saniyenur
Thu 23 August 2012, 12:12 pm GMT +0200
KUR’AN VE TEFSİRİ
Fıkıh usûlü âlimlerinin Kur'ân-ı Kerîm'i nasıl tarif ettiklerim yukarıda vermiştik. Buna göre Kur'ân, Allah Teâlâ tarafından Peygamberimiz'e gönderilen ve Peygamberimiz'den bize tevâtüren [yâni Hz. Muhammed'in ümmeti arasında yalana nisbet edilmeleri mümkün olmayacak derecede sayıları çok, söz ve rivayetlerine güvenilen zatlar tarafından] naklonulagelen İlâhî Kitaptır.
Kur'ân-ı Kerîm, Arap lügati ve Arabın konuşma üslûbuna göre nazil olmuştur. Kur'ân'ın bütün kelimeleri Arapça'dır. Ancak Araplann diğer dillerden alıp da kendilerine mal ettikleri bazı kelimeler müstesnadır. Kur'ân-ı Kerîm'in cümle yapısı da Arap üslûbuna uygundur. Araplarda olduğu gibi Kur'ân'da da; hakikat, mecaz ve kinaye vardır. İslâm'a ilk davet edilen Araplar olduğu için bunun böyle olması tabiîdir. Çünkü onların anlayacağı bir dil ve üslûpta olması gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Biz, her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasın.,." (14: 4) buyrulmaktadır.
Bununla beraber sahabenin, Kur'ân'i yalnız işitmekle, layıkıyla anlayamayacakları meseleler de vardı. Bu yüzden îbni Haldun'un ifade ettiği "Kur'ân, Araplann diliyle ve belagat üsluplarıyla indi. Kelime ve terkipleri bakıcından Arapların hepsi O'nu anlar ve bilir" (Ibni Haldun, Mukaddime) hükmü tenkide uğramıştır (A. Emin, Fecru'l-İsiâm, sh. 292).
Kur'ân, müminlerin şahsî ve sosyal hayatlarımı düzenlemek gayesiyle, teşriî hükümler vaz ediyordu. Bu hükümleri istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün olmaz. Geçmiş ümmetlerin, özellikle Ehl-i Kitabın sapıttıkları mevzuları bildiriyor, tahrif ettikleri hadiseleri düzeltiyor, ihtilafa düştükleri meseleleri hallediyordu. Gelecekti vukua gelecek bazı olaylar ve keşiflere işaret ediyor, uhrevî hayat hakkında son derece kapsamlı bilgi veriyordu. Onda müteşabih âyetler, müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad edilen genel hükümler vardı. Bu sahalarda alâkalı âyetleri layıkıyla anlamak, o mevzularda yüksek bir ilmî seviyeye bağlıdır. Bir kısım önemli vasıflarını özetlediğimiz böyle bir kitabın herkes tarafından kolayca ve incelikleriyle anlaşılması elbette kolay değildir. "Hakikat, biz onu (manasına) akıl erdiresinİz diye Arapça bir Kur'ân olarak indirdik" (12: 2) yahut "Karşılarında okunup duran, sana indirdiğimiz kitap onlara kâfi gelmedi mi?" (29: 53) manasına gelen âyetlerle bu fikir reddedilemez (S. Yıldırım, Peygamberimizin Kur ân'ı Tefsiri, sh. 18-9).
Bir dilde yazılan nice eserler vardır ki, o dili konuşanların hepsinin onu anlamadığı görülmektedir. Çünkü bir kitabı anlamak için yalnız dil bilmek yetmez. Onu anlamak özel bir zekâ ve dirayet ister. Kur'ân-ı Kerîm'in karşısında Araplar da aynı durumdadır. Anlayış, aklın tekâmülü ve düşünce itibariyle değişir. Aynı zamanda her fert, kendi dilinin bütün kelimelerini bildiğini iddia edemediği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'in lâfızlarının mânalarını da her Arap bilemez. Bu hususta Enes b. Mâlik'ten gelen şu rivayeti zikretmemiz yerinde olur: Adamın biri Hz. Ömer'e "Kur'ân'daki ebben (80: 31) kelimesinin mânası nedir?" diye sorar. Ömer, "biz böyle zorlamalardan ve derinliklere inmekten nehyedildik" der. Yine Ömer, minberde: "Yoksa Allah'ın kendilerini yavaş yavaş azaltmak suretiyle cezalandırmayacağından emin midirler?.." (16: 47) âyetini okudu ve topluluğa "tahavvuf kelimesinin mânası nedir?" diye sordu. Cemaat arasında bulunan Huzeyl kabilesinden birisi, "bize göre tahavvuf, tanak-kusdur, yani eksikliktir" dedi ve iddiasını bu kelimenin geçtiği bir mısra ile delillendirdi.
Din ve ilimdeki mevkii herkesçe bilinen Hz. Ömer bile Kur'ân'ın her kelimesini anlayamayınca, diğer sahabenin nasıl anlayabileceği sorulabilir. Esasen sahabenin çoğu, Kur'ân-ı Kerîm'in mücmel mânası ile yetinirlerdi. Meselâ: "Meyvalar ve çayırlar (bitirdik)" (80: 31) âyetini okuyunca, "Allah Teâlâ nimetlerini sayıyor" demekle yetinirlerdi.
Bütün bunların üstünde Kur'ân-ı Kerîm'de öyle âyetler vardır ki bunların mânasını anlamak için Arapların dil ve üslûbunu bilmek yeterli gelmez. Meselâ; "Andolsun o harıl harıl koşan atlara" (100: 1), "Andolsun on geceye" (89: 2) ve "Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin?" (97: 2) âyetlerinde olduğu gibi. Bu sayılanların pek çok benzerleri vardır. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de Tevrat ve İncirde olan bir çok şeylere işaret ve onları red vardır. Yalnız Arapçayı bilmek bunları anlamak için yeterli değildir. Nitekim bunu açıklamak üzere Allahu Teâlâ: "Kitâb'ı sana O indirdi. Onun bazı âyetleri muhkemdir (açık anlamlıdır), bunlar Kitâb'ın anasıdır (temelidir). Diğerleri de birbirine benzer (çeşitli anlamlar taşıyandır). Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onun benzer (müteşabih) âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun te'vili-ni Allah'tan başka kimse bilmez. İlimde ileri gidenler; 'Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.' derler. Akl-ı selîm sahiplerinden başkası düşünüp anlamaz." (3: 7) buyurmuştur. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'in mânasını anlamakta sahabenin de birbirinden farklı oldukları açık bir gerçektir.
Rasûlullah'ın döneminde, sonraları olduğu gbi, Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını ezberlemek yaygın değildi. Onlar ezberledikleri âyet ve sûrelerin mânalarını da beraber anlar ve sonra diğer âyet ve sûrelere geçerlerdi. Bunun için Kur'ân-ı Kerîm'in ezberlenmesi, sahabe arasında bölünmüş idi. Abdullah es-Sülemî'nin rivayetine göre, hafızlardan Osman b. Aftan, Abdullah b. Mes'ud ve benzerleri, Rasûlullah (S)'den öğrendikleri âyetlerin mânalarım ve orada ilim ve amel itibariyle neyin emredildi-ğini anlamadan diğer âyete geçmezlerdi.
Enes b. Mâlik; "sahabeden Bakara ve Âl-i Imrân sûrelerini ezbere okuyanlar bizim gözümüzde büyürdü" demektedir. (Müsned-i Ahmed). İbni Ömer, yalnız Bakara sûresini ezberlemek için sekiz sene çalıştı. Çünkü ezberlediği âyeti anlamadan diğerine geçmezdi (el-itkan, c. II, sh. 208).
Kur'ân-ı Kerîm'de, hükümlerin aslına ve dinin esasına tealluk eden açık anlamlı muhkem adını alan âyetler vardır. Özellikle Mekke'de nazil olan ve dinin esası ile ilgili bulunan sûreler, meselâ En'âm sûresi gibi, Kur'ân'ın bu kabil âyetlerini, Arapçayı bilen herkes anlayabilir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de müleşahih diye anılan, mânası kapalı ve anlaşılması güç âyetler vardır ki, bunları ancak âlim olanlar anlayabilir.
Genellikle Kur'ân-ı Kerîm'in mânâsım en iyi anlayanlar Sahabedir. Çünkü Kur'ân onların dilinde nazil olduğu gibi, nüzul sebebini de görüp biliyorlardı. Bununla beraber yine de, kabiliyetleri nisbetinde, Kur'ân-ı Kerîm'in anlamında ihtilâf etmişlerdir. İhtilâf sebepleri olarak şunlar sıralanabilir:
1- Ashabın müşterek dilleri her ne kadar Arap lügati idiyse de, Arapça'yı anlamada birbirlerinden farklıydılar. Bîr kısmı, cahiliyye devri edebiyatının pek çoğunu, hatta günlük dilde kullanılmayan bazı kelimeleri biliyor ve bunların yardımı ile Kur'ân'ı daha iyi anlamaya çalışıyordu. Diğer kısmı ise bu seviyede değildi.
2- Yine bunun gibi, ashabın bir kısmı devamlı olarak Rasûlullah'ın huzurunda bulunuyor ve âyetlerin nüzul sebeplerini görüp biliyordu. Diğerleri ise bundan mahrumdu. Âyet'in maksadını anlamada, nüzul sebebi en kuvvetli bir âmildir. Nüzul sebebini bilmemek, kişiyi hataya düşürebilir. Bu durumu teyid etmesi bakımından şöyle bir olaya değinelim: Rivayete göre Hz. Ömer, Maz'un'un oğlu Kuddâme'yi Bahreyn'e vali olarak gönderdi. Cârud, Hz. Ömer'e, Kuddâme'nin şarap içip sarhoş olduğunu haber verdi. Ömer şahidini sorunca Cârud, Ebû Hu-reyre'nin de gördüğünü söyledi. Bunun üzerine Ömer, Kuddâme'ye, seni cezaya çarptıracağım, dedi. Kuddâme, onların dedikleri gibi içki içsem de, senin bana ceza verecek hakkın yoktur, dedi. Ömer sebebini sorunca Kuddâme, Allah'ın "İman edip sâlih amellerde bulunanlara bundan böyle (Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra (yasaklardan) sakınıp (onların yasaklığına) inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce tattıklarından ötürü günah yoktur. Allah güzel davrananları sever." (5: 93) buyurduğunu, kendisinin ise İman edip iyi ameller işleyen, sonra takva üzerinde bulunan, sonra imanında devam edip takva ve ihsan sahibi bir kimse olduğunu, ayrıca Rasûlullah ile Bedir, Hendek, Uhud ve diğer savaşlarda bulunduğunu İfade etti.
Ömer, bunu ilzam edip susturacak kimse yok mu? deyince, İbni Abbas: Okuduğu bu âyetler, geçmişe özür ve arkada kalanlara hüccet olarak nazil olmuş, yani İslâm'dan önceki hataları bağışlar. Yoksa Kur'ân-ı Kerîm'de; "Ey iman edenler! Şarap, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, şans okları şeytan işi birer pisliktir. Bundan kaçının ki kurtuluşa eresiniz." (5: 90) buyurulmuştur. Bunun için senin anlattıklarının bugünkü durumda bir değeri yoktur, dedi ve Ömer de İbni Abbas'ı tasdik etti. Yine adamın biri İbni Mes'ûd'a gelerek, mescidde birinin Kur'ân'ı kendi görüşüne göre yorumladığını ve "Göğün, açık bir duman getireceği günü gözetle." (44: 10) âyetinin tefsirinde (Kıyamet günü insanları bir duman kaplayacak, nefeslerini sıkıştıracak ve nezleye yakalanmış gibi bir hal alacaklar) dediğini nakletti. ibni Mes'ûd, bir şey bilen konuşsun, bilmeyen de "Allah bilir" (Allahu âlem) desin ve sükût etsin, zira âyet-i celile, Kureyş'in Rasûlullah'a isyanları sebebiyle, Rasûlullah'in onlara beddua ettiği ve Yusuf aleyhisselâm zamanındaki kıtlık yıllan gibi, onlara da kıtlık geldiğini, kemik kemirecek duruma geldiklerini, onlardan biri göklere baktığı vakit gökyüzünü dumanlı olarak gördüklerini tasvir eder, dedi {el-Muvafakat, c. III, sh. 1-2).
3- Bİr başka sebep de Arapların söz ve âdetlerini bilmedeki ihtilâflardır. Arapların cahiliyye devrindeki hac âdetlerini bilen kimse, hac hakkında nazil olan âyet-i celileri, bunları bilmeyenden daha iyi anlar. Bunun gibi Arap tanrılarını teşhir eden ve onlara ibadet yollarını gösteren âyetleri de Arapların bu hallerini bilenler daha iyi anlar.
4- Diğer bir sebep, Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında nazil olan âyetlerin nüzulü sırasında bunların yaptıklarını bilmekti. Bunları bilenler, bu âyetleri daha iyi anlarlar. Çünkü bu âyetlerde, onların amellerine işaret ve onları red vardır. Bu İse onların yaptıklarını iyice bilmekle anlaşılabilir. İşte sahabe arasındaki ihtilâf, bu sebeplerdendir. Tabiîn arasında ise bu ihtilâf daha da çoğalmıştır {Fecrü'l-İslâm, sh. 292-96).