sidretül münteha
Tue 14 September 2010, 12:48 pm GMT +0200
KİTAB (KUR´ÂN-I KERÎM)
128- Şafii, Îstidlâl Hususunda Kitab İle Sünnete Aynı Mertebede İ´tibar Eder:
Şafiî Kitabla Sünnete gerîat ilminde bir derecede i´tibâr etmektedir. Bu ikisini din ilminin biricik kaynağı addetmektedir. Çünkü bu ikisinden başka istidlal kaynakları da bu ikisine dayanmaktadır; bu ikisinin ruhundan alınmadır. Delillerin kaynakları ne kadar çok ve türlü olsalar da Kitab ve Sünnetten terekküp eden bir asla râci´-dirler. Fakat bakıyoruz, Şafiî´den sonra usûl hakkında yazanların ibareleri, ondan önceki fukahânın sözleri ve hattâ bâzı kitaplarında bizzat Şafiî, Sünneti, Kitab mertebesinde tutmuyorlar. Onu Kitabla bir değil, ondan sonra gelen bir mertebede sayıyorlar, öyleyse neden Şafiî, yukarıda zikrettiğimiz bu ikisini bir mertebede i´tibâr etmiştir Şafiî buna şöyle cevap veriyor: Kitab ve Sünnet her ikisi de Allah´dandır. Çünkü Resûl-i Ekrem (Ona salât ve selâm olsun) kendi arzusuna uyarak bir şey söylemez. Onun söyledikleri kendine vahyolunan vahy´dir. Kitab gibi Sünnet de Allah´dandır; yolları ve sebepleri ayrılsa da ikisi de vahiyedir. Sünnet Kitâbullah´dan alınma bir ilimdir. Öyleyse Sünnet Kitaba mülhaktır. Sünnet Kitabla birlikte şerîatı tamamlar. "Allah´ın Kitabındaki farzlarını kabul eden herkes, Resûlullah´dan da Sünneti kabul eder. Allah Resulüne itaati insanlara farz kılmıştır, onun hükmünü kabul etmelerini bildirmiştir. Resûlullâh´m hükmünü kabul eden Allah´dan kabul ediyor demektir. Zîrâ Resulüne itaati Allah farz kılmıştır. Allah´ın Ki-tâbındakini ve Resulünün Sünnetini kabul etmek, bunların ikisinin´ de Allah´dan olduğunu kabul demektir. Bunların vâsıtaları ayrılsa da ikisi de birdir. Allâhu Teâlâ muhtelif sebeplerle dilediği gibi helâl eder, haram kılar, farz eder, yasak eder. O yaptıklarından sorulmaz, halbuki onlar sorumludurlar."[1]
Kitabdaki küllî mes´elelerin mücmeli beyan ister. Sünnet Kitabın beyanı mesabesindedir. Beyan edicinin, ilimde, beyan olunan mertebesinde olması lâzımdır. Ashabdan birçoklarının görüşü, Şafiî´nin bu görüşü gibi idi.
Rivayet olunuyor ki, Abdullah îbn-i Mes´ûd, şu sahîh Hadîsi rivayet etti: "Vücûduna döğme yapan, jüzü&Iib tüylerini yolan, güzel tasun diye diglesiîsi yontup gedik yapas, Allah´ın yarattığı şekli bozan kadınlara Allah lâ´net «tsim." Bu Hadîsi Esed oğullarından bir kadın duydu. O Kur'ân okuyan bir kadındı, Abdullah Ibn-i Mes´ûd´a; "Senden duyduğum bu Hadîs nedir, sen şöyle göyle yapanlara lanet okuyorsun." dedi. îbn-i
Mes´ûd da:
Hz. Peygamber´in lanet ettiklerine ben neden lanet etmeyeyim? Bu Allah´ın Kitabında da var, dedi.
Ben Mushaftn iki kapağı arasındakilerin hepsini okudum, böyle bir şey bulamadım, dedi.
AbduHah îbn-i Mes´ûd:
Dikkatle okursan bulursun, dedî, Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: size ne getirdiyse onun, sizi neden nehyettâyse ondan kaçınsın [2]
129- Şâfii nin Maksadını Doğru Aklamak Îçîn Üç Noktanın Gözönünde Tutulması:
Şafiî´nin maksadım gayesinden ayırmamak veya sözünü başka yere çekmemek için, bâzılarının idrâkinden kaçması muhtemel olan üg meseleye işaret etmemiz gerekiyor:
1- Şafiî Sünnet ilmini umûmî olarak Kur´ân mertebesinde tutmaktadır. Fakat bu, Peygamberden her rivayet olunan, rivayet yolu ne olursa olsun, sıdkı kat´î olan mütevâtir âyetler mertebesinde demek değildir. Hattâ haber-i vâhid olan Hadîsler, sübûtu kat´î olan Kur´ân âyetleri mertebesinde olmak söyle dursun, mütevâtir veya meşhur, müstefiz Hadîsler mertebesinde bile değildir. Şafiî buna dikkati çekmiştir. Çünkü Kur ân mestebesinde saydığı Sünneti, Sünnet-i sabite Sübut bulmuş Sünnet olmakla takyid etmiştir. Şöyle demektedir: "Birinci mertebede olanlar: Kitab ve sabit olan Sünnettir..." Şafiî her ne kadar Kur´ân ile sabit Sünnetin ilimde mertebesinin bir olduğuna hükmetmiş ise de istidlalin teferruatını açıklarken arada fark olduğu göze çarpar. îsnad bakımından hiçbir şey Kitab´a denk olamaz. Halbuki Sünnet´te isnadın birtakım mertebeleri vardır. Onun delil olarak muteber olması bu mertebelere tabf dir. Kitab ve Sünnetin delâlet bakımından mertebeleri vardır, biri, delâletçe diğerinde bulunmayan mertebeyi hâizdir.
2- Fürûa dair hüküm çıkarırken Sünnet ilmini Kitab mertebesinde tutmanın mânası, akaidi isbat hususunda Sünnetin hepsi Kitab derecesindedir demek değildir.Zira Sünnetle sabit olan bir şeyi inkar etmek Kur an-ı Kerim in sarahatiyle sabit tevil taşıyan veya tevile hiç müsait olamayan bir şeyi inkar etmek değildir.Zira Kur an-ı Kerim le bu yolda sabit olan bir şeyi inkar eden İslam Dininden çıkmış olur.Fakat haber-i vahid olan Sünnetle sabit olan bir şeyi inkar eder ise İslam Dini nden çıkmış olmaz.Çünkü itikada Mütaallik meselelerin senedi (sübütu)ve delaleti kati olan sağlam bir yolla sabit olması gerekir.Halbuki haber-i vahidlerin senedi kati değildir.Öyleyse onlarda bulunan bir şeyi inkar eden İslam Dininden çıkmaz fakat haber-i vahidler amel hususunda delil olarak alınır.Bu Şafii nin Cimaul-İlim kitabında münazara yaptığı kimsenin ağzında böylece söylenmiştir.Şaffi de bunu reddedip karşılık vermemiştir.
3- Füra dair hükümler çıkarırken Şaffi nin Sünnet ilmini Kur an mertebesinde itibar etmesi Kuran-ı Kerimin bu dinin temeli esas direği hücceti ve Peygamber Efendimizin büyük mucizesi olmasına asla aykırı değildir.Çünkü Sünnet fürudur,Kitab da Sünnetin aslıdır.Onun için Sünnet kuvvetini Kitabdan almaktadır.Feri hükümler çıkarırken Kitab mertebesinde tutulması şu bakıkmdadır:Kuran-ı Kerimin ihtiva ettiği hükümleri beyan edip açıklama hususunda Kitaba yardım ediyor.Bu dinin insanların dünyasına ve ahiretine yararlı ,üstün bir medeniyet kurmağa matuf hükümlerini beyan hususunda Kitabı tekid ediyor.
Burada şunu da belirtelim ki Sünnet Kitaba taaruz ederse Kitab alınır,Sünnet alınmaz.Eğer Kitabın nassı muhkem olup tefsire ihtiyaç yoksa ,istidlal hususunda yalnız o alınır.Onun için hüküm evvela Kitabda aranır. [3]
130- Kuran'ın Arapça Olduğu:
Safi devrinde bahsederken söylediğimiz gibi birçok karışık ve sarsık sözlerin söylediği dini fırkaların çoğaldığı bunların birbiriyle çatıştığı bir çağda yaşadı.Şaffi bu gibilere cevap vermiş ve Kuran-ı Kerimin arapça olduğunu isbat etmiştir,sonra bunun üzerine bazı hüküm çıkarma meseleleri kurmuş Kerime mahsus bazı hükümler beyan etmiştir[4]
Kur'an daki âm Ve Has Kelimeleri
131- Mantıkçılara Ve Usulcülere Göre Am Ve Has Nedir?
Ammı mantıkçılar ve usul uleması şöyle tarif ederler:Adetleri başka başka manası bi olan şeylere delalet eden isimdir.[5] İnsan kelimesi gibi. Çünkü bu kelime erkeğe, kadına, siyaha, beyaza, Zeyd´e, Bekir´e, Hâlid´e delâlet eder. Bu ferdilerin sayısı, şahıslan başka başkadır. Fakat insanlık mânasında müşterektirler, insan kelimesi bunların her birine ıtlak olunur, bunlardan her biri mevzu´ olur, insan kelimesi de mahmul olur. Yâni bunlardan biri mübtedâ, insan kelimesi de haber olarak söylenir: Beyaz insandır, siyah insandır, kadın insandır, Zeyd insandır; denir. Demek bunlar bir mânâda birleşiyorlar ki, o da insan olmaktır. Çünkü bunların her birine onu haber yapmak doğru oluyor.
Hâs ise: Âm olan mefhumun delâlet ettiklerinden bâzısına delâlet eden kelimedir[6], insana nisbetle erkek, beyaz gibi. Bâzan hâs, haddizatında âm da olabilir. Erkek kelimesi gibi. Çünkü bu kelime şahısları başka başka, fakat bir mânâda birleşen birçok kimselere ıtlak olunur. Fakat erkek .kelimesi insana nisbetle hâs´dır, nasıl ki insan kelimesi hayvana nisbetle hâs´dır, hayvan da canlıya nisbetle hâs´dır... [7]
132- Kur´âısrdaki Âm Lâfızlarının Üç Kısma Ayrılması:
Bu başlangıçtan sonra, Şafiî´nin Kur´ân-ı Kerim´de geçen âm lâfızlar hakkında ne dediğine gelelim. Şafiî Kur´ân´daki âm kelimeleri üç kısma bölüyor:
1- Âm olduğu zahir yâni umûmî mânâda olduğu açık olan kelimeler ki, siyak karînesiyle onun mefhumuna giren her şey murad olunur.
2- Kendisiyle âm murad olunan ve zahiren âm olan kelime ki, buna hususî manâlar da girebilir; ileride beyan olunacaktır.
3- Kendisiyle hâs murad olunan âm kelimeler.
Böylece Şafiî, Kur´ân-ı Kerîm´de vârid olan âmm´Iarı bu üç kısım altında toplamış oluyor. Kelimenin lügatte kullanılan mânâ bakımından sigasınm âmm olmasından, onun umum murad edilmiş olması lâzımgel-mez. Sözün gelişi (siyak) hâl karineleri, asıl murad olunan mânâyı gösterir. Öyleyse siyak ve hâl karinelerinden yardımlanmak gerekir. Eğer muradı tahsis edici bir siyak ve hâl karinesi bulunmazsa, tahsis eden bir Sünnet de yoksa, bu gibi hallerde lügatçe kullanma tarzı, muradı tâyin eder. Yâni kelime lügatçe delâletinin iktizasına bırakılır. Şafiî´nin getirdiği bâzı misâllerle bunu îzah edelim:
Şafiî umûm murad edilen âmme şu âyet-i kerîmelerle misâl veriyor: "Allah her şeyin Halikıdır." "O her şeye vekildir.", "Gökleri ve yeri yarattı.", "Yeryüzünde bir hayvan yoktur, rızkını Allah vermiş olmasın.
Şafiî bu âyetlerin umûmunu şöyle anlıyor: Gökte, yerde ne varsa, canlı, cansız ve başka her şeyi Allah yarattı. Yerde debelenen her hayvanın rızkını Allah verir, onların duracak ve barınacakları yeri bilir.
Umûm murad olunmakla beraber hususa da giren âmme misâl su âyet-i kerimeleri gösteriyor:
Medine halkina ve cevrelerinde bulunan Bedevi Araplara savasta Allahin Peygamberinden geri kalmak kendilerini ona tercih etmek yarasmaz.[8]
´Rabbimiz! Bizi halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, katında bize bir dost kıl, katından bize bir yaratma, gönder, diyen zavallı kalamis erkekler, uğrunda ve Allah yolunda sizler neden savas miyorsunuz[9]
Oraya varinca kasaba haikmdan yiyecek istediler, kasaba halkı bu misafir etmek istemediler."[10]
Bu âyetlerdeki sîgalar âm´dır. Birinci âyet umûmi olan ifadesiyle Medine halkının ve evresinde bulunanların hepsinin Peygamberce birlikte savağa gitmeleri, kendilerini ona tercih etmemeleri lâzungeldiğini bildirir, îkinci â,yet, o kasaba halkının hepsinin zâlim olduğunu ifâda eder. Üçüncü âyet, kasaba halkının hepsinden yemek istediklerini, keza onların hepsinin bundan çekindiklerini ifâde eder. Bu umûmî tâbirlerin bir veçhi vardır. Onun için umûm murad nefiy olunmamış, i´tibardan düşmemiştir. Herbirinde hitaba lâyık, levme müstahak olan vardır: Birincide savaşa gitmeğe takati ve yeterliği olan kimselerdir, murad bunlardır. ikincide fi´len zulüm imlemiş olanlardır. Üçüncü âyette kendilerinden yemek istenmiş olan kimselerle bundan çekinmiş olan kimselerdir. Bu üç âyetteki ifâdeler umûmîdir, fakat kasdolunan mânâlar hususîdir. Umûmun içinden bir kısım murad olunur. [11]
133- Farz-ı Kîfâye Hakkında:
Şâfii Kur´ân´dan bahsederken umûm ve husus olma cihetlerini zikretti. Fakat, başkaları gibi bunu îzâlı etmedi. Onun için biz bunu, ŞâfiT-mn başka yerdeki sözlerinden ve ona tabi´ olanlardan alarak İzaha çalışalım: Umûm ve husus murad olunan bu şeylerden maksad, fukahâ ıstılahında fara-ı kifâye denen şeyler olması muhtemeldir. Umûmî hitabla husus! bir kısım murad olunur. Çünkü getirdiği misâller bunu gösteriyor. Muhatablardan bir kısmı bunları yapınca, diğerleri vebalden kurtulur. Sevabı işleyen kimseye âit olur. içlerinden hiçbiri işlemezse, hepsi günâha girer. Cihad, kudreti olanların hepsinden istenmektedir. Fakat bu ise lâyık olanlardan bir kısmı bunu yerine getirirse diğerleri vebalden kurtulmuş olur. Zulmü defetmek, buna kaadir olanların hepsine farzdır. Bğer bir kısmı bunu yaparsa sevap onlara âit olur, diğerleri vebalden kurtulur. Yolcuları, garib kimseleri konuklayıp barındırmak, doyurmak herkese düşen bir borçtur. Fakat o yer halkının bir kısmı bunu yaparsa diğerleri vebal altında kalmaz. Hiçbir kimse yemek,verip doyurmazsa bunu bilerek yaparlar ve kusur ederlerse, hepsi günâha girer.
Kısacası farz-ı kifâye´den maksat, kendilerine teklif vâki´ olas cemâat tarafından o işin yapılmasıdır. Eğer iş yerine getirilirse, hepsi vebalden kurtulur, sevap işleyene âit olur. Eger matlup olan iş yapılmazsa hepsi günâha girer. Şafiî ilim babında âyet-i kerîmelerden bu mânâya çıkarmakta ve bunu zikretmektedir: "Sizinle toptan döğüştükleri gibi de müşriklerle toptan döğüşün." gibi cihâda dâir bir kısım âyetler: zikrettikten sonra şöyle diyor: "Ayetler, cihâdın umûma farz olmasına, hassaten savaşa katılmanın kudreti olan herkese lazim geldiğine muhtemeldir. Kimsenin ondan yüz çevirmesi caiz değildir. Beş vakit namaz, hac, zekât nasıl farzsa bu da öyledir. Bu farzlar kendisi üzerine, lazim geîen bir kimse o farzı ödemedikçe üzerinden sakıt olmaz, çünkü .bunları işlemek başkasına farz kılınmış değildir. Cihad âyetlerinden farz-i kifâye kasdedilmiş olması da ihtimal dahilindedir. Müşriklerle yapılan savaşa katılıp da cihad farz-ı kifâyesini yerine getirmiş oîan kimse, umûma düşen farzı ödemiş olur, cihad faziletini ve sevabını kendisi kazanır; kendisi vebalden kurtulduğu gibi cihâda katılmayanları da vebalden kurtarır. Allâhu Teâlâ cihâda katılanlarla katılmayanları asla bir tutmamış ve şöyle buyurmuştur: "însanlai´dam özürsüz olarak harbe gftmedân yerimde oturanlar ile, mallariyle, canlariyle Allah yolunda cihad edenlerine müsavi olamaz. Allah cihad edenleri kat kat üstün kılmıştır. Onlara büyük dereceler, mağfiret ve rahmet vardır. Allah Gafurdur, Rahimdir."[12]. Evet Allâhu Teâla hepsine de Cenneti vaad etmiştir. Harbe katılmasalar da, îmân ettiklerinden dolayı kendilerine Cennet vaad olunmuştur. Ancak mücâhidlerin, savaşa gitmeden oturanlar üzerine üstünlüğünü de bildirmiştir. Başkaları savaşırken, savaşa, katılmamaları günâh olsaydı, bunların mükâfatı Cennet va´dı değil Allah affetmediği takdirde günâhlarından dolayı ıfceb olurdu. Demek farz-ı kifâye olması da muhtemeldir. Böylece bir kısmının yapması kâfi olan yerde farzdı kifâye kast olunmus olur. Müslümanlardan bir kısmı bunu yerine getirince, getirmeyenlerden de günâh sakıt olur, eğer hepsi bunu îfâ etmezse hiçbirinin vebalden kurtulmamasından korkarım, hattâ Allâhu Teâlâ şu kavlinden dolayı bunda şüphem de yoktur [13]
134- Umûm Mürad Olunan Ve Hususîlik De Bulunan Âm Ve Farz-ı Kîfaye:
Fans-ı kifâye olmak üzere istenen bir şeyi, kendisiyle umûm murat olunan ve hususîlik de giren bir ânı olmak üzere ifâde etmek, çok güzel ve doğru bir tâbirdir. Çünkü teklif umûmî olmakla beraber bunda hususîlik de mülâhaza edilmektedir. Çünkü eğer istenen işi yapmazlarsa hepsi günâha girer, demek teklif umûmadır. Teklif olunmayan bir şeyde günâha girmek olmaz. Eğer işin yapılması matlup olmasa isyan karşı gelmek da olmaz. Demek emir umûmadır. Bunda hususîlik de mülâhaza olunmuştur. Çünkü istenen şey, işin birkaç kişi tarafından dahi olsa, yapılmasıdır. Matlub olan işin yapılmasıdır, adede bakılmaz.
Bundan başka, farz-ı kifâye yoluyla istenen şeye: Umûm murad olunan bir âm´dır, ona hususîlik de girer demek, farz-ı kifâyelerde gayet mühim bir şeye işarettir ki, o da şudur: Farz-ı kifâye olan emirler, herkesin üzerine borcdur; bunlar cemâatler ve ferdler arasında tevzi´ olunur. Dinde bilgi sahibi olmak farz-ı kifâyedir, hendese Öğrenmek, farz-ı kifâyedir, ziraat farz-ı kifâyedir, cihad, tıp farz-ı kifâyedir. Cemiyetin müstağni kalamiyacağı, hükümetin, içtimaî ve iktisadî düzenin dayanağı olan her iş ve san´at da böyledir; bunlarla umûm mükelleftir, hitâb hep-sinedir, içlerinden bir kısmının bunu yapması istenir. İçlerinden doktorlar, mühendisler, ziraatçılar, sanatkârlar, valiler, hâkimler yetiştirmek için imkânları hazırlamakla cemiyetin hepsi mükelleftir. Vali, hâkim, mühendis, doktor, asker, din âlimi olacak kaâbiliyette ve isti´datta olan kimselerin, kendi kaâbiliyetlerine göre bu işlerde yetişmeleri hassaten onlardan istenir. Bu suretle hem umûmdan istenen tahakkuk eder, hem de husûsî kimseler üzerlerine düşeni yerine getirmiş olurlar. Böylece, işin yapılmaması suretinde, farz-ı kifâye yerine getirilmediğinden bütün toplumun günâha girmesinin sebebini anlamış oluyoruz. Yalnız günâh herkes için aynı derecede olmuyor. [14]
135- Bu Konuda Şatıbi´nîn Dedlklerî:
Farz-ı kifâyelerdeki bu değerli mânâyı, Şâtıbî, Muvâfakat´mda çok güzel îzâh etmiştir. Oradan bâzı cümleleri aktaralım; farz-ı kifâye bahsinde söyle diyor: "Bu farzı yerine getirmek, umûmî bir maslahatı îfâ etmek demektir. Bunu yerine getirmekle hepsi mükelleftir. Bâzısı bunu doğrudan îfâya kaâdirdir ki, bunlar o işi yapmağa ehil ve salahiyetli olanlardır. Diğerleri bu işi yapmağa kaâdir değilseler de, yapabilecekleri hazırlamağa, yetiştirmeğe kaadirdirler. Âmmeye hizmet için valilik, hâkimlik yapmağa kaâdir olanın bunu yapması istenir, yapmağa kaâdir olmiyamn da, yapabilecek kimseyi bu vazîfe başına getirmesi matluptur. Demek farz-ı kifâyeyi yapmağa kaâdir olanın yapması, kaâdir olamıya-nın da yapabilecek kimseyi bu vazîfe başına getirmesi lâzımdır. Çünkü kaâdir olan kimse bu vazifeyi ancak bu suretle îfâ edebilir. Vâcib olan §ey ancak kendisiyle tamam olan şeyde vâcib olur." Beyana devamla diyor ki: "insanların kaâbiliyetleri muhteliftir. Görecekleri işler de türlü ve başka başka olur. Bakarsın, bu, ilme hazırlanmıştır; şu, idare ve riyaset işlerine meraklı, öteki san´ata yarar, diğeri güreşe hevesli. Herkesin kendi kaâbiliyetine ve merakına göre yetiştirilmesi lâzımdır. Böylece her biri merak ettiği ve üstün gelmeği arzuladığı işde ilerleyebilsin, meydana çıksın. Böylece farz-ı kifâye olan her işi görmek üzere toplumdan bir bölük yetişir. Çünkü bu, müşterek olan bir yolda yürümek için lâzım-" dır. Yolda yürüyen durur ve yürümekten âciz kalırsa, toplumun ihtiyacı olan bir noktada durmuş olur. Toplumun onu desteklemesi lâzımdır. Eğer kuvvet bulursa yoluna devam eder. Son noktaya ulaşıncaya kadar gider, farz-ı kifâye yerine gelmiş olur. Bu suretle dünya ahvâli ve âhiret a´nıâli doğru yolda gider. Görüyorsun ki, farz-ı kifâyelerde, terakki, bir tertip üzere değil. Bunlar alelıtlak ne umûm üzerinedir, ne de bir kısmı üzerinedir. Bunlar ancak vesüe değil de maksat bakımından veya bunun aksi olarak istenmiş şeyler de değildir. Hattâ onlara böyle bir nazarla bakılamaz, onları bu tarzda açıklayıp Müslümanlar arasında böyle bir tevzi´ yapmazsak, farz-ı kifâyeleri Müslümanlar aralarında bölüşmezlerse, hiçbir suretle sözü doğruya bağlayamayız. Doğrusunu Allah bilir.[15]
136- Hâs, Bîr Mâna Murad Olunan Âm Kelimeler:
Âm olan kelimelerin üçüncü kısmı: Kendisiyle hâs murad olunan âm´dır. Yâni utnûmî olan bir kelimede umûm mânâsı asla kasdolunmuş değildir. Belki umûmun bâzı ferdleri kasdolunmuş, hususî kimseler murad olunmuştur. Kelimenin mefhumu murad edilmiş değildir. Umûmî olan bu lâfız, hâs yerinde kullanılmıştır.
Âm olan kelimeyi böyle hususî mânâya almak, yâni Kur´ân´daki âm : kelimeleri tahsîs etmek; ya Kur´ân´ın âyetlerinden ve nüzul sebeplerinden anlaşılır, veya diğer âyetlerden alınır. Yahut da Sünnetle tahsîs edilir, sahih hadîsler o kelimenin umûmî mânâsı üzere olmadığını gösterir. Hususî mânâda kullamlmış olan anılardan biri şu âyettir: "Onlara; (halk) sizin için toplandı, onlardan korkun! bize Allah yeter, O ne iyi vekildir, derler[16]
Âyetin gelişinden anlaşılıyor ki, insanlardan murad: insanların bâzı-sıdır. Burada insan kelimesinden murad, bütün insanların olması imkânsızdır. Çünkü haber veren, haber verilenlerden başkadır, onlardan olamaz. Hz, Peygamber´le birlik olanlar, onlar da insanlardandır. Şüphesiz ki, bu sözü söyleyenler bir kısım insanlardır. Toplandıkları haber verilenler de birtakım insanlardır, bütün insanlar değildir. Akıl şüphesiz gösterir ki, insanların hepsi toplanmadı, haber verenler de insanların hepsi değildir. Demek onlar insanların umûmu değil.
Hususî mânâda olduğunu başka âyet gösterip siyak karînesiyle tah-sîs edilmemiş olan âm´a misâl şu âyettir:
"Zina yapan kadına ve erkeğe, İkisinden her birine yüz değnek vurun."[17]. Bu âyet umûmî i´tibâriyle, zina yapan kadın hür olsun, câriye olsun, yüz değnek had vurulmasını ifâde eder. Fakat cariyeler hakkındaki âyet bunu tahsis ediyor: "Cariyeler evlendikten sonra eğer bîr İffetsizlik yaparlarsa onlara Mir kadınların yarı azabı vardır." Demek yüz değnek ceza hür kadınlara mahsustur. Umûmî olan bu kelime ile hâs bir mânâ murad olunmuştur. Veyahut bu âm tahsis edilmiştir.
Nisa Süresindeki miras âyetleri de âmme misâldir ki, Sünnet, onlarla hâs murad edildiğini gösterir. O âyetlerde Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: "Allah çocuklarınız hakkında, erkeğe iki, kızlara bir hisse olmak üzere hükmeder. Eğer kadınlar ikiden fazla ise, biz filân malın üçte ikisi onlarındır; şayet bir ise yansı onundur. Ana babadan her birine, ölenin çocnğu bohuuhığu takdirde, altıda bir düşer. Çocuğu yoksa ona babası vâris olur, anasına üçte bir düşer, ölenin kardeşleri varsa anasana altıda bir düşer."[18]
"Karılarınızın çocukları yoksa baraküklannın yansı sizindir. Çocukları varsa bıraktıklarının ettikleri vasiyetten veya borçtan arta kalan dörtte biri sizindir. çocuğunuz yoksa, yaptığınız vasiyetten veya borcta arta kalanın bıraktığınız mahu dörtte biri kanlarını zındir, çocuğunuz varsa bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Eğer, erkek kardeşi veya kız kardeşi olan bir erkek veya kadın, kelâle ikinci dereceden bir mirasçı bırakırsa, yapılan vasiyetten veya borçtan arta kalanın ikisinden her birine altıda bir hisse düşer. İkiden çoksalar üçte birine, zarara uğratılmaksizm ortak olurlar. Bunlar Allah tarafından tesbit olunmuştur. Allah her şey bilir, O halimdir."[19]
Bu âyetler umûmî surette zahirlerine göre: Baba, evlâd ve diğer mirasçılar, dinleri bir olsun olmasın, irs sebebiyle mirasa konan kaâül olsun olmasın, mirastan hisse alacaklarım ifade eder. Fakat Sünnet bu umûmdan hâşasını tahsis eder. Meselâ Müslüman olmayan bir kimseDİn Müslümana mirasçı olamıyacağını, kaâtüe mirastan hisse veremiyecegini beyan eder.
Bundan sonra âyet şunu da beyan etmektedir: Mirasçılar hisselerini; ölünün borcu Ödendikten ve vasiyeti yerine getirüdikten sonra alacaklardır. Âyetin umûmundan, vasiyetin mikdarı ne olursa olsun, mirasa takdim edileceği anlaşılır. Fakat Sünnet, mirastan ileri tutulup mıt´te-ber olan vasiyetin, ölünün bıraktığı malın üçte birini aşmaması lâzım geldiğini beyan eder. Bu suretle miras âyetleri tahsis edilmiştir, kelimeler umûmî ise de murad olunan mânâlar hâss´dır.
Kendisiyle hâss murad olunan âmm´den biri de şu âyet-i kerîmedir: ´Taptıklarına bir cem olmak üzere çalan erkeğin ve katimin elini kesiniz."[20]
Şafiî diyor ki, bu âyetin umûmunu Sünnet tahsîs etmiştir. Çünkü âyet tam olması bakımından bir kimse bir şey çalarsa elinin kesileceğini ifade eder; çaldığı şey az olsun, çok olsun, çaldığı şeyin nev´i ne olursa olsur:, buna bakılmaz. Âyetin umûmundan bu çıkar. Fakat Hz. Peygamber Efendimiz Sünnetiyle bunu beyan etti: Meyve, çağla çalmakta el kesmek yoktur. Çaldığı şey çeyrek dinarı aşarsa o zaman eli kesilir. Böylece âyetin zahiri umûmdur, fakat onunla hususî bir mânâ murad olunmuştur ki, o da korunan bir malı çalan ve çaldığı şeyin kıymeti çeyrek dinan aşan bir hırsızın elinin kesileceğidir.[21]
[1] Er-Risâle, s. 33, Halebl tâb´ı.
[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 176-177.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 177-178.
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 178.
[5] Hanefi usulcüleri Ammı şöyle tarif ederler:Birçok şeylere şamil olan bir isimdir.
[6] Hanefî usûlcülerince Hâssın tarifi şöyledir: Tek bir mânâya vaz´olunan kelimedir.
[7] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 178-179.
[8] Tevbe Suresi 120
[9] Nisa Sûresi: 75
[10] Kehf Sûresi: 77.
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 179-180.
[12] Nisa Sûresi: 95-96,
[13] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 180-181.
[14] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 181-182.
[15] Ebû îshak ibrahim Şâtıbî, Muvafakât, c. I, s. 119/124.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 182-183.
[16] Al-i İmrân Sûresi: 173.
[17] Nûr Sûresi: 2.
[18] Nisa Sûresi: 11.
[19] Nisa Sûresi: 12.
[20] Mâlde Sûresi: 41.
[21] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 183-185.