sumeyye
Wed 22 September 2010, 05:32 pm GMT +0200
KUR'ÂN’DA AKIL -2
1. KUR'ÂN KISSALARI VE AKIL
İnançsızların akıllarını kullanmamaları konusunda Kur'ân'ın, kıssalar îrâd ettiğini de görürüz. Bu kıssalardan birisi İbrahim (as) ile kavmi arasındaki putların kırılması muhaveresidir. Kur'ân'da bu kıssa şöyle nakledilir:
- Andolsun Biz, önceden İbrahim'e de doğru yolu bilme kabiliyeti vermiştik. Zaten Biz onu(n olgun insan olduğunu) biliyorduk.
- Babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller nedir?"
- Babalarımızı onlara tapar bulduk(da onun için biz de onlara tapıyoruz) dediler.
- Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içerisine düşmüşsünüz! dedi.
- Dediler ki: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?
- Hayır, dedi, sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, bunları O yaratmıştır ve ben, buna şehadet edenlerdenim.
- ALLAH'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım! (Hz. İbrahim'in bu sözü gizli olarak söylediği ve kendisini sadece bir kişinin duyduğu rivayeti de vardır.)
- Sonunda (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye.
- (Döndükleri zaman): "Bunu tanrılarımıza kim yaptı. Muhakkak o zalimlerden biridir" dediler.
- "Onları diline dolayan bir genç işittik, kendisine İbrahim deniliyormuş" dediler.
- Onu insanların gözü önüne getirin de (Ona ne biçim ceza verdiğimize) tanık olsunlar, dediler.
- Hayır, dedi, (büyük putu göstererek) işte büyükleri yapmış, onlara sorun eğer konuşurlarsa! (*)
- Kendi vicdanlarına başvurup (içlerinden): "Hakikaten sizler haksızsınız" dediler.
- Peki siz ALLAH'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
- Yuh size ve ALLAH'tan başta taptıklarınıza. Aklınızı kullanmıyor musunuz? (Enbiyâ, 21/51-67) (**).
Görüldüğü üzere, tapınma, tevhid ve ulûhiyyet inancı gibi en yüce ve en yüksek inanç konularında dahi Kur'ân, insanların akıllarını kullanmaları gerektiği hususunda oldukça net bir tavır koymaktadır. Dolayısıyla dinin, inanç umdelerinin hemen hiç birisinde insan, aklını kullanmamaya çağrılmamakta, bilakis din bütünüyle akla hitap etmektedir. Toplumumuzda, özellikle günümüzde hâlâ bazı hurâfe sayılabilecek tutum ve davranışların sürüyor olması insanımızın hem selim akılla olayları muhakeme etmemesi/edememesi, hem de yeterli din eğitimi alamamış olmalarından kaynaklanmaktadır.
İnsanların inanç konusunda akıllarını kullanmamaları ile ilgili diğer bir Kur'ân kıssası da Musa (as) ile Fir'avun arasında geçen şu tartışmadır.
- Fir'avun dedi ki: (Ey Mûsâ) âlemlerin Rabbi nedir?
- Mûsâ: "O sizin de Rabbiniz evvelki atalarınızın da Rabbidir" dedi.
- (Fir'avun): "Size gönderilen elçiniz muhakkak delidir" dedi.
- (Mûsa devamla): "Eğer aklederseniz O, doğunun, batının ve bunlar arasında bulunanların Rabbidir" dedi (Şuârâ, 26/23-28).
Bu âyetten 191. âyete kadar sürekli olarak, yeryüzünün gerçeği arayan kimseler için "âyetlerle dolu olduğu ifade edilmiştir. Ancak aklını kullanmayanlar ve doğru yoldan sapmış bulunanlar bu âyetleri görseler de aklını kullanmayı bir tarafa itmiş, gözünü hakikatlere karşı kapamıştır. Çağlar boyu bu tür inançsız kişi ve grupların tartışma biçimleri, karşı çıkışları, inanmamak ve aklını ilâhî istikâmette kullanmamak için ileri sürdükleri bahane ve özürleri, bunun sonunda da uğradıkları feci akıbetleri hep aynı olmuştur.
Ayrıca bu ayetlerde söz konusu edilen "doğu" ve "batı" konusu vardır ki başlı başına bir inceleme alanıdır kanaatindeyiz. Çünkü, günümüzde dünyayı inançlı doğulular, yani şark toplumu ve inançsız batılılar, yani garp toplumu şeklinde sunî olarak ikiye ayıranlara, şark toplumlarını dindarlıklarından ötürü gericilikle suçlayanlara verilecek cevap bu gün de ayette olduğu şekildedir, kanaatindeyiz. Yani ALLAH (cc) arzın sadece bir bölümü olan şarkın değil aynı zamanda garbın da Rabbidir. Bu husus aynı zamanda İslâm dininin evrenselliğine ayrı bir buud kazandırmaktadır.
2. İNSANIN YARATILIŞI VE AKIL
Makro kozmosun küçültülmüş bir misali olan mikro kozmos yani insan ve onun yaratılışındaki akılları hayrette bırakan sanatı araştırma ruhu İslâm'ın gelişi ile beraber âdeta doruk noktasına ulaşmıştır. Biz burada konumuzla ilgili sadece bir âyeti belirteceğiz ki o da şudur:
"O'dur ki, sizi (önce) topraktan, sonra nutfe -sperma)-dan, sonra mudğadan yarattı. Sonra sizi çocuk olarak (annelerinizin karnından) çıkarıyor. Sonra güçlü çağınıza eresiniz, sonra da ihtiyarlar olasınız diye sizi yaratıyor. İçinizden kimi de daha (ergenlik veya ihtiyarlık çağına ermeden) önce öldürülüyor. Belli süreye erişmeniz ve aklınızı kullan(ıp ALLAH'ın bundaki hikmetlerini anla) manız için böyle yapar. (Mü'min, 40/67).Bu konuda benzer bir âyetler topluluğu da Mü'minûn sûresinin 12-15. âyetleridir. İlâhiyâtçılar ile tıp bilginlerinin sadece bu konuda yapacakları müşterek bir çalışma ile, ALLAH'ın insanda yarattığı ve yaratmakta olduğu harikulâdeliklerin akılları ne derece hayrette bırakabilecek bir şekilde olduğunu göstermesi açısından kayda değer bir husustur. Böylece bilim dünyası "Tıbb-ı Nebevî"nin yanında bir de "Tıbb-ı Kur'ânî" ile de tanışabilecektir kanaatindeyiz.
3. AKIL VE ÎMÂN KONUSU
Günümüzde bir takım ilmî spekülasyon ve sansasyonlarla insanımızı idlâl etmeye çalışanlar, akıl ve iman arasında bir tezadın ya da çatışmanın varlığını kabul etmede ve ettirmede oldukça acelecilik ve yanılgı içerisindedirler. Çünkü akıl, iman ile tezat halinde olmadığı gibi tam aksine uyum içerisindedir. Yani aklını gerçek gücüyle kullanmaya gayret eden kişi, aklî araştırma sonuçlarının ALLAH'a iman ile en yüksek derecede uyum halinde olduğunu görmekle hayretini bir kat daha artırmaktadır. Dolayısıyla aklî sapmalardan uzak kalmayı dilemek, irade etmek gerekmektedir. Bu nedenle, aşağıya meâlini aldığımız âyet-i kerîme oldukça dikkat çekicidir.
"İçlerinden sana kulak verip (Kur'ânı) dinleyenler de vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!" (Yûnus, 42/10).
Öyle görülüyor ki, iman sözkonusu olduğunda aklî melekeyi tam anlamıyla kullanma öncesi, bir alt basamak olan irade (***) iyi ya da kötü yönde harekete geçmektedir. Bu iradenin iyi ya da kötüye yönelmesinden sonra da aklı kullanma devreye girmektedir. Böylece bizler şu ayetin anlamını daha iyi kavrayabiliriz: "Kâfirlerin hali, bağırıp çağırmak dışında bir şey duymayan, yine de haykıran kimsenin haline benziyor. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Onun için akletmezler." (Bakara, 2/ 171). Bu durum bize "önyargı", "peşin hüküm" dediğimiz aklî muhakemeye zıt bir hususu hatırlatmaktadır. Dolayısıyla, inanç konusunda menfî önyargısı bulunan kişilerin, yani sezme, anlama ve kavrama iradelerini olumsuz yönde kullanan kişilerin, bu konuda akıllarını kullanabilmeleri imkân harici gibi görünmektedir. Ancak zihnimize şöyle bir soru gelebilir: Acaba, iradelerini, inanç konusunda müsbet harekete geçirenlerin durumu, bir öncekiler gibi akıllarını kullanamama riskini beraberinde getirmekte midir? Cevap olarak "hayır" diyoruz. Çünkü, inanç konusunda iradenin müsbet yönde harekete geçirilmesi, aklı kullanma için ilk basamağı oluşturmaktadır. Bu nedenle aklın devreye girmemesi gibi bir olay sözkonusu değildir. Bununla beraber şunu da söylemeliyiz ki, iradesini inanma yönünde kullanan bazı kişiler yine inanç konusunda akıllarını kullanmada pasif kalabilmektedir. Bu ise dinimizde pek de övülen bir haslet değildir. Çünkü imanın, inancın aklı kullanmadan taklidî bir şekilde değil de tahkikî olarak yani aklın devreye girdiği durumlar daha fazla övülmüştür.
4. AKIL VE TABİAT
Kur'ân gece ve gündüzün yaratılmasında, yerkürede birbirine komşu kıtaların, ekinliklerin bulunmasında (er-Râ'd, 13/4) güneşin, ayın ve yıldızların ALLAH'ın emri ile hareketinde, gökten indirilen suda, hayvanlardan elde edilen gıdalarda aklını kullananlar için ibretler bulunduğunu belirtiyor. (en-Nahl, 16/12)
Öyleyse tabiatta meydana gelen olayları, alışılmışlığın ve âdiyattan saymanın verdiği gafletten silkinerek, daha değişik bir gözle değerlendirmek gerekmektedir. Aklın ve ferasetin kullanılmasıyla insan, olaylar arasında irtibat kurmada zorlanmayacak, kâinatta ve tabiatta meydana gelen baş döndürücü nizam ve ahengin mûcidine ulaşacak ve bir anlamda da bu hareketiyle kendisine ve diğer insanlara bahşedilmiş olan sayısız nimetlere az da olsa şükürle mukabele edebilmiş olacaktır. Gerçekten de Kur'ân'ın ifadesiyle, dünyada emre amade kılınan canlılar vasıtasıyla insanoğluna büyük bir nimet bahşedilmiştir. Ancak, bu hadd ü hesaba sığmayan, sayılmak istendiğinde saymaktan aciz kalacağımız (ibrahim, 14/34) bunca nimet karşısında bile insan; akletmeyen, sağır ve dilsiz bir hale gelebilmekte (el-Enfâl, 8/22) hatta, hayvandan daha aşağı bir görüntü (el-Furkân, 25/44) meydana getirebilmektedir.
Yine Kur'ân; gökten indirilen su/rızık, yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesinde, aklını kullanan bir toplum için ALLAH'ın varlığına dair pek çok deliller bulunduğunu (Ankebut, 29/63), (Rûm, 30/ 24), (el-Casiye, 45/5) belirtiyor.
Burada yeri gelmişken hemen şu hususun belirtilmesinde fayda mülâhaza ediyoruz. Aklın; ALLAH'ın geniş dairedeki faaliyetlerine bakıp, o faaliyetlerdeki baş döndürücü ahengin büyüsünde boğulmaması için, Kur'ân âyetlerinde, büyük dairedeki faaliyetlerle en küçük dairedeki işler beraber zikredilir (Rûm, 30/ 22) ki buna kelâmda "vahdet için ehâdiyet" denilmektedir.
Bu konu ile ilgili diğer bir âyette ise şunları görüyoruz:
"O; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Diğer yıldızlar da ALLAH'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda akleden bir millet için pek çok deliller vardır." (Nahl, 16/ 12), Astronominin gelişmesinde Kur'ân'ın çok büyük rolü olduğu bilinen bir gerçektir. İslâm tarihi boyunca çeşitli İslâm merkezlerinde oluşturulan rasathaneler bunun en açık bir delilidir. Bütün müslüman gökbilimciler Kur'ân'ın bu ve benzeri âyetlerini kendilerine hep bir çıkış noktası addetmişlerdir.
Başka bir âyette de: "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, ALLAH'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında; rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (ALLAH'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır" (Bakara, 2/75) buyurulmaktadır.
Bu âyet-i kerîmelerde dikkatimizi çeken diğer bir husus ise,
Kur'ân'ın: "düşünen bir topluluk/millet" ifadesini kullanıyor olmasıdır. Ayetlerdeki bu tavsiflerden hareketle, "toplumu bir organizma şeklinde kabul eden sosyologların haklılık payı daha da güçlenmektedir" şeklindeki bir yargı yanlış mı olur? Ya da; "ferdin zarar ve kötülüklerden ferdî akıl vasıtasıyla sakınıyor olması, toplumun da toplumsal akıl vasıtasıyle bünyesine uygun olmayan zararlı öğelerden sakınması" şeklinde varsayımda haklılık payı ne derecededir? Ancak şimdilik bu soruları zihnimizde birer istifham olarak bırakıyor, mevzuya ilgi duyan din sosyologlarının ileride bu konuyu derinlemesine inceleyeceklerini ümit ediyoruz.
III. BÖLÜM
I. KURANDA AKIL EĞİTİMİ
Akıl eğitiminin ne derece önemli olduğu hususu izahtan varestedir. Akıl eğitiminin öneminin sebebi; öncelikle eğitimcilerin eğitimde ilerlemesi, ikinci olarak da ülkenin çeşitli ilmî sahalarda ilerleyebilmesini sağladığı içindir. Çünkü ilmî inkişaflar eğitimcilerin eğitimde ilerlemesine, bu eğitimcilerin ilmen ilerleyebilmesi de akıl eğitimine bağlıdır. Akıl ise, herkesin kabul edeceği üzere insanın en değerli varlığıdır. Dolayısıyla akıl eğitimi, akıl ya da idrak diyebileceğimiz ünitelerin, yani insanın en değerli varlığının gelişmesine sebep olmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in akıl konusunda îrad ettiği nasslardan anlayabildiğimiz kadarıyla akıl; insanın amellerinden mesul olması, hak-batıl, hayır-şer, hüsün-kubuh, ilim-cehalet arasında temyizde bulunabilmesi ve bunlara bağlı olarak da hak, hayır, hüsün ve ilmi tercih edip; batıl, şer, kubuh ve cehaletten de uzak durmakla mükellef olmasıdır. Dolayısıyla insan, bu akıl gücünü yaratıcısının dilediği şekilde kullanmalı, dünyevî ve uhrevî hüsrana düşmemelidir. Cenab-ı Hak, dalalet ve inhiraf sebebi olarak akl-ı selimle amel etmemeyi gösterir ve şöyle der:
"Diyorlar ki, şayet işitseydik ya da akletseydik cehennemliklerden olmayacaktık."
"ALLAH'ın kelâmını işitiyorlar, ama onu aklettikten sonra (dahi) tahrif ediyorlar."
"İnsanlara iyiliği emrediyor da kendinizi unutuyor musunuz? Üstelik kitabı da okuyorsunuz." (Bakara, 2/75).
"İşte biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Bu misalleri ise ancak bilgin olanlar aklederler." (Ankebut, 29/43).
Ayrıca dini tebliğ karşılığında ücret beklenmemesi ve istenmemesi mevzuu tebliğ faaliyetlerinin makul görünmesi açısından ayrı bir önem arzetmektedir ki, diğer türlü insanlar yapılan hayırlı çalışmaların arkasında menfaat olduğu düşüncesiyle gerçeklere sırt çevirebilir, yani akıllarını kullanmayabilirler (Hûd, 11/51).
Yine, yeryüzünde dolaşıp, daha önceki ümmetlerin sonlarının nasıl olduğunu temaşa etmek ve onların fısk u fücur adına yapmış oldukları hatalar sebebiyle uğramış oldukları feci âkibetlerini değerlendirmek yoluyla korunmak da aklını kullanabilenlere has bir sıfat sayılmıştır (Yûsuf, 12/109).
Âyetlerdeki, ibret amacıyla yeryüzünde dolaşıp, gezme ve temaşa konusundan hareket ederek "akıl-akletme" sözcükleri ile "filozof" sözcüğü arasında küçük de olsa bir bağlantı kurmak istiyoruz. Şöyle ki: "Bilgiyi seven, bilge" anlamına gelen Grekçe "philosophy" sözcüğü asıl ve birinci anlamını pratik hayattan almaktadır. Yani "sophos"dan ilk anlaşılan şey "beceri ve iktidar sahibi kişi'dir. Herodot da sözcüğü bu anlamda yani "hayat tecrübesi fazla kişi" anlamında kullanır. Meselâ o, Atinalı Solon'u, bir çok ülkeyi gezip görmesinden dolayı "theoria" (görme, kuşatıcı bakış) sahibi bir filozof sayar.
Dolayısıyla, ibret ve tefekkür için yapılan geziler aklın düzgün kullanılabilmesinde ve işletilmesinde önemlidir. Hatta insanımız arasında: "Çok gezen mi bilir çok yaşayan mı?" sözü çok dolaşanın daha fazla bilgili olacağı anlamında kullanılmaktadır.
Bu mülâhazalardan sonra da kısaca, İslâm'da akıl eğitiminin çeşitli yönlerine geçmek istiyoruz.
1. İNANÇLI-İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Günümüzde her felsefe ve ideoloji eğitim yolu ile, hayata ve olaylara kendi mantığı ve bakış açısı ile bakan bir akıl oluşturma yolunda gayret göstermektedir. Bizlerin de toplumdaki fertleri eğiterek, selim bir akılla düşünebilecek, hayata ve olaylara İslâmî bakış açısı ile yönelebilecek hale getirmemiz gerekmektedir. Çünkü eğitim, artık sadece bir ilim olmaktan öte bir sanat durumundadır. Fertlerin istenilen düşünce platformuna gelebilmeleri için, eğitimin bütün gücü kullanılmaktadır. Materyalist, ateist vb. felsefeler fertleri eğitim yolu ile diledikleri şekle sokmakta ve felsefî görüşleri ile onların akıllarını, hakikatleri göremeyecekleri, kendi dışlarındaki gerçekleri her ne suretle olursa olsun, rededebilecekleri bir hale getirmekte, yine bu kişileri kendi görüşlerine alabildiğince tutkun, müdafaacı ve gerektiğinde görüşleri uğruna mal ve canlarını feda edebilecek hale getirmektedir.
İşte bizlerin de; insanımızın varlığa ve onun özüne, hayata ve ötesine İslâmî tarzda bakabilecekleri bir şekilde akıllarını eğitmemiz gerekmektedir. Böylece insanlar, aklî ve ilmî açıdan her açılım ve gelişmelerinde gerçekleri daha iyi görebilecek, ALLAH'ın eşyadaki "âyet'lerini daha iyi anlayabilecek ve sonra da kendisini bulunabilecekleri bir inanç sağlamlığına ulaşmış olacaklardır.
"İşte bu misalleri insanlara anlatıyoruz. Ama bunları ancak bilgin olanlar anlar."(Ankebut. 29/43) Bu bilginler ALLAH'ın yarattıklarına Rabbani bir bakışla ve ALLAH'ın nuru ile bakmaktadırlar. Diğerleri ise sadece karanlık, maddî bir bakışla olayları gözlemekte ama görememektedirler.
2. BASİRETLERİN OLUŞTURULMASI
ALLAH (cc) kitab'ı hak üzere indirmiş (İsra, 17/105) insanlara doğru bir yol resmetmiştir. İslâm davetçilerine ve eğitimcilere de insanlara bu doğru yolun gösterilmesi ve gerçeklerin açıklanması konusunda çağrıda bulunmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber (sav) bilindiği gibi en güzel örnektir. Bir âyette ALLAH (cc) O'na hitaben şöyle demesini ister. "De ki: İşte benim yolum budur. ALLAH'a basiretle devam ederim. Ben ve bana uyanlar... ALLAH'ı tenzih ederim, ben ortak koşanlardan değilim." (Yusuf, 12/108) İslâm, insanlara gerçekleri gösterebilmek için, çeşitli idrak etme kabiliyetlerinin varlığından söz eder (Enam, 6/104). Fahruddîn Razî bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: "Basair" kelimesi "basiret" kelimesinin çoğuludur. Nasıl "basar" kelimesi başta bulunan "göz" ile meydana gelen tam bir görmeyi belirtiyorsa, "basiret" kelimesi de "kalpte" meydana gelen tam bir idraki anlatır.2 "İnsan bilakis kendi nefsi konusunda basiret sahibidir" (Kıyame, 75/14) ve "Muhakkak ki Rabbinizden size basair gelmiştir" En'am, 6/104) âyetleri ve benzer diğer âyetler, basiretin hasıl olmasına sebep olduklarından dolayı "basâir" (basiretler) olarak adlandırılmıştır. Yoksa bu âyetlerden maksat dine ve onun delillerine bir çağrı yapmaktadır.
3. "HİKMET"İN OLUŞTURULMASI
"Hikmet" kelimesi, aklî ve ilmî bir şekilde gerçeğe ulaşmak anlamına gelmektedir. Hikmet, ALLAH'tan olursa eşyayı tanıtması ve onu en iyi bir şekilde var etmesidir. İnsandan olursa, varlığı tanıma ve hayırlı işler yapmadır. "Andolsun ki Lokman'a hikmeti verdik"'(Lokman, 31/12) âyetinde kastedilen mânâ da bu ikincisidir. 3
"Hikmetin öğretilmesi ve yaygınlaştırılması akıl eğitimi açısından oldukça önemlidir. Çünkü hikmet; akıllı, bilgili ve öğrendiği ilmî gerçekleri hayatın çeşitli yönlerine uygulayan bir şahsiyet kazandırmada gözardı edilemeyecek bir âmildir.
Hikmetin öneminden dolayı, Cenab-ı Hak bu kelimeyi hem "Kur'ân" hem de diğer kütüb-ü semaviye ile birlikte zikretmektedir. "... sana Kitab'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim." (Maide, 5/110)Yine bu nedenle Hz. Peygamber (sav). Kitab'ı talim, nefisleri tezkiye ve "hikmet'i öğretme vazifesi ile gönderilmiştir: "Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik" (Bakara, 2/151). Ayrıca İslâm'da, ALLAH yoluna davetin hikmet ve mev'ize-i hasene ile yapılması gerektiği de şu âyette belirtilmektedir: "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır." (Nah. 16/125).
Bu kelime Kur'ân'da tam yirmi yerde zikredilmiştir. Bunlardan eğitim sahasında, Hz. Peygamber (sav)'in ve Lokman (as)'ın eğitimi konusu gözümüze çarpmaktadır: "Sizleri tezkiye etmek ve yine sizlere kitab'ı hikmeti öğretmek için..." (Bakara, 2/ 151) ve Lokman (as)'ın oğlunun, dolayısıyla günümüz, günümüz öncesi ve sonrası için ebeveynlerin çocuklarının eğitimi ile ilgili şu âyet-i kerîmeler:
"Andolsun ki Biz, Lokman'a hikmet verdik: ALLAH'a şükret, kim şükrederse kendisi için şükreder; ama kim nankörlük ederse ALLAH zengindir, övülmüştür." (Lokman, 30/12) "Lokman süresindeki bu onikinci ayetten ondokuzuncu âyete kadar Lokman (as)'ın oğluna yapmış olduğu tavsiyelerin başlıca şu konulardan oluştuğunu görmekteyiz: Şükür, şirk koşmama, iyilik ve şükür, ebeveyne iyilik ve şükür, ebeveynle şirk dışındaki konularda iyi geçinme, iyiliğin evrensel tutulması, namaz, emr-i bi'l ma'ruf-nehy-i an'il münker, sabır, kibirlenip böbürlenmeme, tutum ve tavırlarla ölçülü hareket etme."
Saymış olduğumuz bu hususların hepsi de ayrı ayrı ehemmiyeti haizdir ve dolayısıyla müstakil birer çalışma ve araştırma konularıdır. Bu nedenle şimdilik bu konulan açmıyoruz.
4. İLMÎ AKLIN OLUŞTURULMASI
Bilindiği gibi eğitimcilere göre bilginin öğretilmesi sonucunda aklî gelişim olmaktadır. Bu nedenle Kur'ân, çeşitli vesilelerle ilmin ehemmiyetine dikkat çekmektedir: "De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/10). "ALLAH, sizden iman edenlerle ilim verilenleri derecelere yükseltir." (Mücadele, 58/11).
Kur'ân'da bir insanın bir başkasına karşı ancak şu üç şeyden dolayı tercih edileceğini görüyoruz. Bunlar; ilim, iman ve takvadır (Mücadele, 58/11; Zümer, 39/10; Sa'd, 38/28; İnfitar, 82/14).Bunlara paralel olarak Kur'ân; dinî ilmin gizlenmesi, saklı tutulması konusunda da oldukça şiddetli davranmıştır (Bakara, 2/ 174). Yine, saklanmaması gereken bu ilmin, insanlara ulaştırılması konusu da müslümanın üzerinde bir yükümlülük olarak görünmektedir (âl-i İmrân 3/137).İlim öğrenme aşkının, kısa zamanda bütün müslümanlarda uyandığı tarihî bir gerçektir. İslâm devletinin sınırları birkaç onyıllık bir süre içerisinde indüs Nehri'nden Atlantik Okyanusu'na, Bağdat'tan Kurtuba'ya Semerkant'tan Tombuktu'ya kadar genişledi ve müslümanlar yeni bir kültür ortaya koydular. Bu arada gittikleri her yerde ilim merkezleri teşekkül ettirdiler. İlim adamları yaya olarak, atla, gemiyle diyar diyar ilim elde etme arzusuyla dolaşmışlar, her türlü tehlikeyi göze almışlardır.
SONUÇ
Sonuç olarak, aklın, Kur'ân'da belirtilen fonksiyonlarını şu şekilde hülasa edebiliriz:
- Tabiat hareketleri ve onların değişimindeki hikmeti kavramak.
- Yaratılış sırlarına vâkıf olmak için gayret göstermek.
- İnsanı ve onun mükemmel yaratılışını idrak etmek.
- İnsanları iknâ için aklî delilleri kullanmak,
- Akla, bir canlılık ve hareketlilik atfedip, onu donuk olarak gösteren düşüncelerden uzaklaşmak.
- Bütün duyuları, aklın bir çeşit fakültesi gibi kullanmak.
- Aklı, Yaratanla yaratılmış arasında bir aracı kılmak ve mesuliyetleri müdrik olmak.
-İnançlı ilmi aklın oluşturulması.Basiretin oluşturulması.
- İlmî aklın oluşturulması.
DİPNOTLAR
*) Burada şu tesbite değinmemizin uygun olacağını düşünüyoruz: Bilindiği gibi Hz. İbrâhim'e, bu âyetten dolayı bazılarınca yalan isnad edilmektedir. Halbuki: "onlara sorun, eğer konuşabilirlerse?" cümlesi İbrahim (as)'in, "İşte şu en büyükleri yapmış" derken yalan söylemediğinin apaçık bir delilidir. İbrahim (as)'in bununla yapmak istediği, putların bu insanları korumak için hiçbir şey yapamamış olmalarının, hatta çaresiz ve güçsüz oldukları için konuşamadıklarının farkına varmaları ve bunu kabul etmeleriydi. Bir kimse tartışma sırasında, karşı tarafın görüşünün imkânsız olduğunu gündeme getirmek için gerçek dışı bir soru sorsa elbette bu soruya yalan denilmez. Çünkü konuşan kişi bunu yalan niyetiyle söylememiştir. Muhataplar da zaten bu sözün bir yalan olmadığının farkındaydılar. Çünkü âyetin akabinde, inançsızlar haksız olduklarını düşünmektedirler.
**) Âyet mealleri metne dahil edilmiştir.
***) Biz bu duruma nefs ve nefsin iyi/kötü yönde şekillendirilmesi de diyebiliriz ki ALLAH, nefse bozukluğunu ve korunmasını (isyanını ve itaatini) ilham etmiştir. (Bu konuda bkz. (Şems. 91/7-10)
1) A. Diemer. Günümüzde Felsefe Disiplinleri, Çev. Prof. Doğan Özlem, s. 12.
2) Râzî, eı-Tefsîru'l-Kebîr, c. 13, s. 133.
3) Rağıb, el-Müfredât, s. 127.
BİBLİYOGRAFYA
- Kur'ân-ı Kerim.
- Abbas Mahbub. Usûlü'l-Fikri't-Terbevî fi'l-İslâm. Dâru İbn Kesir, Beyrut- 1987.
- Abbas Mahmud el-Akkad, Mevsûatu'l-Abbas, I-V, Dâru'l-Kütübi'l-Arabi, Beyrut-1971.
- Abdurrahman el-Halâvî. Usûlü't-Terbiyeti'l-İslâmiyye ve Esâlibuhâ, Dâru"l-Fikr, Şam-1979.
- A. Diemer, Günümüzde Felsefe Disiplinleri. Çev: Prof. Doğan Özlem. Ankara-1987.
- Asım Efendi. Kamus Tercemesi, I-IV. Cemal Efendi Matbaası, İstanbul-1305.
- Cemâlüddin Muhammed b. Mükrim b. Manzur el-Ifrîkî, Lisânü'l-Arab. I-XII. Dâru Sadr, Beyrut, trsz.
- Ebu'l-Kasım Hüseyn b. Muhammed er-Râgıb-el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân, Matbaatu'l-Halebî, Mısır-1961.
- Mikdad Yalçın, Cevânibu't-Terbiyeti'l-İslâmiyeti'l-Esasiye, Riyad-1986.
- Muhammed Ali el-Cûzu, Mefhumu'l-Aklî ve'l-Kalb fi'l-Kur'ân ve's-Sünne. Dâru'l-İlm, Beyrut-1983.
- Fahruddin er-Râzî, et-Tefsiru'l-Kebir, Tahran, trsz.
Dr. Musa Kazım Gülçür