armi
Wed 27 January 2010, 03:03 pm GMT +0200
Kıssadan Hisse
Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Edhem, Belh şehri pâdişâhıydı. Kendisi Şehzâde olup, tahtta oturur, avlanmayı severdi. Her türlü imkâna sâhip, her istediğini yer, her istediğini giyer, her emri hemen yapılırdı. Bir yola çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı asker önünden, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. O bütün bunları terk etmiş ve Allahü teâlâya gönül vermiştir. Mübârek sözleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşmış, muhabbeti hep gönüllerde yaşamıştır. Dünyâ sultânları unutulmuş, fakat O unutulmamıştır.
Tâcını, tahtını bırakıp evliyâdan olması şöyle olmuştur:
Bir gece tahtı üzerinde uyuya kalmıştı. Gece bir gürültü ile uyandı. Tavan sallanıyordu. seslendi: "Kim o?" Damdaki, "Tanıdık biriyim, devemi kaybettim onu arıyorum" dedi. İbrâhim Edhem, "Hey şaşkın, ne di- ye damda arıyorsun? Damda deve mi olur?" deyince, damdaki zât, "Ey gâfil, sen Allahü teâlâyı altın taht ve süslü elbiseler içinde arıyorsun. Damda deve aramak bundan daha mı acâyib?" dedi. Bu sözlerden sonra kalbi Allahü teâlânın aşkı ile yandı ve şimdiye kadar yaptığı bütün günahlara, hatâ ve kusurlara tövbe etti.
Başka bir rivâyette: Bir gün sarayda umûmi bir ziyâfet verildi. Devlet adamları yerlerini almış, hizmetçiler beklerken, gayet heybetli bir zat çıkageldi. Ne askerlerden ne hizmetçilerden hiçbir kimse ona, sen kimsin, burada ne işin var? deme cesaretini bulamadı. Bu heybetli zâta İbrâhim Edhem sordu: "Ne istiyorsun?" O zât, "Bu handa konaklamak istiyorum." dedi. İbrâhim Edhem; "Burası han değil, benim sarayımdır." diye cevap verdi. O zât, "O halde bu saray bundan evvel kimindi?" diye sorunca, İbrâhim Edhem; "Pederimindi!" dedi. Gelen zât; "Ondan evvel kimindi?" diye tekrar sordu. İbrâhim Ethem; "Filân zâtın!" dedi. O zât; "Ondan evvel kimindi?" diye sorduğunda, İbrâhim Edhem; "Filân oğlu filânın!" cevâbına, o zâtın; "Bunlara ne oldu?" suâline de İbrâhim Edhem; "Öldüler!" cevâbını verdi. Gelen heybetli kimse; "Bu nasıl senin sarayın ki, biri gelmeden biri gitmede?" diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbâhim Edhem o zâtın peşine düştü ve sordu; "Sen kimsin?" O zât da, "Ben Hızırım." dedi.
Bundan sonra İbrâhim Edhem hazretlerinin derdi çoğaldı. Kalbindeki Allah aşkı fazlalaştı.
Başından geçen bir başka hâdise de şöyledir: Bir gün atının hazırlanmasını istedi ve av köpeğini de yanına alıp ava çıktı. Karşısına bir hayvan çıktı. Onu yakalamak için atını sürdü, gâibden; "Yâ İbrâhim sen bunun için yaratılmadın ve bununla emr olunmadın!" diyen bir ses işitti. Durdu, sağına soluna baktı hiçbir kimseyi göremedi. "Allah lânet etsin! Bu İblis´tir!" dedi. Atını tekrar sürdü. Biraz öncekinden daha kuvvetli ve daha açık; "Ey İbrâhim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın!" dendi.
Durup, sağına soluna baktı, hiçbir kimseyi göremedi: "Allahü teâlâ lâ- net etsin! Bu İblis´tir!" dedi. Atını tekrar sürdü ve aynı sözleri atının eyeri tarafından işitti ve durdu: "Âlemlerin Rabbinden bana bir ikaz geldi. Al- lahü teâlâya yemin ederim ki bu günden sonra Allah´a isyân etmeyeceğim. Rabbim, sâlih insan olmamı istiyor!" dedi. Bu hâdise üzerine pek fazla ağladı ve elbiseleri göz yaşlarıyla ıslandı. Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince bunun, babasının çobanlarından birisi olduğunu anladı. Onun abasını ve başlığını alıp kendi elbiselerini ona verdi. Her şeyi bırakıp Allahü teâlânın yoluna girdi.
Merv şehrine doğru giderken yolda âmâ bir adamcağız bir köprüden geçiyordu. Gözleri görmediği için nehre tam düşerken, İbrâhim bin Ed- hem bunu gördü. Adamcağıza çok acıdı ve (Allahümmahfezhu= Ey Al- lah´ım. Onu muhâfaza et, koru!) diye duâ etti. Bunu söyleyince köprüden düşmekte olan âmâ, köprü ile nehir arasında, boşlukta kaldı, düşmedi. Etrafta bulunanlar, âmâyı tutup yukarı çektiler ve İbrâhim bin Edhem´in büyüklüğünü tasdik ettiler. Bundan sonra Nişâbur´a gitti. Hep nefsi ile meşgûl olmak, her an Allahü teâlâya ibâdet ve tâatte bulunmak için, ken- disine dünyâ meşgalelerinden uzak, sâkin bir yer aradı. Burada bu lunan bir mağarada dokuz sene ibâdet etti. Bu mağarada bulunduğu bir gece yıkanması icab etti. Zemherir günleriydi ve çok şiddetli soğuk vardı. Buzu kırmak sûretiyle gusül abdesti aldı ve seher vaktine kadar ibâdet etti. Soğuktan donmak üzere olduğunu hissetti. Isınmak için biraz ateş olsa veya üşümemek için sırtımda bir kürk olsa diye hatırından geçti. Birden sırtında bir kürk bulunduğunu ve bedenini ısıtmakta olduğunu hissetti. Böylece, birazcık istirahat edip, uyumak imkânı hâsıl oldu. Az zaman sonra uyandı. Bu kürkün, çok heybetli bir hayvanın derisinden yapılmış olduğunu anladı. Allahü teâlâya hamd etti.
İbrâhim bin Edhem hazretleri Sahraya çıkmıştı. Bir kuyudan su çekmek için kovayı sarkıttı. Geri çektiğinde kovanın gümüşle dolu olduğunu gördü. Hemen geri boşalttı ve tekrar sarkıttı. Bu çekişinde, altınla dolu olduğunu gördü. Bunu da geri boşaltıp, kovayı tekrar daldırıp çıkardığında, kovanın mücevherle dolu olduğunu gördü. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu. "Yâ Rabbî! Bana hazine veriyorsun. Benim arzum bunlar değildir. Ben abdest almak için su istiyorum. İhsân et" diye yalvardı. Kovayı tekrar kuyuya daldırıp çıkardığında su ile dolu olduğunu gördü.
Yolda bir taş gördü. Üzerinde "Çevir ve altını oku!" yazılıydı. Çevirdi; "Eğer öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?" yazısını okudu ve; "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyama- mıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur." dedi ve ağladı.
İbrâhim bin Edhem hazretleri bir bağda bekçilik yapardı. Bir gün uyuduğunda, ağzında nergis dalı ile bir yılan gelip, dalı sallayarak ona serinlik yaptı.
Kendisi anlattı: Bağ sâhibi bir gün gelip bana; "Tatlı nar getir." dedi. Götürdüm. Ekşi çıktı. Yine; "Tatlı nar getir." dedi. Bir tabak daha götürdüm. Bu sefer de ekşi çıktı. Bunun üzerine bağ sâhibi, "Sübhanallah! Bunca zamandır burada bekçisin, narın tatlısını ekşisinden ayırd edemiyorsun!" dedi. Ben de; "Benim vazifem bağı beklemek, hiç tatmadığım narın tadını nereden bileyim?" diye cevap verdim. Bağ sâhibi, "Sendeki bu hâle bakınca İbrâhim bin Edhem´sin diyeceğim geliyor." dedi. Bu sözü işitince tanınmamak için hemen oradan ayrılıp gittim.
Huzeyfe-i Mer´aşî, İbrâhim bin Edhem´e hizmet ederdi. Sebebini sorduklarında şöyle anlattı: "Mekke´ye giderken çok acıkmıştık. Kûfe´ye gelince, açlıktan yürüyemez oldum. "Açlıktan kuvvetsiz mi kaldın?" dedi. "Evet!" dedim. Hokka, kalem, kağıt istedi. Bulup getirdim. "Bismillâhirrah- mânirrahim. Herşeyde, her hâlde sana güvenilen Rabbim! Her şeyi ve- ren sensin. Sana her an hamd ve şükr eder, Seni bir an unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim vazifemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum." yazıp, bana verdi ve; "Dışarı git ve Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey umma ve ilk karşılaştığın adama bu kâğıdı ver." dedi. Dışarı çıktım. İlk olarak, deve üstünde biri ile karşılaşdım. Kağıdı ona verdim. Okudu, ağlamaya başladı. "Bunu kim yazdı?" dedi. "Câmide birisi" dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde alt- mış dinar vardı. Bunun kim olduğunu sonradan, etraftakilere sordum. Nasranîdir (yâni hıristiyandır) dediler. İbrâhim bin Edhem´e bunları anlattım. "Keseye elini sürme. Sâhibi şimdi gelir." buyurdu. Az zaman sonra nasrânî, İbrâhim bin Edhem´in huzûruna geldi. "Bu yazıyı yazan siz misiniz?" dedi. "Evet!" cevâbını alınca; "Çok düşündüm, böyle bir yazıyı yazanın Allah´a olan tevekkülü, ancak hak olan bir dinde olur. Bu parayı verdiğim kimseyi tâkib ederek huzûrunuza geldim. Bana İslâmiye- ti anlatır mısınız?" diyerek, kelime-i şehadeti söyledi ve müslüman oldu."
İbrâhim bin Edhem hazretleri bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini dikiyordu. Memleketin vâlisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhim bin Edhem hazretlerinin başında durdu. Vâli onu seyrederken şöyle düşündü: "Bak şu dünün hükümdârına! Böyle yapmakla eline ne geçti?" İbrâhim bin Edhem vâlinin aklından geçenleri anlamıştı. Kaldırıp iğnesini denize fırlattı. Sonra; "Balıklar iğnemi getirin." deyince, bir balık, ağzında İbrâhim Edhem´in denize attığı iğneyi getirdi. İbrâhim bin Edhem iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra vâliye döndü: "Elime bu iğne geçti!" buyurdu. "Yâni; ben Allahü teâlâdan gayri olanları bırakıp, bütün varlığımla O´na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerâmeti verdi!" demek istedi.
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:
-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.
Çocuk:
-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.
-Allahü teâlâ´yı ne ile biliyorsun?
-Bu koyunlarımla.
-Bu koyunlarla, O´nu nasıl bilirsin?
-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir o- lan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim.
-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?
-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.
-Böyle olduğunu nasıl bildin?
-Yine bu koyunlardan.
-Nasıl?
-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek:
-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.
Çocuk:
-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.
-Peki başka ne öğrenmişsin?
-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.
-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.
-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O´nu bileyim. O´nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O´nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O´nu hatırlatanları dile getirmeği, O´ndan bahset- miyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O´na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.
Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:
-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.
-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet´e kavuşamazsın, dedi.
Mısır Evlîyasından Abdülkâdir Deştûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Sultan Kayıtbay ile birlikte otururken, elbisesine sinekler kondu. Latîfe yoluyla sultâna dedi ki: "Şu sineklere söyle de, benim üzerimden gitsinler." Kayıtbay; "Efendim! Sinekler benim sözümden ne anlarlar. Ben onlara nasıl anlatabilirim?" dedi. Bunun üzerine Abdülkâdir Deştûtî hazretleri buyurdu ki: "Sen nasıl sultansın ki, sineklere dahi sözün geçmiyor?" Yânî, bunu söylerken nükte yolu ile; "Dünya sultanlığına güvenme. Bu her ne kadar yüksek görünüyor ise de, sineklerin bile kendisine itâat etmediği bu sultanlığa sultanlık denir mi? Buna aldanıp gururlanmamak lâzımdır." demek istedi. Bundan sonra; "Ey sinekler, üzerimden ayrılınız." buyurdu. Bu söz üzerine sinekler üzerinden çekilip gittiler. Bu hâdiseden çok ibret alan Sultan Kayıtbay, hakîkî sultanların bu büyükler olduğunu, onlara tâbi olmakla şereflenen bir çöpçünün, o büyükleri tanımak nasîb olmayan sultanlardan kat kat kıymetli olduğunu daha iyi anladı.
Anadolu evliyâsının büyüklerinden Abdullah-ı İlâhî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri´nin sohbetleri çok tesirli ve faydalı olurdu. Sohbe- tlerinde ve diğer zamanlarda herkesin gönlünü almaya çok dikkat göste- rirdi. Sohbette bulunanlardan birinin bir sıkıntısı, bir müşkülü olsa onun hâlini keşfeder sıkıntısını giderirdi. Sohbetiyle, tereddütleri ortadan kaldırırdı.
Yine bir gün sohbette, söz çalışmak ve gayretten açılmıştı ve; "İnsan çalışıp, gayret göstermedikçe olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz." buyurmuştu. Bu sırada sohbetinde bulunan bir âlim, bu sözleri işitince, "at hırsızı kıssası" diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. "Peki onun hâli nasıl oldu?" diye düşündü. Abdullah-ı İlâhî, o âlimin kalbinden geçen düşünceleri kerâmetiyle anlayıp, ona doğru dönerek; "Söylediğim söze, at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra geldi değil mi? Fakat ona da cevap vardır." dedi. Sonra sohbetinde bulunanlara dönüp; "Hiç o hâdiseyi işiteniniz var mıdır?" diye sordu. Ve hâdiseyi şöyle anlattı:
"Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir defâsında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsının atını çalmak için ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada, ahırın duvarı yarılıp, içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözüktü. Hır- sız bu hali görünce, kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre içine gömüldü. Bu sırada yarılan ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr gözüktü. Bu nûr arasında da, o zamânın kutbu, en büyük velîsi olan ev sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet göstererek selâm verdiler. Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca; "Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik." dediler. Atların sâhibi olan zât; "Onun yerine, at hırsızını tayin ettik." dedi. Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, gübreler arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına varıp, onu gübreler arasından çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik ederek kucakladılar. Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşlarının cenâzesini kaldırmaya gittiler."
Abdullah-ı İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi: "Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliya arasına girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının gübreler arasında mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişmân olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o anda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz."
Sohbetin başında kalbinde itirazlar bulunan o âlim, Abdullah-ı İlâhî hazretlerinin bu güzel îzâhını ve tatlı sözlerini dinleyince, içindeki şüphe ve yanlış düşünceler temizlendi. Abdullah-ı İlâhî hazretlerinin elini öpüp, özür diledi ve hâlis talebelerinden oldu.
Tebe-i tâbiînden, Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: Bir defâsında Eyyûb Sahtiyânî ile bir yolculuğa çıkmıştık. Şam´a doğru bir müddet yol aldıktan sonra siyah renkli bir köleye rastladık. Bir odun dengini sırtına alıyordu. Köleye:
"Senin sâhibin kimdir?" dediğim zaman; "Benim gibi bir kul!" cevabını verdi.
Aslında, benim asıl sâhibim Allahü teâlâdır demek istedi. Sonra başını kaldırıp; "Ey yüce Rabbim! Şu odunlar altın olsun. Bunları altına çevir." diye duâ etti. Bir de baktık odunlar altın olmuş!
Bize bakıp; "Görüyorsunuz değil mi?" diye sordu. "Evet görüyoruz." dedik. Sonra tekrar; "Allah´ım bu altınları tekrar odun haline çevir." diye duâ etti. Duâsı kabul olunup tekrar odun halini aldı. Sonra; "Âriflere sorunuz şüphesiz onların şaşılacak halleri bitmez, tükenmez." dedi.
Eyyüb Sahtiyânî de şöyle demiştir: "Kölenin bu hâlinden ve sözünden dolayı hayretler içerisinde kaldım ve son derece mahcub olup utandım." Sonra köleye; "Yanında yiyecek bir şeyler var mı?" dedim.
Bu sözüm üzerine eliyle işâret etti. Bir de baktık ki, önümüze bir cam kap içerisinde bal geldi. Balın rengi kardan beyaz, kokusu miskten güzeldi. Bize; "Yiyiniz! Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu bal arının yaptığı bal değildir." dedi. Hayâtımızda bu baldan daha tatlı ve lezzetli bir şey yememiştik. Bu işe çok şaştık. Köle sonra bize: "Allahü teâlânın yarattığı böyle hallere şaşanlar ârif değildir. Kim bu işlerden dolayı şaşarsa, Allah´tan uzaktır. Kim de bu hârikulâde işleri görerek bu sebeple ibâdet ederse, şüphesiz o da câhildir." dedi.
Yine şöyle anlatmıştır: Bir defâsında Beyt-i Mukaddese gitmek üzere yola çıktım. Fakat yolu şaşırdım. Nereden gideceğimi bir türlü bilemedim. Bu şaşkın halde karşıma bir kadın çıktı. Bana yaklaştı; "Ey garib kimse, yolunu mu şaşırdın?" diye sordu. Sonra: "Allahü teâlâyı tanıyan kimse nasıl garib olur? O´nu seven nasıl yolunu şaşırır?" dedi. Sonra da bana elindeki değneği uzatıp; "Bu asânın ucundan tut, önümden yürü." dedi.
Asânın ucundan tutup önünde yürümeye başladım. Yedi adım kadar yürüdüm ve kendimi Mescid-i Aksâ´da buldum. Gözlerimi oğuşturarak kendi kendime; "Herhalde yanlış görüyorum, nasıl olur?" dedim.
Bunun üzerine bana yol gösteren kadın; "Ey kişi! Senin yürüyüşün zâhidlerin, benimki de âriflerin yürüyüşüdür! Zâhid yürüyerek, ârif ise uçarak gider. Yürüyerek giden uçarak gidene nasıl ulaşabilir?" dedi ve gözden kayboldu. Onu bir daha hiç görmedim.
Hizmetlerimi görmesi için bir köle satın almıştım. Gece evimde kalmasını istedim. Fakat geceleri kapılar kapalı olduğu halde evde yoktu. Sabah olunca eve geldi ve bana üzeri işlenmiş bir dirhem altın verdi. Bunu nereden aldın deyince: "Efendim, ben size her gün böyle bir dirhem vereceğim. Karşılığında geceleri beni serbest bırakmanızı istiyorum." dedi.
O günden sonra her gece evden çıkıp gider, sabahleyin döner ve bir dirhem getirirdi. Aradan bir müddet geçti. Bir gün komşum yanıma gelip; "Kölen mezarları açıyor, kefen soyuyor." dedi. Bu söz beni çok üzdü. "Ben onu eve hapsedeceğim." dedim. Kapıları kilitledim, akşam oldu, yatsı namazından sonra kölem evden gitmek üzere kalktı. Tâkib ettim, kapalı kapılara işâret edince, kapılar açılıveriyordu. Evden çıktı. Bu halde peşine düşüp, gizlice onu tâkib ettim. Kurak bir yere vardı. Elbisesini çıkarıp üzerine eski bir çul giydi. Sabaha kadar namaz kıldı. Sabaha doğru şöyle duâ etti:
"Ey yüce sâhibim! Efendime götüreceğim ücreti gönder!"
Gökten üzerine bir dirhem düştü alıp cebine koydu. Bu işe çok hayret ettim. Kalkıp abdest aldım ve iki rekat namaz kıldım. Onun hakkında yanlış düşündüğümden dolayı tövbe edip, Allahü teâlâdan af diledim. Sonra da bu kölemi âzâd etmeye, serbest bırakmaya karar verdim. Fakat kölem kayboldu. Bir türlü bulamadım. Bu sebeple çok üzüldüm ve kederim gittikçe arttı. Bulunduğum kurak yerin de neresi olduğunu bilmiyordum. Bir müddet sonra karşıma kırata binmiş biri dikildi ve; "Ey Abdülvâhid! Burada ne oturuyorsun?" dedi. Durumu baştan sona anlattım. Atlı; "Senin bulunduğun bu yer ile memleketin arası ne kadar mesâfedir? Biliyor musun?" dedi. "Hayır bilmiyorum." cevâbını verdim.
"Süratli giden bir süvâri için altmış konaklık mesâfedir. Şimdi sen bulunduğun yerden ayrılma. Kölen bu gece yanına dönecek dedi."
Oturup bekledim, ortalık kararınca bir de baktım ki, kölem geldi. Yanında bir sofra vardı. Sofranın üzeri her çeşit yiyecekle doluydu. Bana; "Buyur ye efendim!" dedi.
O benzerini görmediğim yiyeceklerden yedim. Sabah namazından sonra kölem elimden tutup, duâ etti. Sonra birkaç adım attık. Birdenbire kendimi evimin önünde buldum. Kölem bana dönüp; "Efendim, siz beni âzâd etmeye karar vermediniz mi?" dedi. "Evet." dedim. Yerden bir taş alıp âzâd edilme bedeli olarak bana verdi. Bir de baktım ki, taş altın oldu. Sonra ayrılıp gitti. Onun ayrılığından dolayı çok üzüldüm ve hep hasretini çektim.
Bu hadiseyi komşularıma anlatıp; "O, mezâr soyan değil nûr saçan imiş." dedim. Komşularım onun kerâmetlerini duyunca ağlayıp, hakkında yanlış düşündüklerinden dolayı pişman olup, tövbe ettiler.
Abdülvâhid bin Zeyd şâhid olduğu ibret verici başka bir hâdiseyi de şöyle nakletmiştir:
Bir defâsında gazâya niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs meâlen; "Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah Cennet karşılığında satın aldı." (Tövbe sûresi: 111) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu. Bunun üzerine on beş yaşında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine pekçok mal kalmıştı. Âyet-i kerîmeyi okuyan zâta dedi ki:
"Efendim, Allahü teâlâ mü´minlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı mı? Allah yolunda canını ve malını fedâ edene Cennet verilecek mi?"
O zât: "Evet, Allahü teâlânın kelâmı doğru ve vâdi haktır." dedi.
Genç büyük bir azim ve kararlılıkla şunları söyledi; "Şâhid olunuz ki, ben nefsimi ve malımı Allahü teâlâya sattım." Bu sözlerini dinleyen zât; "Vallahi bu büyük bir iştir. Sen küçüksün. Korkarım ki, sabredemezsin ve çâresiz kalırsın." dedi.
Bunun üzerine, genç; "Ey Şeyh! Bir kimse Cenâb-ı Hakla ahitleşsin ve çâresiz kalsın! Hâşâ ve kellâ. Hiç böyle şey olur mu? Şâhid ol hakîkaten ben nefsimi ve malımı Allahü tealâ için fedâ ettim, Allah yoluna adadım ve pişmân olmayacağım." dedi. Sonra bütün malını sadaka olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihâd için sefere çıktı. Bize ve hayvanlarımıza hizmet etmeye başladı. Biz uyurken o nöbet tutardı. Gündüz oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Hepimiz onun bu haline hayrandık. Tâ ki, Rum diyârına vardık. Biz harp hazırlıkları yaparken, o genç kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette:
"Aynâ-yı merdiyyeye müştâkım ona kavuşmak istiyorum." deyip duruyordu.
Genç o hale gelmişti ki, herkes aklını kaybetti zannederdi. Bir gün o- nu yanıma çağırıp; "Bu söylediğin sözün mânası nedir?" diye sordum.
Şöyle anlattı: Bir gün uyumuştum. Rüyâmda birisi bana; "Aynâ-yı merdiyyeye git!" diyordu. Sonra birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu bahçenin içinde berrak sulu bir ırmak ve kenarında da güzelliği gözler kamaştıran süslenmiş hûriler vardı. Bu hâli anlatmam mümkün değildir. Beni görünce birbirlerine: "Müjde işte Aynâ-yı merdiyyenin zevci." dediler.
Onlara selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. "Bizim aramızda değildir, biz onun hizmetçileriyiz daha ileri git." demeleri üzerine ilerledim. Bir başka bahçe gördüm. İçinde her türlü güzellikler vardı. Hâlis sütten bir nehir gördüm. Nehir kenarında, benzerini o âna kadar görmediğim güzellikte hûriler vardı. Onların güzelliğine hayrân oldum. Beni görünce birbirlerine baktılar ve: "Bu gelen Aynâ-yı merdiy- yenin zevcidir." dediler. Onlara selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye sizin ara- nızda mıdır?" diye sordum. "Hayır biz onun hizmetçileriyiz." dediler.
İlerledim. Bir Cennet ırmağına rastladım. Etrafında güzellikleri gözler kamaştıran hûriler vardı. Bunları görünce önceki hûrileri unuttum. Onlara da selâm verdim. "Sana selâm olsun ey Allahü teâlânın velî kulu!" dediler. Aynâ-yı merdiyyeyi sordum. "Biz onun hizmetçileriyiz, daha ileri git." dediler.
İlerledim. Saf bal akan bir ırmağa vardım. Bu ırmağın da etrâfında hûriler vardı. Bu hûriler güzellikte öncekilerden daha da üstündüler. Öncekilerin hepsini unuttum. Selâm verdim ve; "Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. Daha ilerde olduğunu söylediler. İlerledim. İnciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu. Beni görünce; "Ey Aynâ-yı merdiyye! İşte sana eş olacak kimse geldi." dedi. Çadıra yaklaşıp içeri girdim. Aynâ-yı merdiyye adlı hûri; inci ve yâkut kaplı altın bir taht üzerinde oturuyordu. Onu görür görmez meftûn oldum. Bana: "Hoş geldin ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Sabret sen dünyâdasın, henüz vakit var. Yarın gece bizim yanımızda olacaksın." dedi. Bu rüyâdan sonra birdenbire uyandım. O güzelliğe ve nîmetlere kavuşmak için sabırsızlanıyorum.
Genç bunları anlattıktan biraz sonra savaş başladı. Genç de savaşıp kahramanlıklar gösterdi. Büyük bir yara alıp, yere düştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu. Gülerek rûhunu teslim edip, şehîd oldu.
Gelibolu´da yetişen velîlerden Ahmed Bîcân (rahmetullahi teâlâ a- leyh) bir gün, Gelibolu´nun en büyük câmisinde vâz veriyordu. Herkes huşû içinde söylenenleri dinliyordu. "Kardeşlerim! İnsanı Rabbinden u- zaklaştıran perdelerin en büyüğü, kalbi öldürmek, karartmaktır. Kalbin ölmesine kararmasına sebep de dünyayı sevmektir. Bir hadîs-i kutsîde buyruldu ki: "Ey Âdemoğlu! Kanâat et zengin ol. Hasedi terket, râhat ol! Dünyâyı terket, dînin halis olsun."
Kim gıybeti terkederse, Allahü teâlâya karşı olan sevgisi çoğalır. Kim az ve doğru konuşursa, aklı tam olur. Kim aza kanâat ederse, gerçekten Allahü teâlânın ahdine inanmış olur. Kim dünyâ için kaygılanırsa Allahü teâlâdan uzaklaşır."
Ahmed-i Bîcân hazretleri vâz ettiği kürsüden bir ara başını kaldırdı. Câminin giriş kapısında ağabeyini gördü. Ayakta bekliyor ve kendisine tebessüm ediyordu. İçeri girip bir yere oturmamasına hayret etmişti. Sonra mânevî bir huzurla vâzına devâm etti. Ağabeyinin bu şekilde bek- lemesi bir türlü aklından çıkmıyordu.
Akşam annesi ile sohbet ederken bu aklından çıkmayan şeyin sebebini öğrenmek istedi ve; "Anneciğim! Bugün dikkatimi çeken bir şey oldu. Vâz ederken ağabeyim câmi kapısında durmuş, bana bakıyor ve tebessüm ediyordu. Ama içeri girip oturmadı. Sebebini ondan bir suâl eylesen." dedi. Evlâdını kıramayan anne ertesi gün büyük oğlu Muhammed Bîcân´a giderek sohbet arasında kardeşinin vâzı arasında niçin câmiye girmediğini sordu. O da; "Kardeşim âlim, ârif biridir. Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerini görünce bir başka Ahmed oldu. Sözleri hikmet dolu. Gönülleri alan, ruhları cezbeden bir üslûbu var. İlminden, irfânından istifâde edenlerin sayısı belli değil. Ben de mübârek sözlerini dinlemek için gitmiştim. Meleklerin kanatlarını sererek vâzını dinlediklerini gördüm. Basmamak için içeriye girmedim." dedi.
Bu duruma çok sevinen annesi, eve dönerek durumu küçük oğlu Ahmed-i Bîcân´a anlattı. Ahmed Bîcân sevineceği yerde durgunlaştı. Bunu fark eden annesi sebebini sorunca; "Ağabeyim melekleri gördüğü hâlde ben niçin göremiyorum, acabâ sebebi nedir?" dedi. Annesi hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırdı. Ahmed-i Bîcân hazretleri sonra ilâve etti; "Anneciğim bunun sebebini senin bilmen lâzım. Biraz düşün bulacaksın." dedi.
Annesi bir süre düşündükten sonra yaşlı gözlerle oğluna; "Sen henüz süt emme çağında idin. Namaza durmuştum. O esnada komşularımdan bir hanım geldi. Sen ağlamaya başladın. Selâm vermeme de az kalmıştı. Kadıncağız ağlamayasın diye seni emzirmeye başladı. Selâmı vermemle birlikte mâni oldumsa da sen bir kaç yudum almıştın. Sonra sordum hanım abdestsiz imiş. Ben seni hiç abdestsiz emzirmedim. Her halde sebebi odur." dedi. Ahmed Bîcân; "Doğru söyledin." dedi.
Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü?l-Havârî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle nakletmiştir:
Bir gün çöle gitmiştim. Araplar develerini koşturuyorlardı. Onlar bu işle meşgûl olurken köylü bir Arap köşeye çekilmiş Allahü teâlâyı zikrediyor ve kendi hâlinde oturuyordu. Dikkatimi çekti yanına gittim. Selâm verdim selâmımı aldı. Biraz konuştuktan sonra bana; "Allahü teâlâyı zikretmek en lezzetli şey ve şifâ verici bir iştir. Şaşıyorum insanlar nasıl boyun büküp, yalvarmazlar! Halbuki ölüm onların peşinde, onları tâkib ediyor. İnsanlar ise tehlike ve musîbetler içinde. Buna rağmen boş şeylerle meşguller." dedi.
"Allah´ın rahmeti üzerinize olsun insanlar hangi musîbetler ve hangi tehlikeler içinde?" diye sordum:
"Günah musîbeti ve ölüm tehlikesi, ölümden öncesi ve sonrası!" dedi. Sonra ağlamaya başladı. Ben de onunla birlikte ağladım. sonra tekrar: "Neden yapayalnız duruyorsun?" diye sordum:
"Ben yalnız değilim, Rabbimle berâberim." dedi. Fakir ve muhtâç olduğunu zannederek; "Bir şey ister misin?" deyince; "Evet kalbimin derdini tedavî edecek bir tabib isterim." dedi.
"Tabîbin kimdir?" "Rabbimdir." "Kalbinin derdi nedir?" "Günahlar..." dedi. "Peki bunlardan kim kurtuldu?" diye sordum. "Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler." dedi. Tekrar sordum: "Yolculuğun nereye?" "Kabire- dir." dedi. "Yolcu musun?" "Annemden doğduğumdan beri yolcuyum. Âhirete gidiyorum." dedi.
Sonra devâm ettim ve; "Azığın nerede?" dedim.
"Azığım son derece az." cevâbını verdi.
Bu sefer; "Yanında yiyeceğin nedir?" "Sübhânallah, Rabbimin vereceği rızık." dedi. "Peki yalnız hâlinle korkmuyor musunuz?" dedim. "Nasıl korkarım. Sâhibimin, Rabbimin mülkündeyim." "Yol neresidir?" diye sormaya devâm ettim.
Ellerini açıp; "Yâ Rabbî! İnsanların çoğu seni unutmuş başka şeylerle meşgul! Sen her işin karşılığını vereceksin... Ey gariblerin yardımcısı, âcizlerin sığınağı! Ey azı çoğaltan, sapmışları hidâyete erdiren! Ey kendisine herkesin sığındığı Rabbim! Senin ihsânını ve rızânı isterim... Senin rızân olmadan dünyâ ve âhiret güzel olmaz."
Hem böyle duâ ediyor, hem de yürüyordu. Ben de onu tâkib ediyordum. Bana:
"Allah´ın rahmeti üzerine olsun. Senin için benden daha hayırlı olan bir kimseye git! Beni meşgûl etme..." dedi. Sonra benden uzaklaşıp gitti. Arkasından gözden kayboluncaya kadar baktım. Sonra ağlayarak geri döndüm.
Anadolu´da yaşamış âlim ve velîlerden Ahmed Eflâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Selçuklu Sultanı Alâeddîn Keykûbâd büyük bir toplantı tertib edip Şeyh Bahâeddîn Veled hazretlerini de saraya dâvet etti. Şehrin bütün âlim, evliyâ ve ileri gelen kimseleri bu toplantıda hazır bu- lundular. Bahâeddîn Veled kapıdan içeri girince, Sultan Alâeddîn ayağa kalkarak onu karşıladı. Saygı göstererek, tahta oturmasını istedi ve; "Ey dînin pâdişâhı! Ben kulum. Bugünden sonra senin subaşın olmak ve efendimin de sultanlık etmesini istiyorum. Zîrâ bütün görünen ve görünmeyen sultanlık eskiden beri sizindir." dedi. Bahâeddîn Veled de ona karşı güzel muâmelede bulunup gözlerinden öptü. Mecliste bulunanlar Sultânın, âlim ve velî bir zâta böyle muâmelede bulunmasına çok sevinip onu methedici sözler söylediler. Bu sırada söze başlayan Bahâeddîn Veled hazretleri; "Ey melek huylu, mülk sâhibi hükümdar! Dünyâ ve âhiret mülkünü kendine mâl ettiğine hiç kuşkusuz emîn ol." buyurdu. Sultan Alâeddîn şevkle ve sevinerek ayağa kalktı. Bahâeddîn Veled´in müridi, talebesi oldu. Pâdişâha uyan bütün kumandanlar ve askerler de Bahâeddîn Veled´e talebe oldular. Sultan Alâeddîn ihtiyâcı olan kimselere sadakalar dağıtılmasını ve ihsânlarda bulunulmasını emretti.
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin evine bir gün hırsız girdi. Her tarafı aradı, fakat götürecek bir şey bulamadı. Eli boş döneceği zaman Ahmed bin Hadraveyh; "Ey genç! Şu kovayı al su doldur. Abdest al ve namaz kıl. Bu arada evi- me belki bir şey gelir, sana veririm. Böylece evimden boş dönmemiş olursun." dedi. Genç onun emrettiği gibi hareket etti. Sabah olunca zengin birisi Ahmed bin Hadraveyh´e yüz elli altın getirdi. Ahmed bin Hadra- veyh hazretleri bu parayı o gence vererek; "Al bu gece kıldığın namazlar sebebiyle sana mükafattır." dedi.
Genç onun bu merhamet ve iltifâtı karşısında şaşırdı, hâli de değişti. Sonra; "Yolumu kaybetmiş, bozuk işlere dalmıştım. Bir gece hayırlı bir iş yapıp Allahü teâlâya ibâdet ettim. Rabbim de bana böyle ihsânda bulundu." diyerek tövbe edip Ahmed bin Hadraveyh hazretlerine talebe oldu.
Bir müddet Bistam´da kalan Ahmed bin Hadraveyh hazretleri hanımı ile oradan ayrılıp, Nişâbur´a gitti. Nişâbur´da iken Yahyâ bin Muâz-ı Râzî oraya geldi. Gelen bu misâfiri Ahmed bin Hadraveyh evine dâvet etmek istedi. Hanımına bu zâtın dâvetinde neler yapılmasının gerektiğini sorunca, Fâtıma şöyle cevap verdi: "Birçok hayvan kesmeli, ayrıca şunlara da ihtiyaç vardır; çokça şamdanlar, buhûr ve misk alınmalı, bunlara ilâveten birkaç merkep kesmeli." deyince, Ahmed bin Hadraveyh; "Merkep kesmek de ne oluyor?" diye sordu. Hanımı; "Kerem sâhibi bir kimse, kerem sâhibi bir kişiyi evine dâvet edip misâfir edince, mahallenin köpekleri de bundan nasiblerini almalıdır." diye cevap verdi.
Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı, Ahmed bin Hanbel (rahme- tullahi teâlâ aleyh) H.241 senesi Cumâ günü vefât etti. Vefât haberi, bü- tün Bağdat halkını ağlattı. Cenâze namazını kılmak üzere çevreden ge- lenlerle birlikte, binlerce insan toplanmıştı. Bağdatlılar evlerinin kapısını açıp; "Cenâze namazı için abdest almak isteyen gelsin." diye bağırdı- lar. Cenâze namazı kılınınca, kuşlar tabutu üzerinde uçuşup, kendilerini tabuta vurdular. Cenâze namazında yüz bine yakın kişi bulundu. O gün yâhûdî ve hıristiyanlardan pekçok kimse, bu hâdiseyi görerek müslüman oldu. Ağlayıp, bağırarak; "Lâ ilâhe illallah." dediler.
Suriye´de yetişen evliyâdan Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bereketli sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çırpındığı ve şöhreti etrafa yayıldığı sırada birçok kimseler hocalarını bırakıp Ahmed Haznevî´nin etrafına toplanmaya başladılar. O sıralarda Suriye´de kendinin şeyh olduğunu iddiâ eden pekçok kimse arasında bir de "Yeşil Şeyh" diye anılan biri vardı. Elbisesi, cübbesi, sarığı, entarisi, hülâsa baştan aşağı bütün giydikleri yeşil renkten olduğu için herkes ona "Yeşil Şeyh" derdi. İşte bu Yeşil Şeyh´in de talebeleri kendisini terk edip Ahmed Haznevî´nin kapısına gittiler. Onun yanında hiç kimse kalmadı. O da kalkıp o civarda ne kadar ağalar ve ileri gelenler varsa hepsini topladı. Ahmet Haznevî´ye de haber gönderip toplantıya çağırdı. Topladığı kişilere güvenip bir şeyler yapmaya çalışıyordu.
Ahmed Haznevî dâveti kabûl edip gitmeye karar verdi. Talebeleri ona; "Müsâde ederseniz biz de otuz-kırk kişi sizinle birlikte gelelim." dediklerinde; "Ne diye geleceksiniz? Biz aşîret dâvâsına mı gidiyoruz?" buyurdu ve onların isteklerini kabûl etmedi. Devâm ederek; "Mâdem dâvet etmiş, icâbet edelim, ne sözü varsa söylesin, yalnız iki kişi bana refâkat etse kâfidir." buyurdu. Yanına iki talebesini alarak yola çıktı. Yeşil Şey- h´in köyüne vardı, kapısını çaldı. Kapı açıldığında o civarın ağaları ve halkın ileri gelenlerinden kırk-elli kadar kişinin orada olduğunu gördü. İçeri girerek selâm verdi. Yeşil Şeyh hiç iltifât etmedi. Fakat Ahmed Haz- nevî hazretleri Yeşil Şeyh´in bu davranışına aldırış etmeden yanına gidip müsâfeha yaptıktan sonra oturdu. Ahmed Haznevî oturur oturmaz, Yeşil Şeyh konuşmaya başladı; "Yetmez mi bize yaptığın, hakâret ve zulüm, bütün talebelerimizi elimizden aldın. Etrâfımızda hiç talebe bırakmadın. Nedir bu senin yaptığın? Ne kadar benim babamdan, dedemden kalan talebem varsa, hepsini etrafına topladın. Olur mu böyle şey?" diyerek uzun uzun konuştu.
Yeşil Şeyh´in hakaret dolu bu sözlerini sabır ve tahammülle dinleyen Ahmed Haznevî, susarak dinlemeye devâm etti. Ahmed Haznevî´nin bu derece sabırla susmasına dayanamayan Yeşil Şeyh; "Sen niye konuşmuyorsun?" deyince, Ahmed Haznevî; "Benimki sâdece iki kelimedir, dinle! Eğer işim ve niyetim Allah içinse, vallahi değil sen, senin gibi yüz kişi daha olsa bunu bozamaz. Yok eğer işim Allah için değilse, sabret altı aya kalmaz, darmadığın olur giderim." buyurdu. Yeşil Şeyh; "Çok doğru söyledin. Hakîkaten öyle, eğer Allah içinse yüz tâne benim gibisi gelse sana hiç bir zarar gelmez. Çünkü Allah için çalışana kimse dokunamaz. Yok eğer Allah için değilse, talebelerimiz hâliyle geri gelirler." diyerek hakkı teslim etti ve Ahmed Haznevî hazretlerinin büyüklüğünü kabûl etti.
Endülüste´te yetişen büyük velîlerden Ahmed Necibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İşbiliye´de bir müddet kaldıktan sonra, Mısır´a gitmek için yola çıktı. Mısır´da iken büyük bir kıtlık ve vebâ olmuştu. Ahmed Necibî, yolda giderken açlıktan süt çocuklarının öldüklerini gördü. "Yâ Rabbî! Bu hâl çok acı." diye niyâzda bulundu. Bunun üzerine; "Ey kulum! Sana bir zarar verdim mi?" diye bir ses işitti. "Hayır!" cevabını verince; "Bu hale îtirâz etme. Ölen çocuklar veled-i zinâdır. Halktan ölenler ise, benim emirlerime uymayıp yasaklarımdan sakınmayanlardır. Bunun için onları cezâlandırdım. Bu hususta kalbinde bir sıkıntı keder olmasın." dedi ve ses kayboldu. Bunun üzerine halkın o hâli sebebiyle üzüntüden kurtuldu.
Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden ikisi birbirlerini çok severlerdi. Aralarındaki bu yakınlık ve duydukları mânevî hazdan kendilerinden geçerlerdi. Bir gün böyle bir anda, bir tânesi ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Cehennem´den azâd olduğuma dâir bu âciz kuluna bir belge gönder." deyiverdi. Öbürü; "Hak teâlânın keremi çoktur, fadl ve ihsânı hududsuzdur." dedi. Böyle konuşurlarken, âniden gökyüzünden beyaz bir kâğıt indi. Kâğıdı aldılar. İçinde bir yazı göremediler. Seyyid Ahmed´in önüne geldiler. Hâllerini anlatmayıp, o kâğıdı ona verdiler. Kâğıda bakınca, Allahü teâlâya secde etti. Secdeden başını kaldırınca; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, eshâ- bımın Cehennem´den azâd olduğunu, âhiretten önce, dünyâda bana gösterdi." buyurdu. "Efendim, bu kâğıt beyazdır." dediklerinde; "Kudret eli siyâh ile yazmaz. Bu, nûr ile yazılmıştır." buyurdu.
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri herkese iyilik eder, kimsenin kalbini kırmaz ve kin tutmazdı. Hiçbir zaman büyüklük taslamazdı. Çok müte- vâzi idi. Bir gün yoldan geçen kendini bilmez bir grup, Ahmed Rıfâî´ye hakâret etmeye başladılar. Uygun olmayan sözler sarfettiler. Ahmed Rıfâî onların bu hakâretleri karşısında başını açtı, yerlere yüzünü sürdü, toprağı öptü. Onlara; "Benim hatâlarımı îkaz edip, hatırlatan büyüklerim, efendilerim! Bu kölenizi bağışlayın." buyurdu. Sonra o kimselerin ayaklarına kapandı, ellerini öptü ve; "Ne olur, benden râzı olunuz. Sizler çok yumuşak huylu kimselersiniz. Şüphesiz sizin bu yumuşaklığınız beni bu hâle getirdi." buyurdu. Bu hâl, o kimseleri âciz bıraktı, ezildiler. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Nihâyet; "Senin gibi sabırlı bir kimse görmedik. Bu kadar hakâret ettiğimiz hâlde, rengin bile değişmedi, tahammül ettin ve yine tevâzu gösterdin." dediler. Ahmed Rıfâî hazretleri de; "Bendeki bu hâl, sizin bereket ve himmetiniz sâyesinde olmuştur efendim." buyurdu.
Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Saîd-i Fârûkî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) Delhi´de uzun müddet kalıp talebe yetiştirdi. 1857 se- nesinde İngilizler Hindistan´ı işgâl ettiler. Ahmed Saîd çoluk-çocuğu ve sevenleri ile birlikte Delhi şehrinden ayrıldı. Dergâhında talebelerinden Hacı Muhammed´i vekil bıraktı ve Hindistan´da bulunan talebelerim için yerime halîfe olarak, Allahü teâlânın râzı olduğu bir kimse olan Hacı Dost Muhammed´i vekil ettim. Onun teveccühlerine, mânevî nazarlarına yapışılsın ve kıymet verilsin." buyurdu. Dehli´den ayrıldıktan sonra Saf- der-i Cenk denilen Makberer-i Mansûr´a gitti. Burada İngilizlere karşı ayaklanma olduğu sırada, İngiliz subayı Ahmed Saîd´in yanına gelip; "Sen âsilerdensin. Seni rezîl ve rüsvâ ederek asacağım." dedi. Bu sırada Ahmed Saîd´in yanında birâderleri ve çocukları da vardı. Ahmed Saîd, İngiliz subayına; "Sizinle berâber gideceğimi aklınızdan çıkarın." deyip, hizmetçisine arabayı hazırlamasını söyledi. Hizmetçisi arabayı getirince, yanına zarûrî eşyâlarını alıp, arabaya bindi. Bu hazırlıklar sırasında Ahmed Saîd hazretlerinin hâlindeki asâlet ve vakar İngiliz subayının dikkatini çekti. Arabaya bindiği sırada İngiliz subayına; "Söyleyiniz bizi nereye götürüyorsunuz?" diye sorunca, subayı bir korku hâli kapladı ve askerlerle birlikte hemen oradan ayrıldı. Bir asker ile; "Pîr yerinde kalsın." diye haber gönderdi.
Mısır evliyâsından Ahmed Satîha (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü, bir beldenin ahâlisi inkâr edip, ona karşı çıkardı. O da buna çok üzülürdü. Bu bozuk düşüncelerinin cezâsı olarak, o beldenin ahâlisi birbirine düştü. Aralarında, öldürme hâdiseleri ve nihâyet harb meydana geldi. Bu hâl şiddetlendi ve sonunda o belde harâb bir hâle geldi. Talebesi Abdülvehhâb-ı Şa´rânî, o beldenin bu durumuna çok üzülerek hocasına arzedip, bu beldeyi îmâr etmesini, (aralarının düzel- mesi için duâ etmesini) istirhâm etti. Ona; "Bunlar münâfık kimselerdir. Birbirlerine düşmelerinde fayda vardır. Onlar öyle olmazlarsa, hep birlikte müslümanlara zarar verirler." buyurdu.
Evliyânın meşhûrlarıdan Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretlerinin vefâtından seneler sonra birkaç âlim kabrini ziyârete gitti. Bunlardan biri yolda kendi kendine;
"Kerâmetini görmediğimiz bir kimsenin kabrini ziyârete gidiyoruz." dedi. Kabre yaklaştıklarında, o çevrede bir avcının, köpeği ile birlikte bir ceylanı yakalamak için kovaladığını gördüler. Sağa sola kaçan ceylan en sonunda Ali bin Meymûn hazretlerinin kabri başına gelip durdu ve hiç bir yere gitmedi. Bu hâl ziyâretçileri şaşırttı.
Avcı gelip, ceylanı yakaladı. Avcıya; "Bu kabrin yanına gelip, sığınan hayvanı bırak. Onu kesip yemen senin için iyi olmaz. Bu kabirde evliyâ bir zât yatıyor..." dediler.
Avcı bu söze kulak asmadı. Ceylanı çeke çeke götürdü ve bir kenarda kesip etinden pişirip yedi. Yedikten sonra karnına bir ağrı girdi. Kıvranmaya başladı. Şiddetli ağrıdan bir türlü kurtulamadı. Gece vaktine kadar ağrı devam etti ve gece yarısı öldü. Sabahleyin cenâzesini yıkayanlar vücudunu yırtıcı bir hayvan yemiş gibi parça parça olmuş gördüler!
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi te- âlâ aleyh) hikmetli sözleri ve güzel ahlâkıyla insanlara rehber oldu. Oğlu anlatır:
"Babam vefât ettiğinde, cenâzesini yıkaması için birisini çağırdık. Yıkamak için yanına vardı, fakat hemen dışarı çıkıp; "Bu vefât etmemiş!" dedi. Biz yanına vardığımızda bir hareket göremedik. O kimse korkup gitti. Başka birisini çağırdık. O da korkmuş hâlde çıkıp; "Ben yanına varınca eliyle beni itti." dedi. Sonra yakın akrabâmızdan sâlih ve hal sâhibi birini çağırdık. O gelince ona hiçbir şey yapmadı ve rahatça yıkayıp, kefenledi."
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) 63 yaşına gelmişti. O, çocukluğundan bu âna gelinceye kadar Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine yapışmakta hiç gevşeklik göstermedi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif buyurduğu andan îtibâren yeryüzünde bulunmayı kendilerine münâsip görmediler. Bu sebeple dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırdı ve içini kerpiçle ördürdü. Nihayet hazırlıklar tamamlanınca talebelerini dergâhın avlusunda toplayıp;
"Ey gönül dostları, Allahü teâlânın en sevgili kulu olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa hazretleri 63 yaşında bu dünyâdan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz çilehâneye çekilecek, ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım..." buyurdu.
Müridlerinin gözleri yaşlı olarak; "Ey sultanımız bizim hâlimiz nice olur." sözlerine karşı;
"Sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum." dedikten sonra merdivenle çilehâneye indi.
Ahmed Yesevî hazretleri mezar misâli olan o yerde, vefât edinceye kadar, devamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı düşünmekle meşgûl oldu. Talebelerine ilim öğretmeye orada da devâm etti. Kendisini vefât etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşû´ bağlılık ve teslimiyetle ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı. 63 yaşından sonra ömrünün diğer yarısını orada ibâdetle geçirdi. 125 veya bir rivâyete göre ise 133 yaşında vefât etti.
Ahmed Yesevî hazretlerinin önde gelen halîfelerinden Seyyid Man- sur Atâ çile kuyusuna ilk defâ indiği zaman gördüğü manzaradan ciğeri parçalandı. "Hocam bu dar yerde ve sıkıntılı bir haldedir" diye düşünerek gözyaşlarına boğulduğu sırada perdeler açıldı.
Kalp gözüyle, o daracık zannettiği yeri bir ucu doğuda, diğer ucu ise batıda gördü. Bu hâl karşısında kalbinden geçirdiklerinin yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine, "Allahü teâlâ, evliyâsına sıkıntı çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor zannetmeleri, hakîkatte onlar için bir nîmettir. Bu saâdet sâhipleri, görünüşte çok acı zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tad alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duymazlar. Allahü teâlâ, bu sevgili kulu için, daracık bir hücreyi çok geniş yapar. Mânevî bakımdan öyle lezzetler, tadlar ihsân eder. Zâhir olarak, görünürde çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç kalır. Onun rûhu, zevk ve neş´eden uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam..." diye söylendi.
Ahmed Yesevî hazretleri yetiştirdiği talebelerin her birini bir memlekete göndermek sûretiyle İslâmiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği talebelerinden bâzıları sonraları Moğolların katliamından kaçıp kurtulmak sûretiyle Anadolu´ya da geldiler. Bu sûretle onun yolu Anadolu´da yayılıp tanındı. Anadolu´nun müslü- man Türklere yurt olması onun mânevî işâretleri ile hazırlandı.
Ahmed bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Tasavvuf ehli ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi olup, Yemenlidir. Haramlardan, şüpheli şeylerden sakınması ve üstün ahlâkı ile tanınmıştır. Yaşayışı çevresindeki insanlara tam bir örnek idi. Bu sebeple çok sevilen, sözü dinlenilen ve çevresinde kendisine mürâcaat edilen bir âlim idi. Bütün işi ve maksadı Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden naklen bildirdiği îmân ve ibâdet bilgilerini, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak, insanlara anlatıp öğretmek idi. Din ile alâkası olmayan iş ve davranışların, bid´atlerin dîne sokulmaması için çok gayret gösterirdi. Bid´at ehli ile mücâdele eder, insanların inancını bozmamaları için çok çalışırdı. Bulunduğu bölgede bid´at fırkalarından Zeydîler çok yaygın ve hâkim idiler. İnsanların Sünnet-i seniyyeye yapışmalarını, İslâmiyeti doğru olarak öğrenmeleri ve öğrendikleri doğru bilgilere göre amel etmeleri, bid´atlerden ve bid´at ehlinden sakınmalarını gâyet güzel anlatan bir kitap yazmıştı. Bu kitabı yazması sebebiyle bid´at ehli ona düşmanlık besledi. Bid´at ehlinden olan Muhammed bin Ali Mehdevî adında bir vâli kalabalık bir askerle birlikte, Ahmed bin Zeyd´in bulunduğu yere geldi. Ahmed bin Zeyd´in evine hücûm etti. Herhangi bir karşılıkta bulunmadıkları hâlde, Ahmed bin Zeyd´i, oğlu Ebû Bekr´i, çoluk-çocuğunu ve onu sevenlerden bir kısmını şehîd ettiler. Evinde pekçok mal vardı. Bu mallar halka âit idi. O havâlide herkesin îtimâd edip güvendiği bir zât olduğu için, halk, mallarını onun yanına emânet olarak bırakıyorlardı.
Vâli Muhammed bin Ali Mehdevî, Ahmed bin Zeyd hazretlerini şehid ettikten sonra âkıbeti çok kötü oldu. Bir gün katıra binmişti. Katır, yolda giderken birdenbire ürküp, vâliyi üzerinden yere attı. Vâlinin ayaklarından birisi üzengiye takılıp kaldı. Katır, koştukça koşuyordu. Vâliyi de yerde sürükleyerek götürüyordu. Bir müddet katırı kimse yakalayamadı. Ancak büyük bir çabadan sonra yakalayabildiler. Ona, katırın niçin ürküp kaçtığı sorulduğunda, şöyle anlattı: "Âniden Ahmed bin Zeyd´i gördüm. Katırın karşısına çıkıp, eliyle katıra işâret etti. Bunun üzerine katır birdenbire süratle kaçmaya başladı ve beni üzerinden düşürdü." dedi. Vâli yaralı hâlde bir müddet yattı ve sonra öldü.
Bu hâdise Ahmed bin Zeyd hazretlerinin şehit edilmesinden bir ay kadar sonra vukû buldu. Âlimlerden bir zât, Ahmed bin Zeyd´i şehîd edildikten sonra rüyâsında bu zâtın elinde bir kâğıt üzerinde şöyle bir beyit yazılı olduğunu görmüş:
"Günler bizim lehimize dönünce, onların da aleyhinde olan günler gelecek (cezâlarını görecekler)."
Hemedan´da yetişen Evliyânın meşhûrlarıdan Ahnef el-Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir halini şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında çöle çıkıp yalnız başıma kaldım. Ellerimi açıp, Allahü teâlâya şöyle duâ ettim:
Yâ Rabbî ben zayıfım, sen her şeye kâdirsin. Senin ziyâfetine (Kâbe´yi ziyârete) gitmek isterim. Böyle duâ edince gönlüme seni kim dâvet etti? diye suâl geldi. Sonra yâ Rabbî! Kâbe öyle bir yerdir ki, oradaki sâ- lih kullarının hürmetine bana da orada bulunma nasîb olur diye duâ ettim. Bu sırada âniden bir ses duydum. Baktım ki arkamdan biri bana sesleniyor. Deveye binmiş birisi idi. Bana; "Nereye gidiyorsun?" dedi. "Mekke´ye." dedim. "Seni kim davet etti?" dedi. "Bilmiyorum." dedim. "Peki böyle yola çıkmak güç kuvvete bağlıdır." deyince, "Öyledir, fakat ben tufeylî olarak, beni sevenlerin yanında geldim." dedim. "Ne güzel tufeylîlik ve dost sevgisi! Haydi yürü sana yol açıldı." dedi. Sonra devesini gösterip;
"Bu devenin hakkından gelebilir misin?" deyince, "Evet!" dedim. Deveden inip bana teslim etti. Haydi bin Kâbe´ye doğru yola devâm et." de- di.
İstanbul´un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşem- seddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) birgün küçük oğlu Hamdi Çelebi ile meşgûl olurken;
"Bu küçük oğlum yetim, zelîl kalır; yoksa bu zahmeti, mihneti çok dünyâdan göçerdim." deyince, hanımı;
"A efendi! Göçerdim dersin yine göçmezsin." dedi.
Bunun üzerine Şeyh hemen:
"Göçeyim." deyip, mescide girdi. Evlâdını topladı. Vasiyetnâmesini yazdı. Helâllaştı, vedâ eyledi. Yâsîn sûresi okunurken sünnet üzere yatıp rûhunu teslim eyledi. Göynük´teki târihî Süleymân Paşa Câmiinin bahçesine defn edildi. Daha sonra oğullarının kabri ile berâber bir türbe içine alındı.
Şeyh Alâeddîn Harezmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin şöyle naklettiğini, İmâm-ı Yâfiî bildirdi: "Anadolu sâhillerinden bir yerde idim. Ramazân-ı şerîf bayramı erişti. Bayram namazı için müslümanların köylerinden birisine vardım. Namazı kıldım, müminlerle bayramlaştıktan sonra kaldığım yere döndüm. Bir de baktım, kaldığım evde biri namaz kılıyor. Fakat evin kapısı açılmadığı gibi, evin önündeki kum üzerinde de bir iz yoktu. Bu zât nereden girdi diye kendi kendime düşündüm. Kapıyı açıp içeri girdikten sonra o kimse feryâd ederek ağladı. Ben kendi kendime; "Bayram günüdür, bu zâta ne ikrâm edeyim!.." diye düşünürken, bana yönelip dedi ki:
"Ey Alâeddîn! Benim için düşünme. Allahü teâlânın gâib hazînesinde senin bilmediğin hususlar vardır. Eğer yanında su varsa getir." dedi. Su getirmek üzere kalktım. İbrikle suyu getirdiğim zaman o zâtın yanındaki tabakta yiyecek bir şeyler gördüm. Bu kaplarda ekseriyetle bâdem içi vardı. Tabakları önüne ittim. O zât bâdemi önüme döktü. Ayağa kalkarak bâdem içinden bir mikdarını bana verdi. Ben o bâdemden az bir kısmını yedim. O ise bir veya iki bâdem yedi. Bana bu yiyeceklerin hazır oluşu garib geldi. O zât bana; "Bu hâle şaşma. Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, nerede olursa olsun her ne dilerse bulurlar." dedi. Bu sözler karşısında merâkım daha da arttı. Kendi kendime; "Bu zât büyük bir kimsedir. Onunla kardeş olmayı isteyeyim." dedim. Daha bir şey söylemeden;
"Acele etme, inşâallah yine geleceğim." dedi ve birden kayboldu. Şevval ayının yedinci gecesi tekrar geldi, benimle kardeşlik akdeyleyip gitti.
Evliyânın büyüklerinden Seyyid Alevî bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında müslüman olmayan biri fevkalâde mâli sıkıntıya düşmüştü. Bu sebeple Seyyid Alevî hazretlerine gelip hâlini arz etti. Sey- yid hazretleri ona; "Şu Hindistan cevizini al!" buyurunca, alıp hürmeten evine götürdü. Özel bir yere koydu. Sonra her alıp sattığından kâr etti. Netîcede çok mal sâhibi bir zengin oldu. Bu zengin ticâret için başka yerlere gönderdiği malın üzerine teberrüken Seyyid Alevî hazretlerinin isimlerini yazmayı âdet edindi. Bir gemide bu kişinin yine çok malı vardı. Bir kısmının üzerine Seyyid hazretlerinin ismi yazılmış, diğerlerinin üzerine yazılmamıştı. Bu sırada gemi battı. İçindeki mallardan Seyyid Alevî hazretlerinin ismi yazılı olanlar dışında hepsi telef oldu. İsmi yazılı olanlar ise, su üzerinde yüzerek sâhile gitti.
Birgün Seyyid Alevî hazretlerine birisi geldi. "Fakirim, muhtâcım bana yardım edin." deyip yardım istedi. Seyyid hazretleri ona;
"Falan tüccara git istediğin kadar parayı vermesini ricâ et!" dedi. Fakir, tüccara gidip istediğini söyledi ve kendisini Seyyid hazretlerinin gönderdiğini bildirdi. Tüccar o fakire istediği parayı vermekten kaçındı. Fakir mahzun olarak geri döndü. Bir zaman sonra aynı tüccar, işlerini idâre eden bir adamından bir kese altın getirmesini istedi. Adam, altın dolu keseyi götürüp teslim etti. Tüccar keseyi açtığında kesedeki altınların bakıra dönmüş değersiz şeyler olduğunu gördü. Çok üzüldü. Sebebini düşünüp hatâsını anladı ve koşup Seyyid Alevî hazretlerinden özür diledi.
Seyyid hazretleri bir öğle namazı vaktinde bir câmi-i şerîfe gitmişti. Câmide büyük bir kalabalık vardı. Daha sonra kâmet okunup namaza kalkıldı. Herkes imâma uydu. Seyyid hazretleri ise saftan çıkıp dışarıda yalnız başına namazını kıldı. Halk, namazı bitirince, Seyyid Alevî hazretlerinin bu davranışından hayrette kalıp, sebebini birbirlerine sormağa başladılar. İçlerinde şehrin hâkimi ile âlimler ve eşraf da vardı. Bunlar seyyid hazretlerinin namazı yalnız kılmasının sebebini sorunca, onlara tebessümle;
"Namazda, sütü çok olan ineğin arkasına düşmüş bir imâma uymak istemediğimden yalnız kıldım." buyurdu. Sonra herkes câmiden dışarı çıktı. Seyyid hazretlerinin bu cevâbını öğrenenler, imâma gelip Seyyid hazretlerinin sözlerini naklettiler. İmâm da;
"Doğrudur, zevcem hastadır. Tedâvîsi için hergün süt içmesi lâzım. Cemâat içinde sütü çok bir ineğin sâhibini gördüm. Namaz sonunda kendisinden istemeye karar verdim. Zihnim bunlarla meşgul oldu." dedi. Bunun üzerine oradakiler Seyyid Alevî hazretlerine hüsn-i zan edip, onun büyük bir zât olduğuna daha çok inandılar.
Evliyânın büyüklerinden Ali Bekkâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çok ağlamasının ve "Bekkâ" çok ağlayan lakabının verilme sebebi şöyle anlatılır: Sâlih ve kendisi gibi velî bir arkadaşı vardı. Hâller ve kerâmetler sâhibi idi. Bir defâsında ikisi birlikte Bağdat´tan bir yolculuğa çıkmışlardı. Gidecekleri yer ile Bağdat arası, yürümekle bir senelik yol idi. Onlar, kerâmetleriyle bir senelik yolu bir saatte almışlardı. Bu arkadaşı ona;
"Ben, falan vakitte, falan memlekette öleceğim. O zaman yanımda bulun." diyerek, Ali Bekkâ hazretlerine vasiyet etmişti. Fakat bu arkadaşı, son nefesde îmânsız öldü. Bu hâdise karşısında Ali Bekkâ hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamamaktan ve son nefes endişesi ile korkarak çok ağlardı. Îmânsız giden arkadaşının hâlini, kendisi şöyle anlattı:
"Söylediği vakit gelince yanına gittim. Hayâtının son anlarını yaşıyor ve can çekişiyordu. Yönünü doğu tarafına dönmüştü. Tutup kıbleye çevirdim. Tekrar doğuya döndü. Tutup yine kıbleye çevirdim. Bu arada gözlerini açıp bana dedi ki:
"Hiç uğraşma, ben bu tarafa dönmüş olarak öleceğim!" Hıristiyan ruhbanlarının söylediği küfür olan, îmânı gideren sözler söylemeye başladı. Dîn-i İslâmdan çıktı. Nihâyet îmânsız öldü. Ölüsünü kaldırıp, oradaki bir kiliseye götürdük. Bir de gördük ki, kilisede bir kalabalık toplanmış ve çok üzgün bir hâlde idiler. Önlerinde yatan bir cenâzenin etrâfında duruyorlardı. "Nedir bu hâl?" dediğimizde;
"Bizim meşhûr bir ruhbanımız vardı, yüz sene yaşadı. Bugün öldü. Fakat, ölmeden önce dînimiz olan hıristiyanlıktan çıktı. Müslüman olduğunu söyledi ve müslüman olarak öldü." dediler. Biz de onlara;
"Bizim elimizdeki cenâze de müslüman idi. Son nefesinde hıristi- yanlık dîni üzere öldü ve îmânsız gitti. Siz bunu alın, o, müslüman olarak ölen ruhbanınızın cenâzesini de bize verin." dedik. Bu teklifimizi kabûl et- tiler. Biz o müslüman olanın cenâzesini alıp, yıkadık, kefenledik, müslü- man mezarlığına defnettik. Onlar da öbürünü alıp, hıristiyan mezarlığına defnettiler. Allahü teâlâdan, son nefesimizde îmân ile gitmeyi nasîb etmesini dileriz, yalvarırız!" âmin.
Amasya?da yetişen velîlerden Ali Hâfız (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Şamlar türbesinin etrâfındaki ağaçları, bir talebesi ile dikti. Birgün armut fidanlarının yan sürgünlerini budarken yanında bulunan ta- lebesine dönerek; "Evlâdım! Bu yan sürgünler budandıkça fidan daha çok boy verir. Tez büyüyüp meyve verir.
Zikr eyle her nefes
Kalpten gitsin kötü heves.
Müslüman zikirle kalpten kötü istekleri kestikte, kalpteki îmân nûru kuvvetlenir, meyve verir. Bu fidanları buradan sökelim, şuraya dikelim." dedi. O talebenin îtirâz etmek hiç âdeti olmadığı hâlde o gün; "Efendim! Burası iyidir." dedi. Ali Hâfız; "Bu fidanları buradan sökelim şuraya dikelim." deyince, talebesi tekrar; "Hocam buranın yeri iyidir, etrafı boştur." dedi. Bunun üzerine Ali Hâfız; "Evlâdım! Allahü teâlâ yakında vefât edeceğimi bildirdi. Benim yerim burasıdır. Vefât ettiğimde türbede yatan zâtın akrabalarından izin alıp, buraya defn edersiniz." dedi. Fidanları söküp başka bir yere diktiler. Aradan bir süre geçince rahatsızlanan Ali Hâfız, doktor getirilmesini istedi. O talebe hocasının yüzüne doktora neye lüzum der gibi bakınca; "Allahü teâlâ sebepler halk eder. Sebebe yapışmak lâzım." dedi. Doktor gelip muâyene ettikten sonra bir şey yok deyip gitti. Gece yarısına doğru Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti (1957). Vefât ettiğinde altmış beş yaşında idi. Dediği yere defnedildi.
Vefâtından dört sene sonra talebeleri kabrini yaptırmak için açtılar. Bu esnada birkaç kerpiç düştü ve içerisini gördüler. Nâşı hiç bozulmadan, defnedildiği günkü gibi duruyordu. Alnında hafif bir ter vardı. Bir talebesi başından sakalına kadar sıvazladı. Kabir yapıldıktan birkaç gün sonra, talebe rüyâsında Ali Hâfız´ı gördü ve ona; "Âşık beni incittin." dedi.
Evliyânın büyüklerinden Ali Müttekî el-Hindî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin vefâtından on iki veya on dört sene sonra, kardeşinin oğlu Ahmed vefât etmişti. Onu, Ali Müttekî hazretlerinin yanına defnetmek istediler. Bu sebeple Ali Müttekî hazretlerinin kabrini açtıkları zaman, mübârek vücûdu çürümemiş, kefeniyle tertemiz duruyor gördüler. Hâlbuki, Mekke toprağı ölüyü üç-dört ay içerisinde çürütürdü.
Meşhûr velîlerden Ali Müzeyyen (rahmetullahi teâlâ aleyh) başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır: "Tebük Çölünde idim. Su almak için bir kuyunun başına gittim. Kuyunun başında iken ayağım kayıp birdenbire kuyuya düştüm. Kuyunun içinde geniş bir yer gördüm. Orada bir yeri düzeltip oturdum. Kendi kendime dedim ki: "Eğer Allah indinde makbûl bir kul isem, bende bir şey varsa, burada, ölüp kalmam. Suyun bozulup, insanlar için faydasız hâle gelmesine sebeb olmam. Böyle dedikten sonra heyecânım gitti, sâkinleştim, kalbim rahatladı. Bu halde otururken birdenbire bir hışırtı işittim. Merak edip etrafıma bakınırken kocaman bir yılanın yukardan aşağıya doğru kuyuya indiğini gördüm. Hâlime bakıp, kendimi kontrol ettim sâkindim, telâşım yoktu. Yılan kuyuya indi, etrafımda dolaşmaya başladı. Ben son derece sâkindim. Hiç ürpermiyor, rahatsız olmuyordum. Yılan etrâfımda dolaştıktan sonra kuyruğunu sıkıca vücûduma sardı. Sonra beni çekerek kuyudan çıkardı. Dışarı çıkınca vücûduma doladığı kuyruğunu çözüp beni bıraktı ve gözden kayboldu. Nereye gittiğini göremedim. Sanki yer yarıldı yere girdi veya gökyüzüne uçup kayboldu!"
Ali Müzeyyen hazretleri şöyle anlatmıştır: "Mekke´de idim. İçime bir yolculuğa çıkmak arzusu düştü. Yola çıktım. Birr-i Meymun denilen yere vardığımda, ölmek üzere olan birini gördüm. Yaklaşıp; "Lâ ilâhe illallah de!" dedim. Gözünü açıp şu beyti okudu:
Bulursa cân azığı gönlüm muhabbet gibi doludur.
Âşıkların ölümü muhabbet borcunun üzerine olur.
Sonra vefât etti. Lâzım olan hazırlıkları yapıp namazını kıldırıp defnettim. Bu hâdiseden sonra içimden yolculuk arzusu çıktı; Mekke´ye geri döndüm."
Anadolu velîlerinden Ali Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün Eksel köyünde (yeni ismi Koçak) oturan Eksel şeyhi olarak bilinen Behrullah Efendinin saati bozuldu. Talebelerine tâmir edilmesini söyleyince, onlar; "Efendim, karşı Holay köyünden Ali Osman isminde birisi var ona tâmir ettirelim." dediler. Talebelerinden biri Ali Osman Efendi ile Erbaa´da karşılaşınca, hocasının saatinden bahsetti. Ali Osman Efendi de Eksel köyüne gitti. Saati tâmir edip duvara astı. Behrullah Efendiye; "Tamam çalışıyor efendim." dedi. Behrullah Efendi saate bakınca çalışan saat durdu. Ali Osman Efendi tekrar yapıp duvara astı. Behrullah Efendi saate bakınca, saat yine durdu. Ali Efendi hayretler içinde tekrar yaptı. Yine Behrullah Efendi saate bakınca, saat durdu. O zaman Ali Osman Efendi kendi kendine; "Bu zât evliyâ bir zâttır. Şu an kalbimin saatini tâmir edecek kalp ustasının huzûrundayım." dedi ve Behrullah Efendiye talebe oldu. Arapça, Farsça ve kalp ilimleri de dâhil bütün ilimleri Behrullah Efendiden öğrendi. Behrullah Efendi vefâtına yakın; "Bende ne varsa Ali Osman Efendi aldı götürdü. Bende bir şey bırakmadı." buyurdu.
Yine bir gün talebeleri ile Ladik´e ders vermek için gidiyordu. Talebelerinden birinin kalbine vesvese gelip hocası için; "Bu da insan biz de insanız." gibi bir düşünce geldi. Yolları bir ormandan geçiyordu. Bu sırada bir kurt, Ali Osman Efendinin önüne gelip iki ön ayaklarını havaya kaldırıp, arka iki ayağı üzerine durunca; "Dağ ve taşlardaki hayvanlar inandı da bâzıları hâlâ anlıyamadı." buyurdu. O talebe düşüncesinden dolayı hemen tövbe etti.
Dînî vecîbeleri yerine getirmenin yasak olduğu dönemde Ali Osman Efendi, Gümüşçakır köyünde sohbet ederken jandarmalar köyü bastı. Ali Osman Efendi tutuklanarak önce Vezirköprü daha sonra da Samsun cezâevine gönderildi. Ali Osman Efendi Samsun´da bir hücreye kondu. Hücrede namaz kıldığını gördüklerinde, kılmaması için su vermediler. Bir süre sonra su olmamasına rağmen, yine onu namaz kılarken gördüler. Mahkeme esnâsında savcı, Ali Osman E
Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Edhem, Belh şehri pâdişâhıydı. Kendisi Şehzâde olup, tahtta oturur, avlanmayı severdi. Her türlü imkâna sâhip, her istediğini yer, her istediğini giyer, her emri hemen yapılırdı. Bir yola çıktığı zaman, kırk altın kalkanlı asker önünden, kırk altın gürzlü asker arkasından yürürdü. O bütün bunları terk etmiş ve Allahü teâlâya gönül vermiştir. Mübârek sözleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşmış, muhabbeti hep gönüllerde yaşamıştır. Dünyâ sultânları unutulmuş, fakat O unutulmamıştır.
Tâcını, tahtını bırakıp evliyâdan olması şöyle olmuştur:
Bir gece tahtı üzerinde uyuya kalmıştı. Gece bir gürültü ile uyandı. Tavan sallanıyordu. seslendi: "Kim o?" Damdaki, "Tanıdık biriyim, devemi kaybettim onu arıyorum" dedi. İbrâhim Edhem, "Hey şaşkın, ne di- ye damda arıyorsun? Damda deve mi olur?" deyince, damdaki zât, "Ey gâfil, sen Allahü teâlâyı altın taht ve süslü elbiseler içinde arıyorsun. Damda deve aramak bundan daha mı acâyib?" dedi. Bu sözlerden sonra kalbi Allahü teâlânın aşkı ile yandı ve şimdiye kadar yaptığı bütün günahlara, hatâ ve kusurlara tövbe etti.
Başka bir rivâyette: Bir gün sarayda umûmi bir ziyâfet verildi. Devlet adamları yerlerini almış, hizmetçiler beklerken, gayet heybetli bir zat çıkageldi. Ne askerlerden ne hizmetçilerden hiçbir kimse ona, sen kimsin, burada ne işin var? deme cesaretini bulamadı. Bu heybetli zâta İbrâhim Edhem sordu: "Ne istiyorsun?" O zât, "Bu handa konaklamak istiyorum." dedi. İbrâhim Edhem; "Burası han değil, benim sarayımdır." diye cevap verdi. O zât, "O halde bu saray bundan evvel kimindi?" diye sorunca, İbrâhim Edhem; "Pederimindi!" dedi. Gelen zât; "Ondan evvel kimindi?" diye tekrar sordu. İbrâhim Ethem; "Filân zâtın!" dedi. O zât; "Ondan evvel kimindi?" diye sorduğunda, İbrâhim Edhem; "Filân oğlu filânın!" cevâbına, o zâtın; "Bunlara ne oldu?" suâline de İbrâhim Edhem; "Öldüler!" cevâbını verdi. Gelen heybetli kimse; "Bu nasıl senin sarayın ki, biri gelmeden biri gitmede?" diyerek geldiği gibi geri çıktı. İbâhim Edhem o zâtın peşine düştü ve sordu; "Sen kimsin?" O zât da, "Ben Hızırım." dedi.
Bundan sonra İbrâhim Edhem hazretlerinin derdi çoğaldı. Kalbindeki Allah aşkı fazlalaştı.
Başından geçen bir başka hâdise de şöyledir: Bir gün atının hazırlanmasını istedi ve av köpeğini de yanına alıp ava çıktı. Karşısına bir hayvan çıktı. Onu yakalamak için atını sürdü, gâibden; "Yâ İbrâhim sen bunun için yaratılmadın ve bununla emr olunmadın!" diyen bir ses işitti. Durdu, sağına soluna baktı hiçbir kimseyi göremedi. "Allah lânet etsin! Bu İblis´tir!" dedi. Atını tekrar sürdü. Biraz öncekinden daha kuvvetli ve daha açık; "Ey İbrâhim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın!" dendi.
Durup, sağına soluna baktı, hiçbir kimseyi göremedi: "Allahü teâlâ lâ- net etsin! Bu İblis´tir!" dedi. Atını tekrar sürdü ve aynı sözleri atının eyeri tarafından işitti ve durdu: "Âlemlerin Rabbinden bana bir ikaz geldi. Al- lahü teâlâya yemin ederim ki bu günden sonra Allah´a isyân etmeyeceğim. Rabbim, sâlih insan olmamı istiyor!" dedi. Bu hâdise üzerine pek fazla ağladı ve elbiseleri göz yaşlarıyla ıslandı. Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince bunun, babasının çobanlarından birisi olduğunu anladı. Onun abasını ve başlığını alıp kendi elbiselerini ona verdi. Her şeyi bırakıp Allahü teâlânın yoluna girdi.
Merv şehrine doğru giderken yolda âmâ bir adamcağız bir köprüden geçiyordu. Gözleri görmediği için nehre tam düşerken, İbrâhim bin Ed- hem bunu gördü. Adamcağıza çok acıdı ve (Allahümmahfezhu= Ey Al- lah´ım. Onu muhâfaza et, koru!) diye duâ etti. Bunu söyleyince köprüden düşmekte olan âmâ, köprü ile nehir arasında, boşlukta kaldı, düşmedi. Etrafta bulunanlar, âmâyı tutup yukarı çektiler ve İbrâhim bin Edhem´in büyüklüğünü tasdik ettiler. Bundan sonra Nişâbur´a gitti. Hep nefsi ile meşgûl olmak, her an Allahü teâlâya ibâdet ve tâatte bulunmak için, ken- disine dünyâ meşgalelerinden uzak, sâkin bir yer aradı. Burada bu lunan bir mağarada dokuz sene ibâdet etti. Bu mağarada bulunduğu bir gece yıkanması icab etti. Zemherir günleriydi ve çok şiddetli soğuk vardı. Buzu kırmak sûretiyle gusül abdesti aldı ve seher vaktine kadar ibâdet etti. Soğuktan donmak üzere olduğunu hissetti. Isınmak için biraz ateş olsa veya üşümemek için sırtımda bir kürk olsa diye hatırından geçti. Birden sırtında bir kürk bulunduğunu ve bedenini ısıtmakta olduğunu hissetti. Böylece, birazcık istirahat edip, uyumak imkânı hâsıl oldu. Az zaman sonra uyandı. Bu kürkün, çok heybetli bir hayvanın derisinden yapılmış olduğunu anladı. Allahü teâlâya hamd etti.
İbrâhim bin Edhem hazretleri Sahraya çıkmıştı. Bir kuyudan su çekmek için kovayı sarkıttı. Geri çektiğinde kovanın gümüşle dolu olduğunu gördü. Hemen geri boşalttı ve tekrar sarkıttı. Bu çekişinde, altınla dolu olduğunu gördü. Bunu da geri boşaltıp, kovayı tekrar daldırıp çıkardığında, kovanın mücevherle dolu olduğunu gördü. Bunun üzerine şöyle niyazda bulundu. "Yâ Rabbî! Bana hazine veriyorsun. Benim arzum bunlar değildir. Ben abdest almak için su istiyorum. İhsân et" diye yalvardı. Kovayı tekrar kuyuya daldırıp çıkardığında su ile dolu olduğunu gördü.
Yolda bir taş gördü. Üzerinde "Çevir ve altını oku!" yazılıydı. Çevirdi; "Eğer öğrendiğinle âmel etmiyorsan ne diye bilmediğini öğrenmek istiyorsun?" yazısını okudu ve; "Yâ Rabbî! Seni tanıyan hakkıyla tanıyama- mıştır. Şimdi seni bilmeyen bir kimsenin hâli nasıl olur." dedi ve ağladı.
İbrâhim bin Edhem hazretleri bir bağda bekçilik yapardı. Bir gün uyuduğunda, ağzında nergis dalı ile bir yılan gelip, dalı sallayarak ona serinlik yaptı.
Kendisi anlattı: Bağ sâhibi bir gün gelip bana; "Tatlı nar getir." dedi. Götürdüm. Ekşi çıktı. Yine; "Tatlı nar getir." dedi. Bir tabak daha götürdüm. Bu sefer de ekşi çıktı. Bunun üzerine bağ sâhibi, "Sübhanallah! Bunca zamandır burada bekçisin, narın tatlısını ekşisinden ayırd edemiyorsun!" dedi. Ben de; "Benim vazifem bağı beklemek, hiç tatmadığım narın tadını nereden bileyim?" diye cevap verdim. Bağ sâhibi, "Sendeki bu hâle bakınca İbrâhim bin Edhem´sin diyeceğim geliyor." dedi. Bu sözü işitince tanınmamak için hemen oradan ayrılıp gittim.
Huzeyfe-i Mer´aşî, İbrâhim bin Edhem´e hizmet ederdi. Sebebini sorduklarında şöyle anlattı: "Mekke´ye giderken çok acıkmıştık. Kûfe´ye gelince, açlıktan yürüyemez oldum. "Açlıktan kuvvetsiz mi kaldın?" dedi. "Evet!" dedim. Hokka, kalem, kağıt istedi. Bulup getirdim. "Bismillâhirrah- mânirrahim. Herşeyde, her hâlde sana güvenilen Rabbim! Her şeyi ve- ren sensin. Sana her an hamd ve şükr eder, Seni bir an unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim vazifemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum." yazıp, bana verdi ve; "Dışarı git ve Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey umma ve ilk karşılaştığın adama bu kâğıdı ver." dedi. Dışarı çıktım. İlk olarak, deve üstünde biri ile karşılaşdım. Kağıdı ona verdim. Okudu, ağlamaya başladı. "Bunu kim yazdı?" dedi. "Câmide birisi" dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde alt- mış dinar vardı. Bunun kim olduğunu sonradan, etraftakilere sordum. Nasranîdir (yâni hıristiyandır) dediler. İbrâhim bin Edhem´e bunları anlattım. "Keseye elini sürme. Sâhibi şimdi gelir." buyurdu. Az zaman sonra nasrânî, İbrâhim bin Edhem´in huzûruna geldi. "Bu yazıyı yazan siz misiniz?" dedi. "Evet!" cevâbını alınca; "Çok düşündüm, böyle bir yazıyı yazanın Allah´a olan tevekkülü, ancak hak olan bir dinde olur. Bu parayı verdiğim kimseyi tâkib ederek huzûrunuza geldim. Bana İslâmiye- ti anlatır mısınız?" diyerek, kelime-i şehadeti söyledi ve müslüman oldu."
İbrâhim bin Edhem hazretleri bir gün deniz kenarında oturmuş, elbisesini dikiyordu. Memleketin vâlisi yanındakilerle birlikte oradan geçerken İbrâhim bin Edhem hazretlerinin başında durdu. Vâli onu seyrederken şöyle düşündü: "Bak şu dünün hükümdârına! Böyle yapmakla eline ne geçti?" İbrâhim bin Edhem vâlinin aklından geçenleri anlamıştı. Kaldırıp iğnesini denize fırlattı. Sonra; "Balıklar iğnemi getirin." deyince, bir balık, ağzında İbrâhim Edhem´in denize attığı iğneyi getirdi. İbrâhim bin Edhem iğneyi balığın ağzından aldıktan sonra vâliye döndü: "Elime bu iğne geçti!" buyurdu. "Yâni; ben Allahü teâlâdan gayri olanları bırakıp, bütün varlığımla O´na döndüğüm için, bu balıkları bana hizmetçi etti ve bana bu kerâmeti verdi!" demek istedi.
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:
-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.
Çocuk:
-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.
-Allahü teâlâ´yı ne ile biliyorsun?
-Bu koyunlarımla.
-Bu koyunlarla, O´nu nasıl bilirsin?
-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir o- lan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim.
-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?
-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.
-Böyle olduğunu nasıl bildin?
-Yine bu koyunlardan.
-Nasıl?
-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek:
-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.
Çocuk:
-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.
-Peki başka ne öğrenmişsin?
-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.
-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.
-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O´nu bileyim. O´nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O´nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O´nu hatırlatanları dile getirmeği, O´ndan bahset- miyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O´na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.
Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:
-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.
-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet´e kavuşamazsın, dedi.
Mısır Evlîyasından Abdülkâdir Deştûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Sultan Kayıtbay ile birlikte otururken, elbisesine sinekler kondu. Latîfe yoluyla sultâna dedi ki: "Şu sineklere söyle de, benim üzerimden gitsinler." Kayıtbay; "Efendim! Sinekler benim sözümden ne anlarlar. Ben onlara nasıl anlatabilirim?" dedi. Bunun üzerine Abdülkâdir Deştûtî hazretleri buyurdu ki: "Sen nasıl sultansın ki, sineklere dahi sözün geçmiyor?" Yânî, bunu söylerken nükte yolu ile; "Dünya sultanlığına güvenme. Bu her ne kadar yüksek görünüyor ise de, sineklerin bile kendisine itâat etmediği bu sultanlığa sultanlık denir mi? Buna aldanıp gururlanmamak lâzımdır." demek istedi. Bundan sonra; "Ey sinekler, üzerimden ayrılınız." buyurdu. Bu söz üzerine sinekler üzerinden çekilip gittiler. Bu hâdiseden çok ibret alan Sultan Kayıtbay, hakîkî sultanların bu büyükler olduğunu, onlara tâbi olmakla şereflenen bir çöpçünün, o büyükleri tanımak nasîb olmayan sultanlardan kat kat kıymetli olduğunu daha iyi anladı.
Anadolu evliyâsının büyüklerinden Abdullah-ı İlâhî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri´nin sohbetleri çok tesirli ve faydalı olurdu. Sohbe- tlerinde ve diğer zamanlarda herkesin gönlünü almaya çok dikkat göste- rirdi. Sohbette bulunanlardan birinin bir sıkıntısı, bir müşkülü olsa onun hâlini keşfeder sıkıntısını giderirdi. Sohbetiyle, tereddütleri ortadan kaldırırdı.
Yine bir gün sohbette, söz çalışmak ve gayretten açılmıştı ve; "İnsan çalışıp, gayret göstermedikçe olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz." buyurmuştu. Bu sırada sohbetinde bulunan bir âlim, bu sözleri işitince, "at hırsızı kıssası" diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. "Peki onun hâli nasıl oldu?" diye düşündü. Abdullah-ı İlâhî, o âlimin kalbinden geçen düşünceleri kerâmetiyle anlayıp, ona doğru dönerek; "Söylediğim söze, at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra geldi değil mi? Fakat ona da cevap vardır." dedi. Sonra sohbetinde bulunanlara dönüp; "Hiç o hâdiseyi işiteniniz var mıdır?" diye sordu. Ve hâdiseyi şöyle anlattı:
"Bir hırsız geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir defâsında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsının atını çalmak için ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada, ahırın duvarı yarılıp, içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözüktü. Hır- sız bu hali görünce, kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre içine gömüldü. Bu sırada yarılan ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr gözüktü. Bu nûr arasında da, o zamânın kutbu, en büyük velîsi olan ev sâhibi çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet göstererek selâm verdiler. Ev sâhibi diğerlerine niçin geldiklerini sorunca; "Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik." dediler. Atların sâhibi olan zât; "Onun yerine, at hırsızını tayin ettik." dedi. Soran iki zât da evliyâ olup ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, gübreler arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına varıp, onu gübreler arasından çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik ederek kucakladılar. Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşlarının cenâzesini kaldırmaya gittiler."
Abdullah-ı İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi: "Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliya arasına girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının gübreler arasında mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişmân olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönelip riyâzet çeken kimseler, onun o anda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz."
Sohbetin başında kalbinde itirazlar bulunan o âlim, Abdullah-ı İlâhî hazretlerinin bu güzel îzâhını ve tatlı sözlerini dinleyince, içindeki şüphe ve yanlış düşünceler temizlendi. Abdullah-ı İlâhî hazretlerinin elini öpüp, özür diledi ve hâlis talebelerinden oldu.
Tebe-i tâbiînden, Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: Bir defâsında Eyyûb Sahtiyânî ile bir yolculuğa çıkmıştık. Şam´a doğru bir müddet yol aldıktan sonra siyah renkli bir köleye rastladık. Bir odun dengini sırtına alıyordu. Köleye:
"Senin sâhibin kimdir?" dediğim zaman; "Benim gibi bir kul!" cevabını verdi.
Aslında, benim asıl sâhibim Allahü teâlâdır demek istedi. Sonra başını kaldırıp; "Ey yüce Rabbim! Şu odunlar altın olsun. Bunları altına çevir." diye duâ etti. Bir de baktık odunlar altın olmuş!
Bize bakıp; "Görüyorsunuz değil mi?" diye sordu. "Evet görüyoruz." dedik. Sonra tekrar; "Allah´ım bu altınları tekrar odun haline çevir." diye duâ etti. Duâsı kabul olunup tekrar odun halini aldı. Sonra; "Âriflere sorunuz şüphesiz onların şaşılacak halleri bitmez, tükenmez." dedi.
Eyyüb Sahtiyânî de şöyle demiştir: "Kölenin bu hâlinden ve sözünden dolayı hayretler içerisinde kaldım ve son derece mahcub olup utandım." Sonra köleye; "Yanında yiyecek bir şeyler var mı?" dedim.
Bu sözüm üzerine eliyle işâret etti. Bir de baktık ki, önümüze bir cam kap içerisinde bal geldi. Balın rengi kardan beyaz, kokusu miskten güzeldi. Bize; "Yiyiniz! Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu bal arının yaptığı bal değildir." dedi. Hayâtımızda bu baldan daha tatlı ve lezzetli bir şey yememiştik. Bu işe çok şaştık. Köle sonra bize: "Allahü teâlânın yarattığı böyle hallere şaşanlar ârif değildir. Kim bu işlerden dolayı şaşarsa, Allah´tan uzaktır. Kim de bu hârikulâde işleri görerek bu sebeple ibâdet ederse, şüphesiz o da câhildir." dedi.
Yine şöyle anlatmıştır: Bir defâsında Beyt-i Mukaddese gitmek üzere yola çıktım. Fakat yolu şaşırdım. Nereden gideceğimi bir türlü bilemedim. Bu şaşkın halde karşıma bir kadın çıktı. Bana yaklaştı; "Ey garib kimse, yolunu mu şaşırdın?" diye sordu. Sonra: "Allahü teâlâyı tanıyan kimse nasıl garib olur? O´nu seven nasıl yolunu şaşırır?" dedi. Sonra da bana elindeki değneği uzatıp; "Bu asânın ucundan tut, önümden yürü." dedi.
Asânın ucundan tutup önünde yürümeye başladım. Yedi adım kadar yürüdüm ve kendimi Mescid-i Aksâ´da buldum. Gözlerimi oğuşturarak kendi kendime; "Herhalde yanlış görüyorum, nasıl olur?" dedim.
Bunun üzerine bana yol gösteren kadın; "Ey kişi! Senin yürüyüşün zâhidlerin, benimki de âriflerin yürüyüşüdür! Zâhid yürüyerek, ârif ise uçarak gider. Yürüyerek giden uçarak gidene nasıl ulaşabilir?" dedi ve gözden kayboldu. Onu bir daha hiç görmedim.
Hizmetlerimi görmesi için bir köle satın almıştım. Gece evimde kalmasını istedim. Fakat geceleri kapılar kapalı olduğu halde evde yoktu. Sabah olunca eve geldi ve bana üzeri işlenmiş bir dirhem altın verdi. Bunu nereden aldın deyince: "Efendim, ben size her gün böyle bir dirhem vereceğim. Karşılığında geceleri beni serbest bırakmanızı istiyorum." dedi.
O günden sonra her gece evden çıkıp gider, sabahleyin döner ve bir dirhem getirirdi. Aradan bir müddet geçti. Bir gün komşum yanıma gelip; "Kölen mezarları açıyor, kefen soyuyor." dedi. Bu söz beni çok üzdü. "Ben onu eve hapsedeceğim." dedim. Kapıları kilitledim, akşam oldu, yatsı namazından sonra kölem evden gitmek üzere kalktı. Tâkib ettim, kapalı kapılara işâret edince, kapılar açılıveriyordu. Evden çıktı. Bu halde peşine düşüp, gizlice onu tâkib ettim. Kurak bir yere vardı. Elbisesini çıkarıp üzerine eski bir çul giydi. Sabaha kadar namaz kıldı. Sabaha doğru şöyle duâ etti:
"Ey yüce sâhibim! Efendime götüreceğim ücreti gönder!"
Gökten üzerine bir dirhem düştü alıp cebine koydu. Bu işe çok hayret ettim. Kalkıp abdest aldım ve iki rekat namaz kıldım. Onun hakkında yanlış düşündüğümden dolayı tövbe edip, Allahü teâlâdan af diledim. Sonra da bu kölemi âzâd etmeye, serbest bırakmaya karar verdim. Fakat kölem kayboldu. Bir türlü bulamadım. Bu sebeple çok üzüldüm ve kederim gittikçe arttı. Bulunduğum kurak yerin de neresi olduğunu bilmiyordum. Bir müddet sonra karşıma kırata binmiş biri dikildi ve; "Ey Abdülvâhid! Burada ne oturuyorsun?" dedi. Durumu baştan sona anlattım. Atlı; "Senin bulunduğun bu yer ile memleketin arası ne kadar mesâfedir? Biliyor musun?" dedi. "Hayır bilmiyorum." cevâbını verdim.
"Süratli giden bir süvâri için altmış konaklık mesâfedir. Şimdi sen bulunduğun yerden ayrılma. Kölen bu gece yanına dönecek dedi."
Oturup bekledim, ortalık kararınca bir de baktım ki, kölem geldi. Yanında bir sofra vardı. Sofranın üzeri her çeşit yiyecekle doluydu. Bana; "Buyur ye efendim!" dedi.
O benzerini görmediğim yiyeceklerden yedim. Sabah namazından sonra kölem elimden tutup, duâ etti. Sonra birkaç adım attık. Birdenbire kendimi evimin önünde buldum. Kölem bana dönüp; "Efendim, siz beni âzâd etmeye karar vermediniz mi?" dedi. "Evet." dedim. Yerden bir taş alıp âzâd edilme bedeli olarak bana verdi. Bir de baktım ki, taş altın oldu. Sonra ayrılıp gitti. Onun ayrılığından dolayı çok üzüldüm ve hep hasretini çektim.
Bu hadiseyi komşularıma anlatıp; "O, mezâr soyan değil nûr saçan imiş." dedim. Komşularım onun kerâmetlerini duyunca ağlayıp, hakkında yanlış düşündüklerinden dolayı pişman olup, tövbe ettiler.
Abdülvâhid bin Zeyd şâhid olduğu ibret verici başka bir hâdiseyi de şöyle nakletmiştir:
Bir defâsında gazâya niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs meâlen; "Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah Cennet karşılığında satın aldı." (Tövbe sûresi: 111) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu. Bunun üzerine on beş yaşında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine pekçok mal kalmıştı. Âyet-i kerîmeyi okuyan zâta dedi ki:
"Efendim, Allahü teâlâ mü´minlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı mı? Allah yolunda canını ve malını fedâ edene Cennet verilecek mi?"
O zât: "Evet, Allahü teâlânın kelâmı doğru ve vâdi haktır." dedi.
Genç büyük bir azim ve kararlılıkla şunları söyledi; "Şâhid olunuz ki, ben nefsimi ve malımı Allahü teâlâya sattım." Bu sözlerini dinleyen zât; "Vallahi bu büyük bir iştir. Sen küçüksün. Korkarım ki, sabredemezsin ve çâresiz kalırsın." dedi.
Bunun üzerine, genç; "Ey Şeyh! Bir kimse Cenâb-ı Hakla ahitleşsin ve çâresiz kalsın! Hâşâ ve kellâ. Hiç böyle şey olur mu? Şâhid ol hakîkaten ben nefsimi ve malımı Allahü tealâ için fedâ ettim, Allah yoluna adadım ve pişmân olmayacağım." dedi. Sonra bütün malını sadaka olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihâd için sefere çıktı. Bize ve hayvanlarımıza hizmet etmeye başladı. Biz uyurken o nöbet tutardı. Gündüz oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Hepimiz onun bu haline hayrandık. Tâ ki, Rum diyârına vardık. Biz harp hazırlıkları yaparken, o genç kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette:
"Aynâ-yı merdiyyeye müştâkım ona kavuşmak istiyorum." deyip duruyordu.
Genç o hale gelmişti ki, herkes aklını kaybetti zannederdi. Bir gün o- nu yanıma çağırıp; "Bu söylediğin sözün mânası nedir?" diye sordum.
Şöyle anlattı: Bir gün uyumuştum. Rüyâmda birisi bana; "Aynâ-yı merdiyyeye git!" diyordu. Sonra birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu bahçenin içinde berrak sulu bir ırmak ve kenarında da güzelliği gözler kamaştıran süslenmiş hûriler vardı. Bu hâli anlatmam mümkün değildir. Beni görünce birbirlerine: "Müjde işte Aynâ-yı merdiyyenin zevci." dediler.
Onlara selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. "Bizim aramızda değildir, biz onun hizmetçileriyiz daha ileri git." demeleri üzerine ilerledim. Bir başka bahçe gördüm. İçinde her türlü güzellikler vardı. Hâlis sütten bir nehir gördüm. Nehir kenarında, benzerini o âna kadar görmediğim güzellikte hûriler vardı. Onların güzelliğine hayrân oldum. Beni görünce birbirlerine baktılar ve: "Bu gelen Aynâ-yı merdiy- yenin zevcidir." dediler. Onlara selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye sizin ara- nızda mıdır?" diye sordum. "Hayır biz onun hizmetçileriyiz." dediler.
İlerledim. Bir Cennet ırmağına rastladım. Etrafında güzellikleri gözler kamaştıran hûriler vardı. Bunları görünce önceki hûrileri unuttum. Onlara da selâm verdim. "Sana selâm olsun ey Allahü teâlânın velî kulu!" dediler. Aynâ-yı merdiyyeyi sordum. "Biz onun hizmetçileriyiz, daha ileri git." dediler.
İlerledim. Saf bal akan bir ırmağa vardım. Bu ırmağın da etrâfında hûriler vardı. Bu hûriler güzellikte öncekilerden daha da üstündüler. Öncekilerin hepsini unuttum. Selâm verdim ve; "Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. Daha ilerde olduğunu söylediler. İlerledim. İnciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu. Beni görünce; "Ey Aynâ-yı merdiyye! İşte sana eş olacak kimse geldi." dedi. Çadıra yaklaşıp içeri girdim. Aynâ-yı merdiyye adlı hûri; inci ve yâkut kaplı altın bir taht üzerinde oturuyordu. Onu görür görmez meftûn oldum. Bana: "Hoş geldin ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Sabret sen dünyâdasın, henüz vakit var. Yarın gece bizim yanımızda olacaksın." dedi. Bu rüyâdan sonra birdenbire uyandım. O güzelliğe ve nîmetlere kavuşmak için sabırsızlanıyorum.
Genç bunları anlattıktan biraz sonra savaş başladı. Genç de savaşıp kahramanlıklar gösterdi. Büyük bir yara alıp, yere düştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu. Gülerek rûhunu teslim edip, şehîd oldu.
Gelibolu´da yetişen velîlerden Ahmed Bîcân (rahmetullahi teâlâ a- leyh) bir gün, Gelibolu´nun en büyük câmisinde vâz veriyordu. Herkes huşû içinde söylenenleri dinliyordu. "Kardeşlerim! İnsanı Rabbinden u- zaklaştıran perdelerin en büyüğü, kalbi öldürmek, karartmaktır. Kalbin ölmesine kararmasına sebep de dünyayı sevmektir. Bir hadîs-i kutsîde buyruldu ki: "Ey Âdemoğlu! Kanâat et zengin ol. Hasedi terket, râhat ol! Dünyâyı terket, dînin halis olsun."
Kim gıybeti terkederse, Allahü teâlâya karşı olan sevgisi çoğalır. Kim az ve doğru konuşursa, aklı tam olur. Kim aza kanâat ederse, gerçekten Allahü teâlânın ahdine inanmış olur. Kim dünyâ için kaygılanırsa Allahü teâlâdan uzaklaşır."
Ahmed-i Bîcân hazretleri vâz ettiği kürsüden bir ara başını kaldırdı. Câminin giriş kapısında ağabeyini gördü. Ayakta bekliyor ve kendisine tebessüm ediyordu. İçeri girip bir yere oturmamasına hayret etmişti. Sonra mânevî bir huzurla vâzına devâm etti. Ağabeyinin bu şekilde bek- lemesi bir türlü aklından çıkmıyordu.
Akşam annesi ile sohbet ederken bu aklından çıkmayan şeyin sebebini öğrenmek istedi ve; "Anneciğim! Bugün dikkatimi çeken bir şey oldu. Vâz ederken ağabeyim câmi kapısında durmuş, bana bakıyor ve tebessüm ediyordu. Ama içeri girip oturmadı. Sebebini ondan bir suâl eylesen." dedi. Evlâdını kıramayan anne ertesi gün büyük oğlu Muhammed Bîcân´a giderek sohbet arasında kardeşinin vâzı arasında niçin câmiye girmediğini sordu. O da; "Kardeşim âlim, ârif biridir. Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerini görünce bir başka Ahmed oldu. Sözleri hikmet dolu. Gönülleri alan, ruhları cezbeden bir üslûbu var. İlminden, irfânından istifâde edenlerin sayısı belli değil. Ben de mübârek sözlerini dinlemek için gitmiştim. Meleklerin kanatlarını sererek vâzını dinlediklerini gördüm. Basmamak için içeriye girmedim." dedi.
Bu duruma çok sevinen annesi, eve dönerek durumu küçük oğlu Ahmed-i Bîcân´a anlattı. Ahmed Bîcân sevineceği yerde durgunlaştı. Bunu fark eden annesi sebebini sorunca; "Ağabeyim melekleri gördüğü hâlde ben niçin göremiyorum, acabâ sebebi nedir?" dedi. Annesi hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırdı. Ahmed-i Bîcân hazretleri sonra ilâve etti; "Anneciğim bunun sebebini senin bilmen lâzım. Biraz düşün bulacaksın." dedi.
Annesi bir süre düşündükten sonra yaşlı gözlerle oğluna; "Sen henüz süt emme çağında idin. Namaza durmuştum. O esnada komşularımdan bir hanım geldi. Sen ağlamaya başladın. Selâm vermeme de az kalmıştı. Kadıncağız ağlamayasın diye seni emzirmeye başladı. Selâmı vermemle birlikte mâni oldumsa da sen bir kaç yudum almıştın. Sonra sordum hanım abdestsiz imiş. Ben seni hiç abdestsiz emzirmedim. Her halde sebebi odur." dedi. Ahmed Bîcân; "Doğru söyledin." dedi.
Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü?l-Havârî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle nakletmiştir:
Bir gün çöle gitmiştim. Araplar develerini koşturuyorlardı. Onlar bu işle meşgûl olurken köylü bir Arap köşeye çekilmiş Allahü teâlâyı zikrediyor ve kendi hâlinde oturuyordu. Dikkatimi çekti yanına gittim. Selâm verdim selâmımı aldı. Biraz konuştuktan sonra bana; "Allahü teâlâyı zikretmek en lezzetli şey ve şifâ verici bir iştir. Şaşıyorum insanlar nasıl boyun büküp, yalvarmazlar! Halbuki ölüm onların peşinde, onları tâkib ediyor. İnsanlar ise tehlike ve musîbetler içinde. Buna rağmen boş şeylerle meşguller." dedi.
"Allah´ın rahmeti üzerinize olsun insanlar hangi musîbetler ve hangi tehlikeler içinde?" diye sordum:
"Günah musîbeti ve ölüm tehlikesi, ölümden öncesi ve sonrası!" dedi. Sonra ağlamaya başladı. Ben de onunla birlikte ağladım. sonra tekrar: "Neden yapayalnız duruyorsun?" diye sordum:
"Ben yalnız değilim, Rabbimle berâberim." dedi. Fakir ve muhtâç olduğunu zannederek; "Bir şey ister misin?" deyince; "Evet kalbimin derdini tedavî edecek bir tabib isterim." dedi.
"Tabîbin kimdir?" "Rabbimdir." "Kalbinin derdi nedir?" "Günahlar..." dedi. "Peki bunlardan kim kurtuldu?" diye sordum. "Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler." dedi. Tekrar sordum: "Yolculuğun nereye?" "Kabire- dir." dedi. "Yolcu musun?" "Annemden doğduğumdan beri yolcuyum. Âhirete gidiyorum." dedi.
Sonra devâm ettim ve; "Azığın nerede?" dedim.
"Azığım son derece az." cevâbını verdi.
Bu sefer; "Yanında yiyeceğin nedir?" "Sübhânallah, Rabbimin vereceği rızık." dedi. "Peki yalnız hâlinle korkmuyor musunuz?" dedim. "Nasıl korkarım. Sâhibimin, Rabbimin mülkündeyim." "Yol neresidir?" diye sormaya devâm ettim.
Ellerini açıp; "Yâ Rabbî! İnsanların çoğu seni unutmuş başka şeylerle meşgul! Sen her işin karşılığını vereceksin... Ey gariblerin yardımcısı, âcizlerin sığınağı! Ey azı çoğaltan, sapmışları hidâyete erdiren! Ey kendisine herkesin sığındığı Rabbim! Senin ihsânını ve rızânı isterim... Senin rızân olmadan dünyâ ve âhiret güzel olmaz."
Hem böyle duâ ediyor, hem de yürüyordu. Ben de onu tâkib ediyordum. Bana:
"Allah´ın rahmeti üzerine olsun. Senin için benden daha hayırlı olan bir kimseye git! Beni meşgûl etme..." dedi. Sonra benden uzaklaşıp gitti. Arkasından gözden kayboluncaya kadar baktım. Sonra ağlayarak geri döndüm.
Anadolu´da yaşamış âlim ve velîlerden Ahmed Eflâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Selçuklu Sultanı Alâeddîn Keykûbâd büyük bir toplantı tertib edip Şeyh Bahâeddîn Veled hazretlerini de saraya dâvet etti. Şehrin bütün âlim, evliyâ ve ileri gelen kimseleri bu toplantıda hazır bu- lundular. Bahâeddîn Veled kapıdan içeri girince, Sultan Alâeddîn ayağa kalkarak onu karşıladı. Saygı göstererek, tahta oturmasını istedi ve; "Ey dînin pâdişâhı! Ben kulum. Bugünden sonra senin subaşın olmak ve efendimin de sultanlık etmesini istiyorum. Zîrâ bütün görünen ve görünmeyen sultanlık eskiden beri sizindir." dedi. Bahâeddîn Veled de ona karşı güzel muâmelede bulunup gözlerinden öptü. Mecliste bulunanlar Sultânın, âlim ve velî bir zâta böyle muâmelede bulunmasına çok sevinip onu methedici sözler söylediler. Bu sırada söze başlayan Bahâeddîn Veled hazretleri; "Ey melek huylu, mülk sâhibi hükümdar! Dünyâ ve âhiret mülkünü kendine mâl ettiğine hiç kuşkusuz emîn ol." buyurdu. Sultan Alâeddîn şevkle ve sevinerek ayağa kalktı. Bahâeddîn Veled´in müridi, talebesi oldu. Pâdişâha uyan bütün kumandanlar ve askerler de Bahâeddîn Veled´e talebe oldular. Sultan Alâeddîn ihtiyâcı olan kimselere sadakalar dağıtılmasını ve ihsânlarda bulunulmasını emretti.
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin evine bir gün hırsız girdi. Her tarafı aradı, fakat götürecek bir şey bulamadı. Eli boş döneceği zaman Ahmed bin Hadraveyh; "Ey genç! Şu kovayı al su doldur. Abdest al ve namaz kıl. Bu arada evi- me belki bir şey gelir, sana veririm. Böylece evimden boş dönmemiş olursun." dedi. Genç onun emrettiği gibi hareket etti. Sabah olunca zengin birisi Ahmed bin Hadraveyh´e yüz elli altın getirdi. Ahmed bin Hadra- veyh hazretleri bu parayı o gence vererek; "Al bu gece kıldığın namazlar sebebiyle sana mükafattır." dedi.
Genç onun bu merhamet ve iltifâtı karşısında şaşırdı, hâli de değişti. Sonra; "Yolumu kaybetmiş, bozuk işlere dalmıştım. Bir gece hayırlı bir iş yapıp Allahü teâlâya ibâdet ettim. Rabbim de bana böyle ihsânda bulundu." diyerek tövbe edip Ahmed bin Hadraveyh hazretlerine talebe oldu.
Bir müddet Bistam´da kalan Ahmed bin Hadraveyh hazretleri hanımı ile oradan ayrılıp, Nişâbur´a gitti. Nişâbur´da iken Yahyâ bin Muâz-ı Râzî oraya geldi. Gelen bu misâfiri Ahmed bin Hadraveyh evine dâvet etmek istedi. Hanımına bu zâtın dâvetinde neler yapılmasının gerektiğini sorunca, Fâtıma şöyle cevap verdi: "Birçok hayvan kesmeli, ayrıca şunlara da ihtiyaç vardır; çokça şamdanlar, buhûr ve misk alınmalı, bunlara ilâveten birkaç merkep kesmeli." deyince, Ahmed bin Hadraveyh; "Merkep kesmek de ne oluyor?" diye sordu. Hanımı; "Kerem sâhibi bir kimse, kerem sâhibi bir kişiyi evine dâvet edip misâfir edince, mahallenin köpekleri de bundan nasiblerini almalıdır." diye cevap verdi.
Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı, Ahmed bin Hanbel (rahme- tullahi teâlâ aleyh) H.241 senesi Cumâ günü vefât etti. Vefât haberi, bü- tün Bağdat halkını ağlattı. Cenâze namazını kılmak üzere çevreden ge- lenlerle birlikte, binlerce insan toplanmıştı. Bağdatlılar evlerinin kapısını açıp; "Cenâze namazı için abdest almak isteyen gelsin." diye bağırdı- lar. Cenâze namazı kılınınca, kuşlar tabutu üzerinde uçuşup, kendilerini tabuta vurdular. Cenâze namazında yüz bine yakın kişi bulundu. O gün yâhûdî ve hıristiyanlardan pekçok kimse, bu hâdiseyi görerek müslüman oldu. Ağlayıp, bağırarak; "Lâ ilâhe illallah." dediler.
Suriye´de yetişen evliyâdan Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bereketli sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çırpındığı ve şöhreti etrafa yayıldığı sırada birçok kimseler hocalarını bırakıp Ahmed Haznevî´nin etrafına toplanmaya başladılar. O sıralarda Suriye´de kendinin şeyh olduğunu iddiâ eden pekçok kimse arasında bir de "Yeşil Şeyh" diye anılan biri vardı. Elbisesi, cübbesi, sarığı, entarisi, hülâsa baştan aşağı bütün giydikleri yeşil renkten olduğu için herkes ona "Yeşil Şeyh" derdi. İşte bu Yeşil Şeyh´in de talebeleri kendisini terk edip Ahmed Haznevî´nin kapısına gittiler. Onun yanında hiç kimse kalmadı. O da kalkıp o civarda ne kadar ağalar ve ileri gelenler varsa hepsini topladı. Ahmet Haznevî´ye de haber gönderip toplantıya çağırdı. Topladığı kişilere güvenip bir şeyler yapmaya çalışıyordu.
Ahmed Haznevî dâveti kabûl edip gitmeye karar verdi. Talebeleri ona; "Müsâde ederseniz biz de otuz-kırk kişi sizinle birlikte gelelim." dediklerinde; "Ne diye geleceksiniz? Biz aşîret dâvâsına mı gidiyoruz?" buyurdu ve onların isteklerini kabûl etmedi. Devâm ederek; "Mâdem dâvet etmiş, icâbet edelim, ne sözü varsa söylesin, yalnız iki kişi bana refâkat etse kâfidir." buyurdu. Yanına iki talebesini alarak yola çıktı. Yeşil Şey- h´in köyüne vardı, kapısını çaldı. Kapı açıldığında o civarın ağaları ve halkın ileri gelenlerinden kırk-elli kadar kişinin orada olduğunu gördü. İçeri girerek selâm verdi. Yeşil Şeyh hiç iltifât etmedi. Fakat Ahmed Haz- nevî hazretleri Yeşil Şeyh´in bu davranışına aldırış etmeden yanına gidip müsâfeha yaptıktan sonra oturdu. Ahmed Haznevî oturur oturmaz, Yeşil Şeyh konuşmaya başladı; "Yetmez mi bize yaptığın, hakâret ve zulüm, bütün talebelerimizi elimizden aldın. Etrâfımızda hiç talebe bırakmadın. Nedir bu senin yaptığın? Ne kadar benim babamdan, dedemden kalan talebem varsa, hepsini etrafına topladın. Olur mu böyle şey?" diyerek uzun uzun konuştu.
Yeşil Şeyh´in hakaret dolu bu sözlerini sabır ve tahammülle dinleyen Ahmed Haznevî, susarak dinlemeye devâm etti. Ahmed Haznevî´nin bu derece sabırla susmasına dayanamayan Yeşil Şeyh; "Sen niye konuşmuyorsun?" deyince, Ahmed Haznevî; "Benimki sâdece iki kelimedir, dinle! Eğer işim ve niyetim Allah içinse, vallahi değil sen, senin gibi yüz kişi daha olsa bunu bozamaz. Yok eğer işim Allah için değilse, sabret altı aya kalmaz, darmadığın olur giderim." buyurdu. Yeşil Şeyh; "Çok doğru söyledin. Hakîkaten öyle, eğer Allah içinse yüz tâne benim gibisi gelse sana hiç bir zarar gelmez. Çünkü Allah için çalışana kimse dokunamaz. Yok eğer Allah için değilse, talebelerimiz hâliyle geri gelirler." diyerek hakkı teslim etti ve Ahmed Haznevî hazretlerinin büyüklüğünü kabûl etti.
Endülüste´te yetişen büyük velîlerden Ahmed Necibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İşbiliye´de bir müddet kaldıktan sonra, Mısır´a gitmek için yola çıktı. Mısır´da iken büyük bir kıtlık ve vebâ olmuştu. Ahmed Necibî, yolda giderken açlıktan süt çocuklarının öldüklerini gördü. "Yâ Rabbî! Bu hâl çok acı." diye niyâzda bulundu. Bunun üzerine; "Ey kulum! Sana bir zarar verdim mi?" diye bir ses işitti. "Hayır!" cevabını verince; "Bu hale îtirâz etme. Ölen çocuklar veled-i zinâdır. Halktan ölenler ise, benim emirlerime uymayıp yasaklarımdan sakınmayanlardır. Bunun için onları cezâlandırdım. Bu hususta kalbinde bir sıkıntı keder olmasın." dedi ve ses kayboldu. Bunun üzerine halkın o hâli sebebiyle üzüntüden kurtuldu.
Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden ikisi birbirlerini çok severlerdi. Aralarındaki bu yakınlık ve duydukları mânevî hazdan kendilerinden geçerlerdi. Bir gün böyle bir anda, bir tânesi ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Cehennem´den azâd olduğuma dâir bu âciz kuluna bir belge gönder." deyiverdi. Öbürü; "Hak teâlânın keremi çoktur, fadl ve ihsânı hududsuzdur." dedi. Böyle konuşurlarken, âniden gökyüzünden beyaz bir kâğıt indi. Kâğıdı aldılar. İçinde bir yazı göremediler. Seyyid Ahmed´in önüne geldiler. Hâllerini anlatmayıp, o kâğıdı ona verdiler. Kâğıda bakınca, Allahü teâlâya secde etti. Secdeden başını kaldırınca; "Allahü teâlâya hamd olsun ki, eshâ- bımın Cehennem´den azâd olduğunu, âhiretten önce, dünyâda bana gösterdi." buyurdu. "Efendim, bu kâğıt beyazdır." dediklerinde; "Kudret eli siyâh ile yazmaz. Bu, nûr ile yazılmıştır." buyurdu.
Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri herkese iyilik eder, kimsenin kalbini kırmaz ve kin tutmazdı. Hiçbir zaman büyüklük taslamazdı. Çok müte- vâzi idi. Bir gün yoldan geçen kendini bilmez bir grup, Ahmed Rıfâî´ye hakâret etmeye başladılar. Uygun olmayan sözler sarfettiler. Ahmed Rıfâî onların bu hakâretleri karşısında başını açtı, yerlere yüzünü sürdü, toprağı öptü. Onlara; "Benim hatâlarımı îkaz edip, hatırlatan büyüklerim, efendilerim! Bu kölenizi bağışlayın." buyurdu. Sonra o kimselerin ayaklarına kapandı, ellerini öptü ve; "Ne olur, benden râzı olunuz. Sizler çok yumuşak huylu kimselersiniz. Şüphesiz sizin bu yumuşaklığınız beni bu hâle getirdi." buyurdu. Bu hâl, o kimseleri âciz bıraktı, ezildiler. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Nihâyet; "Senin gibi sabırlı bir kimse görmedik. Bu kadar hakâret ettiğimiz hâlde, rengin bile değişmedi, tahammül ettin ve yine tevâzu gösterdin." dediler. Ahmed Rıfâî hazretleri de; "Bendeki bu hâl, sizin bereket ve himmetiniz sâyesinde olmuştur efendim." buyurdu.
Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Saîd-i Fârûkî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) Delhi´de uzun müddet kalıp talebe yetiştirdi. 1857 se- nesinde İngilizler Hindistan´ı işgâl ettiler. Ahmed Saîd çoluk-çocuğu ve sevenleri ile birlikte Delhi şehrinden ayrıldı. Dergâhında talebelerinden Hacı Muhammed´i vekil bıraktı ve Hindistan´da bulunan talebelerim için yerime halîfe olarak, Allahü teâlânın râzı olduğu bir kimse olan Hacı Dost Muhammed´i vekil ettim. Onun teveccühlerine, mânevî nazarlarına yapışılsın ve kıymet verilsin." buyurdu. Dehli´den ayrıldıktan sonra Saf- der-i Cenk denilen Makberer-i Mansûr´a gitti. Burada İngilizlere karşı ayaklanma olduğu sırada, İngiliz subayı Ahmed Saîd´in yanına gelip; "Sen âsilerdensin. Seni rezîl ve rüsvâ ederek asacağım." dedi. Bu sırada Ahmed Saîd´in yanında birâderleri ve çocukları da vardı. Ahmed Saîd, İngiliz subayına; "Sizinle berâber gideceğimi aklınızdan çıkarın." deyip, hizmetçisine arabayı hazırlamasını söyledi. Hizmetçisi arabayı getirince, yanına zarûrî eşyâlarını alıp, arabaya bindi. Bu hazırlıklar sırasında Ahmed Saîd hazretlerinin hâlindeki asâlet ve vakar İngiliz subayının dikkatini çekti. Arabaya bindiği sırada İngiliz subayına; "Söyleyiniz bizi nereye götürüyorsunuz?" diye sorunca, subayı bir korku hâli kapladı ve askerlerle birlikte hemen oradan ayrıldı. Bir asker ile; "Pîr yerinde kalsın." diye haber gönderdi.
Mısır evliyâsından Ahmed Satîha (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü, bir beldenin ahâlisi inkâr edip, ona karşı çıkardı. O da buna çok üzülürdü. Bu bozuk düşüncelerinin cezâsı olarak, o beldenin ahâlisi birbirine düştü. Aralarında, öldürme hâdiseleri ve nihâyet harb meydana geldi. Bu hâl şiddetlendi ve sonunda o belde harâb bir hâle geldi. Talebesi Abdülvehhâb-ı Şa´rânî, o beldenin bu durumuna çok üzülerek hocasına arzedip, bu beldeyi îmâr etmesini, (aralarının düzel- mesi için duâ etmesini) istirhâm etti. Ona; "Bunlar münâfık kimselerdir. Birbirlerine düşmelerinde fayda vardır. Onlar öyle olmazlarsa, hep birlikte müslümanlara zarar verirler." buyurdu.
Evliyânın meşhûrlarıdan Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretlerinin vefâtından seneler sonra birkaç âlim kabrini ziyârete gitti. Bunlardan biri yolda kendi kendine;
"Kerâmetini görmediğimiz bir kimsenin kabrini ziyârete gidiyoruz." dedi. Kabre yaklaştıklarında, o çevrede bir avcının, köpeği ile birlikte bir ceylanı yakalamak için kovaladığını gördüler. Sağa sola kaçan ceylan en sonunda Ali bin Meymûn hazretlerinin kabri başına gelip durdu ve hiç bir yere gitmedi. Bu hâl ziyâretçileri şaşırttı.
Avcı gelip, ceylanı yakaladı. Avcıya; "Bu kabrin yanına gelip, sığınan hayvanı bırak. Onu kesip yemen senin için iyi olmaz. Bu kabirde evliyâ bir zât yatıyor..." dediler.
Avcı bu söze kulak asmadı. Ceylanı çeke çeke götürdü ve bir kenarda kesip etinden pişirip yedi. Yedikten sonra karnına bir ağrı girdi. Kıvranmaya başladı. Şiddetli ağrıdan bir türlü kurtulamadı. Gece vaktine kadar ağrı devam etti ve gece yarısı öldü. Sabahleyin cenâzesini yıkayanlar vücudunu yırtıcı bir hayvan yemiş gibi parça parça olmuş gördüler!
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi te- âlâ aleyh) hikmetli sözleri ve güzel ahlâkıyla insanlara rehber oldu. Oğlu anlatır:
"Babam vefât ettiğinde, cenâzesini yıkaması için birisini çağırdık. Yıkamak için yanına vardı, fakat hemen dışarı çıkıp; "Bu vefât etmemiş!" dedi. Biz yanına vardığımızda bir hareket göremedik. O kimse korkup gitti. Başka birisini çağırdık. O da korkmuş hâlde çıkıp; "Ben yanına varınca eliyle beni itti." dedi. Sonra yakın akrabâmızdan sâlih ve hal sâhibi birini çağırdık. O gelince ona hiçbir şey yapmadı ve rahatça yıkayıp, kefenledi."
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) 63 yaşına gelmişti. O, çocukluğundan bu âna gelinceye kadar Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine yapışmakta hiç gevşeklik göstermedi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif buyurduğu andan îtibâren yeryüzünde bulunmayı kendilerine münâsip görmediler. Bu sebeple dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırdı ve içini kerpiçle ördürdü. Nihayet hazırlıklar tamamlanınca talebelerini dergâhın avlusunda toplayıp;
"Ey gönül dostları, Allahü teâlânın en sevgili kulu olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa hazretleri 63 yaşında bu dünyâdan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz çilehâneye çekilecek, ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım..." buyurdu.
Müridlerinin gözleri yaşlı olarak; "Ey sultanımız bizim hâlimiz nice olur." sözlerine karşı;
"Sizi Allahü teâlâya emânet ediyorum." dedikten sonra merdivenle çilehâneye indi.
Ahmed Yesevî hazretleri mezar misâli olan o yerde, vefât edinceye kadar, devamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı düşünmekle meşgûl oldu. Talebelerine ilim öğretmeye orada da devâm etti. Kendisini vefât etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşû´ bağlılık ve teslimiyetle ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı. 63 yaşından sonra ömrünün diğer yarısını orada ibâdetle geçirdi. 125 veya bir rivâyete göre ise 133 yaşında vefât etti.
Ahmed Yesevî hazretlerinin önde gelen halîfelerinden Seyyid Man- sur Atâ çile kuyusuna ilk defâ indiği zaman gördüğü manzaradan ciğeri parçalandı. "Hocam bu dar yerde ve sıkıntılı bir haldedir" diye düşünerek gözyaşlarına boğulduğu sırada perdeler açıldı.
Kalp gözüyle, o daracık zannettiği yeri bir ucu doğuda, diğer ucu ise batıda gördü. Bu hâl karşısında kalbinden geçirdiklerinin yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine, "Allahü teâlâ, evliyâsına sıkıntı çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok acı çekiyor zannetmeleri, hakîkatte onlar için bir nîmettir. Bu saâdet sâhipleri, görünüşte çok acı zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tad alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duymazlar. Allahü teâlâ, bu sevgili kulu için, daracık bir hücreyi çok geniş yapar. Mânevî bakımdan öyle lezzetler, tadlar ihsân eder. Zâhir olarak, görünürde çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç kalır. Onun rûhu, zevk ve neş´eden uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam..." diye söylendi.
Ahmed Yesevî hazretleri yetiştirdiği talebelerin her birini bir memlekete göndermek sûretiyle İslâmiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği talebelerinden bâzıları sonraları Moğolların katliamından kaçıp kurtulmak sûretiyle Anadolu´ya da geldiler. Bu sûretle onun yolu Anadolu´da yayılıp tanındı. Anadolu´nun müslü- man Türklere yurt olması onun mânevî işâretleri ile hazırlandı.
Ahmed bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Tasavvuf ehli ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi olup, Yemenlidir. Haramlardan, şüpheli şeylerden sakınması ve üstün ahlâkı ile tanınmıştır. Yaşayışı çevresindeki insanlara tam bir örnek idi. Bu sebeple çok sevilen, sözü dinlenilen ve çevresinde kendisine mürâcaat edilen bir âlim idi. Bütün işi ve maksadı Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden naklen bildirdiği îmân ve ibâdet bilgilerini, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak, insanlara anlatıp öğretmek idi. Din ile alâkası olmayan iş ve davranışların, bid´atlerin dîne sokulmaması için çok gayret gösterirdi. Bid´at ehli ile mücâdele eder, insanların inancını bozmamaları için çok çalışırdı. Bulunduğu bölgede bid´at fırkalarından Zeydîler çok yaygın ve hâkim idiler. İnsanların Sünnet-i seniyyeye yapışmalarını, İslâmiyeti doğru olarak öğrenmeleri ve öğrendikleri doğru bilgilere göre amel etmeleri, bid´atlerden ve bid´at ehlinden sakınmalarını gâyet güzel anlatan bir kitap yazmıştı. Bu kitabı yazması sebebiyle bid´at ehli ona düşmanlık besledi. Bid´at ehlinden olan Muhammed bin Ali Mehdevî adında bir vâli kalabalık bir askerle birlikte, Ahmed bin Zeyd´in bulunduğu yere geldi. Ahmed bin Zeyd´in evine hücûm etti. Herhangi bir karşılıkta bulunmadıkları hâlde, Ahmed bin Zeyd´i, oğlu Ebû Bekr´i, çoluk-çocuğunu ve onu sevenlerden bir kısmını şehîd ettiler. Evinde pekçok mal vardı. Bu mallar halka âit idi. O havâlide herkesin îtimâd edip güvendiği bir zât olduğu için, halk, mallarını onun yanına emânet olarak bırakıyorlardı.
Vâli Muhammed bin Ali Mehdevî, Ahmed bin Zeyd hazretlerini şehid ettikten sonra âkıbeti çok kötü oldu. Bir gün katıra binmişti. Katır, yolda giderken birdenbire ürküp, vâliyi üzerinden yere attı. Vâlinin ayaklarından birisi üzengiye takılıp kaldı. Katır, koştukça koşuyordu. Vâliyi de yerde sürükleyerek götürüyordu. Bir müddet katırı kimse yakalayamadı. Ancak büyük bir çabadan sonra yakalayabildiler. Ona, katırın niçin ürküp kaçtığı sorulduğunda, şöyle anlattı: "Âniden Ahmed bin Zeyd´i gördüm. Katırın karşısına çıkıp, eliyle katıra işâret etti. Bunun üzerine katır birdenbire süratle kaçmaya başladı ve beni üzerinden düşürdü." dedi. Vâli yaralı hâlde bir müddet yattı ve sonra öldü.
Bu hâdise Ahmed bin Zeyd hazretlerinin şehit edilmesinden bir ay kadar sonra vukû buldu. Âlimlerden bir zât, Ahmed bin Zeyd´i şehîd edildikten sonra rüyâsında bu zâtın elinde bir kâğıt üzerinde şöyle bir beyit yazılı olduğunu görmüş:
"Günler bizim lehimize dönünce, onların da aleyhinde olan günler gelecek (cezâlarını görecekler)."
Hemedan´da yetişen Evliyânın meşhûrlarıdan Ahnef el-Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir halini şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında çöle çıkıp yalnız başıma kaldım. Ellerimi açıp, Allahü teâlâya şöyle duâ ettim:
Yâ Rabbî ben zayıfım, sen her şeye kâdirsin. Senin ziyâfetine (Kâbe´yi ziyârete) gitmek isterim. Böyle duâ edince gönlüme seni kim dâvet etti? diye suâl geldi. Sonra yâ Rabbî! Kâbe öyle bir yerdir ki, oradaki sâ- lih kullarının hürmetine bana da orada bulunma nasîb olur diye duâ ettim. Bu sırada âniden bir ses duydum. Baktım ki arkamdan biri bana sesleniyor. Deveye binmiş birisi idi. Bana; "Nereye gidiyorsun?" dedi. "Mekke´ye." dedim. "Seni kim davet etti?" dedi. "Bilmiyorum." dedim. "Peki böyle yola çıkmak güç kuvvete bağlıdır." deyince, "Öyledir, fakat ben tufeylî olarak, beni sevenlerin yanında geldim." dedim. "Ne güzel tufeylîlik ve dost sevgisi! Haydi yürü sana yol açıldı." dedi. Sonra devesini gösterip;
"Bu devenin hakkından gelebilir misin?" deyince, "Evet!" dedim. Deveden inip bana teslim etti. Haydi bin Kâbe´ye doğru yola devâm et." de- di.
İstanbul´un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşem- seddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) birgün küçük oğlu Hamdi Çelebi ile meşgûl olurken;
"Bu küçük oğlum yetim, zelîl kalır; yoksa bu zahmeti, mihneti çok dünyâdan göçerdim." deyince, hanımı;
"A efendi! Göçerdim dersin yine göçmezsin." dedi.
Bunun üzerine Şeyh hemen:
"Göçeyim." deyip, mescide girdi. Evlâdını topladı. Vasiyetnâmesini yazdı. Helâllaştı, vedâ eyledi. Yâsîn sûresi okunurken sünnet üzere yatıp rûhunu teslim eyledi. Göynük´teki târihî Süleymân Paşa Câmiinin bahçesine defn edildi. Daha sonra oğullarının kabri ile berâber bir türbe içine alındı.
Şeyh Alâeddîn Harezmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin şöyle naklettiğini, İmâm-ı Yâfiî bildirdi: "Anadolu sâhillerinden bir yerde idim. Ramazân-ı şerîf bayramı erişti. Bayram namazı için müslümanların köylerinden birisine vardım. Namazı kıldım, müminlerle bayramlaştıktan sonra kaldığım yere döndüm. Bir de baktım, kaldığım evde biri namaz kılıyor. Fakat evin kapısı açılmadığı gibi, evin önündeki kum üzerinde de bir iz yoktu. Bu zât nereden girdi diye kendi kendime düşündüm. Kapıyı açıp içeri girdikten sonra o kimse feryâd ederek ağladı. Ben kendi kendime; "Bayram günüdür, bu zâta ne ikrâm edeyim!.." diye düşünürken, bana yönelip dedi ki:
"Ey Alâeddîn! Benim için düşünme. Allahü teâlânın gâib hazînesinde senin bilmediğin hususlar vardır. Eğer yanında su varsa getir." dedi. Su getirmek üzere kalktım. İbrikle suyu getirdiğim zaman o zâtın yanındaki tabakta yiyecek bir şeyler gördüm. Bu kaplarda ekseriyetle bâdem içi vardı. Tabakları önüne ittim. O zât bâdemi önüme döktü. Ayağa kalkarak bâdem içinden bir mikdarını bana verdi. Ben o bâdemden az bir kısmını yedim. O ise bir veya iki bâdem yedi. Bana bu yiyeceklerin hazır oluşu garib geldi. O zât bana; "Bu hâle şaşma. Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, nerede olursa olsun her ne dilerse bulurlar." dedi. Bu sözler karşısında merâkım daha da arttı. Kendi kendime; "Bu zât büyük bir kimsedir. Onunla kardeş olmayı isteyeyim." dedim. Daha bir şey söylemeden;
"Acele etme, inşâallah yine geleceğim." dedi ve birden kayboldu. Şevval ayının yedinci gecesi tekrar geldi, benimle kardeşlik akdeyleyip gitti.
Evliyânın büyüklerinden Seyyid Alevî bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında müslüman olmayan biri fevkalâde mâli sıkıntıya düşmüştü. Bu sebeple Seyyid Alevî hazretlerine gelip hâlini arz etti. Sey- yid hazretleri ona; "Şu Hindistan cevizini al!" buyurunca, alıp hürmeten evine götürdü. Özel bir yere koydu. Sonra her alıp sattığından kâr etti. Netîcede çok mal sâhibi bir zengin oldu. Bu zengin ticâret için başka yerlere gönderdiği malın üzerine teberrüken Seyyid Alevî hazretlerinin isimlerini yazmayı âdet edindi. Bir gemide bu kişinin yine çok malı vardı. Bir kısmının üzerine Seyyid hazretlerinin ismi yazılmış, diğerlerinin üzerine yazılmamıştı. Bu sırada gemi battı. İçindeki mallardan Seyyid Alevî hazretlerinin ismi yazılı olanlar dışında hepsi telef oldu. İsmi yazılı olanlar ise, su üzerinde yüzerek sâhile gitti.
Birgün Seyyid Alevî hazretlerine birisi geldi. "Fakirim, muhtâcım bana yardım edin." deyip yardım istedi. Seyyid hazretleri ona;
"Falan tüccara git istediğin kadar parayı vermesini ricâ et!" dedi. Fakir, tüccara gidip istediğini söyledi ve kendisini Seyyid hazretlerinin gönderdiğini bildirdi. Tüccar o fakire istediği parayı vermekten kaçındı. Fakir mahzun olarak geri döndü. Bir zaman sonra aynı tüccar, işlerini idâre eden bir adamından bir kese altın getirmesini istedi. Adam, altın dolu keseyi götürüp teslim etti. Tüccar keseyi açtığında kesedeki altınların bakıra dönmüş değersiz şeyler olduğunu gördü. Çok üzüldü. Sebebini düşünüp hatâsını anladı ve koşup Seyyid Alevî hazretlerinden özür diledi.
Seyyid hazretleri bir öğle namazı vaktinde bir câmi-i şerîfe gitmişti. Câmide büyük bir kalabalık vardı. Daha sonra kâmet okunup namaza kalkıldı. Herkes imâma uydu. Seyyid hazretleri ise saftan çıkıp dışarıda yalnız başına namazını kıldı. Halk, namazı bitirince, Seyyid Alevî hazretlerinin bu davranışından hayrette kalıp, sebebini birbirlerine sormağa başladılar. İçlerinde şehrin hâkimi ile âlimler ve eşraf da vardı. Bunlar seyyid hazretlerinin namazı yalnız kılmasının sebebini sorunca, onlara tebessümle;
"Namazda, sütü çok olan ineğin arkasına düşmüş bir imâma uymak istemediğimden yalnız kıldım." buyurdu. Sonra herkes câmiden dışarı çıktı. Seyyid hazretlerinin bu cevâbını öğrenenler, imâma gelip Seyyid hazretlerinin sözlerini naklettiler. İmâm da;
"Doğrudur, zevcem hastadır. Tedâvîsi için hergün süt içmesi lâzım. Cemâat içinde sütü çok bir ineğin sâhibini gördüm. Namaz sonunda kendisinden istemeye karar verdim. Zihnim bunlarla meşgul oldu." dedi. Bunun üzerine oradakiler Seyyid Alevî hazretlerine hüsn-i zan edip, onun büyük bir zât olduğuna daha çok inandılar.
Evliyânın büyüklerinden Ali Bekkâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çok ağlamasının ve "Bekkâ" çok ağlayan lakabının verilme sebebi şöyle anlatılır: Sâlih ve kendisi gibi velî bir arkadaşı vardı. Hâller ve kerâmetler sâhibi idi. Bir defâsında ikisi birlikte Bağdat´tan bir yolculuğa çıkmışlardı. Gidecekleri yer ile Bağdat arası, yürümekle bir senelik yol idi. Onlar, kerâmetleriyle bir senelik yolu bir saatte almışlardı. Bu arkadaşı ona;
"Ben, falan vakitte, falan memlekette öleceğim. O zaman yanımda bulun." diyerek, Ali Bekkâ hazretlerine vasiyet etmişti. Fakat bu arkadaşı, son nefesde îmânsız öldü. Bu hâdise karşısında Ali Bekkâ hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamamaktan ve son nefes endişesi ile korkarak çok ağlardı. Îmânsız giden arkadaşının hâlini, kendisi şöyle anlattı:
"Söylediği vakit gelince yanına gittim. Hayâtının son anlarını yaşıyor ve can çekişiyordu. Yönünü doğu tarafına dönmüştü. Tutup kıbleye çevirdim. Tekrar doğuya döndü. Tutup yine kıbleye çevirdim. Bu arada gözlerini açıp bana dedi ki:
"Hiç uğraşma, ben bu tarafa dönmüş olarak öleceğim!" Hıristiyan ruhbanlarının söylediği küfür olan, îmânı gideren sözler söylemeye başladı. Dîn-i İslâmdan çıktı. Nihâyet îmânsız öldü. Ölüsünü kaldırıp, oradaki bir kiliseye götürdük. Bir de gördük ki, kilisede bir kalabalık toplanmış ve çok üzgün bir hâlde idiler. Önlerinde yatan bir cenâzenin etrâfında duruyorlardı. "Nedir bu hâl?" dediğimizde;
"Bizim meşhûr bir ruhbanımız vardı, yüz sene yaşadı. Bugün öldü. Fakat, ölmeden önce dînimiz olan hıristiyanlıktan çıktı. Müslüman olduğunu söyledi ve müslüman olarak öldü." dediler. Biz de onlara;
"Bizim elimizdeki cenâze de müslüman idi. Son nefesinde hıristi- yanlık dîni üzere öldü ve îmânsız gitti. Siz bunu alın, o, müslüman olarak ölen ruhbanınızın cenâzesini de bize verin." dedik. Bu teklifimizi kabûl et- tiler. Biz o müslüman olanın cenâzesini alıp, yıkadık, kefenledik, müslü- man mezarlığına defnettik. Onlar da öbürünü alıp, hıristiyan mezarlığına defnettiler. Allahü teâlâdan, son nefesimizde îmân ile gitmeyi nasîb etmesini dileriz, yalvarırız!" âmin.
Amasya?da yetişen velîlerden Ali Hâfız (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Şamlar türbesinin etrâfındaki ağaçları, bir talebesi ile dikti. Birgün armut fidanlarının yan sürgünlerini budarken yanında bulunan ta- lebesine dönerek; "Evlâdım! Bu yan sürgünler budandıkça fidan daha çok boy verir. Tez büyüyüp meyve verir.
Zikr eyle her nefes
Kalpten gitsin kötü heves.
Müslüman zikirle kalpten kötü istekleri kestikte, kalpteki îmân nûru kuvvetlenir, meyve verir. Bu fidanları buradan sökelim, şuraya dikelim." dedi. O talebenin îtirâz etmek hiç âdeti olmadığı hâlde o gün; "Efendim! Burası iyidir." dedi. Ali Hâfız; "Bu fidanları buradan sökelim şuraya dikelim." deyince, talebesi tekrar; "Hocam buranın yeri iyidir, etrafı boştur." dedi. Bunun üzerine Ali Hâfız; "Evlâdım! Allahü teâlâ yakında vefât edeceğimi bildirdi. Benim yerim burasıdır. Vefât ettiğimde türbede yatan zâtın akrabalarından izin alıp, buraya defn edersiniz." dedi. Fidanları söküp başka bir yere diktiler. Aradan bir süre geçince rahatsızlanan Ali Hâfız, doktor getirilmesini istedi. O talebe hocasının yüzüne doktora neye lüzum der gibi bakınca; "Allahü teâlâ sebepler halk eder. Sebebe yapışmak lâzım." dedi. Doktor gelip muâyene ettikten sonra bir şey yok deyip gitti. Gece yarısına doğru Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti (1957). Vefât ettiğinde altmış beş yaşında idi. Dediği yere defnedildi.
Vefâtından dört sene sonra talebeleri kabrini yaptırmak için açtılar. Bu esnada birkaç kerpiç düştü ve içerisini gördüler. Nâşı hiç bozulmadan, defnedildiği günkü gibi duruyordu. Alnında hafif bir ter vardı. Bir talebesi başından sakalına kadar sıvazladı. Kabir yapıldıktan birkaç gün sonra, talebe rüyâsında Ali Hâfız´ı gördü ve ona; "Âşık beni incittin." dedi.
Evliyânın büyüklerinden Ali Müttekî el-Hindî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin vefâtından on iki veya on dört sene sonra, kardeşinin oğlu Ahmed vefât etmişti. Onu, Ali Müttekî hazretlerinin yanına defnetmek istediler. Bu sebeple Ali Müttekî hazretlerinin kabrini açtıkları zaman, mübârek vücûdu çürümemiş, kefeniyle tertemiz duruyor gördüler. Hâlbuki, Mekke toprağı ölüyü üç-dört ay içerisinde çürütürdü.
Meşhûr velîlerden Ali Müzeyyen (rahmetullahi teâlâ aleyh) başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır: "Tebük Çölünde idim. Su almak için bir kuyunun başına gittim. Kuyunun başında iken ayağım kayıp birdenbire kuyuya düştüm. Kuyunun içinde geniş bir yer gördüm. Orada bir yeri düzeltip oturdum. Kendi kendime dedim ki: "Eğer Allah indinde makbûl bir kul isem, bende bir şey varsa, burada, ölüp kalmam. Suyun bozulup, insanlar için faydasız hâle gelmesine sebeb olmam. Böyle dedikten sonra heyecânım gitti, sâkinleştim, kalbim rahatladı. Bu halde otururken birdenbire bir hışırtı işittim. Merak edip etrafıma bakınırken kocaman bir yılanın yukardan aşağıya doğru kuyuya indiğini gördüm. Hâlime bakıp, kendimi kontrol ettim sâkindim, telâşım yoktu. Yılan kuyuya indi, etrafımda dolaşmaya başladı. Ben son derece sâkindim. Hiç ürpermiyor, rahatsız olmuyordum. Yılan etrâfımda dolaştıktan sonra kuyruğunu sıkıca vücûduma sardı. Sonra beni çekerek kuyudan çıkardı. Dışarı çıkınca vücûduma doladığı kuyruğunu çözüp beni bıraktı ve gözden kayboldu. Nereye gittiğini göremedim. Sanki yer yarıldı yere girdi veya gökyüzüne uçup kayboldu!"
Ali Müzeyyen hazretleri şöyle anlatmıştır: "Mekke´de idim. İçime bir yolculuğa çıkmak arzusu düştü. Yola çıktım. Birr-i Meymun denilen yere vardığımda, ölmek üzere olan birini gördüm. Yaklaşıp; "Lâ ilâhe illallah de!" dedim. Gözünü açıp şu beyti okudu:
Bulursa cân azığı gönlüm muhabbet gibi doludur.
Âşıkların ölümü muhabbet borcunun üzerine olur.
Sonra vefât etti. Lâzım olan hazırlıkları yapıp namazını kıldırıp defnettim. Bu hâdiseden sonra içimden yolculuk arzusu çıktı; Mekke´ye geri döndüm."
Anadolu velîlerinden Ali Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün Eksel köyünde (yeni ismi Koçak) oturan Eksel şeyhi olarak bilinen Behrullah Efendinin saati bozuldu. Talebelerine tâmir edilmesini söyleyince, onlar; "Efendim, karşı Holay köyünden Ali Osman isminde birisi var ona tâmir ettirelim." dediler. Talebelerinden biri Ali Osman Efendi ile Erbaa´da karşılaşınca, hocasının saatinden bahsetti. Ali Osman Efendi de Eksel köyüne gitti. Saati tâmir edip duvara astı. Behrullah Efendiye; "Tamam çalışıyor efendim." dedi. Behrullah Efendi saate bakınca çalışan saat durdu. Ali Osman Efendi tekrar yapıp duvara astı. Behrullah Efendi saate bakınca, saat yine durdu. Ali Efendi hayretler içinde tekrar yaptı. Yine Behrullah Efendi saate bakınca, saat durdu. O zaman Ali Osman Efendi kendi kendine; "Bu zât evliyâ bir zâttır. Şu an kalbimin saatini tâmir edecek kalp ustasının huzûrundayım." dedi ve Behrullah Efendiye talebe oldu. Arapça, Farsça ve kalp ilimleri de dâhil bütün ilimleri Behrullah Efendiden öğrendi. Behrullah Efendi vefâtına yakın; "Bende ne varsa Ali Osman Efendi aldı götürdü. Bende bir şey bırakmadı." buyurdu.
Yine bir gün talebeleri ile Ladik´e ders vermek için gidiyordu. Talebelerinden birinin kalbine vesvese gelip hocası için; "Bu da insan biz de insanız." gibi bir düşünce geldi. Yolları bir ormandan geçiyordu. Bu sırada bir kurt, Ali Osman Efendinin önüne gelip iki ön ayaklarını havaya kaldırıp, arka iki ayağı üzerine durunca; "Dağ ve taşlardaki hayvanlar inandı da bâzıları hâlâ anlıyamadı." buyurdu. O talebe düşüncesinden dolayı hemen tövbe etti.
Dînî vecîbeleri yerine getirmenin yasak olduğu dönemde Ali Osman Efendi, Gümüşçakır köyünde sohbet ederken jandarmalar köyü bastı. Ali Osman Efendi tutuklanarak önce Vezirköprü daha sonra da Samsun cezâevine gönderildi. Ali Osman Efendi Samsun´da bir hücreye kondu. Hücrede namaz kıldığını gördüklerinde, kılmaması için su vermediler. Bir süre sonra su olmamasına rağmen, yine onu namaz kılarken gördüler. Mahkeme esnâsında savcı, Ali Osman E