- Kendine dürbünle bakmak

Adsense kodları


Kendine dürbünle bakmak

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sun 1 July 2012, 09:13 am GMT +0200
Kendine dürbünle bakmak
Said YAVUZ • 61. Sayı / DİĞER YAZILAR


“Şuara Suresi’ndeki ayetlerle şu düşünce kurallaşmış, buyruk haline gelmiş oluyor: Şair lanetli kişidir; şaire uyan kimseler de sapık kimselerdir. Çünkü şairin iki özelliği vardır. Birincisi birtakım düşlerle uğraşması ve her şeyi abartarak gerçeği örtmesi; ikincisi yapılmayanı yapıldı, olmayanı oldu göstermesidir. Bu bakımdan şairi izleyenler de, tutanlar da sapık kimseler olacaktır.”

Yukarıdaki ifadeler, Türkiye’de sol güzergâhta fikir yürüten en hakkaniyetli şairlerden birine, Cemal Süreya’ya ait. Süreya bunları demekle kalmıyor, İslami düşüncenin yerleşmesi sırasında bunun çok doğal karşılanması gerektiğini, her devrimin önce en azılı muhalifini, şairi, lanetlediğini ifade edip buna çeşitli misaller getiriyor. Fransız Devrimi’nin hiç şair yetiştirmediğini de sözlerine dayanak kılıyor. Şairlere dair bazı övgü dolu hadislerin de Kur’an’a ters düştüğünü iddia ediyor.

Şairin, 1965’te kaleme aldığı bu metin belli bir ideolojik çevrenin ne denli yerli kaynaklardan uzak bir mevzi tutmayı tercih ettiğinin çok açık göstergelerinden sadece biri… Bunu Cemal Süreya gibi aruzdan yararlanmış, divan şiirini şöyle böyle irdelemiş birinin yapması, hastalığın nerelere ulaştığını da gösteriyor. Şiirin ve şairin klasik kaynaklardaki yeri neydi? Bunun için çeşitli eserlere bakmak gerekirdi. Dipnotlar ormanındaki patika yollar beni asıl işaretçiye kadar taşıdı. Ne hayret verici bir tecellidir ki Cemal Süreya’nın 1965’te Kur’an’ın şairi lanetlediğine dair bir delil olarak addettiği “Şuara Suresi” 1200’lerde İbn Arabî için tam da bunun aksine şiir söylemenin kapılarını açmıştır. Bir gün yakaza halinde iken bir melek kendisine gelir ve ona beyaz bir nur getirir. Bunun ne olduğunu ona sorduğunda da “Şuara Suresi” olduğu cevabını alır. Ona göre her surenin bir ruhu vardır ve Mushaf’ta yazılı hale getirilmiş ayetler hep o surelerin ruhlarının açılımlarıdır. İşte İbn Arabî ancak “Şairler Suresi”nin ruhunun kendisine verilmesiyle şiir söylemeye başladığını itiraf eder.

Şiirin İslam’daki yeri ayrı bir yazı konusu. Varmak istediğimiz yer, Şeyh-i Ekber’in o muhteşem dünyasına kapı aralamak için ortaya konan sahih gayretlere kulak vermek. Ontolojiden epistemolojiye, astrolojiden ilm-i hurufa, ahlâktan psikolojiye kadar metafiziğin hemen her sahasında söz söylemiş İbn Arabî’nin telif ettiği 550 civarında eserinden 245 eser günümüze kadar ulaşmıştır. Yazdığı eserler üzerine çok sayıda şerhler yazılmış, tesirleri asırları aşarak günümüze kadar ulaşmıştır. Türkiye’deki ilim ve devlet hayatı için onun yeri çok ayrıdır. Kimi yerlerde zehirlenerek öldürülmeye çalışıldığı, eserlerinin yakıldığı, tekfir edildiği bir hengâmede Anadolu ona kucağını açmış, bizzat sultanlardan izzet ve ikram görmüştür. O da bu ikrama karşılık bütün ilmini ve duasını bu topraklara ekmiştir. Sadreddin-i Konevî’nin dul annesiyle evlenmiş ve Sadreddin’i büyük bir âlim olarak yetiştirerek adeta Anadolu’yu onunla fethetmiştir. Mevlana için Sultan Veled ne ise, onun için de Konevî o olmuştur. Kendisinden sonra arkada bıraktığı ilim ve irfanı sistemleştirmiş, o irfanın bir köprüsünü kurmuştur. Osmanlı Devleti kurulmazdan evvel bu devletin zuhurunu haber veren İbn Arabî daima hürmetle anılmış, bizzat padişah emriyle eserleri tercüme ettirilmiş, hatta aleyhinde söz söyleyenlerin Şeyhülislam fetvalarıyla ikaz edildikleri görülmüştür. Şeyhülislam İbn Kemâl’in 1520’lerdeki bu fetvası Osmanlı’nın neye sahip olduğunu nasıl da güzel izah ediyor.

Onun vücud ve meratibu'l-vücûd (varlık ve mertebeleri) konusundaki düşüncelerinden, Fergânî, Konevî, Nesefî, Câmî, Niyâzî Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî gibi İslam münevverlerinin etkilendiğini, ondan feyzler aldığını biliyoruz. Galib’in Mevlana için söylediği “Esrarımı Mesnevî’den aldım/ Çaldımsa mîri maldan çaldım” beytinde Mesnevi kelimesinin yanına Füsus’u ve Fütühâtü’l Mekkiyye’yi de eklemek yanlış olmaz. Onun zahirî anlamda etkilediklerinin yanında batınî olarak da nasiplendirdiği şahsiyetler olmuştur. Mesela Bursevî, yakaza halinde iken Muhyiddin-i Arabî’nin kendisine görünerek elinden tuttuğunu ve şu beyti yazdırdığını söyler: “Ger yüzü Hak’tır desem bu yüzü hak bil sana / Ger sözü haktır desem bu sözü hak bil sana.” Kimi ümmi şairlerin Hızır’ın öğretmesiyle şiir söylediklerini biliyoruz. İbn Arabî’nin de şairlerin dillerini açan bir himmete sahip olduğu anlaşılıyor. Fevri, Salahi Efendi gibi şairleri de rüya yoluyla irşad ettiğini bu zatların kendi anlatılarıyla öğreniyoruz.

Bütün bu görüşler pozitivist bilimin dar çerçevesi içinde algılanabilecek bilgiler değil. Zaten kendisini anlamak isteyenlere o, Fütühât’ından sesleniyor: “O feylesofların kitaplarındaki hükümler ile yaklaşmayı bırak!” İşte bu çağrıya uyan isimlerin başında Mahmut Erol Kılıç geliyor. Kılıç, 1995 yılında Türkiye’de Tasavvuf Bilim Dalı’nın kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora tezine imza atmıştı. Şimdi o tez, Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesi’ne Giriş başlığıyla yayımlandı. Yukarıda anlattıklarımız onun Sufi ve Şiir ile adı geçen eserlerinin ışığıyla oluşmuştur.

Metin Karabaşoğlu, bir yazısında Mahmut Erol Kılıç’ın Evvele Yolculuk eserinde geçen “Yükseliş dönemine kadar İbn Arabî’yi gerek fert ve gerekse devlet olarak bütün unsurlarıyla müdafaa eden Osmanlı, ilginçtir ki, onu tekfir edenlerin belli mevkilere gelmeleriyle eşzamanlı olarak inhitat dönemine girmiştir” sözünün kesinlikle izaha ve ispata muhtaç olduğunu ifade etmişti. Karabaşoğlu, yeni çıkan bu eseri tetkik ettiğinde bunun kati bir gerçek olduğunu anlayacaktır. Sadece Niyaz-i Mısrî’ye yapılanlar bile inhitat döneminin niçin yaklaştığını izah eder. Şam’da Şeyh-i Ekber’den el almış Edebali, “İnsanı yücelt ki devlet yücelsin” diyordu, yoksa bu sözün mazmunu insan-ı kâmil midir?

Bize İbn Arabî'nin eserleri ve maneviyatını işaret eden, onun manevi enerjisini giyinmiş, aşk ilkelerini şiar edinmiş âlimlerin varlığı bir lütuftur. Mahmut Erol Kılıç, tasavvufa kimilerinin yaptığı gibi yerli bir oryantalist gibi değil, bir sufi gibi bakmasını bilen, gerçek gönül sultanlarının ve melâmet erlerinin yolunu tutmayı bu mevzuda söz söylemekten daha üstün gören bir âlim olarak vazifesini sürdürüyor. Türk münevveri yerli kaynaklara bakarken dürbünleri yakmayı öğrenmelidir.