu'cizetu'l-Kübrâ: el-Kur'ân, paragraf: 234.
34-R. Blachere, Introduction au Coran, s.180-181. Krş. M. Esed, Kur’ân Mesajı, 1, XII.
35-R. Blachere, Introduction au Coran, s. 181.


Bibliyografya
- Adnan Muhammed Zarzur, Ulûmu'l-Kur'ân, Beyrut-Dimaşk, el-Mektebu'l-Islami, 1984.
- Arberry, A., The Koran Interpreted, 2 vol., New York, 1955.
- Blachere, R., Introduction au Coran, Paris, 1959.
- el-Buti, M. Said Ramadan, Min Revai'i'l-Kur'ân, Dimaşk, 1390/1970.
- Dihlevî, Şah Veliyyullah, el-Fevzu'l-Kebir fi Usûli't-Tefsir, trc. Selman en-Nedvî, Kahire, 1407/1986.
- Draz, Muhammed, en-Nebeu'l-Azim, Kahire, 1389/1969.
- Ebû Zehra, Muhammed, el-Mu'cizetu'l-Kübrâ: el-Kur'ân, Kahire, Daru'l-fikri'l-arabî, 1970.
- el-Ehvanî, Ahmed Fuad, Mûsıkiyyetu'l-Kur'ân, Mec. el-Ezher, 41(1969).
- Esed, Muhammed, Kur'ân Mesajı, Trc. C. Koytak- A. Ertürk, İstanbul, İşaret Yay., 1996.
- İbn Aşur, Muhammed et-Tahir, Tefsiru't-Tahrir ve't-Tenvir, Tunus, 1985.
- İbn Haldun, el-Mukaddime, Kahire, Mat. el-Behiyye, tarihsiz.
- Kasım M. el-Cerrah ve Es'ad Ali, el-Uslûbu's-Sahih fi'l-Belâgati ve'l-Arûd, Beyrut, 1964.
- Küfrevî, Kasım, Hz. Peygambere Dil Uzatanlar, ("Oryantalizmin Soruları" külliyatı içinde Der. A. Parlakışık), Istanbul, İnsan Yayınları, 1995.
- M. Abduh ve M. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Menar, Kahire, 1373.
- Masson, D., Le Coran, Paris, Ed. Gallimard, 1967.
- Nursi, Said, Sözler, Istanbul, Sinan Matbaası, 1958.
- --: İşârâtu'l-İ'caz, trc. A. Nursi, Ankara, 1978 .
- Rafiî, Mustafa Sadık, İ'cazu'l-Kur'ân, Beyrut, 1973.
- Schuon, Fr., Kur'ân'ı Anlamak, trc. M. Kanık, İstanbul, İz Yayıncılık, 1988.
- Subhi es-Salih, Mebahis fi Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1968.
- Süyuti, Celâleddin, el-İtkan fî Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire, Halebi, 1951.
- Udayma, M. Abdulhalık, Dirasat li Uslubi'l-Kur'ân, Riyad, 1972-1980.
- Yıldırım, Suat, Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş, Istanbul, Ensar Yayınları, 1997.
- Zerkani, M. Abdulazim, Menahilu'l-İrfan fi Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire, 1362/1943.



Prof. Dr.Suat Yıldırım

ceren
Tue 2 May 2017, 10:45 pm GMT +0200
Esselamu aleykum.Rabbim razi olsun bilgilerden sumeyye abla...

Sevgi.
Wed 3 May 2017, 12:47 am GMT +0200
Ve Aleyküm Selam. Mevlam hayırlı ilimlerimizi artırsın inşaAllah
Bilgiler için Allah Razı olsun...