Hadice
Fri 3 December 2010, 08:25 am GMT +0200
Krallar da ölür
1998'in sonunda Ürdün Kralı Hüseyin çaresiz bir hastalığa müptelâ idi.
Doktorlara göre, Kral, son günlerini yaşıyordu.
Gazeteler, Kral Hüseyin'in sağlıklı günlerinde çekilmiş eski fotoğraflarıyla hasta iken çekilmiş son fotoğrafını yan yana yayınlıyorlardı. İtiraf edeyim, ürpermiştim: Nerede Kralın eski hâli, nerede hastalıklı hâli? Koca kral erimiş, bitmiş tükenmişti...
Eski fotoğraflarında ne kadar haşmetli, ne kadar kudretli, ne kadar azametli görünüyorsa, yeni fotoğrafında o kadar bitkin, o kadar yorgun, o kadar âciz, o kadar muhtaç görünüyordu.
Aslında makamı, mevkii, rütbesi, serveti, şöhreti ne olursa olsun, insanoğlu hep âcizdir: Bunu fark etmek için ille bir İlâhî tokat yememiz, ya da Azrail'le burun buruna gelmemiz mi lâzım?
Ah gafletimiz: Gafletimiz aczimizi-fakrımızı düşünmeye fırsat vermiyor ki...
Ürdün Kralı Hüseyin'in son fotoğraflarına bakarken, bunları düşünmüştüm. Kralın son fotoğrafları bir perişanlık âbidesiydi.
Oysa ne kudretli zamanları vardı: İki dudağının arasından çıkan her söz kanundu. Onu sadece Ürdünlüler, yada Arap âlemi değil, onu dünya liderlerinin pek çoğu tanıyor ve dinliyordu...
ABD Başkanları bile ona büyük saygı duyuyorlardı.
Ürdün'ü tam kırk altı sene yönetti...
Kudretin, şanın, şöhretin zirvelerinde hüküm sürdü. Canının istediği herşeyi satın aldı. Her istediğini yaptı. Çünkü ülkesinde onu engelleyebilecek başka bir beşerî kudret merkezi yoktu...
Ülkesindeki her şey Kral Hüseyin'di...
Derken hastalandı. Kanser içine girmiş, içten içe kemirmeye başlamıştı. Gözle görülmeyecek kadar küçücük bir mikrop koskoca kralı yere sermişti.
Çok itibarı var, çok şöhreti var, serveti var, devleti var, milleti var, orduları vardı; ama bir mikropla baş edemiyordu. Küçücük bir mikrobu yenemiyordu...
Hatta doğru düzgün yemek yiyemiyordu. Mışıl mışıl uyuyamıyordu.
Yani serveti, şöhreti, devleti bir işe yaramıyordu. Elindeki tüm varlıkları verse ömrünü uzatamazdı. Ve uzatamadı, öldü...
Öyleyse siz ey sağlıklı dostlar: Kral Hüseyin'den daha kralsınız!
Allah'ın mülkünde aczini idrak ile şükür içinde yaşayan ey hasta dostlar: Sizler de Kral Hüseyin'den daha kralsınız: Sabrınız ve şükrünüz krallığımızdır!
Ve ey dünyası için âhiretini feda edenler; ey ekonomik yahut siyasal çıkarı uğruna halkı sömürenler, yetimi ezenler, mazluma baskı yapanlar: Sizin hâliniz ne olacak?
Kral Hüseyin'den daha güçlü değilsiniz ya: Nihayet sizler de öleceksiniz...
Nemrutlar, Firavunlar öldü!..
Sultanlar, padişahlar, imparatorlar, hatta peygamberler öldü.
Zamanı gelen, günü dolan ölür.
Her nefis sahibi ölür ve akıbet hesaba çekilir. Büyük Hesap gününde herkes şaşmaz şekilde lâyık olduğu muameleyi görür.
"Yaşasın ölüm!..", "Yaşasın mahşer!..", "Yaşasın Mahkeme-i Kübra!" diye bağırmamak için kendimi zor tutuyorum.
• • •
Demek ki hastalık ve ölüm sadece fakir-fukaraya mahsus bir son değil...
Sultanlar, imparatorlar, krallar, başkanlar ve paşalar da ölümcül hastalıklara yakalanıyorlar.
Onca servetlerine, şöhretlerine rağmen yakalandıkları hastalıktan kurtulamıyor da her gün adım adım ölüme yürüyorlar. Şu halde dünya bir hiç!.. Dünya, bir varmış, bir yokmuş masalı!
Mal-mülk de, servet-şöhret de, makam-mevki de dünya gibi yalan!
Peki bizler bir yalan uğruna mı birbirimizi kırıyoruz, eziyoruz, sömürüyoruz, kemiriyoruz, incitiyoruz?
• • •
Varsayalım bir Kral Hüseyin de siz oldunuz, ne yazar?
Kralların midesi sıradan insanların midesinden daha büyük değil ki...
Sonuçta insanlar, ne kadar varlıklı ve kudretli olurlarsa olsunlar, midenin alabildiği kadarını yiyebiliyorlar.
Yani herkesin serveti yiyebildiği kadardır. Lokmayı yuttuktan sonra zeytin ile havyarın da hiç farkı yoktur.
Ayrıca ben, görkemli sarayının yaldızlı salonuna gömülmüş, yahut yüz milyar liralık Rols Roys'u ile mezara konmuş hiç kimse görmedim.
Her şey kabir kapısında bitiyor...
Saraylar, köşkler, hanlar, yatlar, lüks otomobiller, uşaklar, hizmetçiler, rütbeler, makamlar, mevkiler, tac-ü taht geride kalıyor...
Herkes ölüm yolculuğuna yapa yalnız çıkıyor...
Sonrası musalla taşma uzanma ile kısa bir niyettir: "Er kişi—yahut hatun kişi—niyetine"...
Orada kimseye ayrıcalık yoktur: Hiç bir imam "kral niyetine... kraliçe niyetine" cenaze namazı kıldırmaz.
Ve mezar: Hatırlayın ki, her kralın, sultanın, imparatorun, padişahın, başkanın, paşanın mutlaka bir yerlerde bir mezarı var.
Mezar mutlak eşitlik makamı: Hamal da, kral da mezarda eşit şartlarda yatar.
Çünkü servet-şöhret, makam-mevki, krallık-sultanlık kabir kapısına kadardır.
Yani bütün her şey altmış-yetmiş yılla sınırlı. Ne kadar yaşarsanız ancak o kadar kralsınız.
Ancak yaşadığınız altmış-yetmiş yılın da yarıya yakını uykudur. Yani hayatı yasayamadan geçen zamandır...
Yirmi küsur yılı, neyin ne olduğunu pek fark edemeden yaşanan çocukluk-gençlik dönemidir.
Açıkçası ömrün elli-altmış yılı yaşanmadan biter. Geriye on-on beş yıl kadar kalır. Onun bile büyük bir bölümü tekrar yaşamayı istemeyeceğimiz sıkıntılarla, dertlerle, çilelerle, yokluklarla geçer.
Bir ömür içinde, insanın yeniden yaşamayı isteyeceği günlerin sayısı acaba kaçtır?
Evet; bütün bu çabalar, bu kırıp dökmeler, baskılar, ideolojik dayatmalar ve bu koşturmacalar birkaç yıl için:
O birkaç yılı bile "adam gibi" yaşayamıyoruz.
• • •
"Adam olmak" nedir sahi?..
"Filanca çalıştı-çabaladı, büyük adam oldu" derler. Yani "adam olmak" bizde cebi dolu olmak ya da yüksek bir makamda bulunmak anlamına geliyor.
Ya "insan" olmanın anlamı?..
Her para sahibi, her makam mevki sahibi "insan" mı?..
Bakın gazetelere: İnsanlıktan çıkmış kaç makam-mevki ve para sahibi göreceksiniz.
Aslında "insanlık" para pulla, makam mevki ile ölçülemez. İslâm tefekküründe, gerçek insan, "kulluk" şuurunda özgürleşmiş kişidir. Ölçü krallık değil, servet-şöhret değil, sadece "takva"dır...
Ölçü "Allah'a yakın olma" ölçüsü...
Bu anlamda dünyasını küçük bir bohçaya sığdırabilen kişidir "insan"... Ve o kişidir "Büyük Adam".
Tefekkür insanları, dünyalarını bohçalamış, bohçayı koltuklarının altına sıkıştırmış, tüm fani dünyalarını gittikleri yere koltuklarının altında götürmüşler.
Ne zaman "dünyasını bohçaya sığdıran adam" tipini düşünmeye başlasam, Bediüzzaman Said Nursî gözlerimin önüne gelir.
Orta yaşı devrik bir çağda sürgüne gönderilirken koltuğunun altında bir bohça vardı: Bir bohçaya bütün maddî dünyasını sığdırmıştı. İçinde yamalı bir cübbe, bir sarık, bir tas, iki çay bardağı, bir tahta kaşık, bir miktar çay, şeker ve bir saat vardı. Öldüğünde bohçadan bunlar çıktı. Ama yaşarken çok zulüm, çok baskı görmüştü... Zindan zindan dolaştırılmıştı...
Yıllar boyu bir bohçalık dünyalığının hesabı sorulmuştu ondan...
Bir zamanlar bu ülkede, dünyalıklarını dünyalara sığdıramayanlar, dünyalarını bir bohçaya sığdırmış olanlardan hesap soruyordu.
Dünyalarını bohçaya sığdıranlar, dünyalıklarını dünyaya sığdıramayanlardan daha kolay hesap verirler, Mahkeme-i Kübra' da, Allah'a...
Orada, mazlumlar ödüllendirilir, zalimler cezalandırılır. Bakarsınız mazlum uşak, orada krala kral olmuş...
Ya zalimler? "Zalimler için yaşasın cehennem!" diyor, Bediüzzaman.
Makamı mevkii, serveti-şöhreti, rütbesi kıdemi ne olursa olsun, insanoğlu hep âcizdir. Bunu fark etmek için ille de İlâhî bir tokat yememiz ya da Azrail'le burun buruna gelmemiz mi lâzım?
Ah gafletimiz: Gafletimiz, aczimizi-fakrımızı düşünmeye fırsat vermiyor...
• • •
Sahi, "Her şeyin bir zamanı var" derler...
Ölüm zamanı ne zaman?
Hangi mevsim, hangi ay, hangi gün, hangi saat?
Yavuz Bahadıroğlu