derya
Sun 31 January 2010, 09:59 pm GMT +0200
Kur´ân Okunurken Riayet Edilmesi Gereken Bâtınî Ameller
Bunlar da on tanedir.
I.Kelâm´ın Aslını Anlamak
II.Tâzim
III.Kalp Huzuruyla Okumak
IV.Tedebbür (Düşünmek)
V.Tefehhüm (Anlamaya Çalışmak)
VI.Tecerrüd (Anlamayı Engelleyen Herşeyden Uzaklaşmak)
VII.Tahsis (Kendine Hitap Edildiğini Bilmek)
VIII.Teessür (Müteessir Olmak)
IX.Terakki
X.Teberri
I. Kelâm´ın Aslını Anlamak
Kelâm´m azametini ve yüceliğini Allah Teâlâ´nın celâl arşından mahlukâtının anlayış derecesine inmek suretiyle yapmış olduğu lütuf ve fazileti bilmek gerekir. Kur´ân okuyan; Allah Teâlâ´nın zâtî ile kaim bulunan ve kadîm bir sıfatı olan kelâmının mânâlarını lûtfuyla insanların anlayışına ne şekilde müsait kıldığına dikkatle bakmalıdır ve yine dikkat etmelidir ki, Allah Teâlâ´nın o kadîm sıfatı, harflerin kıvrımlarında ve seslerin arasında nasıl tecelli etmiştir? Oysa harflerle sesler, beşer sıfatlarıdır. Çünkü beşer kendi sıfatlarının vasıtasıyla olmazsa, Allah Teâlâ´nm sıfatlarını arılamaktan aciz kalırdı. Aynı za-manda eğer Allah Teâlâ kelâmının yüceliğinin hakîkatini harf-lerle örtmeseydi, onu dinlemek ne arşın ne de fersin kârı olurdu.
Onun saltanatının azametinden ve nurunun kıvılcımlarından arş ile fersin arasında her ne varsa bilcümlesi yanıp kül olacaktı. Eğer Allah Teâlâ (ce) Musa (a.s)ya sebatkârlık ihsan etmeseydi Hak Teâlâ´nın tecellisinin başlangıçlarına güç yetiremeyen dağ gibi, Musa (a.s) da onun kelâmını dinlemeye güç yetiremeyecekti Dağın paramparça oluşu gibi, o da yok olup gidecekti. Allah Teâlâ´nın kelâm-ı kibriyâsının yüceliğini anlatmak ancak bâzı misaller vermek suretiyle mümkün olabilir.
Çünkü halk ancak bu şekilde anlar. İşte bunun için ariflerden bazıları kelâm-ı kibriyânın azametini şöyle dile getirmişlerdir: Levh-i Mahfuzda, bulunan kelâmullah´n her harfi, Kaf dağından daha büyüktür. Bütün melekler bir araya gelseler, tek bir harfini kaldırmaya tâkat getiremezler. Tâ ki, levhin âmiri bulunan İsrâfil (a.s) gelir, o harfi, kaldırır ve Allah´ın izni ve rahmetiyle yerinden kıpırdatır. Bu da İsrafil´in kuvvet ve takatiyle değil Allah Teâlâ´nın lûtfuyladır.
Hükemâdan biri, Allah kelâmının derecesinin yüceliğine ve insan anlayışının kusurluluğuna rağmen nasıl insan anlayışına varıp da orada sebat kıldığının hakikatini ince ve lâtif bir tâbir ile ifade edip bütün hakikatini belirten bir misâl vererek şöyle dedi: Bir hakîm, padişahlardan birisini peygamberlerin şeriatına davet etti. Padişah, o hakimden birkaç sual sordu. Hakîm, padişahın ta´katının yeteceği ve anlayacağı bir tarzda o sualleri cevaplandırdı. Bunun üzerine pâdişah, hakîme dedi ki: ´Bana söyle bakalım, peygamberlerin getirdiğinin, insan kelâmı olmayıp, Allah´ın kelâmı olduğunu iddia ediyorsun, bu takdirde insanoğlu Allah kelâmını kaldırmaya ve anlamaya nasıl güç yetirebilir?´
Hakîm de şöyle cevap verdi:
Biz insanları görüyoruz ki, bazı hayvanlara ve kuşlara maksadlarını anlatmak istedikleri zaman, yani o hayvanların ileri ve geri gitmesini, dönüp bakmasını veya ilerlemesini kasdettikleri zaman, bakıyorlar ki, hayvanlar, insanların akıl nurlarından çıkan insan kelâmının anlamını ayırdetmekten acizdirler.
Oysa o kelâm gayet güzel, gayet süslü ve intizamlıdır. Bu durumu gören insanlar, hayvanların kalbine, hayvanlara uygun bir tarzda ıslık gibi sesler ihdâs ederek ve onların seslerine yakın bulunan ıslığı çalarak gayelerini onlara anlatırlar ki hayvanlar, insanın kendi seviyesine inip seslenmesi sayesinde insanın gayesini anlasın ve iradesini, cüz´i de olsa tatbik etsin.
İşte insanlar da böylece Allah Teâla´nın kelâm-ı ilâhîsinin hakikatini ve sıfatlarının kemâlini olduğu gibi anlatıldığı takdirde anlamaktan acizdirler. Bu bakımdan aralarında hikmetin bilinmesi için, kullandıkları seslere tıpkı insanın maksadını hayvana anlatmak için kullandığı ıslık sesi gibi oldular.
Bu durum, o sıfatlarda gizli bulunan hikmetin mânâlarına mâni değildir. Beşer sesleri, altında gizli olan hikmetlerin şerefi için şereflendi ve o mânâların büyüklüğüyle büyüdü. Bu bakımdan insanın sesi, hikmetin cesedi ve dışı mesabesindedir. Hikmet de, insan sesinin nefsi ve ruhtan ötürü aziz ve şerefli olduğu gibi, kelâmın telâffuz ve sesleri de altındaki hikmetten ötürü o derecede şerefli olur. Kelâmın mertebesi çok yüce ve derecesi büyüktür. Saltanatı herşeyi kahredici, hükmünün gerek hakta, gerekse bâtılda geçerli ve belirleyici olduğu muhakkaktır. Adaletle hükmeden O, emreden ve yasaklayan, hükmüne muhakkak rıza gösterilen ve herşeyi görüp ona göre hükmeden O! Bâtıl, hikmetli kelâmın yanında dimdik durmaya güç yetiremez. Gölgenin güneşin ışınları önünde durmaya güç yetirmediği gibi...
Beşerin hikmetin derinliklerine nüfuz etmeye takati yoktur. Nitekim gözleriyle güneşe nüfuz edip bakmaya güçleri olmadığı gibi...
Fakat buna rağmen gözlerinin görmesine vesile olan güneş ışınlarından da mahrum değillerdir. Ancak o ışınlarla ihtiyaçlarını temin edebiliyorlar. Bu bakımdan Allah´ın kelâmı yüzü perdeli ve emri yerine getirilen bir pâdişah gibidir. Galib ve görünen güneş gibi, esas maddesi gözle görünmez. Pırıl pırıl parlayan yıldızlar gibidir. Onların seyrine vâkıf olmayan bir kimse de onlarla yolunu tâyin eder. Bu bakımdan nefis cevherlerin hazinelerinin anahtarı o kelâmdır. O kelâm, aynı zamanda öyle bir hayat suyudur ki, ondan içen ölmez. Öyle bir hastalık devâsıdır ki, ondan bir defa alan artık hiçbir zaman hastalanmaz...
Hakimin, Allah kelâmının mânâsını anlatmak için zikrettiği misâl, o hakikatten bir nebzedir. Bundan daha fazlasının Muamele İlmi bölümünde zikredilmesi uygun değildir. Bu bakımdan bununla yetinmek gerekir.
II. Tâzim
Kur´an´ı okuyan kişi, bu işe ilk başladığı zaman kalbinde konuşanın (Allah´ın) azametini hazır bulundurmalıdır.
Bilmeli ki, okuduğu beşer kelâmı değildir ve yine bilmelidir ki, Allah Teâlâ´nın kelâmını okumakta gayet tehlikeli bir durum mevcuttur. Çünkü Allah Teâlâ (cc) şöyle buyurmuştur:
Kur´ân´a ancak temiz olan kimseler dokunabilir.
(Vâkıa/79)
Nasıl ki, mushafın cildine ve yapraklarına ancak abdestli ve pâk olan bir kimse el sürebiliyorsa, öylece mânânın bâtını da (Allah´ın hükmüyle) ancak kötülüklerden pâk olan kalbin bâtınına açıktır, Allah´ın azameti ve büyüklüğü ile nurlanan kalbe açıktır ancak.
Nasıl ki, mushafın cildine her elin değmesi uygun değilse, öylece harflerinin okunmasına da her lisan ve mânâlarının idrâkine de her kalp uygun ve elverişli değildir.
İşte bu tazimden ötürü İkrime b. Ebi Cehil, Kur´an´ı açtığı zaman baygınlık geçirir ve derdi ki: ´Şu, rabbimin kelâmıdır, şu, rabbimin kelâmıdır´. Bu bakımdan kelâma saygı göstermek, onun sahibine saygı göstermek demektir. Kişi konuşanın sıfatlarını, celâlini ve fiillerini düşünüp idrâk etmedikçe konuşanın azameti onun kalbinde yerleşmez.
Ne zaman ki kişinin kalbinde, arş, kürsî, gökler ile yerler arasındaki cin, insan ve ağaçlar hazır bulunursa ve aynı zamanda bütün bunların yaradanı, bunlara güç yetiren, bunların rızkını verenin bir olduğu düşüncesi yerleşirse, bütün bunlar onun kudretinin kabzasında fazl ve rahmet, hikmet ve satveti arasında şaşkın şaşkın dönerler. Eğer nimet verirse faziletinden nimet vermiştir. Eğer azap ederse adaletiyle azap etmiştir, ruhunu idrak ederse ve yine şunlar cennete gitsin dediğinde onların cennete gitmesinden zerre kadar perva etmediğini, şunlar da cehenneme gitsin dediğinde, yine onların cehennemi boylamasından zerre kadar müteessir olmadığını kavrarsa, işte o zaman azamet ve yüceliğin hakikatini idrâk etmiş sayılır. Bu bakımdan bu gibi şeyleri düşünmek, önce konuşanın azametini, sonra da konuşulanın azametini okuyanın kalbine yerleştirir.
III.Kalp Huzuruyla Okumak
´Ey Yahya! Kitab´ı kuvvetle tut´ (Meryem/12) ayeti ´ciddiyet ve kuvvetle Kitab´a sarıl´ şeklinde yorumlanmıştır. ´Ciddiyetle kitaba sarılmanın mânâsı; kitâbî okurken himmeti herşeyden kitaba çevirmek ve kişinin kendisini sadece ona hasretmesi demektir´.
Âlimlerden birine ´Kur´an´ı okuduğun zaman, nefsine herhangi birşey gelince vesvese ediyor musun?´ denildiğinde şöyle cevap vermiştir: ´Benim nezdimde Kur´an´dan daha sevimli bir şey var mıdır ki kalbime gelsin´.
Seleften bazısı, bir ayeti okuduğu zaman, eğer kalbi o ayette mutmain olup onun mânâsını anlamamışsa ikinci bir defa onu tekrar ederdi. İşte bu sıfat bir önceki ayetin taziminden doğan sıfattır. Zira kişi, okuduğu kelâmı tazim ederse okudukça onunla müjdelenir, aralarında yakınlaşma olur ve okuduğundan gafil olmaktan uzaklaşır. Bu bakımdan Kur´an´da kalbin ünsiyet edeceği mânâlar mevcuttur, yeter ki okuyucu bu işin ehli olsun. O halde Kur´an´ı okuyan bağ ve bahçelerde gezintiye çıkmış gibidir. Bu durumda nasıl olur da onun gayrisini düşünüp de onunla meşgul olabilir. Böyle zevk ve sefa yerlerinde dolaşan bir kimse elbette onlardan başkasını düşünmez.
Denildi ki: Kur´an´da meydanlar, bostanlar, kasırlar, gelinler, ipekliler, bahçeler ve hanlar vardır. Mim harfleri Kur´an´ın meydanları, R harfleri Kur´an´m bostanları, H harfleri sarayları/köşkleri, tesbih ve tenzihi bildiren ayetler gelinleri, Ha Mimler ipeklileri (gelinlikleri), mufassal sûreler bahçeleri, diğer kısımları ise hanlarıdır. Bu bakımdan okuyucu meydanlara girdiği, bostanlardan biçtiği, saraylara yerleştiği, gelinleri gördüğü, ipeklileri giydiği, bahçelerde dolaştığı ve hanların odalarında kaldığı zaman, tamamen bu zevkin tesirinde kalır. Artık Allah´tan başkası ile meşgul olmaz. Kalbi başka yerlere gitmediği gibi, fikri de dağılmaz.
IV.Tedebbür (Düşünmek)
Düşünme, kalp huzurunun ötesinde bir mânâdır. Zira insanoğlu bazan Kur´an´dan başka şey düşünmez. Fakat buna rağmen sadece Kur´an´ı dinlemekle yetinir, mânâlarını düşünce süzgecinden geçirmez. Oysa okumaktan gaye düşünmektir. İşte düşünmeyi teinin etmek için, Kur´an´ı tertîl ile okumak sünnet olmuştur. Çünkü Kur´an´ın zahirini tertîl ile okumak bâtınında tedebbür (düşünme) imkânını bahşeder.
Hz. Ali şöyle buyurmuştur: ´İçinde anlayış bulunmayan bir ibadette hayır olmadığı gibi, içinde düşünme olmayan okumanın da hayrı yoktur´.
Eğer kişi ancak ayetleri tekrar etmek suretiyle düşünme imkânına kavuşabiliyorsa, o zaman ayetleri tekrar ediversin. Ancak bir imama uymuş ise, ayetleri tekrar etmeyi terketmek gerektir. Zira imama uyan bir kimse bir ayeti düşünmeye koyulduğu takdirde imam başka bir ayete geçer, o zaman imamı dinlememiş olur ve böylece günahkar olur. Hâli, tıpkı muhatabının bir kelimesi hoşuna gidip de onunla meşgul olan, konuşmasının diğer bölüm-lerini anlamayan bir kimsenin hâline benzemiş olur...
Rükûa vardığında, rükûdan önce okuduğu bir ayetin mânâsını düşünmekte olup rükûda okunan teşbihlerin ne demek olduğundan gafil bulunan bir kimsenin hâli de böyledir. Zira bu hâl, artık vesveseden başka bir şey değildir.
Amr b. Abdülkays ´Namaz içinde beni vesvese kaplıyor´ dediğinde kendisine sorulur: ´Seni saran vesvese dünya işlerindeki vesvese midir?´ O da şöyle cevap verir: "Bedenimin mızrak darbesiyle delik deşik oluşu, namazda dünya vesvesesinin beni kaplamasından daha sevimli gelir bana. Böyle bir hâl yoktur. Ancak kalbim rabbimin huzurundaki duruşumla meşgul oluyor. Ben nasıl bu huzurdan ayrılacağım diye düşünüyor ve vesveselere kapılıyorum. (Bu huzurdan Allah katında makbul olanlardan olarak mı ayrılacağım, yoksa merdûd olanlardan mı?)´
İşte o böyle bir düşünceyi vesvese olarak kabul ediyordu. Hakîkatte de bu düşünce vesvesedir. Çünkü bu düşünce, insanı yaptığı fiilin mânâsından uzaklaştırır. Şeytan, bu mertebeye varan bir kimseyi, ancak dinî bir maksadla böyle meşgul edebilir. Yani onu daha faziletli bir dinî vazifeden bu şekilde menetmeye muvaffak olur. Hasan Basrî´ye Âmir b. Abdülkays´ın bu hali söylendiği zaman şöyle dedi: Eğer siz Âmir´den naklettiğiniz bu sözde doğru iseniz bilin ki, Allah Teâlâ böyle birşeyi bizde yaratmış değildir.
Hz. Peygamber (s.a) Besmele´yi okuyup yirmi defa tekrar etmiştir,37
Rasûlullah´ın (s.a) Besmele´yi tekrar etmesi, mânâsını düşünmek içindir.
Ebû Zer Gıfâri´den şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a) bir gece önümüzde namaza durdu. Şu ayeti tekrar tekrar okudu: ´Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır ve eğer kendilerini bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen mutlak galibsin ve hükmünde hikmet sahibisin´. (Mâide/118)38
Temim ed-Dârî bir gece sürekli şu ayeti tekrar etti: ´Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar kendilerini iman edip, sâlih amel işleyenler gibi mi yapacağımızı, hayat ve ölümlerini bir tutacağımızı mı sandılar? Ne fena hüküm veriyorlar´. (Câsiye/21)
Said b. Cübeyr bir gece şu âyeti tekrarladı: ´Ey günahkârlar! Bugün mü´minlerden ayrılın´. (Yasîn/49)
Âlimlerden biri ´Herhangi bir sûreyi açıyorum. O sûrede gördüğüm bazı hakikatler akşamdan sabaha kadar o sûreyi bitirmekten beni alıkoyuyor´ buyurmuştur.
Bir âlim de şöyle der: ´Mânâsını anlamadığım ve kalbimin nasibi içinde bulunmayan bir ayeti okuduğum zaman, ondan sevap elde ettiğime inanmıyorum´.
Ebû Süleyman ed-Dârânî´den şöyle hikâye edilir: ´Ben bir ayeti okuyorum, bazan dört veya beş gece o ayeti tekrar edip duruyorum. Buna rağmen eğer o ayet hakkındaki düşüncemi kesmezsem, başka bir ayete geçme imkânı bulamıyorum´.
Seleften biri altı ay Hûd sûresini tekrar edip durur. Bir türlü bu zaman zarfında o sûrenin mânâsını düşünmekten kendisini kurtaramaz.
Ariflerden biri şöyle der: ´Her cuma, her ay ve her sene bir hatmim vardır. Aynı zamanda otuz seneden beri başlattığım bir hatmim vardır ki, hâlâ onu bitirmiş değilim´.
İşte bütün bunlar düşünce ve tedkik derecelerine göre cereyan etmektedir. Bu zatlar, aynı zamanda şunu da söylemişlerdir: ´Kur´an´ı okurken nefsimi ameleler yerine koyuyorum. Bazen günü gününe çalışıyorum, bazen aylık, bazen haftalık, bazen de senelik çalışıyorum´.
37) Ebûzer el-Herevî, (Ebû Hüreyre´den zayıf bir senedle)
38) Nesâî ve İbn Mâce, (sahih bir senedle)
Tefehhüm (Anlamaya Çalışmak)
Tefehhüm, okuduğu her ayetten, gücü nisbetinde anlamaya çalışmak demektir. Zira Kur´ân, Allah´ın sıfatlarını, fiillerini, peygamberlerin hallerini, peygamberleri yalanlayanların hâllerini ve onların nasıl helâk olduklarını, Allah´ın emirlerini, yasaklarını, cennet ve cehennem zikrini ihtiva etmektedir.
Allah´ın sıfatlarını belirten bazı ayetler:
O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden çiftler yapmıştır. Davarlardan da çiftler... Sizi bu tarzda yaratıp üretiyor. O´nun misli gibi (ona benzer) tek birşey yoktur. O, bütün söylenenleri işitir bir semî´dir, bütün yapılanları gören bir basîr´dir.(Şûrâ/11) Melik ´tir (mülk ve saltanatı devamlı olandır), Kuddûs ´tür (yani her türlü noksanlık ve ayıplardan beridir, bütün âfet ve kederlerden salimdir), Mü´min dir (yâni emniyet verendir), Müheymin´dir (yani her şeyi gözetip koruyandır), Azîz dir (yani herşeye galibdir), Cebbâr´dır (yani kulların hallerini ve ihtiyaçlarını düzeltendir. Varlığı çok yücedir), Mütekebbir ´dir (azamet ve ululuk sahibidir).
(Haşr/23)
Bu bakımdan okuduğumuz bu isim ve sıfatların mânâlarını derin derin düşünmelidir ki, bunların sırları kendisine inkişâf etsin. Zira bu isim ve sıfatların altında öyle mânâlar saklıdır ki, o mânâlar ancak muvaffak olanlara belirir. Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:
Hz. Peygamberin insanlardan gizleyip de sadece bana fısıldayıp söylediği birşey yoktur. Ancak Allah Teâlâ´nın, kitabı hususunda kuluna verdiği anlayış ve idrak müstesna!39
Bu nedenle okuyucu Kur´an´ın mânâsını anlamayı şiddetle aramalıdır.
İbn Mes´ûd şöyle buyurmuştur: ´Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini isteyen bir kimse, Kur´an´ı deşsin. Kur´an´ın en büyük ilimleri Allah Teâlâ´nın isim ve sıfatları altındadır. Çünkü insanların çoğu o isim ve sıfatlardan ancak kendi anlayışlarına uygun mânâlar çıkarmışlardır. Oysa onların derinlerine nüfûz etmemişlerdir.
Allah Teâlâ´nın Fiilleri
Gökleri, yeri ve onlardan başka varlıkları yarattığını zikretmesi gibi... Bu bakımdan okuyan bu mânâları taşıyan ayetlerden Allah´ın sıfatlarını ve celâlini anlamalıdır. Çünkü fiil, faile delâlet eder. Fiilin büyüklüğü failin büyüklüğüne delildir. Bu bakımdan fiilde, fiil değil fâil görünmelidir.
Hakkı bilen, herşeyde O´nu görür. Çünkü herşey haktandır. O´na dönecek, O´nunla kaim ve O´nun içindir. Bu bakımdan hakîkat açısından O, külldür. Yani herşey O´nun varlığını ilan etmektedir. Kim gördüğünde O´nu görmezse sanki O´nu tanımamıştır. O´nu tanıyan da O´ndan başka her ne varsa hepsinin bâtıl olduğunu tanımış demektir. O´nun zâtı hariç, herşey helâk olur. Bunun mânâsı herşey ikinci bir halde iptal olunacaktır demek değildir. Belki herşey el´ân, eğer zâtı, zât olarak itibar edilirse bâtıldır. Ancak Allah´ın var ettiği ve O´nun kudretiyle meydana geldiği cihetle eşyaya itibar edilirse, o vakit varlıkları bu mânâ ile sabit olur. Yani tâbi olmak yoluyla sâbit olurlar. İstiklâl yoluyla ise, mutlak bâtıldırlar.
İşte bu keyfiyet, mükâşefe ilminin başlangıçlarından bir başlangıçtır. Bu sırra binâen okuyucu şu ayetleri okuduğu zaman sadece su, ateş, ekin ve meni mânâlarına düşüncesini hasretmemelidir. Belki meninin biri diğerine benzer cüzlerden müteşekkil olduğunu düşünmeli, sonra bu meninin et, kemik, sinir ve damarlara nasıl taksim edildiğini, çeşitli şekilde baş, el, ayak, ciğer, kalp ve sâir âzâlar olarak meydana nasıl geldiğini, sonra buradaki kulak, göz, akıl ve sair şerefli sıfatlarının nasıl belirdiğini, sonra bunlardaki gazab şehvet, kibir, cehalet, yalanlamak ve mücadele gibi çirkin sıfatların nasıl olduğunu düşünmelidir.
Bahsi geçen ayetler şunlardır:
Şimdi gördünüz mü o ektiğiniz tohumu?
(Vâkıa/63)Şimdi gördünüz mü (rahimlere) döktüğünüz meni yi?
(Vâkıa/58)Şimdi içmekte olduğunuz suyu bildirin bana!
(Vâkıa/68)Şimdi çakıp yakmakta olduğunuz ateşi bana haber verin!
(Vâkıa/71)
Evet, bu ayetleri söylediğimiz gibi düşünmelidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
O (inkarcı) insan görmedi mi? Biz onu bir nutfeden yarattık. Şimdi de âşikâr bir mücadeleci kesiliverdi.
(Yâsin/77)
Evet, bu hikmetleri düşünmelidir. Düşünmeli ki, o hikmetlerin acaipliklerine ulaşabilsin. Acaiplerin acaibi ise, bu acaiplerin kaynağı bulunan sıfatlardır. Bu bakımdan kişi, daima sanata bakmalıdır. Bakmalıdır ki, orada yaratanı görebilsin.
Peygamberlerin Hâlleri
Kur´ân okuyan insan peygamberlerin yalanlandıklarını, nasıl vurulduklarını ve bazılarının nasıl öldürüldüklerini Kur´an´dan dinlediği zaman, bundan anlamalıdır ki; Allah (cc) peygamberlerden de, kendilerine peygamber gönderilen kimselerden de müstağnidir.
Bu hâdiseler O´nun istiğna sıfatına delâlet eder. Eğer bütün beşeriyeti helâk ederse, bu hadise O´nun mülkünde zerre kadar menfi bir tesir icra edemez. Başka bir ayette peygamberlerin galip geldiklerini okuduğu zaman, Allah Teâlâ´nın kudretine ve hakka yardım etmek hususundaki irâdesine yorumlamalıdır.
Bunlar da on tanedir.
I.Kelâm´ın Aslını Anlamak
II.Tâzim
III.Kalp Huzuruyla Okumak
IV.Tedebbür (Düşünmek)
V.Tefehhüm (Anlamaya Çalışmak)
VI.Tecerrüd (Anlamayı Engelleyen Herşeyden Uzaklaşmak)
VII.Tahsis (Kendine Hitap Edildiğini Bilmek)
VIII.Teessür (Müteessir Olmak)
IX.Terakki
X.Teberri
I. Kelâm´ın Aslını Anlamak
Kelâm´m azametini ve yüceliğini Allah Teâlâ´nın celâl arşından mahlukâtının anlayış derecesine inmek suretiyle yapmış olduğu lütuf ve fazileti bilmek gerekir. Kur´ân okuyan; Allah Teâlâ´nın zâtî ile kaim bulunan ve kadîm bir sıfatı olan kelâmının mânâlarını lûtfuyla insanların anlayışına ne şekilde müsait kıldığına dikkatle bakmalıdır ve yine dikkat etmelidir ki, Allah Teâlâ´nın o kadîm sıfatı, harflerin kıvrımlarında ve seslerin arasında nasıl tecelli etmiştir? Oysa harflerle sesler, beşer sıfatlarıdır. Çünkü beşer kendi sıfatlarının vasıtasıyla olmazsa, Allah Teâlâ´nm sıfatlarını arılamaktan aciz kalırdı. Aynı za-manda eğer Allah Teâlâ kelâmının yüceliğinin hakîkatini harf-lerle örtmeseydi, onu dinlemek ne arşın ne de fersin kârı olurdu.
Onun saltanatının azametinden ve nurunun kıvılcımlarından arş ile fersin arasında her ne varsa bilcümlesi yanıp kül olacaktı. Eğer Allah Teâlâ (ce) Musa (a.s)ya sebatkârlık ihsan etmeseydi Hak Teâlâ´nın tecellisinin başlangıçlarına güç yetiremeyen dağ gibi, Musa (a.s) da onun kelâmını dinlemeye güç yetiremeyecekti Dağın paramparça oluşu gibi, o da yok olup gidecekti. Allah Teâlâ´nın kelâm-ı kibriyâsının yüceliğini anlatmak ancak bâzı misaller vermek suretiyle mümkün olabilir.
Çünkü halk ancak bu şekilde anlar. İşte bunun için ariflerden bazıları kelâm-ı kibriyânın azametini şöyle dile getirmişlerdir: Levh-i Mahfuzda, bulunan kelâmullah´n her harfi, Kaf dağından daha büyüktür. Bütün melekler bir araya gelseler, tek bir harfini kaldırmaya tâkat getiremezler. Tâ ki, levhin âmiri bulunan İsrâfil (a.s) gelir, o harfi, kaldırır ve Allah´ın izni ve rahmetiyle yerinden kıpırdatır. Bu da İsrafil´in kuvvet ve takatiyle değil Allah Teâlâ´nın lûtfuyladır.
Hükemâdan biri, Allah kelâmının derecesinin yüceliğine ve insan anlayışının kusurluluğuna rağmen nasıl insan anlayışına varıp da orada sebat kıldığının hakikatini ince ve lâtif bir tâbir ile ifade edip bütün hakikatini belirten bir misâl vererek şöyle dedi: Bir hakîm, padişahlardan birisini peygamberlerin şeriatına davet etti. Padişah, o hakimden birkaç sual sordu. Hakîm, padişahın ta´katının yeteceği ve anlayacağı bir tarzda o sualleri cevaplandırdı. Bunun üzerine pâdişah, hakîme dedi ki: ´Bana söyle bakalım, peygamberlerin getirdiğinin, insan kelâmı olmayıp, Allah´ın kelâmı olduğunu iddia ediyorsun, bu takdirde insanoğlu Allah kelâmını kaldırmaya ve anlamaya nasıl güç yetirebilir?´
Hakîm de şöyle cevap verdi:
Biz insanları görüyoruz ki, bazı hayvanlara ve kuşlara maksadlarını anlatmak istedikleri zaman, yani o hayvanların ileri ve geri gitmesini, dönüp bakmasını veya ilerlemesini kasdettikleri zaman, bakıyorlar ki, hayvanlar, insanların akıl nurlarından çıkan insan kelâmının anlamını ayırdetmekten acizdirler.
Oysa o kelâm gayet güzel, gayet süslü ve intizamlıdır. Bu durumu gören insanlar, hayvanların kalbine, hayvanlara uygun bir tarzda ıslık gibi sesler ihdâs ederek ve onların seslerine yakın bulunan ıslığı çalarak gayelerini onlara anlatırlar ki hayvanlar, insanın kendi seviyesine inip seslenmesi sayesinde insanın gayesini anlasın ve iradesini, cüz´i de olsa tatbik etsin.
İşte insanlar da böylece Allah Teâla´nın kelâm-ı ilâhîsinin hakikatini ve sıfatlarının kemâlini olduğu gibi anlatıldığı takdirde anlamaktan acizdirler. Bu bakımdan aralarında hikmetin bilinmesi için, kullandıkları seslere tıpkı insanın maksadını hayvana anlatmak için kullandığı ıslık sesi gibi oldular.
Bu durum, o sıfatlarda gizli bulunan hikmetin mânâlarına mâni değildir. Beşer sesleri, altında gizli olan hikmetlerin şerefi için şereflendi ve o mânâların büyüklüğüyle büyüdü. Bu bakımdan insanın sesi, hikmetin cesedi ve dışı mesabesindedir. Hikmet de, insan sesinin nefsi ve ruhtan ötürü aziz ve şerefli olduğu gibi, kelâmın telâffuz ve sesleri de altındaki hikmetten ötürü o derecede şerefli olur. Kelâmın mertebesi çok yüce ve derecesi büyüktür. Saltanatı herşeyi kahredici, hükmünün gerek hakta, gerekse bâtılda geçerli ve belirleyici olduğu muhakkaktır. Adaletle hükmeden O, emreden ve yasaklayan, hükmüne muhakkak rıza gösterilen ve herşeyi görüp ona göre hükmeden O! Bâtıl, hikmetli kelâmın yanında dimdik durmaya güç yetiremez. Gölgenin güneşin ışınları önünde durmaya güç yetirmediği gibi...
Beşerin hikmetin derinliklerine nüfuz etmeye takati yoktur. Nitekim gözleriyle güneşe nüfuz edip bakmaya güçleri olmadığı gibi...
Fakat buna rağmen gözlerinin görmesine vesile olan güneş ışınlarından da mahrum değillerdir. Ancak o ışınlarla ihtiyaçlarını temin edebiliyorlar. Bu bakımdan Allah´ın kelâmı yüzü perdeli ve emri yerine getirilen bir pâdişah gibidir. Galib ve görünen güneş gibi, esas maddesi gözle görünmez. Pırıl pırıl parlayan yıldızlar gibidir. Onların seyrine vâkıf olmayan bir kimse de onlarla yolunu tâyin eder. Bu bakımdan nefis cevherlerin hazinelerinin anahtarı o kelâmdır. O kelâm, aynı zamanda öyle bir hayat suyudur ki, ondan içen ölmez. Öyle bir hastalık devâsıdır ki, ondan bir defa alan artık hiçbir zaman hastalanmaz...
Hakimin, Allah kelâmının mânâsını anlatmak için zikrettiği misâl, o hakikatten bir nebzedir. Bundan daha fazlasının Muamele İlmi bölümünde zikredilmesi uygun değildir. Bu bakımdan bununla yetinmek gerekir.
II. Tâzim
Kur´an´ı okuyan kişi, bu işe ilk başladığı zaman kalbinde konuşanın (Allah´ın) azametini hazır bulundurmalıdır.
Bilmeli ki, okuduğu beşer kelâmı değildir ve yine bilmelidir ki, Allah Teâlâ´nın kelâmını okumakta gayet tehlikeli bir durum mevcuttur. Çünkü Allah Teâlâ (cc) şöyle buyurmuştur:
Kur´ân´a ancak temiz olan kimseler dokunabilir.
(Vâkıa/79)
Nasıl ki, mushafın cildine ve yapraklarına ancak abdestli ve pâk olan bir kimse el sürebiliyorsa, öylece mânânın bâtını da (Allah´ın hükmüyle) ancak kötülüklerden pâk olan kalbin bâtınına açıktır, Allah´ın azameti ve büyüklüğü ile nurlanan kalbe açıktır ancak.
Nasıl ki, mushafın cildine her elin değmesi uygun değilse, öylece harflerinin okunmasına da her lisan ve mânâlarının idrâkine de her kalp uygun ve elverişli değildir.
İşte bu tazimden ötürü İkrime b. Ebi Cehil, Kur´an´ı açtığı zaman baygınlık geçirir ve derdi ki: ´Şu, rabbimin kelâmıdır, şu, rabbimin kelâmıdır´. Bu bakımdan kelâma saygı göstermek, onun sahibine saygı göstermek demektir. Kişi konuşanın sıfatlarını, celâlini ve fiillerini düşünüp idrâk etmedikçe konuşanın azameti onun kalbinde yerleşmez.
Ne zaman ki kişinin kalbinde, arş, kürsî, gökler ile yerler arasındaki cin, insan ve ağaçlar hazır bulunursa ve aynı zamanda bütün bunların yaradanı, bunlara güç yetiren, bunların rızkını verenin bir olduğu düşüncesi yerleşirse, bütün bunlar onun kudretinin kabzasında fazl ve rahmet, hikmet ve satveti arasında şaşkın şaşkın dönerler. Eğer nimet verirse faziletinden nimet vermiştir. Eğer azap ederse adaletiyle azap etmiştir, ruhunu idrak ederse ve yine şunlar cennete gitsin dediğinde onların cennete gitmesinden zerre kadar perva etmediğini, şunlar da cehenneme gitsin dediğinde, yine onların cehennemi boylamasından zerre kadar müteessir olmadığını kavrarsa, işte o zaman azamet ve yüceliğin hakikatini idrâk etmiş sayılır. Bu bakımdan bu gibi şeyleri düşünmek, önce konuşanın azametini, sonra da konuşulanın azametini okuyanın kalbine yerleştirir.
III.Kalp Huzuruyla Okumak
´Ey Yahya! Kitab´ı kuvvetle tut´ (Meryem/12) ayeti ´ciddiyet ve kuvvetle Kitab´a sarıl´ şeklinde yorumlanmıştır. ´Ciddiyetle kitaba sarılmanın mânâsı; kitâbî okurken himmeti herşeyden kitaba çevirmek ve kişinin kendisini sadece ona hasretmesi demektir´.
Âlimlerden birine ´Kur´an´ı okuduğun zaman, nefsine herhangi birşey gelince vesvese ediyor musun?´ denildiğinde şöyle cevap vermiştir: ´Benim nezdimde Kur´an´dan daha sevimli bir şey var mıdır ki kalbime gelsin´.
Seleften bazısı, bir ayeti okuduğu zaman, eğer kalbi o ayette mutmain olup onun mânâsını anlamamışsa ikinci bir defa onu tekrar ederdi. İşte bu sıfat bir önceki ayetin taziminden doğan sıfattır. Zira kişi, okuduğu kelâmı tazim ederse okudukça onunla müjdelenir, aralarında yakınlaşma olur ve okuduğundan gafil olmaktan uzaklaşır. Bu bakımdan Kur´an´da kalbin ünsiyet edeceği mânâlar mevcuttur, yeter ki okuyucu bu işin ehli olsun. O halde Kur´an´ı okuyan bağ ve bahçelerde gezintiye çıkmış gibidir. Bu durumda nasıl olur da onun gayrisini düşünüp de onunla meşgul olabilir. Böyle zevk ve sefa yerlerinde dolaşan bir kimse elbette onlardan başkasını düşünmez.
Denildi ki: Kur´an´da meydanlar, bostanlar, kasırlar, gelinler, ipekliler, bahçeler ve hanlar vardır. Mim harfleri Kur´an´ın meydanları, R harfleri Kur´an´m bostanları, H harfleri sarayları/köşkleri, tesbih ve tenzihi bildiren ayetler gelinleri, Ha Mimler ipeklileri (gelinlikleri), mufassal sûreler bahçeleri, diğer kısımları ise hanlarıdır. Bu bakımdan okuyucu meydanlara girdiği, bostanlardan biçtiği, saraylara yerleştiği, gelinleri gördüğü, ipeklileri giydiği, bahçelerde dolaştığı ve hanların odalarında kaldığı zaman, tamamen bu zevkin tesirinde kalır. Artık Allah´tan başkası ile meşgul olmaz. Kalbi başka yerlere gitmediği gibi, fikri de dağılmaz.
IV.Tedebbür (Düşünmek)
Düşünme, kalp huzurunun ötesinde bir mânâdır. Zira insanoğlu bazan Kur´an´dan başka şey düşünmez. Fakat buna rağmen sadece Kur´an´ı dinlemekle yetinir, mânâlarını düşünce süzgecinden geçirmez. Oysa okumaktan gaye düşünmektir. İşte düşünmeyi teinin etmek için, Kur´an´ı tertîl ile okumak sünnet olmuştur. Çünkü Kur´an´ın zahirini tertîl ile okumak bâtınında tedebbür (düşünme) imkânını bahşeder.
Hz. Ali şöyle buyurmuştur: ´İçinde anlayış bulunmayan bir ibadette hayır olmadığı gibi, içinde düşünme olmayan okumanın da hayrı yoktur´.
Eğer kişi ancak ayetleri tekrar etmek suretiyle düşünme imkânına kavuşabiliyorsa, o zaman ayetleri tekrar ediversin. Ancak bir imama uymuş ise, ayetleri tekrar etmeyi terketmek gerektir. Zira imama uyan bir kimse bir ayeti düşünmeye koyulduğu takdirde imam başka bir ayete geçer, o zaman imamı dinlememiş olur ve böylece günahkar olur. Hâli, tıpkı muhatabının bir kelimesi hoşuna gidip de onunla meşgul olan, konuşmasının diğer bölüm-lerini anlamayan bir kimsenin hâline benzemiş olur...
Rükûa vardığında, rükûdan önce okuduğu bir ayetin mânâsını düşünmekte olup rükûda okunan teşbihlerin ne demek olduğundan gafil bulunan bir kimsenin hâli de böyledir. Zira bu hâl, artık vesveseden başka bir şey değildir.
Amr b. Abdülkays ´Namaz içinde beni vesvese kaplıyor´ dediğinde kendisine sorulur: ´Seni saran vesvese dünya işlerindeki vesvese midir?´ O da şöyle cevap verir: "Bedenimin mızrak darbesiyle delik deşik oluşu, namazda dünya vesvesesinin beni kaplamasından daha sevimli gelir bana. Böyle bir hâl yoktur. Ancak kalbim rabbimin huzurundaki duruşumla meşgul oluyor. Ben nasıl bu huzurdan ayrılacağım diye düşünüyor ve vesveselere kapılıyorum. (Bu huzurdan Allah katında makbul olanlardan olarak mı ayrılacağım, yoksa merdûd olanlardan mı?)´
İşte o böyle bir düşünceyi vesvese olarak kabul ediyordu. Hakîkatte de bu düşünce vesvesedir. Çünkü bu düşünce, insanı yaptığı fiilin mânâsından uzaklaştırır. Şeytan, bu mertebeye varan bir kimseyi, ancak dinî bir maksadla böyle meşgul edebilir. Yani onu daha faziletli bir dinî vazifeden bu şekilde menetmeye muvaffak olur. Hasan Basrî´ye Âmir b. Abdülkays´ın bu hali söylendiği zaman şöyle dedi: Eğer siz Âmir´den naklettiğiniz bu sözde doğru iseniz bilin ki, Allah Teâlâ böyle birşeyi bizde yaratmış değildir.
Hz. Peygamber (s.a) Besmele´yi okuyup yirmi defa tekrar etmiştir,37
Rasûlullah´ın (s.a) Besmele´yi tekrar etmesi, mânâsını düşünmek içindir.
Ebû Zer Gıfâri´den şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a) bir gece önümüzde namaza durdu. Şu ayeti tekrar tekrar okudu: ´Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır ve eğer kendilerini bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen mutlak galibsin ve hükmünde hikmet sahibisin´. (Mâide/118)38
Temim ed-Dârî bir gece sürekli şu ayeti tekrar etti: ´Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar kendilerini iman edip, sâlih amel işleyenler gibi mi yapacağımızı, hayat ve ölümlerini bir tutacağımızı mı sandılar? Ne fena hüküm veriyorlar´. (Câsiye/21)
Said b. Cübeyr bir gece şu âyeti tekrarladı: ´Ey günahkârlar! Bugün mü´minlerden ayrılın´. (Yasîn/49)
Âlimlerden biri ´Herhangi bir sûreyi açıyorum. O sûrede gördüğüm bazı hakikatler akşamdan sabaha kadar o sûreyi bitirmekten beni alıkoyuyor´ buyurmuştur.
Bir âlim de şöyle der: ´Mânâsını anlamadığım ve kalbimin nasibi içinde bulunmayan bir ayeti okuduğum zaman, ondan sevap elde ettiğime inanmıyorum´.
Ebû Süleyman ed-Dârânî´den şöyle hikâye edilir: ´Ben bir ayeti okuyorum, bazan dört veya beş gece o ayeti tekrar edip duruyorum. Buna rağmen eğer o ayet hakkındaki düşüncemi kesmezsem, başka bir ayete geçme imkânı bulamıyorum´.
Seleften biri altı ay Hûd sûresini tekrar edip durur. Bir türlü bu zaman zarfında o sûrenin mânâsını düşünmekten kendisini kurtaramaz.
Ariflerden biri şöyle der: ´Her cuma, her ay ve her sene bir hatmim vardır. Aynı zamanda otuz seneden beri başlattığım bir hatmim vardır ki, hâlâ onu bitirmiş değilim´.
İşte bütün bunlar düşünce ve tedkik derecelerine göre cereyan etmektedir. Bu zatlar, aynı zamanda şunu da söylemişlerdir: ´Kur´an´ı okurken nefsimi ameleler yerine koyuyorum. Bazen günü gününe çalışıyorum, bazen aylık, bazen haftalık, bazen de senelik çalışıyorum´.
37) Ebûzer el-Herevî, (Ebû Hüreyre´den zayıf bir senedle)
38) Nesâî ve İbn Mâce, (sahih bir senedle)
Tefehhüm (Anlamaya Çalışmak)
Tefehhüm, okuduğu her ayetten, gücü nisbetinde anlamaya çalışmak demektir. Zira Kur´ân, Allah´ın sıfatlarını, fiillerini, peygamberlerin hallerini, peygamberleri yalanlayanların hâllerini ve onların nasıl helâk olduklarını, Allah´ın emirlerini, yasaklarını, cennet ve cehennem zikrini ihtiva etmektedir.
Allah´ın sıfatlarını belirten bazı ayetler:
O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden çiftler yapmıştır. Davarlardan da çiftler... Sizi bu tarzda yaratıp üretiyor. O´nun misli gibi (ona benzer) tek birşey yoktur. O, bütün söylenenleri işitir bir semî´dir, bütün yapılanları gören bir basîr´dir.(Şûrâ/11) Melik ´tir (mülk ve saltanatı devamlı olandır), Kuddûs ´tür (yani her türlü noksanlık ve ayıplardan beridir, bütün âfet ve kederlerden salimdir), Mü´min dir (yâni emniyet verendir), Müheymin´dir (yani her şeyi gözetip koruyandır), Azîz dir (yani herşeye galibdir), Cebbâr´dır (yani kulların hallerini ve ihtiyaçlarını düzeltendir. Varlığı çok yücedir), Mütekebbir ´dir (azamet ve ululuk sahibidir).
(Haşr/23)
Bu bakımdan okuduğumuz bu isim ve sıfatların mânâlarını derin derin düşünmelidir ki, bunların sırları kendisine inkişâf etsin. Zira bu isim ve sıfatların altında öyle mânâlar saklıdır ki, o mânâlar ancak muvaffak olanlara belirir. Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:
Hz. Peygamberin insanlardan gizleyip de sadece bana fısıldayıp söylediği birşey yoktur. Ancak Allah Teâlâ´nın, kitabı hususunda kuluna verdiği anlayış ve idrak müstesna!39
Bu nedenle okuyucu Kur´an´ın mânâsını anlamayı şiddetle aramalıdır.
İbn Mes´ûd şöyle buyurmuştur: ´Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini isteyen bir kimse, Kur´an´ı deşsin. Kur´an´ın en büyük ilimleri Allah Teâlâ´nın isim ve sıfatları altındadır. Çünkü insanların çoğu o isim ve sıfatlardan ancak kendi anlayışlarına uygun mânâlar çıkarmışlardır. Oysa onların derinlerine nüfûz etmemişlerdir.
Allah Teâlâ´nın Fiilleri
Gökleri, yeri ve onlardan başka varlıkları yarattığını zikretmesi gibi... Bu bakımdan okuyan bu mânâları taşıyan ayetlerden Allah´ın sıfatlarını ve celâlini anlamalıdır. Çünkü fiil, faile delâlet eder. Fiilin büyüklüğü failin büyüklüğüne delildir. Bu bakımdan fiilde, fiil değil fâil görünmelidir.
Hakkı bilen, herşeyde O´nu görür. Çünkü herşey haktandır. O´na dönecek, O´nunla kaim ve O´nun içindir. Bu bakımdan hakîkat açısından O, külldür. Yani herşey O´nun varlığını ilan etmektedir. Kim gördüğünde O´nu görmezse sanki O´nu tanımamıştır. O´nu tanıyan da O´ndan başka her ne varsa hepsinin bâtıl olduğunu tanımış demektir. O´nun zâtı hariç, herşey helâk olur. Bunun mânâsı herşey ikinci bir halde iptal olunacaktır demek değildir. Belki herşey el´ân, eğer zâtı, zât olarak itibar edilirse bâtıldır. Ancak Allah´ın var ettiği ve O´nun kudretiyle meydana geldiği cihetle eşyaya itibar edilirse, o vakit varlıkları bu mânâ ile sabit olur. Yani tâbi olmak yoluyla sâbit olurlar. İstiklâl yoluyla ise, mutlak bâtıldırlar.
İşte bu keyfiyet, mükâşefe ilminin başlangıçlarından bir başlangıçtır. Bu sırra binâen okuyucu şu ayetleri okuduğu zaman sadece su, ateş, ekin ve meni mânâlarına düşüncesini hasretmemelidir. Belki meninin biri diğerine benzer cüzlerden müteşekkil olduğunu düşünmeli, sonra bu meninin et, kemik, sinir ve damarlara nasıl taksim edildiğini, çeşitli şekilde baş, el, ayak, ciğer, kalp ve sâir âzâlar olarak meydana nasıl geldiğini, sonra buradaki kulak, göz, akıl ve sair şerefli sıfatlarının nasıl belirdiğini, sonra bunlardaki gazab şehvet, kibir, cehalet, yalanlamak ve mücadele gibi çirkin sıfatların nasıl olduğunu düşünmelidir.
Bahsi geçen ayetler şunlardır:
Şimdi gördünüz mü o ektiğiniz tohumu?
(Vâkıa/63)Şimdi gördünüz mü (rahimlere) döktüğünüz meni yi?
(Vâkıa/58)Şimdi içmekte olduğunuz suyu bildirin bana!
(Vâkıa/68)Şimdi çakıp yakmakta olduğunuz ateşi bana haber verin!
(Vâkıa/71)
Evet, bu ayetleri söylediğimiz gibi düşünmelidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
O (inkarcı) insan görmedi mi? Biz onu bir nutfeden yarattık. Şimdi de âşikâr bir mücadeleci kesiliverdi.
(Yâsin/77)
Evet, bu hikmetleri düşünmelidir. Düşünmeli ki, o hikmetlerin acaipliklerine ulaşabilsin. Acaiplerin acaibi ise, bu acaiplerin kaynağı bulunan sıfatlardır. Bu bakımdan kişi, daima sanata bakmalıdır. Bakmalıdır ki, orada yaratanı görebilsin.
Peygamberlerin Hâlleri
Kur´ân okuyan insan peygamberlerin yalanlandıklarını, nasıl vurulduklarını ve bazılarının nasıl öldürüldüklerini Kur´an´dan dinlediği zaman, bundan anlamalıdır ki; Allah (cc) peygamberlerden de, kendilerine peygamber gönderilen kimselerden de müstağnidir.
Bu hâdiseler O´nun istiğna sıfatına delâlet eder. Eğer bütün beşeriyeti helâk ederse, bu hadise O´nun mülkünde zerre kadar menfi bir tesir icra edemez. Başka bir ayette peygamberlerin galip geldiklerini okuduğu zaman, Allah Teâlâ´nın kudretine ve hakka yardım etmek hususundaki irâdesine yorumlamalıdır.