- Kulunun Kalbini Kıran Rabbini Karşısına Alır..

Adsense kodları


Kulunun Kalbini Kıran Rabbini Karşısına Alır..

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ayten
Fri 17 July 2009, 10:51 pm GMT +0200
Kulunun Kalbini Kıran Rabbini Karşısına Alır.

İnsan, yaratılmışlar arasında, Cenab-ı Hakk`ın halifesi olmaya, O`nun güzel isimlerini ve ulvî sıfatlarını tastamam yansıtma potansiyeline sahip, kainatın fihristi mahiyetinde, başka canlılardan pek çok farklı derinliklerle donatılmış biricik varlık; kalb de insanın manevî donanımında müstesna bir konum ve özel bir misyona sahip çok önemli bir rûhânî varlıktır. Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm, "Allah sizin kalblerinize bakar, sûretlerinize değil" buyurarak, onun bir 'nazargâh-ı ilahî` olduğunu işaret buyurur. Bu Hadis-i Şerif`ten anlaşılmaktadır ki, Cenab-ı Allah`ın insanla muamelesi kalbine göre cereyan etmektedir. Nitekim, Yunus bize seslenirken,

"Ararsan Mevlâ`yı gönlünde ara" der. İşte bu ölçüdeki ehemmiyetine binaen sûfiler kalbe 'hakîkat-i insaniye` namını takmışlardır.

Öteden beri söz erleri en çok bu hayatî latîfe etrafında çok söz etmiş, yazılar yazmışlardır, sohbetlerine, nazımlarına, nesirlerine hep onu mevzu etmişlerdir. Kalb etrafında cereyan eden hususlar arasında da kalb kırma ve gönül incitmenin ayrı bir yeri vardır.

Kalb, Gönül ve Cân Demektir; Aynı zamanda çok narin ,alıngan ve kırılgandır .

Evet, bizde kalbe 'gönül` de derler, 'cân` da. Yine 'cân` gibi Fârisî lisanından Türkçemize mâlolan 'dîl` kelimesi de bu manada çok kullanılmıştır. Atalarımızın sözleri içerisinde yer alan, " Gönül bir sırça kadehtir; kırılırsa yapılmaz "
şeklindeki ifade, kalbin cam gibi kırılgan ve ince olduğunu, hiç umulmadık şekilde çarçabuk kırılabileceğini, telafisinin de hemen hemen imkansız olduğunu anlatır.

Yine ecdâdımızdan bize miras kalan, "gönül yıkmak", "gönül kırmak", "gönül yarası" gibi ibarelerde gönül hep kalb yerine kullanılmıştır. "Gönül koymak" gücenmek anlamında, "gönül yapmak", yıkık ya da kırık bir gönlü tamir etme karşılığında, "gönül ehli" tabiri de, kalb-i selîme ulaşmış, halim, selim, olgun,bilgili ,alim, fıtratlı kimseler manasında kullanılmıştır..

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, başkalarını incitmeyi, onların kalblerini kırıp, gönüllerini yıkmayı bir alışkanlık haline getirmiş insanlar ALLAH CC. kainata serpiştirdiği rahmet, merhamet ve şefkatten hissesini alamamış nasipsiz insanlardır. Böyleleri aynı zamanda insan olmanın en önemli yanlarından birini teşkîl eden his ve duygudan mahrum hissiz kimselerdir ve islami ahlak içerisinde çok mühim bir yeri olan nezâket, güleryüzlülük ve kem söz söylememe, kem bakışta bulunmama gibi lütuflardan mahrumdurlar. Evet, kalb kırmak tek kelimeyle kaba bir tavırdır ve kabalık sadece, bedevîlere yaraşır.

Allah cc., kullarına her zaman sabrı şiar edinmelerini, dillerine hâkim olmalarını ve gayzlarını yutmalarını emretmenin yanında, " Ben kalbi kırık olanların yanındayım " buyurmak suretiyle, kullarının gönüllerini incitenlerin -bilmeyerek bile olsa- yaradanı yani ALLAH cc. karşılarına alacaklarına işaret buyurmuştur ki, buda oldukça derin ve anlamlıdır..

Efendiler Efendisi de, gerçekten inanmış bir insanın en önemli vasfının diğer insanları eliyle ve diliyle rahatsız edip incitmemesi olduğunu ifade ederek bu husustaki en kesin
kâideyi koymuştur. Yine O`nun beyanlarına müracaatla söyleyecek olursak, kendi kalbinin rencide edilmemesini, gönlünün kırılmamasını arzu eden bir kimse başkalarının kalbini kırmaktan da hazer eder, sakınır. Zira, hakîkî mümin kendisi için istediğini kardeşleri için de arzular; şahsı için istemediği şeylerin başkalarının başına gelmesine de gönlü razı olmaz.

Kalb Allah`ın Evidir

Büyükler hep öyle demişler; kalbi Kâbe`ye müsavî hatta ondan daha üstün tutmuşlardır. İbrahim Hakkı merhum meşhur şiirinde,

"Dil beyt-i Hudâ`dır, ânı pak eyle sivâdan

Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde"

diyerek kısa yoldan bu gerçeği ifade eder. Kalbin Zümrüt Tepeleri`nde bu konunun temeli şu cümleyle ifade edilir: kalb, Kâbe`den daha üstün görülmüştür."

Şu çeşmeye bak su içecek tası yok ,
Kırma kimsenin kalbini, Yapacak ustası yok.


Müminleri incitip onların kalblerini kırmanın büyük bir vebal olduğunu düşünen Allah dostları, bir gönül yıkmanın Kâbe`yi yıkmak kadar günah olduğunu, hâkezâ, bir gönül yapmanın da Kâbe`yi yeniden inşa etmek kadar sevap olduğunu dile getirirmişlerdir. Onlardan biri olan Hazreti Mevlânâ, "Bir defa kalb kırmak, Kâbe`yi alt üst etmekten daha kötüdür. Zira Kâbe`yi Hazreti İbrahim inşa etmiş, gönlü ise Hazreti Allah yaratmıştır" der.

İnsan kalbinin çok hassas ve kırılgan olması üzerinde en fazla duranlardan birisi de yanık şairimiz Yunus Emre`dir. Kalb kırmanın, gönül incitmenin ne büyük bir hata olduğu mülahazası onun pek çok mısraına misafir olmuştur. İşte onlardan ikisi:

"Gönül Çalab`ın tahtı, Çalab gönüle baktı
İki cihan betbahtı, kim gönül yıkar ise."

"Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil"

Kalb kırmak biraz da başkalarını hor ve hakir görmenin neticesidir. Evet, insanın kendisini üstün ve faziletli görmesinin, zayıf karakterli ve bencilliğinin 'tabiî` sonucu başkalarını hor görmesi, dolayısıyla da tahkir etmesi, küçük düşürmeye çalışmasıdır. Takdir edilir ki, böyle bir tavır ve davranış Allah nezdinde hiç de hoş görülmeyecek yanlış bir davranıştır. Çünkü Yaratıcı`ya nispetle bütün insanlar kuldur ve kullukları açısından da herhangi birinin diğerlerinden hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece ve sadece dini diyanet yapma yani hayata hayat kılma hususundaki hassasiyet ve titizlikte aranmalıdır.
Bu ise tamamen bir kalb işidir; hiç kimsenin bir başkasının kalb balansını ölçüp değerlendirme gibi bir imkanı ve selâhiyeti olmadığına göre, kendilerini başkalarının üstünde gören insanlar kibir ve haram gibi insanı ateşe götüren iki karanlık tünele girmiş sayılırlar. Allah bizleri böyle yanlışlara düşmekten korusun.

Başkalarını hor görmenin o insanları incitmeye bâdî olabileceğini merhum Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin şu vecîz beytinde ne güzel ifade edilir:

"Hiç kimseye hor bakma
İncitme, gönül yıkma!"

İnsanlara değer verenlerdir ki, onlar gönül kırmaktan, kalb incitmekten, yürek hırpalamaktan ısrarla kaçar, böyle bir hataya düşmeyi kendi hesaplarına büyük bir günah telakkî ettiklerinden dolayı da başkalarıyla pek titiz davranmak suretiyle peygamberane bir tavır sergilerler. Evet, bu incelik ve nezaket ufkuna ulaşmış edep kahramanları, değil kalb kırma, hayatlarını kalbleri tamir etmeye, gönülleri mamur kılmaya adamışlardır. Felsefenin onlarcasında fakirlerin, düşmüşlerin, muhtaçların ve gönlü buruk olanların kalblerini tamir etmek ibadetler çerçevesinde değerlendirilir.
Yine onlara göre gönül yapmak arş yapmak gibidir. Alvar İmamı ,rahmetullahi aleyh , bir dörtlüğünde bize nasihatte bulunarak, kullarını incitmeyenleri, Allah`ın onların ayıplarını örtmek suretiyle mükafaatlandıracağını anlatır:

"Lutfî miskinlere merhamet eyle
Hizmet eyle cândan hürmetle söyle
Amandır incitme neylersen eyle
Uyûbun muhâsib müsetter eyler"

İncinme, İncinsen de İncitme

Kalb kırmamak kadar, kırılmamak, incitmemek kadar incinmemek de tasavvuf terbiyesinde önemli bir kemâl basamağı sayılmıştır. Merhum Sami Efendi`nin, "Kalb-i selîm, kimseyi incitmemek ve kimseden incinmemektir. Kimseyi incitmemek kolay, fakat başkasından incinmemek çok zordur. Asıl onun için gayret gösterilmelidir" dediği nakledilir.
Yine merhum Kenân Rifâî`ye nispet edilen, "İncinme, incitme" sözü bir hayli meşhur olmuştur. Zaten derviş-meşrepgönül insanı olmanın özünde de bu vardır, yani sevgi, müsamaha, hoşgörü insanı olabilmek.. Yaratan`dan ötürü yaratılanların kusurlarını görmemek.. en yanlış hâdiseleri bile sinesinde eritebilmek.. herkesi kendi konumunda kabullenebilmek.. kim olursa olsun herkes için ihtiyacına göre dua edip yalvarabilmek...

Allah`a hakikaten iman etmiş gönül insanları, Yunus`un da dile getirdiği gibi, gönülsüz olmalı, sövenlere, dövenlere ne elleriyle ne de dilleriyle mukabelede bulunma gibi bir yanlışa düşmemelidirler. Kalb kırmama, gönül incitmeme edep yolcusu için seyahatinde çok önemli bir adım ise, kırılmama ve incinmeme onun da ötesinde bir ikinci adımdır ve ayrı bir kalbî derinlik ve vicdan enginliği ister. Sadece bazı baba yiğitlerin kârı olan bu mertebe işin doğrusu her yiğide nasip olmaz; daha fazla gayret, daha fazla irade, daha fazla sabır, daha fazla alçak gönüllülük ister.

Evet, insan incinse de incinmemeli, zarara zararla mukabelede bulunma gibi Peygamber lisanında zulüm sayılmış bir işe asla teşebbüs etmemelidir. Yine Yunus bir dörtlüğünde,

"Aşık kişi miskin gerek
Yol içinde teslim gerek
Kim ne derse boyun eğe
Çare yok gönül yıkmaya"

diyerek bu hususa işaret eder ve Hak yolcularının ne tür muamelelere maruz kalırlarsa kalsınlar gönül yıkmaya asla ve asla haklarının olmadıklarını anlatmak ister.


KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR ''



Derler ki kul Allah’ı sevmeden önce O kulunu sever, onu sevdiği için kulunun gönlüne kendi sevgisini düşürür. Yunus’umuz der ki:

Aşıkların her hali maşuk katında biter
Sözün var ona söyle benim elimde ne var?

İnsan Allah’ın sevgisini isterken bir yolu izlemek durumundadır, Hakk’ı sevmek ancak Hakk’ı seven birinden öğrenilebilir. Her ne kadar insan bazı hakikatleri kendisi keşfetse bile devamlı ilerleyiş ve verimli bir gidiş için daha önce bu yollardan geçmiş birilerinin haline, ilmine, irfanına talip olmak gerekir.

İnsanın bu yolculuktaki gayesi “ruh” ile “ilah”ı buluşturmak, Cüneyd–i Bağdadi’nin sözleri ile “nihayet” ile “bidayet”i (başlangıcı) bitiştirmektir. “Ne var ki, mevcudatın sahibi, noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarıyla muttasıf olan Cenab–ı Hak(cc) “en değerli” hazineyi elde etmek, “en sevgili”ye kavuşmak için yapılan, “en mutlu son”la noktalanacak bu kutlu yolculukta bir takım güçlüklere katlanılmasını, birtakım engellerin aşılmasını murad etmiştir”

Yani bizler Hakk’ı kamil anlamda sevebilmek ve kendimiz de kamil olabilmek için bazı zorlukları aşmaya, aklımızın ve irademizin gerçek sahibi olmaya ihtiyaç duyuyoruz. Kamil bir insan olabildiğimiz ölçüde gerçek muhabbetullaha erişebiliyoruz.
Kamil insan olma sürecinde bizim en çok üzerinde duracağımız konu “güzel ahlak sahibi olabilmek”. Dört kelimeyle anlatılabilen bir kavram, ancak uygulaması sanıldığı kadar kolay değil. Öncelikle içinde bulunduğumuz hali görebilmemiz gerekiyor, bunun için de kalbi gözlem ve murakabe halinde olmamız... Zikrullah ile, sohbet ile, aynı yolun yolcuları ile bu eğitimin içinde olduğumuzda zamanla aslında bu sürecin insana disiplinin yanında haz verdiğini de müşahade edeceğiz. Hem bu haz öyle yüce bir duygu ki...

Kendi halimizi görebilmek için önce görmeyi ve işitmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Peki nasıl?

“Bilmiyorsanız zikir ehline sorun”.

Demek ki zikir ehli arkadaşlarımızın olması gerekiyor. Zaten eğer insan Allah’ı sevme konusunda kendini geliştirmek istiyorsa Allah ona mutlaka yardım eder biz en azından öyle olmasını umud ederiz.

“Ben kulumun zannı üzereyim”.


KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR ''



Zamanımız Müslümanlarını esir eden üç mesele vardır :

Yemek-İçmek derdi,!!!!!

İstirahata-rahatlığa kavuşma çabası,
Mal-Mülk yığma hırsı

Kendi bünyemizden ,kendi çevremizden kaynaklanan bu üç mevzu Müslümanların genelini esir almıştır.

Bizleri esir almış şeyler yokmuş gibi , bir de bunlara esir olmak , bu ümmete hiç yakışmayan sıfatlardır.

İnsanımızı çepeçevre kuşatan yayın organlarının ve maarifin zerk ettiği kültür hemen hemen herkesi sadece yiyeceğini , içeceğini ve giyeceğini düşünür hale getirmiştir.Çok yemek ,çeşit çeşit yemek ve tıksırıncaya kadar yemek toplumun hastalığı olmuştur.Bunun için insanların yapmayacağı fedakarlık yoktur.Çok çalışıyım ,çok kazanıyım ,çok yiyeyim dert olmaktan çıkarılıp hırs problemi haline sokulmuştur.
Oysa biz Müslüman’ız , yeme ölçümüz var .Bu gün bu ölçüyü kaybetmişiz.

Şu garip halimize bakın :Bir yandan İslam dünyasının ,Müslümanların haline ağlıyoruz.Bir yandan lüks ve tıka-basa yediğimiz yemekleri hazmederken ağlıyoruz.İkide bir geğirmek kolay mı!

Birinci fikir çilesi ,

İkinci hazım çilesi .

Biraz düşünebilsek çok şeyler anlayacağız.En azından şu husus kafamıza dank edecek çok yiyenlerin geğirtisi ile aç gezenlerin karın gurultusudur toplumun günlük hayatını cehenneme çeviren hadise.Geğirti ve gurultunun sesine kulak veremeyenler iman lezzetini tadamamış kişilerdir.

Efendimiz (SAV)’e birisi gelerek kalbinin katı olduğunun şikayette bulunmuş .Efendimiz ona :

“ 1-Yetimin başını okşa,
2-Fakirin karnını doyur” Buyurmuş.

Demek ki, insan ruhunun ve nefsinin tedavi yollarından bir tanesi de fakire yardım.Böyle bir tedavi usulü günümüzde henüz maalesef tavsiye edilmiyor. Ancak ,Avrupa’da “ İhtiyarlıyorum ,eğlentilerim beni tatmin etmiyor artık” diyenlere , bunun için sinir krizi geçirenlere hayvan (köpek) beslemeyi tavsiye ediyorlar.Efendimiz ise insanın tedavisinin insandan olduğunu bildiriyor.İşte bu bakış açısıdır günümüz insanlarını gruplara ayıran.

Bir tarafta köpeğini layıkıyla besleyememekten üzülüp hastalananlar, öbür tarafta hastaneye biricik yavrusunu yatıracak parası olmadığı için sırtında yavrusunu köyüne taşıyan insanlar.Öbür tarafta da her ikisinin acınacak durumunu ruhunun en derin yerinde hisseden ama elinden bir şey gelmediği için acısını yine acılı kalbine gömen Müslümanlar.

Ne haldeyiz değil mi?

“Çok kazanayım ,rahat yaşayayım ;biriktireyim ihtiyarlayınca istirahata çekilir rahatıma bakarım “ felsefesi insanımızı esir alan bir başka kafa yapısı .”İman zafiyeti işte insanı bu derece gülünç hale getiriyor.Rızık ,yarın ,rahatlık ,yaratılış gayesi … gibi konularda düşülen cehalet insan için dünyayı yükü çekilmez çilehane haline getiriyor.Koşalım İslam’a kurtaralım be gardaşlar.

Mal-Mülk yığma hırsı.
Alın size yakamıza yapışan bir bela daha.

“Mal sahibi mülk sahibi ,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan Mülk de yalan ,
Gel biraz da sen oyalan”

dizelerinde beyan edilen şuura erdiğimiz an
bu beladan da kurtulacağız,inşallah…

Allah (CC) hepimize firaset versin…

KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR ''




AF 'AF
Bismillahirahmanirrahim
"Ey mü'minler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bazısı günahtır. (Hucûrât, 49/12)


Mustafa islamoğlu bir sohbetinde şöyle buyuruyorlar..Sohbete gidiyorsun pilav üstü kuru gibi meal üstü hadis üstü insan eti yediriyorlar.."haksızlarmı yani sohbet ortamlarında dahi daha ayrılmadan o ortamda başlıyorlar insanın arkasından çekiştirmeye..

yine devam ediyor asitli ve gazlı içeceklere gösterdiğimiz hassasiyeti insan etine karşı hüküm haram iken göstermiyoruz..tavuk etinin nasılkesildiğinin hükmünü soranlar insan etinin hükmünü sormuyor..hemde yediğimiz kardeşimizin eti..
Efendimiz saw. buyuruyorlarki "Kişiye günah olrak DUYDUĞUNU nakletmesi GÜNAH olrak yeter".neden yerlerde süründüğümüzün cevabı ortada deyilmi..Kıymet bilmeyene kıymet yetmez..beceremiyorsak SUSMAYIDAMI beceremiyoruz..

gale Rasulullah" Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar "


Evimizde Giybet Yangini


“Ateşle oynama!” deriz.

Yani sonu kötü olacak, üstüne gitme, inadı, akılsızlığı bırak, geri çekil, vazgeç, demenin kestirme yolu.

Ateşle oynamak türlü türlü. Düştüğü yeri yakacak miktardan, dünyayı ateşe verecek boyutlara kadar.

Bütün hayatı, ebediyeti yangın yeri edecek büyüklüğe kadar...

İşte, başkalarının aleyhinde olmak, kusur ve hataları ortaya döküp insanları zor durumda bırakmak da ateşle oynamaktır.

Sahibini yakan, ebediyetini küle-kömüre döndüren bir ateş.

Oysa gülle dolaşan gül bahçesinde bulacaktır kendini.

İs-pas değil, güzel kokudur cennete girecek olan.

Bir misalle başlayalım:

Buralarda sıkıntılar içindesiniz ve uzaklarda bir yerlerde çok sevdiğiniz bir dostunuz var. O da sizi çok sever, üstelik çok varlıklı ve cömert. Ona bir varsanız, hayatınızın kalan bölümünde ne derdiniz olacak, ne tasanız...

Ona gitmeye karar verdiniz, zaten başka çareniz de yok. Cebinizdeki son parayla biletinizi aldınız. Ne başka paranız var, ne de para isteyecek bir arkadaşınız.

Hazırlıklarınız tamam, tam yola çıkmaya hazırlanırken birdenbire bir adam elinizdeki çantayı, içindeki biletle birlikte kapıp bir anda gözden kayboluveriyor.

Koşuyorsunuz, bağırıyorsunuz ama nafile... ortada öylece çaresiz, yıkık kalıveriyorsunuz.
Şimdi soru şu:
Bir anda bütün ümitlerinizi, hayallerinizi çalan bu adamı yakalasanız ne yaparsınız? Sırtını sıvazlamayacağınız kesin!

Peki, ya o bileti kendi elimizle yırtıp atmışsak? Ya kendi hayallerimizi, yarınlarımızı kendi elimizle yıkmışsak?..

Nasıl olur demeyin, öyle aymazlıklarımız olabiliyor, öyle biletler yakıyoruz ki, başkası yapsa deli deriz.

Bir anlık gafletin sonu


Misalimizdeki dost, Allah Tealâ Hazretleri’dir. O bir cihetten bize çok yakınken, nefsin perde ve karanlıkları sebebiyle biz O’na çok uzaktayız. Aradaki bu mesafe ancak karanlıktan aydınlığa doğru bir yolculukla aşılabilir.

Bilet ise salih amellerdir. İbadetlerimiz, niyetlerimiz, hizmetlerimiz ve bütün hayır-hasenatımız o bilette saklı.

Bilirsiniz, sevap ve hasenat kazanmak çoğu zaman göründüğü kadar kolay değildir. Nefs ve şeytanla kıran kırana mücahede ister.

Bazen de nice zorluk, feragat ve fedakârlık gerektirir.
Böyle aylarca yıllarca biriktirirsiniz. Hep bir yolculuk vardır hayalinizde. Dostun kapısı vardır.
Fakat... Hesapsızca söylenmiş bir çift söz, gözünüzün önünde bütün sermayenizi alıp götürüverir, her şeyinizi yok eder.

İşte gıybet budur!

Hiç önemsemeden, düşünmeden söylediğimiz öyle sözler vardır ki, yıllarca işlenen salih amellerin manevi bedelini yok edebilir.
Hatta kimi sözler var ki, Allah korusun, son nefeste imanın elden gitmesine dahi sebep olabilir.

Gıybet işte böyle bir ateş!

Hz. Peygamber s.a.v. buyurur ki:

“Ateşin kuru odunu yakması, insanın sevaplarını yok etmekte gıybetten daha hızlı değildir.”
Biz manevi hayatımıza titizlik gösteririz. Mesela şüpheli gıdalar konusunda kılı kırk yararız.

Fakat nedendir bilinmez, bu hassasiyetin onda birini gıybet için göstermeyiz.
Elbette şüpheli gıdalardan, uzak durmak övülecek bir davranıştır. Fakat Kur’an ve Sünnet’le haramlığı kesin olan gıybet konusunda bu hoyratlık çok gariptir.

Üstelik gıybet, söylemek bile rahatsız edici ama, din kardeşinin etini hem de ölü iken dişlemektir. Bu bize ait bir tarif değil, Cenab-ı Hak böyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (Hucurat, 12)

Şayet her manevi hadisenin bir de görünür şekli olsaydı, gıybet eden kişinin ağzından kan ve irin akacaktı. Bütün insanlığa bir örnek ve uyarı olmak üzere, Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz, oruçlu iken gıybet eden iki genç kıza istifra etmelerini emretmiş ve aynen böyle olmuştu.

Gıybet, insanın hasenatını yakar, siler dedik ama tam da böyle değil. Gıybet edenin defterinden silinir, kimin gıybeti yapılmışsa onunkine yazılır. Yani birinin yangını diğerinin kazancı...

Böylece insan, sevmeyip gıybetini ettiği şahsa farkında olmadan büyük iyilik etmiş olur. Şayet Mahşer Günü hasenatı yetmez de iflas ederse, bu sefer de alacaklıların günahı gıybet eden kişiye yüklenir. (Buharî, Müslim)

Hasan-ı Basrî Hazretleri k.s., kendisine gıybet edene bir tabak taze hurma göndermiş ve üzerine şöyle bir not koymuştur:

“Duydum ki sen ibadetini bana hediye göndermişsin. Ben de buna bir karşılık vermek istedim. Kusura bakma, tam karşılığını veremedim.”



Nefs , uyulursa insanı cehenneme götürdüğü için belâ; mücahede ve riyazet edilip Allah için dizginlenirse yüksek makamlara çıkmaya vesiledir.

Kimse nefsinden şikayetçi olmasın, çünkü emr -i ilâhiyedir. Gözümüzden ve kulağımızdan şikayetçi olmadığımız gibi, nefsimizden de olamayız. Zira Allah Tealâ abes bir şey yaratmaz. Nefsin yaratılması kemalâtın yolunu açmak içindir. İnsan nefsini kendi eline alırsa, hiç bir zararı olmaz.

Aynen bunun gibi, şeytandan da şikayet edemeyiz. Ataullah İskenderî k.s. ‘el- Hikemü'l - Ataiyye ' isimli eserinde: “Şeytan benim taharet mendilim gibidir, temizlenmeme yarar. Ona uymamakla Hakk'a dost ve kul olurum. Ona uymak yüz karası, uymamak kemalâttır .” buyuruyor.

Gerçekten de nefs , dünya ve şeytan olmasa nasıl terakki edeceğiz? Nefsi yaratan Allah'tır. Kızacaksak, Allah'ın emirlerine uyamadığımıza kızalım; nefsimize değil. Nefsimize uymamakla Allah'ın emirlerine uyarız ve O'nun sevgilisi oluruz. Ne güzeldir o nefs ki, sahibine itaat eder. Yazıklar olsun o adama ki, nefsine itaat eder.

İhlâsı kazanmak imanın bir şubesidir. İsmail Hakkı Hazretleri ‘Şerh-i Şuabi'l İman' isimli eserinde ihlâsı yetmiş dördüncü şubeye koymuştur. İhlâs müminin anahtarı, ahiretin biniti, kâmil insanın yolunun nuranî arkadaşıdır. İhlâs, dinin nuru ve özüdür.

Şeyh Fethullah k.s. Hazretleri, “Tasavvuf, ihlâsı kazanabilmek için muhabbet-i ilâhiyi tahsilidir.” buyurmuştur. Şu halde ihlâs dinde hak ve esas, tasavvufta gayedir. İhlâsı kazanan kâmil, kazanmayan ise dünya ve ahirette amellerinin noksan kalmasına sebep olur.

Ayet-i kerimede: “Rabbine kavuşmayı uman kimse yararlı iş işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.” ( Kehf , 110) buyurulmaktadır .

Ortak koşmak şirk olur, hırs, riya, ucb , kibir olur. Bunlar nefsin en çirkin sıfatları olup, bunlardan kurtulmaya çalışmak, ihlâsı kazanmaya sebeptir.

Fahr -ı Kâinat Efendimiz, Muaz bin Cebel r.a.'a şöyle buyurdu: “Amelin halis olsun, azı sana yeter.” Yani amelin çokluğu değil, özü ve ihlâslısı insana kifayet eder. Efendimiz s.a.v. bir başka hadisinde şöyle bildiriyor: “Kıyamet günü sorguya çekilecek ilk üç grup insandan birincisi, Allah Tealâ'nın ilim verdiği kimselerdir. Allah Tealâ onlara sorar:

- Sana verdiğim ilimle ne amel ettin?

- Ya Rab, akşam-sabah sana kulluk ettim. Ümmet-i Muhammed'e vaaz ve nasihatte bulundum. Bunları senin için yaptım.

- Hayır . Sana çok alim desinler diye konuştun.

İkinci zümre servet sahibi olanlardır. Allah Tealâ onlara da sorar:

- Verdiğim servetle ne yaptın?

- Akşam -sabah senin rızan için dağıttım.

- Hayır . Cömert insan desinler diye dağıttın. Ve sana cömert de dediler (ücretini böylece aldın).

Üçüncü zümre savaş alanında cihad eden insandır. Allah Tealâ onlara da sorar:

- Sana verdiğim güç ve kuvvetle ne yaptın?

- Ey Rabbim, senin için savaştım; kâfirleri öldürdüm.

- Yalan söylüyorsun. Kahraman adam desinler diye yaptın.”

Kitaplara geçecek kahramanlık yapar, ama ihlâsı ele geçiremezse bir mükafat bulamaz.

Görülüyor ki her bir nuranî vazifede insanın karşısına ya nefs , ya dünya ya da şeytan çıkar. Bununla ilgili olarak Rasulullah s.a.v. Efendimiz: “Müslüman şu düşmanlar karşısındadır: Nefsi onunla ile savaşır, şeytan imanını almaya çalışır. Müslüman haset eder, kâfir harp eder, dünya da cazibelidir, kandırır.” buyurmuştur. İnsan bunlardan son nefese kadar kurtulamaz.

Maruf-i Kerhî Hazretleri “Ey nefs , halis (samimi) ol ki kurtulasın” buyurur. Hz. Ömer r.a. Efendimiz, Ebu Musa el- Eş'arî r.a.'a yazdığı mektubun bir yerinde: “Niyeti halis olan kimseye, insanlarla olan işlerinde Allah Tealâ yeter.” buyurdu.

İhlâsı kazanmak hiç kolay değil. Yetmiş kere hacca gitmek kolay ama o hacca gitmenin içine ihlâsı koymak zordur. Bu yüzden nefs ihlâsı sevmez. Çünkü nefsin işi Allah'a, Allah'ın kullarına ve Allah'a ibadete düşmanlıktır.

İmam Gazalî rh .a . nefsi anlatırken: “ Nefs öyle bir düşmandır ki Allah'a düşmanlığı ile O'nun emirlerini yaptırmaz. Allah'ın kullarına düşmandır ki, kulları Allah'ın emirlerine uydurmaz.” buyurmuştur. İhlâs işte bu düşmanlığı yenerek her işi Allah'a havale etmektir ki, gerçekten zordur.

Allah amelin çokluğuna değil ihlâslı oluşuna, yani Allah rızası için yapılana bakar. Tasavvuf yolunun pusulası “İlâhi ente maksudî , rızaike matlubî”dir . Yani bu yol ihlâsı aramak üzerinedir