sidretül münteha
Sun 13 March 2011, 02:36 pm GMT +0200
5- Keşif Ve Keramet
Soru: İslâm'da ilham, keşif ve keramet diye bir şey var mıdır? Varsa bunun dînî değeri nedir? Herkeste bulunur mu?
Cevap: Keramet Allah (cc)'ın velî kullarında görülen, tabiat kanunlarına ve normal hallere aykırı, olağanüstü bir kerem-i ilâhîdir. Velî (evliya), imkân ölçüsünde Allah (cc)'ı ve sıfatlarını tanıyan, O'na itaatte daim olan ve isyandan kaçınan, fakat hiç isyan etmeyen anlamında değil de, tevbe etmedik isyanı bulunmayan, mubah olan lezzet ve şehvetlere dahi düşkünlük göstermeyen, yani bu konuda ihtiyacı olanla yetinip yeme, içme, şehvet vb. ni bir zevk aracı olarak görmeyen kul demektir. [967] Yani "velî" ma'sum değildir. Günah işlemesi ve isyanı mümkün ve muhtemeldir. Ancak bu ihtimal onda diğer insanlara göre asgariye inmiştir. Kazara yaptığı bir hatadan da hemen tevbe eder. Haram ve isyanda ısrar etmez. Böyle olan insanlar da Allah (cc)'ın bir hediyesi ve avansı olmak üzere bir takım olağanüstü haller görülebilir. Bir anda uzak mesafelere varır, ya da oraları görebilirler (tayy-ı mekân), aynı anda birden çok yerde görülebilirler (tayy-ı zaman), kabirde yatanın kim olduğunu, karşısındakinin ne düşündüğünü bilebilirler [968], (keşf-i kubur ve's-sudûr) havada uçar, denizde yürüyebilirler... vs. Bunların olmayacağını söylemek naklen mümkün olmadığı gibi aklen de uygun değildir. Bilim böyle peşin bir reddedişi onaylamaz. Her geçen gün -hatta Allah (cc)’a inanmayan insanlarda bile- olağan dışı nice vakıalara rastlanıyor ve bunların bilimsel izahları yapılmaya çalışılıyorken (telepati ve hipnotizma gibi), Allah (cc)'a inandıktan sonra O'nun dostlarını daha büyük olağanüstülüklerle ödüllendirmeyeceğini söylemek gülünç olur.
Kaldı ki, keramet kitap ve sünnetle sabit, tarihen vâki bir olgudur. Allah (cc) insanı çok çok keremli (kerametlere, üstünlüklere mazhar, mükerrem) yarattığını haber verir. [969] Kur'ân'da zikredilen Meryem kıssası [970], Ashab-ı Kehf olayı [971], Hz. Süleyman döneminde Asâfın tahtı uçurması vakası [972], Hz. Musa devrindeki Bel'am gerçeği... [973] Hep Kur'ân'da anlatılan keramet örneklerindendirler. Hz. Ömer'in hutbe okurken ta uzaklardaki Sâriye'yi görüp ona seslenmesi, askerî taktik vermesi ve sesini ona duyurması sahih tarihi bir vakadır. [974] Halid b. Velid'in zehir içip etkilenmediği meşhurdur. [975] Bu konuda ciltler dolusu müstakil kitaplar yazılmıştır. [976] Bütün ehli sünnet alimleri bu konuda ittifak halindedir ve akaid kitaplarının ilgili bölümleri "Kerâmâtü'l-evliyâi hakkun - Evliyanın kerametleri hakikattir, sabittir" cümlesi ile başlar.
Peygamberlere verilen mucizelerde hiç bir mü'minin şüphesi yoktur. Evliyanın kerametleri de, tâbi oldukları peygamberin mucizelerinin bir parçası olmaları itibarı ile mucizelerden destek görür. Yoksa bazılarının zannettiği gibi, kerametin varlığı mucizeye muhalif olmaz. Yani mucize peygamberliği ispat eden delillerden ise, kerametin varlığı kabul edilmesi halinde delil olmaktan çıkar, çünkü mucize gibi olan kerametin de evliyanın peygamber olmasını gerektirir, denemez. Çünkü her veli kerametini o peygambere inandığı için elde etmiştir ve kendi kerameti dahi onun mucizesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla her keramet, peygamberin mucizesinin sonuç itibarı ile de peygamberliğinin hak ve gerçek olduğunu da gösterir. [977] Harikuladelik bakımından mucize ile keramet arasında bir fark olmamakla beraber, mucize şu gibi yönlerden kerametten ayrılır:
1- Aralarında kaynak ve isimlendirme bakımından bir fark vardır; peygamberden sâdır olana "mucize", veliden sâdır olana da "keramet" adı verilir.
2- Mucize sahibi, mucizesini gizlemez, hatta açıklar ve onunla, davasının doğruluğu konusunda muhaliflerine meydan okur. Keramet sahibi ise kerametini gizlemeye çalışır. Kerameti veliliğinin ispatı için bir delil değildir.
3- Mucize sahibinin mucizesi elinden alınmaz, o küfürden ve isyandan masumdur (korunmuştur). Keramet sahibinin hali değişebilir, kerameti elinden alınabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in de işaret ettiği ve biraz önce adı geçen Bel'am b. Bâ'ura, keramet konusunda başkalarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmişken Hz. Musa'ya ihaneti sebebiyle hayatı "şakî" olarak son bulmuştur. [978]
4- Kerametin istenmesi de, izhar edilmesi de pek hoş karşılanmamış, hatta kadınlar için hayız hali ne ise evliya için de keramet öyle görülmüş ve gizlenmiştir. Çünkü keramet hedef ve gaye değildir. Az sonra göreceğimiz üzere bir delil olarak da kullanılamaz. İmam Rabbanî, kerametlerin çoğalması hastalığından yergi ile söz ederken, "Oysa bu taifenin başları olan Cüneyd, Serî es-Sakatî vb. gibilerden nakledilen ve keramet denilebilecek ondan fazla olaydan sözedilemez" der. Yine:
"Keşif, keramet ve mevâcid (bir takım bulgu ve tezahürler) maksat değildirler. Belki, kendisine zor bir iş verilen çocuğun, o işi bıkmadan sonuna kadar götürebilmesi için, iş esnasında ona verilen incik-boncuk ve oyuncak kabilinden şeylerdir" diye vasıflar.
Ebu Ali el-Cûzcânî bu konuda şunları söyler:
"Sen istikamet (dinde dosdoğru olma) iste, keramet isteme. Çünkü nefsin keramet için uğraşmakta, halbuki, Rabbin senden "istikamet" istemektedir." Sûhreverdî de Avârif inde:
"Bu, bu konuda önemli bir kuraldır. Zira nice gayretli âbid insanlar vardır ki, Selef-i salihine keramet ve harikuladeliklerden bir şey verilmediğini duymalarına rağmen, bir parça keramete nail olabilmek için yanıp tutuşurlar, can atarlar. Hatta bu konuda inkisarı kalbe uğrayan, olağanüstü bir hal görmediği için amelinin sıhhatinden şüphe edenler bile vardır. Eğer işin sırrını bilselerdi bunu hiç önemsemezlerdi..." diye anlatır. Bunları nakleden Ali el-Kârî de der ki, "Velhasıl, insana şer'î ilimleri bilme yolunun açılması, kainatın gizli yönlerine ait ilmin açılmasından daha iyidir. Üstelik birincinin yokluğu ya da eksikliği dine zarar verir. Oysa ikinci öyle değildir. Hatta olmaması onun için bazan daha yararlıdır..." [979]
Doğrusu sahabenin tamamından, keramet olarak sahih yollarla nakledilen olayların sayısı, iki elin parmaklarını –hatta bazılarına göre üç vakayı- öte geçmez. Halbuki, sahabenin en küçüğü bile sair evliyaullah'tan büyüktür. Bu bile kerametin gaye olmadığını göstermeye yeter. Ancak cahil insanlar büyüklüğü "istikamet"te değil de "keramet"te aradıkları için, büyüklerinden habire keramet gözler dururlar. Hatta başka her şeyi unutur ve bu yolda gözlerini bozarlar da normal olayları keramet gibi görmeye başlarlar. Bu da (Allah'u a'lem) bu yolun afetlerindendir ve "şeyhi müritler uçurur" sözünün muhatabı bunlar olsa gerekir. İlmî kapasiteleri ve düşünebilme güçleri çok dar ve sınırlı olduğundan kerameti kendilerinin anladığı manâda, zahir olmayan mürşidin mürşit olamayacağını zannederler de böyle olan birisini ya terkedip giderler, ya da az önce söylediğimiz "keramet hastalığıma yakalanırlar.
"Keşif ise kerametin bir türü olmaktan başka bir şey değildir. Şöyle tarif edilir:
"Sözlükte perdenin kaldırılması demektir. Istılahta ise, fizik perdesinin ötesindeki gaybî ma'nâlara, gerçek ve var olan işlere muttali olmak, müşahede etmek demektir." [980]
Konumuzla ilgili bir de "ilham" tabiri vardır. "İlham" da yine kerametin bir nevidir ve:
"Feyiz yoluyla içe doğan duyuş, kalbe gelen bilgi" diye tarif edilir. [981]
Mes'elemizin bir başka yönü müşahhas (somut, objektif) bir ölçüsü bulunmayan ve keramet cümlesinden sayılabilecek keşif ve ilhamın delil olma gücü ve bağlayıcılığıdır.
Tasavvuf sözlüğüne bakarsak sufilerin dışındaki ulemanın ilhamı hiçbir surette delil saymadıklarını görürüz .[982] Yani ilham yok olan bir şeyi ortaya koymaz, bir davayı ispatlamaz. Zaten ne dört temel şer'i delil (edille-i erbaa: Kitap, sünnet, icma, kıyas), ne de en geniş tutanların kabulü ile diğer şer deliller arasında "ilham" diye bir şey vardır. Mustafa Sabri Efendinin ifadesi ile:
Kelâm kitapları şu anlamdaki cümlelerle başlar:
"İlmin yolları üçtür:
Sağlam duyular, doğru haber ve akıl. İlham, ehli hakka göre bilgi yollarından birisi değildir." Ve bu gerçek bir kural haline gelmiştir. [983] Demek "ilham" şer’î delillerden olmadığı gibi, bilgi yollarından da değildir.
Mes'ele fıkıh usulü ilminde de konu edilir ve denir ki:
"Peygamberin ilhamı vahyin bir kısmı olduğu için hüccettir ve bağlayıcıdır. Ama evliyanın ilhamı öyle değildir. Şeytandan kaynaklanmış ve yanıltıcı olabilir. Bu yüzden onların ilhamı başkalar için hiçbir surette delil oluşturmaz. Kendileri hakkında da ancak şeriate uygun olursa bir delil teşkil eder. Muhalif olursa kendileri için de bir şey ifade etmez" [984] Aslında şeriate uygun olması halinde de delil yine şeriatin delilidir.
Binaenaleyh ilham o takdirde bile bir delil değildir denebilir. Fıkıhçılarımızın biraz sert ve rasyonalist gibi görünen bu kuralları doğrusu çok isabetli ve çok hikmetli bir tespittir. Gerçi ilhamın sadık olanı ve veralardan ilahî bilgiler huzmeleri taşıyanı elbette vardır. İlham diye bir şey varsa bunun böyle olmaması zaten mümkün değildir. Ama o sahibinin sağlam şer’î bilgilerine -tabir caizse- bir tuz lezzeti, bir itminan ve bîr ferahlık vermekten\öte geçmemelidir. Aksi takdirde şeriat bilgilerine lezzeti tamamlayan tuz yerine şap da karıştırılabilir ve şeriat sofrası ifsad edilebilir. Elini fizik aleminin verasına uzatmayı başarabilen herkes, şap ile tuzu birbirinden ayırmayı başaramayâbilir de. Çünkü evliya masum değildir ve şeytanın etki alanından çıkarılmamıştır.
Netice olarak: "Velînin başkasını kendi ilhamına çağırması, kendi ilhamına göre davranmasını istemesi ve sahih olarak ictihad eden bir müctehidi -kendi ilhamı ile onun içtihadının hata olduğunu bilmiş olsa dahi- içtihadı ile amel etmekten alıkoymak istemesi caiz olmaz" [985] Mustafa Sabri Efendi'nin şu ifadesi bunun sebebini açıklamaya yeter:
"Çünkü akıl, Allah (cc)'ın kanunu ve insan katında O'nun resmî sefiri olmakla, Allah (cc)'tan gelecek ilhamın ilk ve tabiî uğrak yeridir. Tasavvufla elde edilen ilham ise özel bir ihamdır. Elbette Allah (cc)'ın ilhamı, kendisine muhalif olacak olân özel ilhama tercih edilecektir. Bunun anlamı şudur:
(Naslara bağlı akla) muhalif olan ilham değil. [986]
Konumuz hakkında belki de en güzel ölçüyü İmam Rabbani verir. Çünkü kendisi, yine kendi ifadesi ile hem "zahir ilimler" hem de "batın ilimler" de otoriterdir.
"Salikin (tasavvuf yoluna girenin), işin künhüne ulaşıncaya kadar, Hak ehli alimleri taklid etmesi, bunu kendisi için gerekli görmesi, keşfine ve ilhamına da muhalefet etmesi (itibar etmemesi) gerekir. Bu konuda alimlerin haklı olduğunu, kendisinin ise hata ettiğini kabullenmelidir. Çünkü alimlerin dayanağı, vahiy ile desteklenen, hata ve yanlıştan korunan peygamberlerdir. Onun keşfi ve ilhamı sabit hükümlere- muhalif olması halinde hatadır yanlıştır. Binaenaleyh, keşfi alimlerin görüşlerinden önde tutmak, gerçekte onun Allah (cc)'ın indirdiği kesin hükümlere tercih etmek demektir ki bu, hüsranının ve sapıklığın ta kendisidir." [987]
"Bazı meşayihten (ks) galebe ve sekir halinde sadır olan ve isabetli ehli hakkın görüşlerine muhalif bulunan bazı bilgi ve ilimlerin kaynağı keşif olduğu için onlar bunda mazurdurlar. Kıyamet Günü bu muhalif davranışlarından ötürü muaheze edilmezler diye umarız. Hatta –inşaallah- hata eden müctehid muamelesi görür ve bir de sevap alırlar diye düşünürüz. Hakk ve doğru ise, ehli hak alimlerin yönündedir. Allah (cc) gayretlerini makbul buyursun. Zira alimlerin ilimleri, kesin vahiy ile desteklenen Peygamberlik mişkatından süzülme ve alınmadır. Sufilerin bilgilerinin kaynağı ise, hatanın yol bulabileceği keşif ve ilhamdan ibarettir. Keşif ve ilhamın sahih olduklarının belirtisi, ehli sünnet vel-cemaat alimlerinin ilimlerine uygunluklarıdır. Buna göre eğer -bir tüy kadar dahi- farklılık söz konusu olursa isabet (savab) çemberinden çıkılmış demektir. İşte doğru ilim ve açık gerçek budur." [988]
[967] El-Beycûrî, Şerhu-Cevherati’t-Tevhid, 153; Ali el-Karî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, M 3.
[968] Bu konuyu da delilleriyle birlikte (inşallah) yazmayı düşünüyoruz.
[969] K. İsra: 17/70.
[970] K. Ali İmrân: 3/37.
[971] K. Kehf: 18/9. vd.
[972] K. Neml: 27/40 vd
[973] el- Beycûrî, age., 175.
[974] el-Beycûrî, age-, 153.
[975] Ali el-Karî, Şerhu'l-Fıkhîl-Ekber, 113.
[976] Son devir ulemasından Yusuf en-Nebhaninin Cami'u-Kerameti'l-Evliyâ'sı ile Huccetü'llahı alel-Alemîn adlı eserlerini -her ne kadar çoğu nakilleri tedkike muhtaç ise de -burada örnek olarak zikredebiliriz.
[977] Ali el-Kârî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, I 13.
[978] el-Beycûrî, age., 175.
[979] Ali el-Kârî, age., 114-115.
[980] İbn Arabî (ye nisbet edilen) el-Istılahâtu's-Sufiyye, 123.
[981] age-, 23.
[982] agk.
[983] Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu'lakl, 1/268.
[984] bk, Nuru'l-Envarve Haşiyesi Kameru'l-Ekmar, 11/97-98
[985] Muhammed Abdulhalim el-Lüknevî, Kameru'l-Akmâr, 1l/98
[986] M. Sabn, age., 1/264.
[987] İmanı Rabbanî, Mektubât, No: 186(1/31 3); M. Sabri Efendi, age., 1/265.
[988] İmam Rabbânî, age., No: 112 (l/l16). Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 369-377.