Eslemnur
Wed 29 September 2010, 07:49 pm GMT +0200
Körükörüne Avrupa Taklitçiliği
Günümüzün müslümanları herhangi bir inceleme ve tahlile lüzum hissetmeden, hatta körü körüne denecek bir tarzda Avrupa milletlerinden ırkçılık, kavmiyetçilik, memleketçilik, vatancılık, ülkecilik gibi fikirleri benimsemekle iktifa etmeyip, bu sistemleri kendi ülkelerinde uygulamaya koymuşlardır.
Arapların sanki islâmlıkla hiçbir alâkaları yokmuş gibi, hali hazır durumda Araplıkları ile övünmek yolunu tutmuşlardır. Keza Mısırın yeni idarecileri, tarihin zâlim simaları olan Firavunlarla iftihar ederek, bu kanlı saltanat tacidârlarına millî kahramanlık payesi vermişlerdir. Asırlarca İslâmın bayraktarlığını yapmış olan Türkler de manevî hüviyetlerinden soyunarak, kavmiyetçiliği ön plâna almışlar. Cengiz ve Hülâgü Han gibi kimselerin şahsında bir sığınacak yer aramışlardır. Irkçılık rüzgârı, İranda da tahribat yapmaktan geri kalmamıştır. Kavmiyetçilik taassub ve gayretine kapılarak, sırf mevhum Arap emperyalizmine karşı koymak gayesiyle Hazret-i Ali (R.A.) ve Hazret-i Hüseyin (R.A.) i kendileri için kahraman ilân ederken, diğer taraftan da millî kahraman olarak Rüstem ve İsfendiyarı ileri sürmektedirler. Bu şahısların menkibelerini söyleyip durmaktadırlar. Hindistanda bu fikir hastalığına yakalanmaktan kendini kurtaramamıştır. Bu gibi zümreler, Zemzem suyundan alakalarını keserek, Ganj nehrinin sularını mukaddes su telâkki ederek, neredeyse bu bulanık suyu cennet suyu diye halka sunacaklardır. Bu gibi fikir öncüleri, islâm ileri gelenlerini bir tarafa bırakıp, Bohem ve Ercen'i kendilerine millî lider, millî kahraman kılmışlardır. Gerçekten uzaklaşan bu kimseler, Mekke ülkesini unutup Tekselâ, Mohen, Cadaro ve Herpâ'ya bağlanıyorlar. Her fırsatta bu yerlerden bahsederek, çevrelerine tesir etmek istiyorlar.
Bütün bu menfi örnekler, körü körüne yapılan Avrupa taklitçiliğinden başka bir şey değildir. Bu tür yabaniliklerin ismine bir de kalkıp medeniyet diyorlar. Bu kopyacı ve basma kalıp kafalı kimselerin hakikatleri görmelerine elbette ki, imkân yoktur. Onlar bu çarpık zihniyetle ancak zahirî görürler. Dış görünüşün süslü püslü rengi onların gözlerini büyülemiştir. Avrupa medeniyetine göre Ab-ı Hayât gibi görülen hususların, islâm medeniyetinde bir öldürücü zehir olduğunu anlıyacak bir idrâk ve dirayetten mahrum oldukları için yaptıkları tahribatı sezecek şuurları yoktur.
Avrupa milliyet ve kavmiyetinin temeli, ırk, nesil, memleket, ülke, vatan, dil ve renk biriği zeminine atılmıştır. Bu görüşün neticesinde, herkes diğer millet ve diğer ırkın fertlerinden çekinip uzak kalması icabeder. Milletdaş, kavimdaş, ırkdaş, dildaş, ülkedaş olmayanlardan nefret etmesi lâzım gelir, isterse bu kimseler, sözüm ona kararlaştırılmış huduttan bir mil mesafeden daha az bir uzaklıkta yaşamış olsun, yine onlara yabancı gözü ile bakılır. Neden bakılmasın ki, orada başka bir ırkın mensubu olan fert, ne kadar doğru insan ve ne kadar temiz bir kimse olsa dahi yine de öbür millet mensubu için doğru ve faziletli bir kimse sayılmaz. Bir ülkede oturan bir kimse, diğer ülkenin vatandaşlarına her ne kadar sadakatle hizmet etmeye amade olsa dahi makbule geçmez. Bir ırkın bir ferdi, diğer bir ırkın ferdi tarafından itimada şayan kimse değildir.
İslâm milliyetine, islâm kavmiyetine gelince, durum tamamiyle değişir. Bu mevzuda iş her bakımdan başka türlüdür. Yukarıda anlatılanların tamamen aksi ve zıddıdır. İslâmdaki kavmiyetin ve milliyetin temeli, ırka, nesle, nesebe, vatana, ülkeye, memlekete, yere - yurda dayanmaz. Ancak itikada ve amele dayanır. Bütün dünya müslümanları hangi cinsten, hangi ırktan, hangi nesilden, hangi ülkeden, hangi memleketten, hangi vatandan olurlarsa olsunlar, bu sayılan özellikleri ve ayrılıkları gözönünde bulundurulmaksızın, hiçbir suretle dikkate alınmaksızın, hep birdirler, hep birbirlerinin yadımcıları ve hayatın çeşitli sahalarında hep birbirlerinin ortakları hükmündedirler. Bir hintli Müslüman Mısıra gider, o ülkenin sadakatli bir hemşehrisi olur, hizmet yolunu tutar; sanki Hindistanda bulunuyormuş gibi bu diyarın müslümanları ile her bakımdan kaynaşır. Bir Afganlı Müslüman, meselâ Şam'da (Suriyede) hudutları korumak için canını feda eder; sanki bu kimse Afganistan için canını feda etmiştir. İşte bunun için, bir müslümanın ülkesiyle diğer bir müslüman ülkesinin arasında herhangi bir coğrafî hudut yahut da ırkî ve saire ayrılık - gayrılıkta yoktur. Müslüman bu ayrılık ve gayrılığı düşünmez ve düşünemez. İşte bu farklılık nedeniyle islam milleyeti ile diğeri arasında büyük bir uçurum vardır. Orada kuvvetin sebebi olan nesne, burada öldürücü zehirdir.
Merhum Allâme İkbâl ne de güzel söylemiştir:
Apnî millet per kıyâs akvâm-ı mağrib see ne ker,
Hass hee terkîb - meen, kavm-i Resûl-i Hâşimi, Un
ki cemi'iyyet ka hee mülk ü neseb per imtiyâz,
Kuvvet-i mezheb-see mustahkem hee cem'iyyet teri.
Kendi milletini, Avrupa milletleriyle mukayese etme,
Haşimî Resulün, ümmet terkibi ayrı ve hususî bir vaziyettedir.
Onların cemiyetlerinin temeli ülkeye ve nesebe münhasırdır,
Fakat senin cemiyetinin temeli din üzerinde sağlamlık bulmuştur.
Bazı kimseler, vatancılık, milletçilik, kavmiyetçilik, ülkecilik, hemşehricilik ve ırkçılık gibi fikirlerin yanında, İslâm Milliyetçiliği ile de bir alâka kurulabileceğini ileri sürerek içine düştükleri fikrî perişanlığı belli etmişlerdir. Bu zavallıların iki çeşit milliyetçiliği bir arada göstermek istemeleri ve iki zıt mefhumu bir araya getirme gafletinde bulunmaktadır Böyle imkân dışı bir meseleyi ileri sürerek, gerçeğe giden yolu bir çıkmaza çevirmişlerdir. Bu meselenin sebebi cehaletten ve dar görüşlülükten başka bir şey değildir. Hak Taalâ hiçbir vakit bir göğüs içinde iki gönül yaratmamıştır. Bir gönüle de iki ayrı ve birbirine zıd sevgi konmamıştır. Bir kalbde de iki ayrı milliyetçilik esası vücuda getirilememiştir. Bu birbirine zıt iki şey bir araya toplanamaz. Milliyet mefhumunun esası, kendisi ile kendisinden başkasını ayırt etmekten başka bir şey değildir. İslâmî millyette ve İslâmî kavmiyette yalnız Müslümanla Müslüman olmayan vardır. Ve başka bir şey yoktur. Bir Müslüman diğer birisini ya Müslüman bilir, yahut da Müslüman bilmez; işte ayrılık ölçüsü bundan başka bir şey değildir. İslâmî milliyetçilik, İslâm kavmiyetçiliğin gereği budur. Vatancılık, memleketçiliğin, ırkçılık, nesilcilik ve saire gibi esaslar üzerine kurulmuş bulunan milliyet ve kavmiyet, diğerleri ile alâkayı kesmek demektir. İsterse bu yabancı görülen kimseler iyi insan olsalar dahi düşman kabul edilmeğe mahkum olurlar. Şimdi hangi akıl sahibi bu iki ayrı şeyi, bu iki ayrı ve birbirlerine zıt hususların bir araya toplanabileceğini iddiaya kalkışabilir? Siz bir müslüman olarak, hem bir müslümanı kendinize milletdaş kabul edecek, hem de bir gayrı-Müslimi kendinize yine aynı şekilde milletdaş sayacaksınız. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Siz kendi ülkenizde bulunan bir gayrı - Müslimi milletdaş sayacak ve kendi ülkeniz dışındaki bir Müslümanı yabancı kabul edeceksiniz. Böyle bir anlayışa hangi müslüman tahammül edebilir?
"Bunlar bir araya toplanabilirler mi? Hiç sizin içinizde dirayetli kimse yok mudur?" (Sûre-i Hud: 78)
İşte şimdi iyice anlaşılmıştır ki, Müslümanlıkla, Hindistanlılık, Türklük, Afganlılık, Araplık, İranîlik diye hissiyata kapılmak, İslâmî milletinin temellerini bozar, çürütür, ortadan kaldırır. İslâm Birliğini dağıtır, param parça eder. Böyle bir durumun neticesi sadece aklî değil; tecrübe ve müşahedelerle de meydandadır. Müslümanlar, ne zaman ve ne şekilde olursa olsun, vatancılık, ülkecilik, kavimcilik, ırkçılık, nesilcilik taassubuna kapılmışlarsa, Müslümanlığa zarar gelmiştir. Nitekim Zat-ı Risaletpenahileri bu hususta şu gerçeği buyurmuşlardır:
"Benden sonra siz küfr yolunu tutup da birbirinizin boyunlarınızı vurmuş olmayasınız."
İşte Resulü Ekremin (S.A.V.) in endişesi de budur. Bunun için, Müslümanlar sapık fikirlere kapılıp, hiçbir beşer fikriyle mukayese kabul etmiyecek derecede yüksek ve yüce olan islâm fikriyatından uzaklaşmamalı, elindeki emsalsiz cevherin kıymetini takdir etmek ferasetini göstermelidir. Bütün müslümanlar için yapılacak tek iş, Müslüman milliyetçiliğinin esasını, Hazret-i Resul-ü Ekrem, Muhammed Sallallahü aleyhi ve sellemin tebliğ ettiği ve tatbik ettiği şekilde anlamak ve fiiliyata dökmektir. Bunun aksine gitmek, onun davetine sığmaz ve doğru olmaz.