saniyenur
Wed 25 July 2012, 01:09 pm GMT +0200
Komşularımıza Karşı Görevlerimiz
Belki de Rasûlullah'dan başka hiç kimse komşu haklarını bu kadar çok gözetmemiştir. Bu O'nun fiillerinden ve tavsiyelerinden açıkça anlaşılabilir. Komşulara karşı vazifeler, ana-baba ve akrabaya karşı olan vazifelerle eş tutulmuştur. Rasûlullah tarafından belirtilen komşu hakları ve vazifeleri başka bir sistem veya din tarafından vaaz edilmemiştir. "Komşuna karşı kendin gibi ol!" kaidesi açıktır. O, sadece nasihat niteliğinde konuşmamış, komşulara karşı davranışı içeren müsbet fıkhî kuralları da getirmiştir. Rasûlullah, haklar açısından komşuları üçe ayırmıştır:
a- Hem müslüman hem akraba olan komşular,
b- Akraba olmayan müslüman komşular,
c- Ne müslüman ne de akraba olmayan komşular. İlk komşu müslüman (1), akraba (2) ve komşu (3) olması sebebiyle üç hakka sahiptir. İkinci sırada sayılan komşu İslâm kardeşliğinin bir mensubudur, fakat birbiriyle kan bağı olan komşuya nazaran iki hakka sahiptir. Aynı şekilde üçüncü komşu da bir hakka sahiptir; tabiatıyla hakkı müslüman komşusuninki-ne oranla daha azdır. Ancak gayri müslim bir komşu, birçok bakımdan, müslüman -fakat komşu olmayan- bir şahsa nazaran daha geniş haklara sahiptir. Hz. Peygamber tarafından öğretildiği üzere komşulara karşı ilk vazife iyi ve nâzik muameledir. Rasûlullah bu hususta şöyle buyurmuştur: "Allah'a komşu olanların en hayırlısı, komşularına karşı en iyi olandır", "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bir kul kendisi için sevdiğini komşusu için de sevmedikçe... hakiki mü'min olamaz.", "Komşusu aç iken kendisi tok olan kimse mü'min değildir."
Bir adam Rasûlullah'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! İyi mi kötü mü yaptığımı nasıl bileceğim?" diye sordu. Rasûlullah "Komşularının iyi yaptın, dediğini duyarsan muhakkak ki iyi yapmışsındır; ve eğer onların kötü yaptın, dediğini duyarsan muhakkak ki kötü yapmışsındır" buyurdu. Bir başkası Rasûlullah'e: "Ey Allah'ın Rasûlü! Falan kadın çok namaz kılıp oruç tutması ve çok sadaka vermesi ile meşhurdur. Lâkin dili ile komşularına tecavüz eder" deyince Rasûlullah; "O cehennemliktir" buyurdu. Adam "Ey Allah'ın Rasûlü! Falan kadın ise Öyle çok namaz kıldığı oruç tuttuğu ve sadaka verdiği ile bilinmez, fakat kalan peynirini sadaka olarak verir ve komşulanna dili ile tecavüz etmez" deyince Rasûlullah; "O Cennetliktir" buyurdu. Komşuya karşı ikinci vazife ise onlara iyilik yapmak ve onlan incitmemek veya zarar vermemektir. Komşuların birbirlerine karşı hakkı olduğunu söyleyen Peygamber, bunların ne olduğunu sorana: "Hastalanınca geçmiş olsun ziyareti yap, ölüsü olunca cenazesine git, borç isterse ver, ihtiyaç içindeyse sıkıntısını gider, bir hayra kavuşursa tebrik et, musibete uğrarsa teselli et, izni olmadan binanı onun-kİnden fazla yükseltme, onu rahatsız etme, bir nıeyva aldığında ona da ver; vermiyorsan onu gizli al ve özendirmemek için çocuklarının onu açığa çıkarmasına İzin verme" buyurmuştur.
Yukarıdaki hadiste komşuya karşı vazifeler açıkça belirtilmiştir. Komşu, kendisini canı, malı ve namusu konularında komşusundan emîn hissetmelidir. Rasûlullah: "Allah'a yemin olsun ki, kişi komşuları zararından emîn olmadıkça tam iman etmiş değildir" bu-1 yurmuştur. Komşu haklarına öylesine büyük Önem verilmiştir ki, hatta komşusuna zarar verene cennet haram kılınmıştır. Rasûlullah; "komşusu zararından emin olmayan kişi Cennete giremez" buyurmuştur.
Bir keresinde Rasûlullah insanlara "Size en iyinizin ve en kötünüzün kim olduğunu haber vereyim mi?" diye sordu. Onlardan biri "bizim en iyimiz ve en kötümüz kimdir ye Rasûlullah!" deyince O; "Sizin en iyiniz kendisinden iyilik beklenen ve kötülüğünden emîn olunamzdır; sizin en kötünüz de kendisinden iyilik beklenmeyen ve kötülüğünden emîn olunmayanmızdır?" buyurdu.
Komşulara karşı üçüncü vazife onlara hediyeler göndermek ve ihtiyaç duyduğu her türlü yardımı yapmaktır. Hediye edilen şey kıymet bakımından değersiz kabul edilse bile yine de hediye edilmelidir. Bu konuda Rasûlullah; "Ey Müslüman kadınlar! Hiçbir kadm bir keçi bacağını (tırnağını) bile komşusu için değersiz görmesin" buyurmuştur.
Komşuya karşı dördüncü vazife §ufa hakkı (herkesten önce satın alma hakkı) adını alan bir kuralla belirlidir. Bu pratik komşuluk kuralı hiçbir medeniyet belirtisi olmayan bir zamanda ve daha önce dünyanın hiçbir yöresinde bilinmezken komşuya emanet edilmiş bir hak olarak Râsûl-i Ekrem tarafından ortaya konmuştur. Bu hak sadece müslümanlar için değil, gayri müslim komşular İçin de geçerlidir. Bu sebeple de komşular arasında işbirliği ve dostâne münasebet bağım geliştirmiştir. Bu kural komşuya, satılık olduğu vakit yanındaki bir malı yahut içinde hissesinin bulunduğu bir malı satın alma konusunda öncelik vermektedir. Hz. Peygamber şuf a hakkına bir yabancının ortak ya da komşu olarak çevreye dahil olmasından doğabilecek rahatsızlıkları ve endişeleri Önlemek için izin vermiştir. Rasûlullah; "Yakınındakine sahip olmada ilk hak komşusunundur" buyurmuştur. Yine; "Bir komşu diğer bir komşusunun duvarına kiriş yapmasma engel olmasın" buyurmuştur.
Bu kurallar doğrultusunda hareket etmeyen ve diğer insanların haklarını ihmal eden kişiler âyetin sonunda ağır bir şekilde ihtar edilmektedirler: "...Allah kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez." Açıktır ki, bunlar Allah'ın emirlerine âsi olan kibirliler ve başkalarının hakkına riayet etmeyenlerdir. Bu kişiler Cennetin kokusunu bile duyamayacaklardır, Abdullah b. Mesud'dan rivayetle "kalbinde zerre kadar kibir olan bir kişi Cennete giremeyecektir." (Müslim).
Yine İbni Mesud'dan rivayetle Rasûlullah; "Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennete giremez" buyurduğunda orada bulunanlardan biri; "İnsanlar elbiselerinin ve ayakkabılarının güzel olmasından hoşlanırlar; bu da kibire girer mi?" diye sorunca Rasûlullah: "Kibir, Hakkı inkâr etmek ve insanları küçük görere-rek ayıplamaktır" buyurdu (Müslim).
Başkalarının Sıkıntılarına Üzülürdü: Hz. Muhammed'in insanlara karşı sevgi ve şefkati o kadar çoktu ki herhangi bir kimseyi sıkıntı içinde görmek onu. fazlasıyla üzerdi. Allahu Teâlâ Kur'ân'ında O'nün bu duygularından şu sözlerle bahsetmektedir: "Andol-sun, içinizden size öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir." (9: 128). Peygamber yakınlarından herhangi birini, helâkına sebep olacak hâlini görünce derinden acı duyardı. Âyet, Allah'ın RasûlÜ-nün zorluk ya da ızdırap içinde gördüğü kişiler karşısındaki durumunu sâde bir şekilde tasvir etmektedir. Sizi inciten ve size güçlük veren herşey Peygamber'ı incitir; çünkü O sizin ızdırâbmızı kendi ızdırâbı, sizin güçlüklerinizi kendi güçlüğü bilir. Ve bu hâli sadece Müslümanlarla sınırlı kalmayıp müşriklere de şâmildir. Hakikaten, bütün çabalarına rağmen, müşriklerin inkârlarında daha bir derinlere gitmesine ve böylece cehenneme atılmaları ihtimalini daha bir artırmalarına Hz. Peygamber her defasında üzülüyor ve ızdırap duyuyordu. Bu insanların kendilerini helake götürdüklerini farkettikçe üzülüyordu. Bazen Peygamber'in halkı için duyduğu bu acı ve elem kendisini öylesine sıkıntıya düşürüyordu ki Allah kendisini şu âyetlerle teselli edip rahatlatıyordu: "Ey Rasûl! Ağızlarıyla 'inandık' deyip kalbleriyle inanmamış olanlardan ve Yahudilerden, küfürde yarış edenler seni üzmesin..." (5:41).
Halkının menfaati ve iyiliği için hiçbir gayreti esirgememiş bir insanın onların inançsızlıklarında daha bir derine gittiklerini gördüğünde üzülmesi ve onların kendi hayatlarını düşüncesizce mahvetmelerinden ızdırâb duyması son derece tabiîdir. Allah, onun ıstırabının ciddiyetini görerek onu teselli etmiş ve O'na onların kötü amelleri sebebiyle ümitsizliğe düşmemesini söylemiş ve zaten başka türlü davranmaları beklenemeyecek olan kişilerin ıslahı yolunda çalışmasını sabırla sürdürmesini tavsiye etmiştir. (The Meaning of the Qur'an, c.m, sh. 42>.
Nahl sûresinde yer alan şu mealdeki âyette: "Sabret, sabrın ancak Allah(ın yardımı) iledir, onlara da üzülme, kurdukları tuzaklardan da sıkıntıya düşme." (16:127) denilmektedir. Nemi sûresinde ise mealen şöyle hitabedilmektedir: "(Ey Muhammed!) Onlar(ın yüz çevirmesine, yalanlamasın)a üzülme, onların kurdukları tuzaklardan ötürü de sıkılma." (27:70). Yine, Allah, Elçisine müşriklerin davranışlarını gereksiz yere dert edinmemesi ve onlardan dolayı ıstırap duymaması yolunda bir teselli âyeti vahyetmiştir. Burada Hz. Peygamber'e onların durumuna üzülerek ve bundan sıkıntı duyarak kendini tüketmemesi tavsiye edilmiştir. Çünkü Peygamber'e ve vazifesine muhalefet ederek durumlarını kötüleştirmelerinin sorumlusu olanlar bizzat müşriklerdir. Bunun sebebi Hz. Peygamber'in gayretindeki herhangi bir eksiklik değil, fakat müşriklerin mutlak cahillikleri ve küfür-lerindeki inatlarıdır. Bundan dolayı da Peygamber onlara üzülmemeli ve onları kendisine dert edinmemelidir; O, elinden gelenin en iyisini yapmıştır.
Peygamber, toplumu ıslah ve onlara kendi hayırlarına olacak rehberİyet vazifesine devam etti. Müşrikler de ona muhalefet etmede ısrarlı ve inatçıydılar. Bu ise O'nu derinden yaralıyordu. Çünkü bu hâlleri, ateşe doğru koşan çocuğun hâli gibiydi ve O, onları ebedî ateşten korumaya çalışıyordu. Bu yüzden sıkıntı duyuyordu. Yâsîn sûresinde yer alan âyetiyle Allahu Teâlâ O'nu sonsuz şefkatiyle rahatlatmıştır: "Onların sözü seni üzmesin. Bİz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliriz." (36:76). Müşriklere karşı verilen zorlu mücadelede Peygamber'e rahatlatıcı bir söz ve teselli vardır: İnsanları Allah yoluna davet edenlere, muhatapları Allah'ı inkârla saçma bir tepki gösteriyor diye kendilerini üzmemeleri söylenmektedir. Onlar vazifelerini yapmalı ve gerisini Allah'a bırakmalıdırlar. Allah, kötülere tesir eden gizli-açık bütün duygu ve arzuları bilmektedir. O'nun nizâmı, muayyen bir zamanda ve görünüş ne kadar ters olsa da nihayette üstün gelecektir. (The Holy Qur'an, sh. 1187).
Hz. Muhammed'in şefkat ve merhameti bütün sınırların ötesinde idi ve ırk ve İnanç ayırmaksızın herkesi kapsıyordu. Kureyşliler, Peygamber'e ve mü'minlere karşı her türlü ezâ ve cefayı vermişler, buna karşı ve her cezayı hak etmişlerdi. Bir keresinde bir kıtlık husule geldi ve Kureyşliler açlıktan ölmeye başladılar. Allah'ın ve Rasûlü'nün en şiddetli düşmanlarmdan olan Ebû Süfyan Peygamber'e gelerek ondan merhamet ve şefkat dilendi. Rahmet Peygamberi kıtlıktan kurtulmaları için hemen Necd'in reisi Sümâme b. Üsâl'a haber göndererek Mekke'ye zahire şevkine müsaade edilmesini bildirdi. Sümâme daha önce Mekke'ye zahire yüklemelerini Necd halkına yasak etmişti. Hz. Peygamber'in emri üzerine bu yasağı kaldırarak buğdayı Müslümanların düşmanı Kureyş'e gönderdi. Bu olay Hz. Muhammed'in diğer insanların sıkıntılarından gerçekten elem duyduğunu ve insanlığın dostu ve yardımcısı olarak, en çok ihtiyacı olduğu sırada düşmana bile yardımı reddetmediğini göstermektedir.
Taif muhasarasında Hz. Peygamber muhasara altındaki İnsanların büyük zorluklar içerisinde olduğunu ve açlığın ölümlerini yaklaştırdığını Öğrenince muhasarayı kaldırdı.
Ashabdan bazıları düşmanın teslim olmak üzere olduğunu söylemelerine rağmen Peygamber yine de muhasaranın kaldırılması yolundaki emirlerini uygulattı. Çünkü pek çok düşmanının açlıktan ölümü sebebiyle kazanılacak olan zafere tahammül edemezdi.
Zeyd b. Sâbit'in rivayetine göre Rasûlullah Ramazan'da birkaç gece cemaatle hem farz ve hem de teravih namazı kılmıştı. Daha sonraki gecelerde cemaatin tehacümünü görünce yalnız yatsı namazmı kıldırıp odasına çekilmiş, teravih için çıkmamıştır. Rasûl-i Ekrem'in hücresinde sesi duyulmayınca uyudu zannedilerek uyansın ve çıksın diye bazı Ashab öksürmeğe başladı. O da çıkıp bekleyen cemaate hitap ederek şöyle buyurmuştur: "Cemaatle teravih namazı kılmak hususunda sizde gördüğüm bu arzu ve iştiyak daimidir. Fakat böyle cemaat halinde bu ibadete devam ederken teravihin farz kılınmasından ve farz kılındıktan sonra hepinizin cemaatle edasına muktedir olamamanızdan korkarım. Ey nâs! Bu namazı evinizde kılınız. Farz namazlardan başka sünnet ve nafile namazları kişinin evinde kılması daha faziletlidir." (Buhari ve Müslim). Cemaatle teravih kılmayı terketmesi hususunda Hz. Aişe'den gelen rivayette Rasûlullah halka şöyle demiştir: "Ey nâs! Sizin cemaatle Ramazan namazı kılmağa olan şiddetli arzu ve iştiyakınızı görüyorum. Benim için de namaza çıkmağa hiç bir mani yoktu. Yalnız böyle aşırı bir iştiyak ile devanı edilerek üzerinize farz kılınmasından, sizin de edasına muktedir olamamanızdan endişe ettim." (Buhari). Enes, bir keresinde teheccüd namazında Rasûlullah'e eşlik ettiğini, onun varlığını hisseden Peygamber'in namazı kısalttığını rivayet etmiştir (Müslim).
Hz. Aişe, Rasûlullah'in iki şey arasında muhayyer bırakıldığında daima kolay olanını seçtiğini ve hiç kimseden kendi şahsî kızgınlığından dolayı öç almadığını rivayet etmiştir. (Kadı Muhammed Süleyman Selman, Rahmetelli'l-Âlemin, c. El).